Türkiye’de Anarşizmin Kısa Tarihi
(İngilizceye çevrilip broşür olarak basıldı)
Yazımızın başlığından, uzun bir tarihin kısa özetini anlatacağımız sonucu çıkartılmamalıdır. Bu başlık, Türkiye’de, anarşizmin, gerçekten de kısa olan geçmişini anlatacağımızı ifade etmek için kullanıldı. Öylesine kısa ki, henüz onuncu yılını bile doldurmamış. Türkiye anarşist hareketinin tarihinin, esas olarak, 1986 yılında yayın yaşamına giren Kara dergisi ile başladığını söylemek herhalde yanlış olmayacaktır. Çünkü bu derginin çıkmasından önce Türkiye’nin politik tarihinde ne örgütlü bir anarşik hareket görülmüştür, ne de en azından periyodik bir yayın organı ile kendini ifade etmeye çalışan bir çevreye rastlanmıştır. Elbette bu, Türkiye ve Türkiye Kürdistanı topraklarında tek tek bireysel anarşistlerin yaşamadığı ya da bazı anarşist fikirli insanların küçük ve içine kapalı çevreler oluşturmadıkları anlamına gelmemelidir. Ama ne var ki, bu bireysel ya da çevresel varoluşlar, Türkiye politik tarihinde bir anarşist hareketin başlangıç sinyalini verecek bir birikim, bir oluşum yaratamamışlardır. Türkiye’de örgütlü bir işçi hareketinin varlığı yetmiş yılı aştığı, zaman zaman yükselen, dikkate alınması gereken bir devrimci birikimin varlığı net bir şekilde ortada olduğu ve Türkiye, Batı’dan gelen her türlü sol varyasyona her zaman açık bir ülke olarak bilindiği halde, Batı modernizminin en uç noktasında, adeta onun inkârı gibi ortaya çıkan, Batılı aydınları ve kitleleri bu ölçüde etkileyen anarşizmin, salt bir karalama sözcüğünün ötesinde Türkiye’de bu kadar uzun süre, hiç mi hiç yeşermemesinin nedenleri üzerinde durulmalıdır. Ve yine, 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan bu düşünsel akımın, yüz yıl sonra ülkemize girmesinin, kendi çapının ötesinde konuşulup, tartışılmasının, merak uyandırmasının nedenleri üzerinde de düşünülmelidir.
Marksizmin vazgeçilmez ilerlemeciliği
Türkiye’ye Batı’dan gelen “ilerici” akımlar, Batı pozitivist düşünsel geleneğinin gereği olarak gerçekten de ilerlemeci akımlardı. Türkiye aydınları, 19. Yüzyılın başlarında oluşan Tanzimatçı düşünce geleneğini eğer son zamanları kısmen hariç tutarsak hiçbir zaman aşamadılar. Neydi bu gelenek? Batı’nın karşısında neden geri kalıyoruza yanıt arama geleneği. Ya da Niyasi Berkes’in ünlü deyişiyle “200 yıldır neden bocalıyoruz”a yanıt bulma geleneği. Bunun cevabını yine batıdan alınmış argümanlarla veriyordu batıcı Tanzimat aydını. Çünkü batı bizden ileriydi. Çünkü batı sanayi hamlesini yapmıştı. Çünkü batı modernleşmişti. Çünkü batı bilimde ileri gitmişti. Çünkü batı teknolojide ileri gitmişti. Çünkü batı felsefede büyük adımlar atmıştı. Çünkü batı edebiyatta bizi fersah fersah geçmişti. Çünkü batı kültürü güçlüydü.
O zaman ne yapmak gerektiği de kendiliğinden ortaya çıkıyordu. Bütün bu büyük farkları kapatmak için hızla batılılaşmak gerekiyordu. Batının yolunu izlemek gerekiyordu. Hatta batıyı taklit etmek gerekiyordu. Elbette batıcı aydın geleneği içinde farklılıklar da vardı. En Tanzimatçı görüş batıyı taklit etmekti. Ama Tanzimatçılığın bu taklit mantığına karşı çıkan, hatta batıya rağmen batılılaşma anti-emperyalist perspektifini geliştiren daha radikal çıkışlar da sonunda batılılaşma mantığından kurtulamıyordu. Ya batının kuyruğuna takılarak ya da batıyla mücadele ederek batılılaşacaktık.
