Toplumsal Mücadele Saflaşmasında Bugünkü Üç Kategori

 

 

Her kategorileştirme bir soyutlamadır. Dolayısıyla burada yapacağımız kategorileştirmenin de bir soyutlama olduğunu belirterek başlayalım.

Toplumsal mücadeleyi bir savaş alanı olarak tasavvur edecek olursak, aşağı yukarı her savaşta olduğu gibi, üç kategori ortaya çıkar: İktidar Gücü; Toplumsal Muhalefet Gücü; Ara Güçler. Bunların hepsi elbette farklı bileşenlerden oluşur.

Toplumsal mücadeledeki saflaşmaları belirleyen birçok öğe söz konusudur ama bunların içinden üçü daha da belirleyicidir: 1. Sınıfsal öğe; 2. Kültürel öğe; 3. Siyasal (konjönktürel de denebilir) öğe. Saflaşmada bu öğeler her zaman üst üste oturmazlar. Hatta bunlarda önemli kaymalar gözlenebilir. Örneğin, kültürel öğe bir toplumsal gücü belli bir tarafa doğru çekerken, sınıfsal öğe başka bir tarafa, siyasal öğe bir diğer tarafa çekebilir. Aşağıda yapacağımız kategorileştirmede bu farklı tarafa çekme durumlarını da belirtmeye çalışacağım.

 

İktidar Gücü

 

Bugün İktidar Gücünü şöyle tanımlayabiliriz: 1. RTE’nin şahsında yoğunlaşmış AKP iktidarı; 2. Bu iktidar gücüne eklemlenmiş bazı Liberal Aydınlar; 3. Bu iktidar gücünün tabanını oluşturan, esas olarak orta Anadolu’da ve şehirlerin çevresinde yoğunlaşmış Sünni-Muhafazakâr Kitleler; 4. Kürt siyasal hareketinden Barzani aracılığıyla AKP yanlılığına geçmiş (Leyla Zana, Sırrı Sakık, Muhsin Kızılkaya vb.)  Kürtler.

Bu iktidar gücünü tahlil ettiğimiz zaman, AKP ile Sünni-Muhafazakâr Kitlenin kültürel bakımdan üst üste oturduğunu görürüz. Liberal Aydınlar ise, aslında Sünni-Muhafazakâr kitleyle kültürel bir uyum içinde değildir, hatta onlar, birazdan sözünü edeceğimiz modernist kültüre daha yakındır, ancak sınıfsal güdüleri onları iktidara ve her zaman yeni zenginler yaratmış iktidar mekanizmalarının olanaklarına daha yakın bir konuma getirmektedir. Kültürel öğe, AKP işbirlikçisi Kürtlerin AKP bloğuna daha kolay eklemlenmesini sağlamaktadır.

 

Toplumsal Muhalefet Gücü

 

İktidarın tam karşısında yer alan Toplumsal Muhalefet Gücü şunlardan oluşmaktadır: 1. Şehirlerde yoğunlaşmış Gezi hareketi, Sol ve anarşist Hareket; 2. Şehirlerde ağırlıklı olarak işçi-işsiz ve entelektüellerden, Kürdistan’da ağırlıklı olarak yoksul köylü gençlerden oluşan ve en radikal-devrimci çıkışların destekçisi olan Plebyen Kürtler (Kürt hareketi, birazdan değineceğimiz gibi, ara güçler içinde yer almasına rağmen, Kürtlerin bu kesimi, sınıfsal güdüleri nedeniyle Toplumsal Muhalefetin çok sağlam temellerinden biridir); 3. Ulusalcı kanadı dışında, Alevi kitlelere dayanan CHP muhalefeti. CHP muhalefeti ile 1. ve 2. unsurun entelektüel kesimi arasında, modernist kent kültürü anlamında bazı ortaklıklar olmakla birlikte, 2. unsurun plebyen kesimleri genel olarak Toplumsal Muhalefetin kültürel öğeleriyle uyumsuzdur ve bu yönüyle, kimi durumlarda Sünni-muhafazakâr kesimle bile yan yana düşebilmektedir. Ama bu plebyen kesimin çok güçlü sınıfsal güdüleri onu muhalif radikalizme daha yakın kılmaktadır.

 

Ara Güçler

 

Ara güçler, yukarda değindiğimiz iki bloktan daha renkli ve çeşitlidir: 1. Cemaat; 2. MHP; 3. CHP içindekiler de dâhil olmak üzere ulusalcılar ve İP; 5. Tüsiad etrafında toplanmış İstanbul burjuvazisi; 4. Kürt Siyasal Hareketi (HDP) ve bu harekete eklemlenmiş bir kısım sol (EMEP vb.)

Cemaat: Bugün AKP iktidarıyla çok çetin bir savaşa girdiğinden en sert muhalif gibi görünebilir ama bu aldatıcı olmamalıdır. Daha düne kadar iktidar bloğu içinde yer alıyordu. Aktüel iktidar mücadelesinin konjonktürü değiştiği an yeniden iktidarın emrindeki polis gücüne dönüşmemesi için hiçbir neden yoktur. Bir kere sınıfsal olarak plebyenlerin düşmanıdır. İkincisi, bugün taktik olarak bu konuda biraz geri durmaktaysa da temelde Kürt düşmanıdır. Üçüncüsü, koyu muhafazakâr ve sağcıdır ve gerek AKP kadrolarıyla, gerekse de muhafazakâr tabanıyla yakın kan bağı vardır, kültürel yapısıyla AKP’ye, Toplumsal Muhalefet Gücü’nden çok daha yakındır. Şu anda sadece siyasal konjönktür nedeniyle Toplumsal Muhalefete yakın durmaktadır.

MHP: Cemaat için geçerli olanlar MHP için de geçerlidir. Tabanının ve yöneticilerinin kültürel ve sınıfsal yapısı iktidar bloğu ile çok daha uyumludur. İdeolojik ve siyasi bakış açıları da öyle. Bugün salt siyasi muhalefetleri nedeniyle AKP ile çelişmektedirler ve bu nedenle bir ara güç görünümü vermektedirler.

Ulusalcılar ve İP: Yakın zamana kadar AKP ile çetin bir mücadele içindeydiler. Ancak Cemaatin iktidar bloğundan kopup muhalefet saflarına geçmesi nedeniyle bunların muhalif konumlarında bir değişiklik meydana gelmiştir. CHP içindeki ulusalcılar, CHP yönetimini Cemaatle işbirliği ile suçlamakta, dolayısıyla AKP ile uzlaşan bir ara güç konumuna sürüklenmektedirler. İP daha da ileri giderek, Cemaate karşı AKP ile ittifak arayışına girmiştir. Bunların kültürel yapılarına baktığımız zaman ise şunu görüyoruz: CHP içindeki ulusalcılar modernist kent kültürüne daha yakındır. Ancak İP için aynı şeyi söyleyemeyiz. İP, epey zamandan beri kültürel olarak muhafazakâr kesime daha yakın bir konuma sürüklenmiştir. Bu da AKP ile ittifak yapmasını kolaylaştıran bir unsur olabilir. İP’in keskin Kürt düşmanlığı ise, onu MHP ile daha yakın bir konuma getirmektedir.

Tusiad etrafında toplanmış İstanbul Burjuvazisi: AKP iktidarı ile kapışma içindedir. Kültürel yapısıyla toplumsal muhalefet gücüne, sınıfsal yapısıyla AKP’nin temsil ettiği yeni burjuvaziye yakındır. Ancak bu yeni burjuvaziyle sömürünün paylaşılması konusunda derin çelişmeleri vardır ve bu nedenle bugün toplumsal muhalefete daha yakın bir konumda bulunmaktadır. Arkasında ABD’nin, AKP’nin yönelimlerine olumsuz bakan tutumunun desteği olduğu da söylenebilir.

