Tülay Tümen/İnsanın Kötülüğü
‘‘Hiçbir şey yaptıklarımızı düşünmekten daha önemli değildir.’’ Hannah Arendt
R. L. Stevenson’un Dr. Jekyll ve Mr. Hyde adlı romanında insanının özünde yer alan iyi ve kötünün keskin bir ayrışması vardır. Cömert ve nazik Dr.Jekyll aldığı bir takım kimyasallarla oldukça acımasız bir adama dönüşmektedir. Önceleri part-time olan bu ayrılık sonrasında yerini kötü olana terk edecektir.
İnsan doğasına böylesi bir yaklaşım ilkçağ düşünürlerinden günümüze dek varoluşumuzdaki çatışmayı anlamamızı kolaylaştırır. Yazar bu ayrımı romanda gece ve gündüzü fon kullanarak yapmıştır. Hali hazırda iyi olana gün ışığı kötü olana ise gece kalmıştır. Sanki umarsızlığın, şiddetin, şehvetin ve yasak olanın zamanı sadece gece olabilirmiş gibi.
Antik Yunan’da bugünden farksız bir izleyici önünde sergilenen oyunlar, seyircinin kendisiyle yüzleşmesini sağlar -adalet/vicdan/tanrılarla ilişkiler/komşusunu anlama – küçükte olsa düşünsel bir sürece iter. Nihayet mağdurla-fail arasında yüzleşmeyi sağlayan katharsis sonucunda toplumsal adalet, kamusal vicdan, ortaklaşılmış bir ahlak ortalama bir etik duygusu yaratabilir; birikmiş safraları atmak ve taraflar arasında uzlaşılmış bir barış kavramı birlikte yaşamı kolaylaştırır.
Günümüzde modern insanın tarih(iy)le yüzleşmesi, gerek kişisel gerekse de kamusal vicdanı harekete geçirmesinin etkili yollarından biri kabul ediliyor. Zaten vicdan dediğimiz; yaptıklarımızın dökümü değil midir, zihinlerimizde. Tüm eğitimimiz ve inançlarımız -dinden, hukuk kurallarına oradan göreneklerimize uzanan- bu dökümü anlamlı kılmak, sonraki yaşantılarımızda daha iyisini kazanmak için örgütlenmiştir.
Geride bıraktığımız yüzyılda Naziler lanetlenmeyi öğrendi yaşlı dünyanın ahalisinden. İnsanlık, Anadolu Ermenilerinin acılarını yalnızlığa ve ağıtlara boyanmış şehirlerinden, Hutular’ın katlettikleri yüzbinlerin trajedesini, Pol Pot’un maktüllerinin kafataslarıyla doldurulmuş müzeleriyle birlikte duyumsadı. Alfabetik bir günahlar listesi kolaylıkla bitecek gibi değil. Buna karşın barut, kılıç ve kimyasal silahlarla diri tutulan katliamlar tarihi içindeki unutuş ve kaybediş mücadelesi, hala sıradan insanın kazanılmasıyla yükseleceğini fısıldıyor.
Toplumsal trajediler iktidarların hırsından beslenmez sadece; sokaktaki insanın buna seyirci kalmayı seçmesiyle de gerçekleşir. Zaten yazının konusu da bu; sıradan insanın kötülüğü. Dr.Jeykll kendi isteğiyle nasıl acımasız bir katile dönüşüyorsa, kapitalizm de yarattığı değişken değer ve arzularla bir kaos ortamında bireyleri benzer bir vahşetin suç ortağı olmasına itebileceğini gösterdi.
Adorno teslimiyet duygusunu; kişisel sorumluluk ile politik sorumluluğun aynılaştırılması olarak adlandırmıştı. Nazilerin kullandıkları propaganda yöntemlerini Horkheimer ile birlikte inceleyen Adorno beraber yazdıkları makalelerinde, kültür endüstrisinin bireyleri pasifize ederek hepsini birbirinin aynı olan süreçlerin nesnesi kılabildiğini vurgulamış, böylece bireylerin bilinçlerinin kontrol edilebildiğini ortaya koymuştu. Bu kontrol, farkına varılmayan ve içselleştirilen bir süreçti elbette. Kontrol edilebilen her şey gibi özdenetimi bırakan bir insan kalabalığı da her devirde tiranların işini kolaylaştırmıştır.
Önce Berlin sonrasında İstanbul Film Festivali’n de izleyiciye sunulan “The Act Of Killing-Öldürme Yetkisi” belgeseli, eşine az rastlanır bir vandalizmle el değiştiren Endonezya’dan bahsediyordu. Güç arzusunun düşünceyi boğduğunu; sokaktaki insanın teslimiyetini, zamanla benimsenen her şey gibi katliamın nasıl geçiştirildiğini faillerin dilinden izledik. Belgeselin neredeyse gerçeküstü olarak adlandırılabilecek kurgusu tabir yerindeyse “kanımızı dondurdu”. Bu dehşet komşularımızın, arkadaşlarımızın, başlarını okşadığımız küçük sevimli çocukların acımasız birer katile dönüşme ihtimalini görmekten kaynaklanıyordu sanırım.
Katil kokusu kan kokusu gibi; zira beyaz perdeye yansıyan yüzlerde akli sezgilerin yeşerttiği bir pişmanlığa rastlamak istedikse de tek duyabildiğimiz Eichmann’ın savunması türünden sözcüklerdi. Hani bir emirle binlerce Yahudiyi yok eden SS subaylarının kasaplığı ile nam salmış insan müsveddesi üyesinden söz ediyorum. İyi insan olmanın koşullarından birinin iyi vatandaş olmaktan geçtiğine inanan, kendisine Kant’ı rehber edinmiş, verilen görevleri eksiksiz yaptığını anlatan Eichman ısrarla soruyordu: “Nerede yanlış yaptım?” Öyle ki, görev dışında hiçbir yahudiye saygısızlık etmediğini kanıtlarıyla sunuyor, gerçekte iyi ve nazik biri olduğunu kabul ettirmeye çalışıyordu.
Katillerin vicdanının olmadığına inanırız, aslolan fikirsiz oluşlarıdır. İlanihaye ne yaptığını ve sonuçlarını bilmeyen birinin yarattığı kötülükle de yüzleşmesi beklenemez. Film, yaşamlarında geriye dönmeyi reddetmiş ve hayaletleriyle bir arada yaşamayı öğrenmiş birkaç kötü adamın hikâyesi ile seyreden herkesin eline birer ayna vermiş oldu.
Biz nasıl davranırdık? Yakın zamanda yaşadığımız, Dersim, Maraş, Sivas olaylarında komşu kapısına kırmızı çarpılar atılırken, o histerik havadan nasiplenmeyeceğimizi gerçekten garanti edebiliyor muyuz? Gözü dönmüş bir canilik değil sözünü ettiğim ama yabancı olana (xenofobi) düşmanca tavırlar ya da etnosantrik bir yaklaşıma ne kadar uzak olduğumuz.
‘‘Kimse bilerek kötülük yapmaz’’ diye yazmıştı Sokrates yüzyıllarca önce. Masumiyetini yitirse de güncelliğini yitirmemiş bu tezi yine onun sözlerinden biriyle birlikte anmak gerekir sanırım:
“Sorgulanmamış hayat yaşanmaya değmez’’
Yazıyı çok beğendim. Umarım devamı gelir.