Ne yazık ki, bu mantığa temelden karşı çıkabilen tek akım başka bir geleneğin takipçisi olan dinci akım oldu. Dinci akım kendi İslami geleneklerini koruma kaygısı ile batılılaşmaya karşı çıktı. Yoksa batının üstünlüğü argümanlarına karşı çıkarak değil. Hatta bu akım bile “teknolojisini alalım ama kültürünü almayalım” türü bir orta yol tutturarak batılılaşma zihniyetinin kıyılarında bir yerde konuşlanmaya çalıştı.
Son yüz yılda bu batılılaşma mantığı Türkiye aydınlarının düşünsel geleneğine öylesine güçlü bir şekilde damgasını vurmuştur ki, sağcısından solcusuna kadar hiçbir akım bu argümanı temelden sorgulamaya girişmemiştir. Tartışmalar hep, zaten kabul edilen batılılaşmanın, ya da sanayileşmenin, ya da ilerlemenin, ya da teknolojik devrimin, ya da kalkınmanın vb. ne yolla olacağı üzerinde yoğunlaşmıştır.
Marksizm, kendi onulmaz üretici güçler teorisiyle bu batılılaşma ya da ilerleme mantığının ya da geleneğinin hiç de dışında bir akım değildi. Aynı pozitivist batı geleneğinden köklerini alıyordu. Kendi teorisi içinde bu mantığı, üretici güçler biçiminde formüle etmişti. Devrimci gelişmeleri üretici güçlerin geliştirilmesine bağlamıştı. Bu yüzden Marksist aile içinde Bernstein diye bir evladın ortaya çıkması hiç de şaşırtıcı bir olay değildi. Hatta denebilir ki, Bernstein, babasından devraldığı mirası yalnız bir parça abartmaya kalkmıştı, yoksa o mirastan temelde bir ayrılma söz konusu değildi.
İlerlemeci Türkiye aydınları, bu yüzden, batının çağdaş düşünsel geleneğini izlerken Marksizmle tanıştıklarında onu hiç de yadırgamadılar. Tersine, bu ideoloji, onlara, özledikleri radikal değişimler için en uygun kalkınma teorisi olarak göründü.
1960’larda, Marksizmin ülkemizdeki o görkemli yükseliş yıllarını anımsayanlar, mutlaka Marksizm tartışmalarının gündeme, kalkınma tartışmalarıyla birlikte geldiğini de unutmayacaklardır. Marksizmin, hızlı kalkınmanın sihirli formülü olarak sunuluşunu unutmayacaklardır. Bugünkü Birleşik Sosyalist Parti’nin bir hayli yaşlanmış lideri Sadun Aren’in o yıllarda sorunu salt kalkınma açısından nasıl ortaya sürdüğünü ve Marksizmi de nasıl kalkınmacı bir iktisadi teori olarak taktim ettiğini unutmayacaklardır.
İşte bu koşullarda, evet batı modernist geleneğinin bir parçası olarak ortaya çıkmış olan, ama aynı zamanda onun inkarı niteliği açık seçik ortada bulunan anarşizmin Türkiye Tanzimatçı-kalkınmacı aydın geleneğine hiçbir şekilde hitap edemeyeceği, edemediği kesindir. Anarşizm, batının bilimciliğinin, teknikçiliğinin, sanayiciliğinin, pozitivizminin, üretici güçlerciliğinin, kalkınmacılığının zıddı ve inkarı yıkıcı bir akım olarak ortaya çıkmıştı. Kendi varlığını, bütün ilerlemeci kurumlar da dahil olmak üzere her türlü özgürlük düşmanı kurumlaşmanın yıkılması üzerine oturtan bir düşüncenin Türkiye’nin Tanzimatçı-Kemalist-Marksist aydın düşünsel gelenek zincirinin içinde yer alması, oralardan beslenmesi, onlarla barış içinde olması, dolayısıyla bu gelenek içindeki aydınlara hitap etmesi beklenemezdi elbette. İşte anarşizmin son yıllara kadar Türkiye toprağında yeşermemesinin önemli nedenlerinden biri budur.