Kürt Siyasal Hareketi: Şu anda “barış süreci” nedeniyle ara güçler içinde AKP iktidar bloğuna en yakın hareket durumundadır. Kültürel yapısı da kısmen böyle bir yakınlaşmaya cevaz vermektedir. Aslında şu anda Kürt siyasal hareketi yerini belirlemekte bir şaşkınlık içindedir. Çünkü içindeki bileşenlerin ve tabanının farklılığı yüzünden farklı yönlere doğru çekilmektedir. Bu hareket içindeki bir kısım sol unsurlar, Kürt siyasal hareketine, plebyen tabandan kopmamak için muhalif tavrından vazgeçmemesini telkin etmektedir. Öte yandan, bu hareket içindeki orta sınıf Kürt unsurlar ve bazı liberal sol unsurlar, onu AKP ile anlaşmaya teşvik etmektedir. Öte yandan, AKP iktidar bloğuna iltihak etmiş Kürt unsurların etkisi de bu yöndedir. Muhalefet içindeki Kürt düşmanı eğilimler (ulusalcıların Sözcü gazetesi ve İP), CHP’nin Kürt meselesi konusundaki halen devam etmekte olan olumsuz tavrı da Kürt siyasal hareketini AKP iktidar bloğuna itmektedir. Bütün bu itip çekmeler Kürt siyasal hareketinin yöneliminde etkili olmaktadır. Hangi çekimin daha güçlü olacağını yakın bir gelecekte göreceğiz.

Kürtlerin plebyen ve entelektüel kesimlerinin toplumsal muhalefette; orta kesimlerinin ara güçler içinde; üst kesimlerinin ise AKP saflarında yer alması, çok ilginç bir tarihsel durumdur. Her üç kesimde birden yer alan hiçbir toplumsal kesim yoktur.

Bu saflaşmalar içinde işçi sınıfının nerede olduğu sorulabilir. Bugün işçi sınıfı sınıf olarak kendini derli toplu ifade edemediği için her üç kategoride de dağınık bir şekilde yer aldığı söylenebilir.

 

Gün Zileli

3 Mayıs 2014

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

 

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

59 Comments

  1. eksiği gediği mutlaka vardır, ama sadece detaydadır. şema son derece izah edici. ben önüme koyuyorum. türkiye solcusunun da gün zileli saplantısından ve anarşist fobisinden kurtulup objektif bir biçimde bu şemaya odaklanmasını diliyorum. elinize sağlık.

  2. güzel ya.. müthiş güzel; okuyup geçip gidemedim. beni akıl yormaya itti. itici güç (tren katarını arkadan iten) yaratmak; yada çeken güç olmak hem kolay, hemde zor. tarihdeki örneklerine bakıyosun; mümkün.. yaşadığın zamana bakıyosun zor.. senin yazdığın; yukardaki unsurları bir arıya getirmek çok zor (sol ile sağ; farklı milliyetler gibi) basit örnek; çok kolay, onlarda muhalif.. neden bir arıya gelmesin ki.. hem iyi şeyler düşündüm. hemde kötü.. nikaragua aklıma geldi, savaşarak kazanıyosun, seçimle veriyosun. türkiyeyi düşündüm. totaliter rejimi içine sindiremiyorsun; kendi isteğinle terk edip çok partili sisteme kendin geçiyosun. bir daha iktidar olamıyorsun. ve türkiye 68’i yaşadı; 1980’i yaşadı. en lüksü gezi’ yi yaşadık.. bu ülkede beklenen bir şey var.. insanları heyecanlandıran bir ışık var; o ışık zaman zaman kendini yakan sinsi bir yangına dönüşse de; o ışığa yürümeye devam edeceğiz. bu ülkede yaşanmıyan tek şey kaldı, o da devrim. ben onu da yaşıyacağımıza inanıyorum. yazıların itici güç teşkil ediyor.. içerik olarak mükemmel, kapsam olarak süper, moral yönü yüksek ve toplayıcı.. teşekkürler saygılar..

  3. Abi n’aptın yaw? Türkiye devriminin ana damarını AK parti ve biz temsil ediyoruz. 21 milyon müslüman-demokrat emekçi yanılıyor olamaz! Türkiye yetmez, Ortadoğu’ya da devrim ihraç ediyoruz. Çember sakallı, badem bıyıklı kardeşlerimiz zalim Esed’e de, zalim Sisi’ye de aslanlar gibi direniyorlar. Nerede bir gayrımüslim-elitist vesayeti varsa, karşısında biz varız biiiz!

  4. Türk solu inşallah Gün beyle daha anlaşamaz. Biz kendisiyle anlaşamıyoruz ama kaliteli bir insan. Solu güçlendirir falan Allah korusun 🙂

  5. tespitler doğru veya yanlış tartışılır peki tespitlere dayanarak ortaya konacak taktik nedir bu en az tespitler kadar önemli . bu konuda da bişeyler yazın

  6. yazı uzayacak diye yazmadım. Bunu da bir başka yazıda ele alalım.

  7. Batlamyus’un çalışmalarının temelleri Hipparchus’a dayanır, Batlamyus’un 1400 yıl hükümdarlık süren dünya merkezli evren modeli oluşturmasında çok büyük etkisi olmuştur. Batlamyus, Hipparchus’un 850 yıldız içeren yıldız kataloğunu 1022 yıldıza çıkarmıştır. Bu arada gezegenlerle de ilgilenen Batlamyus, Aristoteles’in dönen kürelerinin, gezegenlerin hareketini ve parlaklıklarının değişiminin nedenini açıklamakta yeterli olmadığını fark etmiştir. Bu durumu düzeltmek için gezegenlerin Dünya etrafında dolanırken aynı zamanda da Dünya merkezli çember üzerinde dairesel bir hareket (epicycle) yapmaları gerektiğini düşünmüştür.

    Böylece gezegenler Dünya’dan farklı uzaklıklarda bulunabilecekti ve buna bağlı olarak parlaklık değişimlerinin nedeni de anlaşılmış olacaktı, çünkü gezegen uzaklaştıkça parlaklık azalacak yaklaştıkça ise artacaktı. Aynı zamanda gezegenlerin farklı hızlarda hareket etmesi de açıklanmış oluyordu.

    İyi bir matematikçi olan Batlamyus, ortaya koyduğu modelin gözlemlerle karşılaştırıldığında tam bir doğruluktan uzak olduğunu fark edip bu durumu düzeltmek için Dünya’yı merkezden biraz dışarı yerleştirmiştir. Günümüzde gezegenlerin yörünge düzlemlerinin elips olduğu bilinmektedir.

    Batlamyus. Dünya’yı merkezinin dışına taşıyarak bir bakıma elipse yakın bir yörünge önermiş oluyordu. Batlamyus, yörüngelerin elips olduğunu kabul etseydi, modelinin daha basit ve gözlemlere daha uyumlu olacağını biliyordu ama inançları doğrultusunda hareket ettiğinden dolayı dairesel yörüngelerde ısrarcı davrandı.

    Aristoteles, dairesel hareketin en kusursuz hareket olduğunu savunmuştur ve Batlamyus da bu geleneğin izinden gitmiştir. Rönesans’a kadar geçerliliğini korumuş kilisenin desteğini almış olan bu model Kopernik Devrimi ile son bulmuştur.

  8. KOPERNİK DEVRİMİ VE EVREN MODELİ

    Kopernik devrimi bilim ile felsefenin henüz birbirinden kesin çizgilerle ayrılmadığı bir dönemde gerçekleşmiştir. Buna rağmen çoğu çalışmada Descartes, Francis Bacon’a yer vermemekle büyük bir haksızlık veyahut hata yapılmakta olduğu kanısındayım. Hatta her dönemde bile, bilimi felsefeden ayırmak, özellikle bilimin baş kaldırış dönemlerinde bilimsel düşüncenin ve metodun kurucularını bilimden ayırmak ciddi bir yanılsamadır. Kopernik Devrimi başlığı altında genel olarak yer alan isimler Kopernik-Tycho-Kepler-Galileo-Newton’dur ve bence eksik bir saptamadır. Özellikle Francis Bacon ve Descartes’in kesinlikle bu listeye dahil edilmesi ve ilerleyen kısımlarda söz edeceğimiz bir çok kişinin de hakkının verilmesi gerekir.
    Ortaçağ karanlığından uyanışa başlandığı dönemlerde, Avrupa Aristoteles fiziğinin ve Batlamyus evren modelinin yeterli olamadığının farkındaydı. Sorunun bilincinde olan Roger Bacon’un, iyi bir matematikçi olduğu bilinir bunun yanı sıra optik üzerine çalışmalarından dolayı da gözlük ve teleskopun temellerini Bacon’un atmış olduğu düşünülür. Bilimsel çalışmalarda izlenen yöntemin yanlış olduğunu ilk olarak dile getiren kendisidir. O’na göre bilimsel yöntem deney ve gözlemlere dayalı olmalıydı. Matematiğin görevi deney ve gözlemlerle elde edilen verilerin arasındaki bağıntıları kurmaktı. O güne kadar izlenen yöntem inançlara ve gerçeğe uydurulmaya çalışılan modellerdi ancak Bacon’a göre bu yanlıştı, doğrusu gözlem ve deneylerle elde edilen verilere göre modeller düşünmek, düşünce aracı olarak inanç değil matematik kullanmak ve matematikle ulaşılan sonucu tekrar gerçekle karşılaştırıp sınamaktı. 1340 yılında William Occam, “Occam’ın usturası” olarak bilinen ünlü prensibi ortaya attı. Burada ustura bir kuramda karmaşa varsa onun kesilip atılması anlamına gelmektedir. “Birbirleriyle yarışan teoriler arasında en iyisi, birkaç varsayım içeren en basitidir.” sözleriyle de bunu anlatmak istemiştir. Batlamyus evren modeli bu prensibe pek uymuyordu çünkü bir gezegenin hareketini açıklayabilmek için bir sürü daire kullanılması gerekiyordu. Bu ilke doğrultusunda hareket eden bir çok düşünür daha iyi sonuçlar veren daha basit teoriler aramaya başlamışlardı. Bacon ve Occam’ın düşüncelerini çok iyi kavramış olan ve kullanan Kopernik 2000 yıllık Yer merkezli evren modelini yıkacak ve yerine Güneş’i koyacaktı. Bu olayla düşünce tarihinde etkisi yönünden boy ölçüşebilecek çok az dönüşüm vardır. Son dört yüz yılda artan bir hızla gelişen bilimin, başkaldırışının astronomi alanındaki Kopernik Devrimi ile başladığını rahatlıkla söyleyebiliriz çünkü astronominin gelişmesi için gerekli etkenler diğer bilimlerin gelişmesi için gerekenden çok daha baskındı. Gelişen burjuvanın varlığının kaynağı denizciliğin, geliştiği dönemlerde yön belirlemesi çok önem kazanmıştı çünkü hiçbir tüccar doğal olarak gönderdiği veya aldığı malın –bu mal ucuz işçi de olabiliyordu tabii- başka bir limana gitmesini istemiyordu. Ayrıca o günlerde yürürlükte olan takvim MÖ 48 yılında düzenlenmişti, ve bir yılı 365 gün gösteriyordu, ancak bu gün biliyoruz ki bir yıl 365 gün 6 saattir.
    Bu durumlardan ve daha önce söz ettiğimiz mistik nedenlerden ötürü astronomide hiçbir branşta olmadığı kadar fazla bilgi birikimi vardı. Batlamyus evren modeline sürekli yeni eklemeler yapılarak gerçek doğaya uydurulmaya çalışılıyordu, öyle ki bu durum bağnazlığa dönüşmüş, kökten bir değişimi düşünmek çok zor olmuştu. Batlamyus modeline Cemal Yıldırımın TÜBİTAK yayınlarında çıkan Bilimin Öncüleri adlı kitabındaki benzetmeyi burada yazmak çok doğru olacaktır: “Benzetme yerinde ise baş, gövde, el ve ayak gibi her parçası başka bir yerden derlenmiş bir heykelin acayip görüntüsünü sergiliyordu.” Kopernik Devrimi Rönesans öncesinden, son dönemlerine kadar bir aralığa yayılmaktadır. Bu devrimin etkisini anlayabilmek için entelektüel çevrelerin en genel anlamda evren ile ilgili araştırmalara bakışının evrimini gösteren şu sözleri tarihsel sıra içersinde yazarsak sanırım daha açıkça anlayabiliriz: 1. “Bu konuda daha fazla şey bilinemez, çünkü tanrıbilim, bilinmesi olanaklı her şeyi bilir.” Bundan sonra sırayla yazacaklarımın hepsi önce mahkum edilmiş, kabulü için çok çabalar harcanmış düşüncelerdir. Her bir düşünce kendini kabul ettirmek için bir öncesiyle savaşmak zorunda kalmıştır. 2. “Hıristiyan dini bu konuda daha çok şey öğrenilmesine manidir.” İlk düşüncede her şeyin zaten tanrı bilim tarafından bilindiği söylenirken şimdi ise bilinmeyen ve açıklanmayı bekleyen çok şeylerin olduğu ancak Hıristiyan dinin buna engel olduğu ilan edilmiştir. 3. “Bu dünyanın gerçek bilginleri, yalnız filozoflardır.” Yeni bilgileri araştırma tekeli tanrıbilimin elinden alınıp filozoflara devredilmek üzere. 4. “Tanrıbilimin bilginlerinin sözleri uydurma masallara dayanır.” Burada da bilim tanrıbilimin elinde tamamen alınması gerektiği duyurulmuş olunuyor. Bu saydığımız dört savla ilgili olarak bakınız F. Albert Lange ne diyor, “Bu savların sahiplerini bilmediğimiz doğrudur. Belki de bu savların çoğu hiçbir zaman, hiç olmazsa genel toplantılarda, savunulmamış, sadece okullarda verilen derslerde veya yapılan tartışmalarda ileri sürülmüştür. Ancak piskoposların bu hastalığa karşı o kadar şiddetli bir tarzda yürütmüş oldukları savaş, bu tür iddialara yol açan entelektüel eğilimin oldukça yaygın olduğunu ve büyük bir gözü peklikle kendisini gösterdiğini yeterli bir ölçüde kanıtlamaktadır.” Yazdığımız bu savların ilki yaklaşık XV. yy başlarında sonuncusuysa ilk kez XVII. yy. ortalarında dile getirilmiştir. Hemen şimdi Kopernik devriminin başladığı ve çözümlendiği tarihe bakıyoruz, aynen uyuşmakta. Başlangıçta, Kopernik “Güneş, Güneş Sisteminin merkezindedir …” düşüncesini açıklıyor yıl 1512, çözümlenmede de Newton genel çekim yasasını açıklıyor yıl 1687. Kısaca söylemek gerekirse bilimsel gelişmelerle, evren ve bilgimizin sınırları, dinin alanı hakkındaki genel yargı paralellik göstermiştir

  9. Farklı sonuçlar beklemeyin
    “Delilik: Aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemek.”

    Einstein

  10. Bilimsel Devrimlerin Yapısı (1962), Thomas S. Kuhn’un bilim tarihi üzerine bir analizidir. Yayınlanması bilimsel bilginin sosyolojisi alanında bir kilometre taşı olmuş, çokça tartışılmış, paradigma ve paradigma kayması (paradigma değişimi) kavramlarını popülerleştirmiştir.

    Konu başlıkları [gizle]
    1 Tarih
    2 Özet
    2.1 Üç evre
    3 Etkileri
    4 Gözat
    Tarih[değiştir | kaynağı değiştir]
    Kuhn kitabının kaynağını 1947’de Harvard Üniversitesi’nde lisans üstü öğrencisiyken beşeri bilimler öğrencilerine verdiği bilim tarihi odaklı bir lisans dersi için yaptığı çalışmalara dayandırır. Kitabı oluşturan metin ise ilk defa, International Encyclopedia of Unified Science’ın içerisinde bir monografi olarak yayınlanmış ve kitap formatında ilk kez 1962 yılında basılmıştır.

    Özet[değiştir | kaynağı değiştir]
    Kuhn’un tarih ve bilim felsefesine yaklaşımı, “Belli bir dönemde ne tür fikirler düşünülebilirdi, ne tür fikri seçenekler ve stratejiler mümkündü?” gibi kavramsal sorulara odaklanarak açıklanır. Kuhn, bilimsel kuramın evriminin, olguların basitçe biriktirilmesinden değil, değişken fikri ortamlar ve olasılıklar kümesinden çıktığını iddia eder.