Büyük devletlerin dayanılmaz ağırlığı
Batıcı-Tanzimatçı-Kemalist-Marksist gelenek zinciri mecazi anlamının yanısıra, gerçek anlamında da özgür düşünceyi boğan bir zincir görevi yapmıştır. Öyle ki, bu geleneğin bir parçasıdır yukardan aşağıcılık. Yani ünlü aydın tartışmalarında hep söylendiği gibi “halk için halka rağmencilik” düşüncesi, istedikleri kadar “demokrasiden” şu son zamanlarda bol bol sözetsinler, Türk aydınlarının düşünsel yapısının önemli bir parçasıdır. Bu düşünsel yapıyı kısaca devletçilik olarak da adlandırabiliriz. Pozitivizmin ilerlemeciliği aydın müdahaleciliğini, Doğu Perinçek’in Bilim ve Ütopya’da pozitivizmle ilgili bir yazıda sözünü ettiği ve desteklediği gibi aydın despotizmini zorunlu kılar. Aydın despotizminin silahı, ya da sopası ise devlettir, devletten de başka bir şey değildir. Bütün kurum ve kurallarıyla, her türlü işkence ve baskı aletiyle bildiğimiz devlet.
Batıcı aydın, kurtuluşu ve özgürlüğünü devlette arar, onsuz yapamaz. Bu sopayı kullanarak halkı kalkınma ve uygarlaşma ağılına sokacağını düşünür. Devlet onun dini ve tapıncıdır. Bütün ilerlemelerin güdücüsü zor’a gereksinmesi vardır, bu zor da devlettir.
Ama devlet tapıncı bu kadarla kalsa yine iyidir. Batıcı-pozitivist aydın egemenliği aynı zamanda zorun en büyüğüne boyun eğmeyi de gerektirir. Bu yüzden kendi devletinin yanısıra dünyanın en büyük devletlerinin himayesi altına hemen girivermeye de yatkındır. Batıcı aydının , yükseliş döneminde Nazi devletine, sonra ABD’ye, daha sonra da Marksizmi rehber edinmiş Sovyetler Birliği’ne ya da Çin’e boyun eğmesi, bunların himayesine sığınması, hatta kalkınma hamlelerinde bunlardan medet umması buradan gelir.
60’lı ve 70’li yıllardaki Sovyetler Birliği-Çin tartışmalarının, bizim aydınlarımızı da ne kadar yakından ilgilendirdiğini hepimiz anımsarız, biliriz. Bu tartışmalarda, ideolojik tercihlerin ötesinde, hangi büyük devleti kendimize rehber edineceğiz içgüdüsünün de önemli bir rol oynadığı unutulmamalıdır. Böylesine bir devlet ve büyük devlet hayranlığı içinde olan kalkınmacı aydın kesiminin, devleti toptan reddeden anarşizmi görmezlikten gelmesi hiç de şaşırtıcı değildir. İşte, anarşizmin, kendi başarısızlıklarının ve yenilgilerinin, kapitalist ve sosyalist düzenlerin kıskacında umutsuz bir şekilde marjinalize edilmesinin ötesinde, Türkiye toprağında uzun süre boy verememesinin nedenlerinden biri de budur.
Neden 80’ler?
Peki ne olmuştur da, anarşizm böylesine büyük bir gecikmenin ardından 80’li yıllarda Türkiye toprağında boy göstermeye başlamıştır? Yukarda sözünü ettiğimiz etkenlerde bir zayıflama mı olmuştur? İlerlemeci ideoloji önemli yaralar mı almıştır? Evet, bunlar kısmen söz konusudur. Ama yalnızca böyle genel bir açıklamayla yetinmek, sorunu yeterince açıklayamayacaktır. Olaya biraz daha yakından, tarihsel bağlamı içinde bakmak gerekmektedir.