    Üç evre[değiştir | kaynağı değiştir]
    Kuhn bilimsel çalışma ortamının sırayla geçirdiği üç evre tanımlar. Paradigma öncesi ya da pre-paradigma dediği ilk evrede, bilimsel nitelikte bir araştırma sürdürülüyor olsa da, belirli bir kuram üzerinde mutabakat yoktur. Bu evrenin tipik özelliği, çeşitli uyumsuz ve tamamlanmamış kuramların bir arada varlığıdır. Eğer bilimsel toplumun oyuncuları giderek bu kavramsal çerçevelerden birisine yönelir ve bilimsel yöntemler, terminoloji, deney türleri üzerinde geniş mutabakat sağlanırsa, ikinci evre olan normal bilim başlar. Bu evrenin özelliği de baskın paradigma kapsamında problem ya da bir anlamda yapboz çözmektir. Zamanla, normal bilim sürecinde anomaliler, mevcut paradigma kapsamında açıklanması zor olgular belirebilir, dahası bunlar birikerek normal bilimi zorlaştıran ve paradigmanın güçsüzlüklerini sergileyen bir noktaya, Kuhn’un adlandırmasıyla krize, ulaşabilir. Ama, gene Kuhn’un gözlemlerine göre, anomaliler ne denli çok sayıda ve büyük olursa olsun, güvenilir bir seçenek ortaya çıkana kadar, uygulamadaki bilim insanlarının çoğunluğu mevcut paradigmaya sadık kalır ve normal bilimi sürdürürler, çünkü sorunların çözüleceğine inançsızlık bilim insanı olmayı bırakmak anlamına gelir. Kuhn’a göre bütün bilimsel topluluklarda çoğunluğa aykırı düşen, kriz durumlarında yeni paradigmalar geliştiren az sayıda cüretkar birey de vardır. Bu bilim insanları Kuhn’un devrimci bilim dediği işe girişirler ve böylece bilim üçüncü evreye geçer. Bilimsel devrim diye de adlandırılabilecek bu evrede, eski paradigmaya güven sarsılır, temeldeki varsayımlar gözden geçirilir ve zamanla yeni bir paradigma itibar kazanır. Her iki paradigmanın da yan yana varolduğu ve yeni paradigmanın başlangıçtaki eksiklerinin zamanla kapatıldığı bir dönem sonunda yeni paradigma başat duruma geldiğinde, yani paradigma değişimi gerçekleştiğinde, bilim insanları yeni paradigma çerçevesinde yapbozla uğraştıkları normal bilime dönerler.

    Etkileri[değiştir | kaynağı değiştir]
    Siyaset, toplum ve ekonomideki değişimler sıkça Kuhncu terminolojiyle, “paradigma” ve “paradigma kayması” terimleriyle ifade edilmiştir. Bu terimlerin, Kuhn’un özgün tanımıyla ilgisiz bağlamlarda yersiz ve aşırı kullanım sonucu, içeriklerinden kopuk klişelere dönüştükleri ileri sürülse de, bilim tarihi dışında kullanımları yaygınlığını korumaktadır.

  11. Zileli,eski maocu kaba solcu mantığıyla yine sözde güçler çözümlemesi yapmış.
    Ama dikkat !
    Çözümlemede Amerika ve Gladyo yok.
    Çözümlemede MİT-PKK-AKP bağlaşması yok.

    Zileli-nin Amerika-yı,Gladyoyu,MİT-i görmezlikten gelmesi nasıl açıklanmalı?
    Eski maocu kaba mantık mı Amerika ve Gladyo-yu görememiş.

    Devrimcilere ve devrimci değerlere küfür yazıcılığı temelinde bir siyasal konumlanma her zaman düzenle uzlaşır ve sistem için kalır.

  12. Zileli’ye taktik sormak abestir. Sorunun cevabı belli zaten. Zileli, yerel seçimlerde yaptığının aynısını yapacak. Cumhurbaşkanlığı seçimi sanki en önemli mücadele alanıymış gibi, Gülen-Kılıçdaroğlu-Tüsiad cephesinin çıkaracağı cumhubaşkanı adayına “yetmez ama evet” diyecek. Bunu da “toplumsal devrim için çok kritik bir mevzi” laflarıyla süsleyecek… Ahan da buraya yazdım!

  13. Ortada savas olsaydi belki yazdiklarinizin bir anlami olurdu..

    Türkiyenin basina bela olan basta Ip olmak üzere MHP ve Dinci ,cemaatciliktir..
    Bunlarin odaklastigi zihniyet asil düsmandir.
    Bunlarin siyaseti,zihniyeti,kültürü Türkiyenin asil sorunudur..

    Bunlari ezdiginiz Zaman akp de demokratiklesecektir..

    Banane ya..

  14. akp faşizmi (rte) ne hale getirdiyese ülkeyi EMEP bile barikatlarda polisle çatışıyor twitter hesabından paylaşımlarda bulunuyor. otoriteye karşı bunları yapacaklarını ben bile öngöremedim.

  15. Amerika, Gladyo, MİT temel toplumsal süreçleri belirlemezler… Etkilemeye çalışırlar; etkilerler.. “Anadolu sermayesi” olmasaydı, AKP bir ABD projesi olarak gerçekleşir miydi? Temel sınıfsal süreçler kendi “inatları” ölçüsünde hayatı belirler… Bu “üçlü yapı” belki daha “sağlıklı” toplumsal süreçlere yardımcı oluyor! Öldüremediğini güçlendiriyor! 12 Eylül darbesi solu bu kadar kolay dağıtmışsa, arkasında kalan miras-güç bu kadar azaltılabilmişse, o sol, bir ülkeyi yönetmeyi beceremeyecekti demek ki! Evet, sol-sosyalizm-üretim-tüketim-yönetim konularında eksiklerimiz vardı; bir an düşünelim… TKP 1980 de “devrim” yapsa ne olurdu? Şuna eminim.. Beni, benim gibileri ve elbette GZ ve arkadaşları kesin öldürülürdü… Yüzbinlerce kişi temizlenirdi! 1989 sonrası ne olurdu…Uzun hikaye… Kısaca söylemek gerekir… “Düşmanın” senin içindeki “hasta, zayıf” “elemanları” ayıklayarak daha güçlü olmanı sağlayabilir… Temel süreçler toplumun içindeki sınıflar, güçler içinde seyredecek… En azından bu “üçlü” konu ayrı bir başlık altında konuşulabilir…

  16. Kürtler ‘İslamcı Kemalist’lerle güç birliği mi yapıyor?
    Ezgi BAŞARAN

    Kürkçü: Bu vehimler 30 Mart öncesi ‘Tatava yapma bas geç’ diyenlerden geliyor. Keşke tatava yapsalardı.

    Mehmet Altan dün, son dönemde (özellikle Gezi eylemlerinden sonra) entelijansiyada bölük pörçük ve bazen de kısık sesle dile getirilen bir eleştiriyi açık ve yekpare biçimde yazıya dökmüştü T24’teki köşesinde. Şöyle diyordu: “Bu iki büyük kitle (Şehirlilerin ezdiği Sünni Müslümanlar ile Kürtler) şu an için güç birliği yapmış görünüyor. Ama ne yazık ki bu işbirliği ümit edildiği gibi pek de demokrasi odağında gerçekleşmiyor. Kürt siyaseti, görünen o ki Başbakan Erdoğan’ın ‘diktatörlük’ yolundaki ilerlemesinin kendilerine de ‘özerklik’ yolunu açacağına inanıyor ve onun ‘diktatörlüğünü’ çeşitli pazarlıklarla destekliyor. Cumhuriyetin en faşizan yasalarından biri olan ‘MİT yasasının’ görüşülmesi sırasında kimi Kürt siyasetçilerinin MİT’e teşekkür ettiklerini gördük, buna da Kürt tarafından ciddi bir tepki gelmedi… Kürtler, kendi geleceklerini galiba artık Türklerle birlikte kurulacak demokratik bir yapının parçası olmakta görmüyorlar, kendilerine çok acılar çektirmiş olan Türklerin çekeceği büyük acılar pahasına bir diktatörlüğü desteklemenin kendi çıkarlarına olacağını düşünüyorlar. Bu, bir tercihtir, olabilir… İslamcı Kemalist bir diktatörlükle anlaşıp özerkliklerini almanın daha iyi olduğuna, bunun onların düşündüğü kadar sorunsuz bir çözüm olduğuna inanıyorlarsa, bu Kürtlerin bileceği bir iş.”