Marksizm her ne kadar üretici güçler teorisini va’zeden ve dolayısıyla ilerlemeci ve devletçi bir ideoloji ise de, aynı zamanda sonal hedefleri de olan ve bu sonal hedefleriyle kendi özü çelişen bir ideolojidir de. Marksizmin sonal hedefleri olan sınıfsız ve devletsiz bir toplum ideali aslında, pratik ve reel Marksizmle çeliştiği oranda -Marksizmi yiyip bitiren çelişmelerden biri de budur- anarşizmin temel idealleri ile tam bir uyum içindedir. Özü, bu ideallerle çelişmeyen tek düşünsel akımdır anarşizm. Marksizm bir yandan, kendi reelpolitiğini ileri sürüp bu idealleri sürekli olarak geleceğin de ötesine atarken, bir yandan da, toplumsal bir dönüşüm için mücadeleye atılan ve bu dönüştürme eyleminde Marksizmi bir silah olarak benimseyen insanların kafasına bu ideallerin girmesine yol açmıştır. Son kuşak Marksist kadrolar, Marksist reelpolitik içinde unufak olduklarının bilincine varırlarken, sonal hedeflerden gittikçe kopmakta olduklarını farketmişler ve yenilgi ortamının getirdiği sorunlar içinde devletçi kalkınma yöntemlerinin yerine devletin ortadan kalkması, özgürlüğe ve sınıfsız topluma ulaşılması hedeflerini de tartışma konusu yapmaya başlamışlardır. Böylece Marksizmin olumsuz yönünden koparken, onun olumlu yanının kafalarına soktuğu ideallerin izini sürerek Marksizmden gittikçe uzaklaşmaya ve yeni arayışlar içine girmeye başlamışlardır. Elbette bu arayışları önce, Marksizm içinde bir çözüm arayışı şeklinde olmuştur. Ancak bir süre sonra temel idealleriyle Marksizmin özünün çeliştiğini farketmeye başlamışlardır. Böyle bir süreçte önce boşlukta kalmışlar, kimisi umutsuzluğa kapılarak kapitalizme ve piyasa ekonomisine döngeri yapmış, kimisi siyaset dışılığa sığınmıştır. Ama ideallerde ısrar eden bir kesim, sonunda gelip anarşizmin kapısına dayanmıştır.
Bir diğer kesim de, yine yenilgi koşullarında, Marksist kollektivizmi ve yukardan disiplin anlayışını sorgulamaya girişmiştir. Bu sorgulama, bu kesimi, öncelikle toplum ve birey sorununu incelemeye sevketmiş, önce bireyciliğe benzer bir yerlere düşülmüş, toplumun karşısında birey savunusuna girişilmiş, ancak bu noktada takılıp kalmayanlar, bir başka kanaldan, pozitivist bir kollektivizm anlayışının yerine sorumlu birey anlayışını koyarak anarşizme ulaşmışlardır. İşte böyle ikili bir sorgulama, sonunda, aynı feminizmin bulunması gibi, 1980 sonrası ortamda, bir küçük kesimin anarşizmi bulmasını getirmiştir.
Kara ile başlayan bir süreç
1980 12 Eylül darbesinden sonra sol örgütler ağır darbeler yediler ve sol büyük bir dağınıklık içine girdi. Artık, o zamana kadar sol hareket içinde yer alan ve herbiri bir sol örgüte dahil olan bireyler büyük ölçüde kendi başlarının çaresine bakmak durumundaydılar. Öte yandan, Türkiye’nin devrimci düşünce dinamiği elbette bir generaller darbesiyle sona ermeyecek, kendine yeni kanallar açarak akışını sürdürecekti.
Örgütlerinden bağımsız kalan özellikle üniversite öğrencisi ya da yeni mezunu gençler, İstanbul merkez olmak üzere küçük tartışma öbekleri oluşturdular. Bu öbekleşmeler aynı zamanda ilkel de olsa komünal bir yaşam deneyini oluşturuyordu. Bu öbekleşmeler içinde ekolojizm, feminizm, militarizm ve savaş aleyhtarlığı, psikanaliz, Freud, E.Fromm, W.Reich, sosyalizm sorunları,Stalinizm-Troçkizm, birey ve toplum, cinsellik, anarşizm vb. başlıca tartışma konularını oluşturuyordu. Aynı zamanda bu tartışmalar kaçınılmaz olarak, tartışılan konuların pratiğini de getiriyor ve bu gruplardan ilk anti-militarist vicdani redçilik eylemcileri çıkıyordu.
Bu öbekleşmeler, 1980 sonrasında, gençlik içinde geniş bir yelpaze oluşturmayı amaçlayarak yayın yaşamına giren Yeni Olgu dergisinin içinde de yer aldılar. Bir süre yayınına devam eden Yeni Olgu 80 sonrası ilk özgürlükçü çıkışın işaretlerini verdikten sonra gerek baskılar, gerekse dağınıklık sonucu kapanmak zorunda kaldı. Daha sonraki süreçte bu komünal öbekleşmeler belli bir dağılmaya, ayrışmaya ve yeniden birleşmeye uğradı. Kimi unsurlar geçici bir hevesle girdikleri bu oluşumlardan sıyrılıp normal yaşama ve düzenin kurumlarına avdet ederken, kimi gençler de benimsedikleri görüşler çerçevesinde yeni girişimlere önayak oldular. Kimi feminizme, kimi ekolojizme, kimi anti-militarizme doğru yol alırken, bu akımlarla keskin yol ayrımlarına girmemekle birlikte, kimileri de anarşist fikirleri benimsemeye ve bu yoldaki bir pratiğin ilk deneyimlerini oluşturmaya başladılar.
Doğrudan doğruya anarşist olmamakla birlikte anti-otoriter bir yönelimi benimseyen Akıntıya Karşı’nın 1980’li yıllarında ortalarında yayın alanında boy göstermesinin ardından, eski sosyalist gelenekten gelen ve kendini anti-otoriter olarak tanımlayan bir grup, 1985 yılında Sokak Yayınları’nı kurdu. Sokak Yayınları’nın çıkarttığı bir kaç kitap içinde en önemli olanı, Sovyetler Birliği ve Stalin tartışmalarına tamamen farklı bir perspektif getiren, İda Mett’in Kronstadt 1921 adlı kitabı oldu. 1980’lerde Türkiye’de doğrudan doğruya anarşist perspektifle yayınlanan ilk kitap budur.
Sokak yayınları’nın başlattığı pratikten gelen bir grup genç insan, 1986 yılında Kara adlı dergiyi çıkartmaya başladıklarında, bu derginin anarşist yaklaşımı, toplumda, hatta solda, önceleri çok az sayıda insanın dikkatini çekmişti. Kara dergisi bir yandan toplumun eğitim, okul, devlet gibi yerleşik kurumlarını eleştirirken, bir yandan da sorumsuz ve düzenle uyuşmaya çalışan bireyi eleştiriyor ve “seyrettiğin yetmedi mi” diye soruyordu. O zamana kadar bilinen sol dergilerin yaklaşımının dışında, her konuda sorgulayıcı bir tutum içinde olan Kara’nın cesur çıkışları bir süre sonra Marksist solun, nispeten sorunları irdeleme tutumu içinde olan kesiminin dikkatini çekmeye başladı. Bu kesim, anarşizme artık eskisi gibi karalayıcı bir tutumla bakmıyor, ancak anarşizmi, “uygulanma olanağı olmadığı” için savunulamaz bir düşünce olarak tanımlıyordu. Bu kesimin içinde, Kara ile başlayan anarşizm savunusuna oldukça sempatiyle bakanlar bile vardı. Bunlar, anarşizmin insanlığın vicdanı olduğunu söylüyorlar, “uygulanma olanağı olmasa da” anarşizmin Türkiye toprağında canlanmasını selamlıyorlardı. Bu unsurlar, daha sonraki süreçte Marksizmden anarşizme ilk katılımların habercileriydiler.
Kara’nın getirdiği bakış açısı hem soldan en uyanık kesimleri, hem de politik arenaya yeni gözlerini açmaya başlayan bir kısım genci etkilemiş, hatta anarşizm saflarına katılmalarını getirmişti.