    ***

    Şahsen, Mehmet Altan’ın bu eleştirilerini acımasızca buldum. Eğer buradaki güç birliğinden kasıt, Kürt siyasi hareketinin çözüm sürecini başlatması ve istenilen noktaya gelemese de masada kalmaya devam etmesi ise evet, bu eleştiri hayli acımasızca. Elbette başlayacaklar ve bunun için de şu anda iktidarda olan muhafazakârlarla bir noktaya kadar işbirliği içine gireceklerdi. Bunu son derece doğal karşılıyorum. Bugün hayatı daraltılan Batılı şehirli hiçbir Türk’ün “Biz çok bunalıyoruz, şu çözüm sürecini bitirin de AKP de görsün gününü” beklentisi içine girmeye hakkı yoktur. Beklentisi de olmasın. Ne münasebet! Çözüm süreci dışında bu ‘güç birliğine’ kanıt olacak başka hangi alametler var? Altan, MİT’e selam çakılmasından söz ediyor. Bunu yapan Kürt siyasetçi Sırrı Sakık’tı ve Altan’ın dediği gibi partisinden büyük tepki görmemişti. Bunu konuşmak üzere Ertuğrul Kürkçü’yü aradım.

    ***

    Kürkçü’nün Mehmet Altan’ın eleştirileriyle ilgili yanıtı şöyle oldu: “İslamcı Kemalistlerle güç birliği yapalım da özerkliğimizi alalım diye düşünen bir tane BDP’li, bir tane HDP’li, bir tane KCK’li ya da bir tane PKK’li yönetici olduğunu sanmıyorum. Mehmet Altan’ın sözünü ettiği Kürtler AKP’ye oy verenler olmalı ki biz onlardan mesul olamayız. Bizler yani BDP-HDP’li siyasetçiler olarak başkanlık rejimine, dar bölge ya da daraltılmış bölge opsiyonlarına karşı olduğumuzu defalarca anlattık. Bu tür girişimlerin Kürtleri bölgeye sıkıştırmak maksadı taşıdığını, böyle bir talebimizin olmadığını, ne istiyorsak Türkiye’nin geneli için istediğimizi söyledik. Sırrı Sakık eleştirisine de ne diyebilirim. Partiyi o yönetmiyor. Altan Tan da bazen genel merkezimizle örtüşmeyen açıklamalar yapıyor. Bu, onların özerkliğidir. Asıl ben ‘Kürtler AKP ile güç birliği mi yapıyor’ vehimlerinin sistematik olarak gündeme gelmesini tuhaf karşılıyorum. Bu vehimler özellikle 30 Mart öncesi ‘tatava yapma bas geç’ diyenlerden geliyor. Keşke tatava yapsalardı.” Bu konu burada bitmez, sonra devam edeceğim.

  17. Zileli, cumhurbaşkanlığıyla ilgili yorumuma itiraz etmemiş. Sükut ikrardan gelir. Göreceksiniz, kendisi Gül-Kılıçdaroğlu-Tüsiad cephesinin çıkaracağı adayı destekleyecek ve bu politikasına da “çok devrimci” kılıflar uyduracak.

  18. daha neyin ne olduğu, kimin aday olduğu bile belli değil ki. Aceleye ne gerek var. Durum berraklık kazanmadan yapılacak her aceleci yorum yanlış olur. Öngörünün yanlış ya da doğru çıkması için biraz daha beklemelisin arkadaşım.

  19. Kurt ozguluk hareketini ara gucler kategorisinde tanimlamana katilmiyorum.

    Kürtlerin plebyen ve entelektüel kesimlerini toplumsal muhalefettin icinde gorurken,kurt ozgurluk hareketinin tamda bu temele dayandigini gormemek,kurt meselesinde cok ciddi bir yanilsamadir.

    Klasik bir kurt orta sinif ve ulusal burjuvazisi bile olmayan kurtleri olgulardan degilde teoriden hareketle tanimlamaya kalkmak yine ayni yanilsamanin sonucudur.

    Kurt ozgurluk hareketi”Kürt düşmanı eğilimler (ulusalcıların Sözcü gazetesi ve IP)”nin etkisiyle AKP bloguna itilmesi diye bir durum yoktur Kurt ozgurluk hareketi bariș surecini bir ittifak olarak gormuyorki,AKP bloguna itilmek soz konusu olsun.

    Bir siyasi hareketi dușmanlari her yone cekmeye,yonlendirmeye calișir ve cok normaldir.O siyasi hareketin nerde durdugu onemlidir. Bu yuzden,yanliș bir yerde durmaya itildiler diye tahlil yapmak yine ayni yanilsamanin bir parcasidir ve dogru degildir.

  20. Evet ama bugün durduğu yer, AKP diktatörlüğü ile toplumsal muhalefetin arasında bir yer, öyle değil mi?

  21. O degil de senin savundugun Ukrayna devrimi katliamlarda sinir tanimiyor. Bununla ilgili bir seyler yazacak misin?

  22. sen ne utanmaz adammışsın sanamı kaldı toplumsal mücadele tahlilili sanin aklın bunlara yetermi???kendini devrimci sanan efendi hizmetkarı daha sınıfsal objektif yeri sermaye olanların arasındaki çelişki ve farklılığı bile anlamayıp politik analiz yapmaya çalışmak tam senin gibi kendini bir mok sanan en devrimci öncü tarzı olabilirdi???şu yazdıklarına bak ??insanı güldürme rezil adam iktidar sermaye tüsiad ıstanbul sermayesi değilde zana gibi kürtlermiş ne hallere düşüyorsun milli ve zilli duygularından olmasın sen toplumsal muhalefet biz arada kalmış şaşkın ördek isek seni ne sokakta ne kavgada göremedik sen değilmisin tatava yapıp chp-mansur-mhp-sarıgülü güzellemesi yapan yarında chp-mhp-cemaat adayını cum yapmak için tepinmeyecekmisin bu ne tahlil iktidar politik partimidir bütün bu düzen partileri vasıtası ile asıl ıktıdarını sürdüren finans-kapital ve işbirlikçi ittifakımıdır???sen sadece akp karşıtı olup asıl iktidarla hiç bir sorunu olmayan asıl toplumsal muhalefeti itibarsızlaştırmak için işlevini yerine getiren hizmetkar değilmisin utanmadınmı??cemaat bile toplumsal muhalefete yakın chp yi toplumsal muhalefette saymaya bir tek neo-liberal ekonomi-politik programdan farklı cümlesi olmayanların hangi iktidarın toplumsal muhalefeti olabileceğini açıklayabilsende bizde öğrensek yuh artık ne zaman öğreneceksin senin toplumsal muhalefet yada yakını saydıklarının hepsi chp-mhp-ip-cemaat asıl iktidar finans kapital sanayi sermayesi ittifakına yalvarıp akp yerine sana daha iyi hizmeti ben yaparım beni iktidar olmam için destekle dediklerini ne zaman öğreneceksin bu senin güzelleme yaptıklarının politik dillerinin tercümesi budur.bunlar henüz asıl iktidarı ikna edememişken seni ikna etmiş olmaları bu yazıları yazarak asıl iktidar finans kapitala seslendiğini ne zaman anlayacaksın efendilerin hizmetkarı aklının ermediği işeri analiz etme?????kürt siyasi hareketi HDP-BDP kadar kafana taş değil kaya düşsün fesatlandıkça sadece kürtler değil benim gibi lazlarda bütün bereketli toprakların sistem mağduru halkının kitleselleşip asıl özgürlükçü toplumsal muhalefeti inşa ettiklerini görüyorsun gördükçe daha fazla fesatlanıp asıl devrimcileri itibarsızlaştırmak için bunları yazıyorsun utanmıyorsun geçmiş yazılarınada bak 70 yaşına geliyorsun 3 gram ilerletemedin kendini yazık????

  23. bir anarşist ne değildir’in cevabı bir yazı olmuş. mhp’ye oy isteyen zileli’den de ancak böyle sığ bir kategorileştirme beklenirdi. sözde anarşist, özde aydınlıkçı kafası bu. anarşist teorinin ve pratiğin geldiği yerden bihaber. 70 model solcu kafası. iktidarın her yerde olduğunu, direnişin de her yerden kaynaklanması gerektiğini göremeyen sığ ve demode bir zihniyet. öyle her kategorileştirme bir soyutlaştırmadır demekle kendinizi temize çıkaramazsınız. hem artık sizde yaşam tarzı olmuş bu kategorileştirme. anarşiyi ara ki bulasın. görüyorsunuz işte, yorum yazanlar arasında anarşist yok. hepsi arkaik solcu. ama kızmıyorum, kızamıyorum zira stalinizme uzun süre bulaşmış birinin stalinist düşünce sistematiğinden kurtulması imkansız bir şey.

  24. 🙂 Özgürlükçü’nün yorumu kontenjandan girdi yine.

  25. Anarşist sen varsın ya 🙂

  26. Ukrayna devrimi ile bunun alakası yok. O devrim oldu, diktatörü devirdi ve bitti. Artık bundan sonrası, batı yanlısı Ukrayna milliyetçileriyle, Rusya yanlısı Rus milliyetçileri arasındaki bir kan banyosudur. İkisinin de tutulacak bir tarafı yoktur. ama bu, Ukrayna’da halkın kahramanca bir ayaklanmayla diktatörü devirdiği gerçeğini değiştirmez. Nasıl, 1917 sonrası olanlar, Stalinist diktatörlük vb. 1917’de bir devrim olduğu gerçeğini değiştirmezse. Bu konuda yazacaklarım şimdilik bundan ibarettir.

  27. ”Evet ama bugün durduğu yer, AKP diktatörlüğü ile toplumsal muhalefetin arasında bir yer, öyle değil mi?” sorusuna oyle degil diyorum ve nedenlerini aciklamaya calișacagim.

    Sevgili Gun bir siyasi hareketin nerde durdugu toplam mucadelesine bakarak verilmesi adil olur.

    Kurt Ozgurluk hareketi agziyla kuș tutsa bizim milliyetci-muhafazakar sosyalistlerimiz tarafindan gereken ilgi ve alakayi cekemiyor.

    Ciddi bir analiz ve tahlil yapma zahmetine girișmiyor. Ruhlarimiza ișlemiș” proleteryanin onderligi”ni kimseye kaptirmiyoruz.1960-70 yillarda kurt sosyalistlerin birlikte orgutlenmesi ve mucadelesi vardi.Daha sonra kurtlerin vazgecmesiyle ve ayri orgutlenmesiyle bu tilisim bozuldu.

    Turk solunun 12 eylul darbecileri tarafindan ezilmesi ve hala kendini toplayamamasindaki bir onemli faktorde devrimci hareketlerde onemli bir dinamik guc olan Kurt sosyalistlerin ayrilmasidir.Bu konu bile cok ciddi araștirilmadi.

    12 eylul koșullarinda toplumsal muhalefette yaprak kimildamazken kurt ozgurluk hareketi silahli isyan ateșini bașlatarak tum topluma ve ezilenlere umut olmuștu.

    Ve o gunden buyana surekli uzerine koyarak gelișen ve orta-dogu duzleminde siyasi bir guc olarak cikmasi bu hareketin nerde durdugunu kanimca cok net soyluyor.

    Geleneksel Turk devletinin tum șallarini,perdelerini tek tek acarak cok onemli bir toplumsal mucadele cephesi yaratmiștir.

    Ne dogada nede toplumda puru pak olmak mumkun olmadigi gibi herhangi bir siyasi hareketin kendine ozgu zaaf ve eksiklikleriyle var olduguda bir gercektir.

    Karșimizda ideolojik gidasini sosyalizmden aldigini soyleyen kurt ozgurluk hareketi var ve her șart altinda toplumsal saflașmada yerini ezilenler cephesinde,yoksul koylu emekci halk gucleri yaninda yer almiș ve pratigini ortaya koymuș koymayada devam etmektedir.

    Birde tersten bakarsak karșimizda ideolojik gidasini fașizimden alarak gelișen bir nasyonel kurt hareketi olsaydi ne olurdu?

    Dunyanin neresinde bu kadar gelișmiș bir kadin gerilla hareketi var?

    Yari-feodal dedigimiz toplumun bagrindan cikarak, ailesel, așiretsel ve erkek egemen yapilari parcalayarak demokratik devrimini gercekleștiren ve buna onderlik eden kadin harekati dunya devrimine katkilar sunacak boyuttadir.(incelenmelidir)

    Bu hareketin cikiși ve gelișimi ve kendi toplum ozgulunun tum ozelliklerini bagrinda tașiyarak var olmuș ve Turkiye devrimin temel birleșenidir.

    Evet Kurt ozgurluk hareketinin bugün durduğu yer demokratik mucadelenin katalizoru ve AKP diktatorlugunden rahatsiz olan herkesi kapsayarak,birleșenlerin kendi ozerkliklerini koruyarak var oldugu bir mucadele cephesi alanidir.

  28. Çözümlemede,emperyalizm ve küreselleşme yok sayılıyor.
    Zaten Zileli-nin görüşlerinde kuramsal düzlemde emperyalizm diye bir kavram yok.
    Bu dolayımda Zileli,ABD ve AB-yi AKP-ye karşı desteği alınacak güç olarak görüyor.
    Zileli-nin görüşlerinin düzen içinde olmasının kuramsal temeli emperyalizmi yok saymasıdır.
    Devrimci değerleri ve ideolojiyi reddeden Zileli için bu yok saymada yadırganacak bir durum yoktur.
    Yadırgadığımız hala kimi saf solcuların bu “inkar ve küfür yazılarını” bir görüş ve çözümleme olarak görmesidir.

  29. Stietini horuzu Özgürlükcü hakli..

    Bu muhalefet dedikleri orduylada beraber itidara gelirse Zileli
    icin önemli bir sey degil. Ismini degistirir, Hintce sarkilar söyler..Iyidide dans eder..

  30. @21 GZ

    Ne zaman konu açılacak diye bekliyordum, ve GZ’nin Ukrayna konusunda yanıldığını belirtmesini umuyordum ama görüyorum ki hatada ısrar ediyor. Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan belliydi. Hiç de öyle önce halk devrimi oldu da sonradan sağcılar ele geçirdi gibi bir durum yoktu. Vardıysa da hükümetin devrilmesinden çok önce bu olumsuz durum ortaya çıkmıştı. Başta ABD, ardından AB destekli Ukrayna milliyetçileri ve liberalleri, faşistleri (En radikalleri Sağ Sektör, ardından Svoboda’nın milisleri) koçbaşı yapıp Rusya ile AB arasında Rusya’dan yana bir denge kurmaya çalışan kırılgan hükümeti devirdi. Bu devrimcilerin hiçbir ilerici programı veya tahayyülü olmadı.

    Ardından gelen önce Kırım’daki, şimdi de Doğu Ukrayna’daki yeni iktidar ile uyumsuz kesimin “biz de mızıkmasını biliriz” diyip hükümeti devirenlere çok benzer şekilde hareket ederek kopmaya başladı. Rusya ile ABD/AB’nin rolleri arasında herhangi bir fark da yok.

    İşte milliyetçiler bütün “vatan, toprak, ülkenin bölünmez bütünlüğü, bir karış toprak vermeyiz” sayıklamalarına rağmen her zamanki gibi ülkeleri bölmeyi gerçekten başaranlar oluyor. Üstelik kan akıtarak. Olan budur. Maidan’dan anarşistler, solcu öğrenciler şutlandığı anda yani o barikat savaşlarının kızışmasından haftalar önce belli olmuştu işin niteliği.

  31. yaşlandın artık gün abi. kabul et bunu. insanları kompartmanlara ayırmadan soyutlama ve analiz yapamıyorsun. ama böyle yaparak da işin kolayına kaçıyorsun. derinlikli bir bakış yok. ilerleyen yaşla ilgili sanırım.

  32. Ayanoğlu hayır ve şerrin dış mihraklardan geldiğine inanıyor anlaşılan.

    Cenab-ı Hak Partisi

    6 ok felsefesi üzerine kurulmuş ve bu 6 oku yaşamın her alanına kadar genişletip, şiar edinmiş partidir. Bu okları şu şekilde sıralamak mümkündür;

    1. Atatürk’e iman
    2. Nutuk’a iman
    3. Resmi tarihe ve resmi ideolojiye iman
    4. TSK’ya ve militarizme iman
    5. Ulus devlete iman
    6. Hayır ve Şer’in dış odaklardan geldiğine iman

    “De ki; O’na şirk mi koşuyorsunuz? Halbuki O sizin devletinizi yarattı. O olmasaydı siz hala türküm diyebilecek miydiniz? Şüphesiz siz nankörlersiniz.”

    http://galeri.uludagsozluk.com/20/alt%C4%B1-ok_5522.jpg

  33. “çözümlemede emperyalizm ve küreselleşme yok” diyen, onu da kendisi yapsın da; biz de bu arada, dersim katliam yıldönümünde ulus-devletimizi daha iyi nasıl savunabileceğimizin dersini almış olsak daha iyi olmaz mı?

    mesela “dersimde emperyalizm, dersimizin neresinde? sorusuyla girizgah yapılamaz mı?