Kara, diğer bilinen sol dergilerden farklı olarak işçi sınıfı edebiyatı yapmıyor, günlük politik arenadaki sorunlar hakkında fikirler ileri sürmek yerine, doğrudan doğruya temel kurumları ve genelgeçer davranışları sorguluyor, genel olarak insanlar üzerinde sarsıcı bir etki yapmayı amaçlıyordu. Bu, ilk çıkış olarak elbette gerekliydi. Ancak, içinde bazı sakıncaları da barındırıyordu. Bu genç hareket henüz kendi temel ilkelerini ve varoluşunun nedenlerini deklare etme aşamasındaydı. Bu yüzden, henüz ülkenin politik arenası hakkında özgün görüşler ileri sürme aşamasına gelememişti. Dolayısıyla son derece genel ilkeler düzleminde kalıyor, örneğin ülkenin gündemini boydan boya kaplayan Kürt ulusal sorunu üzerinde kendine özgü bir tez ortaya atamıyordu. Bireyin birey olarak sorumlulukları ve toplumun karşısındaki bağımsız tavrı vurgulanıyor ama bireyler olarak ortak bir hareket çerçevesinde yapılması gerekenler konusunda bir fikir ileri sürülemiyor, hele örgütlenme konusunda ağzı yanan bireylere yeni bir örgütlenme alternatifi getirilemiyordu.
Kara dergisi, 1987 yılı Kasım’ında, ortak bir örgütlenme alternatifinin geliştirilemediği koşullarda, ilk ve sağlıklı anarşist deklarasyonlarını yaptıktan sonra, çıkarttığı 12 sayının ardından kapanmak zorunda kaldı. Çok dar olan anarşist birikim içinde -öğrenci kesimine dayanmanın doğal sonucu olarak- bir dağınıklık yaşanıyordu. Kara’nın kendini feshetmesinin ardından dört “otonom” ortaya çıktı. Bu otonomlardan biri, Kara’nın devamı olarak, İstanbul’da Efendisiz adlı dergiyi çıkartmaya başladı. Efendisiz yayınına adeta Kara’nın bıraktığı yerden devam etti. O da yayınına 1989 yılında son verdi. Diğer otonomlar kendi çaplarında çalışmalarını sürdürdüler.
Otonomlardan biri Atölye A projesini oluşturdu. Pratiği iki yıl süren bu proje, daha sonra İzmir’de oluşacak olan Amargi dergi ve otonomunun beşiğini oluşturdu. Böylece üç yıllık Kara-Efendisiz sürecini, Türkiye’de anarşizmin ilk ortaya çıkış süreci olarak tanımlayabiliriz.
Amargi-Ateş Hırsızı- Birey Yayınları ve Apolitika
Anarşist hareket, 1989-91 yılları arasında yayınsızdı. Ama bu, anarşist hareketin genel dağınıklığının ötesinde, gelişmediği ya da gerilediği anlamına gelmiyordu. Tersine, bu yayınsızlığa rağmen, gerek toplumda, gerekse solda ve gençlik içinde anarşizme olan ilgi gün geçtikçe artıyordu. Nitekim bu ilgi, doğrudan doğruya anarşist olmayan yayınevlerinin de anarşizmi konu alan kitaplara yönelmesini getirdi. Örneğin Metis Yayınları’nın P.Avrich’in Anarşist Portreler ve Rus Devrimi’nde Anarşistler adlı kitaplarını basması bunun göstergesidir.
Anarşist fikirlerin toplumda gelişmesi, geçmiş beş yıllık süreçte oluşan anarşist çevrelerin giderek gelişmesi ve olgunlaşması, yeni anarşist çıkışları zorladı. Bu süreç, ilk ürününü, Atölye A projesi çerçevesinde İzmir’de oluşmuş ve Savaş Karşıtları Derneği ile de bağlantılı Amargi otonomunun aynı adlı dergiyi İzmir’de 1991 yılı sonunda çıkartmasıyla verdi. Bunu, bir yıl sonra, 1992 yılı sonunda, İstanbul’da oluşmuş yeni bir anarşist çevrenin çıkarttığı yeni bir dergi izledi: Ateş Hırsızı. Diğer yandan yine İstanbul’da bir anarşist çevre Birey Yayınları’nı kurdu ve yayına başladı. Böylece 1993 yılına gelindiğinde Türkiye anarşist hareketi doğrudan doğruya kendini anarşist olarak tanımlayan iki ayrı dergiyle ve bir yayıneviyle temsil ediliyordu.