  34. Degerli zileli;Aslinda sizlerden farkli dusunmekteyim.!Bugun somut bir sol politika alternatifi varmış gibi davrananları tersine kınamalıyız cunki,siyaset yapmak için kurumlaşmak gerekir. Politikanın güncelleştirilmesi ve yönetilmesi ancak bir kurumsal yapı içerisinde olur. Böyle bir yapıya sahip olmadan politika yapmak, anlık etkilerle sonuç almaya çalışmak beyhude bir çabadır. Siyasetin kurumları olan partiler hizipleşmeye ve bunların kemikleşmesine yatkın oluşumlardır.bunu gecmiste pratik olarak gorduk ve yasadik. Bir kez bu yola girmiş bir partinin iflah olduğunu pek görulmus sey degil. Koşullar olgunlaştığı zaman da, eski zihniyetleri yeni oluşumlara taşımak isteyenlerin engellenmesi gerekir.!sonra,bağımsız olmayan bir ülkede, bağımsızlık sorununa hiç değinmeden politika yapmaya çalışanlara ancak acınır. Burada önemli nokta onların bu sorunu gündeme getirmekten niçin kaçındıklarıni arayip bulmak gerekmezmi.?kafalarını niçin kuma gömdüklerini Bağımsızlık olmadan daha iyi bir toplum mücadelesi nereye kadar gidebilir, ve nasıl sürdürülebilir? Bunu yanıtlamadan politika yapmaya çalışanlar en azından yalancıdır.diyecegim ama ustunuze alinmayin sakin.Sonra,günümüzde Kürt sorununda tek taraflı olarak, yıkıcı olan ve gericilerin eline oynayan önerilerin peşine takılıp gidenleri uyarmadan,Burada kastettiğimiz bu ortamda bizi zaten dinlemeyecek olan Kürtler değil, onların tek taraflı destekleyicileridir. Kimse özel değildir, Kürtler de değildir. Kime güveneceklerini, kimle uzlaşma arayacaklarını düşünmeleri için çağrı yapmalıyız.Sonra hocam;Öncelikli kesin gerçeklerimiz var,bugun degismeyen:HİLE, ŞANTAJ, GAYRIMEŞRU YÖNETİM VE BAĞIMLI YARGI.!Karşımızda ciddi kitle temeline rağmen demokrasiyi sadece işine geldiği zaman kullanan, bundan çok iyi istifade eden ama işine gelmeyince de her türlü hile hurdaya, ya da şiddete başvurmaya hazır iki parti var. Birisi “ya müzakere ya savaş” diye şantaj yapıyor, diğeri de Suriye ile savaşı nasıl büyütsem telaşında. Birisi güney doğuda, diğeri de güneyde kendi teröristlerini besliyor. Toplam oyları % 50 civarında. İkisinin toplamı görünür gelecekte kolay kolay % 40’ın altına inmez.Bu seçimlerde (ve öncekinde) azgınca yapılan hileler sonuçların (daha önceki seçimlerin de) meşruiyetini ortadan kaldırmış olmakla birlikte, bu durumun pratik yansımaları olmuyor. Olması da zor görünüyor. İnsanlar ve partiler gayrı meşru yönetime fiilen razı oluyor.Bağımsız yargıya sahip olmayan bir ülkede zaten demokrasi olmaz.Ayrica hocam;siyaset yapmak için kurumlaşmak gerekir. Politikanın güncelleştirilmesi ve yönetilmesi ancak bir kurumsal yapı içerisinde olur. Böyle bir yapıya sahip olmadan politika yapmak, anlık etkilerle sonuç almaya çalışmak beyhude bir çabadır. Siyasetin kurumları olan partiler hizipleşmeye ve bunların kemikleşmesine yatkın oluşumlardır. Bir kez bu yola girmiş bir partinin iflah olduğunu gordunuz mu.? Koşullar olgunlaştığı zaman da bile, eski zihniyetleri yeni oluşumlara taşımak isteyenleri engellemek gerekir.bunu nasil engelleyeceksiniz.?Sonra,, bağımsız olmayan bir ülkede, bağımsızlık sorununa hiç değinmeden politika yapmaya çalışanlara ancak acınır. Burada önemli nokta onların bu sorunu gündeme getirmekten niçin kaçındıkları, kafalarını niçin kuma gömdükleridir. Bağımsızlık olmadan daha iyi bir toplum mücadelesi nereye kadar gidebilir, ve nasıl sürdürülebilir? Bunu yanıtlamadan politika yapmaya çalışanlar en azından yalancıdır,derim kusura kalma.!politikada inandiricilik sart olmalidir.Simdi halka sorsaniz;Nasil bir ulkede yasamak istedigiginizi biliyormusunuz diye oyle bir mekanizma yok ama farz edelim siklari cogaltip sorsak; Haberiniz olmadan, meclise bile sorulmadan verilen sözlere teslim mi olacaksınız.?diye Aslında herkes tercihini yapmış durumda, bu saatten sonra hileden başka hiçbir şey oy dağılımını değiştirmedigi gibi toplumun dokusununda degisecegini sanmiyorum.ama yinede derimki Gerçekçi olalım, Gerçek çapulcular, hırsızlar, doğa katliamcıları, insan doğrayan militanlar, yabancı güçlere hizmet edenler, satılık basın, satılık hocalar, satılmış bürokratlar, arazi mafyaları, kaçak avcılar, balıkçılar, insan kaçakçıları, casuslar, kundakçılar, toplu katliamcılar, eli palalı saldırganlar, sabotajcılar, kamu malını tahrip ve yağmalayanlar, sarı sendikacılar, dernek ağaları, din istismarcıları, mahalle mafyaları, sahte içki yapanlar, zehirli gıda satanlar, hastaneleri soyan mübaya memurları, yazdığı ilaçtan komisyon alan doktorlar, organ mafyası, dilenci çeteleri, otopark mafyası, çocuk emeği istismarcıları, basit üçkağıtçılar, uyuşturucu satıcıları, işkenceciler, senet çeteleri, rüşvetçiler, ihale komisyoncuları, yankesiciler, hasta simsarları, orman yağmacıları, …. daha neler, saymakla bitmiyor…
    İşte tüm bunlar kötü halk. Ve hepsi bu degil.Gelin de tum bunlari yoksayip ulkede politika yapin.?hadi sana kolay gelsin.!diyecegim ama ortada bir siyaset yokken siyaset yapmak için kurumlaşmak gerekmezmi.? Politikanın güncelleştirilmesi ve yönetilmesi ancak bir kurumsal yapı içerisinde olur. Böyle bir yapıya sahip olmadan politika yapmak, anlık etkilerle sonuç almaya çalışmak beyhude bir çaba oldugunu bilmiyormusunuz yoksa.? Siyasetin kurumları olan partiler hizipleşmeye ve bunların kemikleşmesine yatkın oluşumlarin oldugunu. Bir kez bu yola girmiş bir partinin iflah olduğunu gördunuz mu.?. Koşullar olgunlaştığı zaman da, eski zihniyetleri yeni oluşumlara taşımak isteyenleri engellemek gerekmez mi.?sonra hocam;Kurt arkadaslarimiz;Kimse özel değildir, Kürtler de değildir. Kime güveneceklerini, kimle dans edeceklerini,kimle uzlaşma arayacaklarını düşünmeleri için çağrı yapmalıyız,hani nerde.? Kaldı ki coklarin heveslerini emperyalizmin yedeğine girerek, onun gözdesi olarak gerçekleştirme yolunu seçmiş olmaları tüm bölgemize büyük felaketler getirmislerdir, daha da getirecektir. Emperyalizm kullandığı hiçbir halka mutluluk getirmemişdir bunu sizler bizden daha iyi bilen kim olabilir.? Bizim halkımıza sonsuz kötülük yapmış, halkımız içerisinde kullandığı kesimleri de sırası geldikçe kurtların önüne atmıştır. Bundan sonra da böyle yapacak demek varken gotlerine takilmak. Ne var ki milliyetçilik dalgasına ve mevkii hevesine kapılmış olanlar büyük acılara neden olmadan durmayacaklardır. (Her milliyetçi dalganın motoru yeni rejimde mevkii kapacaklarını düşünenlerdir, tarihte bunun istisnası yoktur). Biz başta bölgemizdekiler olmak üzere bütün halkların esenliğini düşunmeliyiz.! Ne var ki alternatif üretmeyenlerin bu konuda söyledikleri de fazla ciddiye alınmayacaktır, doğal olarak. Önce kendine faydan olsun ki sözünü ciddiye aldırabilesin.ama oda yok.!Sonra hocam bir gercek daha varki;, siyaset yapanların gelenek ile kopuş arasındaki dengeleri bulmaları gerekmez mi.? Geçmişin nesini alacağız, nesini reddedeceğiz ve aldığımızı nasıl ileriye götüreceğiz,bunun analizi yapilmadan Sol kendi ideolojisini geliştirmek yerine dışarıdan şablon aldığı için daima şaşkınlık yaşamadi mi.?Kaldı ki, bu şablonlar yerli bile olsa gerçek hayata uydumu.?Bugun;Dine dayalı politika yapanlar bile, ideolojilerinin (varsayılan-?) katılığına rağmen pratikte son derece esnek politika yürütüyor, çok farklı biçimleri bir arada uyguluyorlar bu neden gorulmez.?sonra hocam;, ricat dönemindeki geçici başarıları abartıp heyecan yaratiyoruz.! Bunun yarattığı hayal kırıklıkları daha zararlı oluyor. Bunu sizlerin bildigini saniyorum.!1960’lari bilmem ,muhtemelen ama70-71-72 ve 80 lere kadar yapildi.Cehaletten mi, heyecandan mı, başka bir şeyden mi bilemiyorum,bunun cevabi sizlerde sakli.Peki bugune gelelim; Dünyanın veya ülkenin herhangi bir farpriksinda veya herhangi bir yerinde bir grev, bir direniş oldu da ben mi gormedim.?adeta devrim başlıyor havasına girmektesiniz.?Ve hala bunlarin devam ettiğini yazilarinizda gormekteyim. Bu işler coşkusuz ve cesaretsiz olmaz ama bunun yaninda baska seylerin oldugunu yine sizler benden daha iyi biliyorsunuz.? Oyle,ara sıra coşup sonra arka üstü oturmakla nereye kadar gidilir.kisaca sorular ve sorunlari cogalta biliriz.,yani hocam;özel koşullar konusunda elle tutulur analiz ve inceleme yapılmıyor,diyecegim. O halde siyaset yapar gibi yapanlar bunu neye göre yapıyorsunuz peki.?İçlerine mi doğuyor acaba.?veya mehdimi.?Bir kısmının nerelere yamandıklarını biliyoruz,gecmisten gelen siyasi ahlaksizliklarini. Diğerleri de herhalde çok akıllılar ama biz anlamıyoruz. Bir bakışta şıp diye çözüyorlar her şeyi. Neyse, “dahi” onlarda kalsın, biz olduğu kadar aklımızla olup biteni anlamaya çalışalım. Ama bizim de dehanın yerine ikame edeceğimiz kurumlara ihtiyacımız olacak, başka çare var mı?Tesekkurler..!