Ancak Amargi ve Ateş Hırsızı dergilerinin farklı anarşist perspektiflere sahip oldukları daha başından anlaşılıyordu. Amargi, belki biraz da savaş karşıtlarıyla ve vicdani redçilerle daha içli dışlı olmanın verdiği ivmeyle esas olarak barış sorununu irdeliyor, birey-toplum karşıtlığına daha çok vurgu yapıyor ve giderek pasifizm sorununu sayfalarında tartışmaya açıyordu. Öte yandan Ateş Hırsızı, genel anarşist perspektiflerin ötesinde, toplumsal devrim sorununa vurgu yapıyor, Kürt ulusal sorununu irdeliyor, örgütlenmenin önemine dikkat çekiyor, anarşist hareketin geçmiş kısa pratiğini bu açıdan eleştiriyor ve pasifizme karşı çıkıyordu.
Buna rağmen Amargi çevresi, farklılıkları korumak kaydıyla ortak dergi projesi ortaya attı. Bu proje tartışıldı ve Ankara’dan da bir anarşist çevrenin katılımıyla politik pratik yönü ağır basacak ortak bir dergi çıkartılması kararlaştırıldı. Ancak Amargi, önerinin sahibi kendisi olmasına rağmen, hemen başta bu projeden çekildiğini açıkladı. Ateş Hırsızı ve Ankara’daki çevre projeyi sürdürdü ve sonunda Apolitika dergisi yayın hayatına başladı. Ancak bu dergi, başlangıçta saptandığı gibi bir politik pratik dergisi olmak yerine, daha çok mücadelenin yönünü ve örgütlenmenin biçimini tartışmaya ve bu yönde tezler atmaya yönelik bir teorik dergi görünümünde ortaya çıktı. Halen Türkiye’de son olarak sözünü ettiğimiz üç anarşist dergi yayınına düzensiz aralıklarla devam etmektedir.
Öte yandan, anarşistler, 1993 ve 1994 yılı 1 Mayıs Kutlamalarında, Türkiye tarihinde ilk kez, siyah bayraklarıyla ve (A) amblemleriyle meydanlarda göründüler. Bu çıkış, toplumda ve basında büyük ilgi uyandırdı. Medya, 1994 1 Mayıs’ında Ankara’daki gösteride anarşistlerin siyah bayraklarla yürümesine geniş yer verdi. Atılan manşetlerde şunlar okunuyordu: “Artık bizim de anarşistlerimiz var”; “İşte gerçek anarşistler.”
O güne kadar toplumun ve kitlelerin gözünde “anarşizm” bir karalama ve küfür sözcüğüydü. Anarşistlerin ilk kez meydanlara çıkışıyla burjuvazinin bir demagojisi daha açığa çıkıyordu.
Türkiye anarşist hareketinin
bugünkü konumu ve geleceğe
ilişkin pespektifler
Türkiye, son derece büyük değişim dinamiklerine sahip bir ülkedir. 1980’lerde, hatta daha öncesinden başlayan olumsuz müdahalelere ve toplumun egemen güçlerce adeta felç durumuna getirilmeye çalışılmasına rağmen, bu değişim dinamikleri her fırsatta kendini ortaya koymaktadır.
Herşeyden önce, canlı ve kendiğilinden bir işçi hareketi ülkede varlığını her an hissettirmektedir. Bundan üç yıl önce Zonguldak maden işçilerinin Ankara’ya topluca yürüyüşleri, egemen güçleri, burjuvaziyi paniğe sevkedecek kadar önemli bir olaydı. Gerçi bu hareketler bugün için ekonomik taleplerle kısıtlıdır ve bu yüzden burjuvazi, bu hareketleri istediği gibi denetim altında tutabilmekte ve birbirinden tecrit edip söndürebilmektedir ama yine de kendiliğinden işçi hareketinin varlığı, ülkedeki devrimci süreçte son derece önemli bir faktör olarak dikkate alınmalıdır.
Öte yandan Kürt ulusal hareketi, ülkenin gündemini belirleyen son derece önemli bir hareket durumundadır ve Türkiye’de devrimci mücadele vermek isteyen hiçbir akım bu sorunun üzerinden atlayamaz. PKK’nın dar milliyetçi ve hatalı önderliğine rağmen Kürt halk kitlelerinde, artık eskisi gibi yaşamamak azmi her türlü baskıya rağmen net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Önümüzdeki dönemde de, bu potansiyelin kolaylıkla düzen içine alınabileceği düşünülmemelidir. Kürt hareketi, kendine çeşitli akış yolları bularak TC devletini zorlamaya devam edecektir.
Türkiye’de devrimin bastırıldığı koşullarda, 1980 darbecilerinin de desteğiyle bir dinsel hareket geliştirilmiştir. Bu dinsel hareketin başında bulunan parti ve örgütler her ne kadar burjuvazinin ve emperyalizmin denetimindeyse de, aslında halk kitlelerindeki dinsel radikalizme kayış, varolan kapitalist düzene tepkinin göstergesidir. Devrimin söndürüldüğü koşullarda, kitleler sisteme olan muhalefetlerini, ters bir bilinçle, dinsel akımlara kayarak göstermektedirler. Dinsel radikalizm olgusu, hem devrimin önünde oluşturulmuş önemli bir baraj olması, hem de kitlelerdeki huzursuzluğun göstergesi olarak, bütün karmaşıklığı ile kavranmalıdır.
Öte yandan, sol, büyük bir yenilgi içinde bulunmaktadır. Sosyal demokrasi hareketi, burjuvazinin ana partisi konumundaki DYP’nin iktidar ortağı olarak gün geçtikçe erimektedir. Artık sosyal demokrasi kitlelere hiçbir umut vermemektedir. Marksist sol, özellikle Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerin yıkımından sonra toplumsal muhalefet odağı olarak iyice geriye saymaya başlamıştır ve erozyon devam etmektedir. Reformcu bir Marksizmi gündeme sokmak isteyen yeni parti girişimlerinin kimseyi canlandırmadığı yakın deneylerle ortaya çıkmıştır.
Bütün bu tahlillerden ortaya çıkan sonuç şudur:
1. Kitleler huzursuzdur ve arayış içindedir. Burjuvazinin düzeni stabilize etme çabaları, gençlik ve aydınlar üzerinde belirli bir etki yaratmış olsa da, sistemin kanallarına sığmayan sınıflar ve kitleler huzursuzluklarını kâh kendiliğinden işçi hareketleriyle, kâh silahlı ulusal direnişlerle, kâh dinsel radikalizme kayan tepkilerle oraya koymaktadırlar.
2. Bu huzursuzluğa rağmen, devrim düşüncesi toplumun ufkunda hiçbir çekicilik ifade etmemektedir, alternatif bir devrimci hareket, potansiyeli toplayacak bir konumda bulunmamaktadır. Tam tersine sosyal demokrasi ve sosyalistler bayır aşağı gidip ufalanmaktadırlar. Bu durum, aslında yeni ve dinç bir devrimci akımın, yeni perspektiflerle devrimi tanımlayıp devrim düşüncesini yeniden çekici hale getirmesi ve toplumda varolan devrimci potansiyeli etrafında toplaması için olumlu koşulları da beraberinde getirmektedir.
3. Toplumun genel bir çürüme içinde bulunduğu günümüzde, varolan devrimci potansiyeli etrafında toplayacak bir anarşist hareket, eğer bu potansiyelle birlikte huzursuz kitlelere seslenmesini becerebilirse toplumun tek canlı dinamizmi olarak çürümenin devrimci alternatifini oluşturabilir. Ancak bunun yapılabilmesi, anarşizmin sorumsuzluk, örgütsüzlük, bireycilik ve marjinallik gibi devrimci olmayan özelliklerden kurtulmasına, kitlelerdeki yıkıcı ve yapıcı içgüdüleri harekete geçirebilmesine bağlıdır.
Yani bugün Türkiye anarşist hareketinin sorunu, devrimcileşmek, dar-öğrenci kadroculuğundan kurtulmak, yaşama müdahale etmek ve giderek kitleselleşmek ve çürümenin karşısında devrimci hareketin özünü oluşturma perspektifine sahip olmaktır.
Gün Zileli
Ekim 1994
Nezamandır yazacam.bugün tekrar rastlayınca farz oldu.türkiyede 1974 yılında anarşistler vardı.hatta el baskısı kara diye dergi çıkartıyorlardı.bu işe öncülük eden arkadaş da kalamış depo durağında bir plakçı dükkanı vardı.bizde anarşist sloğanları bulunduğumuz mahallede duvarlara yazmıştık.
Çok önemli bir bilgi bu. Ayrıntıları yazsana bana.