  35. Sevgili Ayanoglu”Yadırgadığımız hala kimi saf solcuların bu “inkar ve küfür yazılarını” bir görüş ve çözümleme olarak görmesidir.” diyorsun ve haksizlik ediyorsun.Gunun blogunu surekli izlerken bazi arkadașlarin haksiz ve ayni zamanda kișisel hakarete varan aciklamalarini okurkende hicap duydugumu soylemek istiyorum.Birakinizda yazilanlarin kufur yazisimi,inkar yazisimi olduguna bizler karar verelim.Bir analiz yazisini begenmiyebilirsiniz o zaman yapacaginiz en guzel șey oturup dușuncelerinizi bizlere ulaștirmandir.Cok uzun yillar gecmesine ragmen malasef dogmalașmiș onyargilardan kurtulamiyor ”Devrimci değerleri ve ideolojiyi reddeden Zileli” demeye devam ediyoruz.Gorende Devrimcilik ve ideolojiyi Ayanoglunun tekelinde sanar! Siyasi litarutur icerisinde soylenecek eleștiriler anlam kazanirken bunu kișiselleștirmeden ve saygisizlik yapmadan tartișma adabina ihtiyac oldugu așikardir.Umarim uyarilarimi olgunlukla karșilarsin sevgili Ayanoglu kardeșim.

  36. kürt özgürlük hareketi özgürlükçü sosyalizmden etkilenip öğrensede asıl gıdasını bokchinci toplumsal ekolojik kömünalizmden aldığını son rojowa 3 kanton pratiğiyle bütün özgürlükçü toplumsal devrimci birikimlerin pratiğiyle belkide cevabını aradığımız kapitalist üretim ilişkisinin alternatifinin nüvelerini gerçekleştirerek evrensel düzeyde özgürlükçü devrimcilerin ilgi odağı olurken zileli gillerin iktidar cephesininin işbirlikçisi suçlamasına maruz kalması ironi değilse nedir????tam içerden karşı devrimci analiz yenemeyen efendilerin içerden itibarsızlaştırma taktığı değilde nedir????g ü ne ş balçıkla sıvanmaz????elinden hiç bir şey gelmeyenlerin gölge etmeyip kendi işine bakmasında fayda var????bu olup biteni anlamayanlar hiç olmasa bilmedikleri işlerde ahkam kesmeyip bilip bilmeden asıl özgürlükçü toplumsal devrimcileri itibarsızlaştırma işini asıl efendilere biraksalar bizde kimle mücadele edeceğimizi bilsek daha iyi olmazmı????bunca işin arasında birde zileligillerledemi uğraşalım????

  37. Bu memlekette, sonrasında yaratmayı düşünmeden sadece yıkmak derdinde olanların kendine anarşist dediği sürece, fikir üretmeyi erteleyip sadece öfkeyle eleştirmeyi bilenlerin konuşmadan önce kendilerini kritize etme derdi olmadığı sürece gelecek adına nasıl umut edilir bilmiyorum. Yine de önümüzde az sayıda tertemiz örnek var, umutla takip ediyoruz. Siz yazın Gün abi. Gelecek biziz. Ve nemalanıyoruz..
    Saygı ve sevgiyle.

  38. Artık devrimcilikle hiç bir bağı,dahası hatıra düzeyinde bile bağı kalmamış kimi öğelerin “emperyalizm ve küreselleşme” olgusunu duyunca bilinç bunalımına girmeleri karşı-devrimci siyasal konumlanmalarıyla ilgilidir.
    Bu öğelerin AKP yanlısı olduklarını özellikle belirtmeliyiz.
    İdeolojik beslenmeleri de Gladyo-nun yönlendirdiği yayın organlarıdır.
    Gladyo-nun yayın organlarında halka ve devrimcilere karşı hile ve tertip görevlisi olarak yazıcılık yapan bu öğelerin en ünlüsü daha dün “alçak olduğunu” kendisi itiraf etti.
    İşte kimi saf solcular derken hala bu Gladyo yazıcılarının etkisinde kalanlardan söz ediyoruz.
    Sn Zileli ise bilerek ve isteyerek devrimci savaşımın kıyısına çekildi.
    Sn Zileli politik yazılar yerine sanat ve edebiyatla ilgilense daha doğru olurdu.
    Vedat Nedim TÖR,Şevket Süreyya Aydemir böyle yapmışlardı.

  39. M. Altan’ı pek sevmem. Zaman zaman okurum… Bu yazı “vaziyeti” anlamak adına önemli bir analiz olarak göründü bana… Çok gerçekçi… Acımasız… Ama sanırım durum bu; ve bu duruma göre “herkes” kendine “ayarını” çekmeli!
    ***********
    Kurulduğundan beri “çöken” bir devlet ve toplum yapısının sona erişini, ölümünü izlediğimiz bir dönemden geçiyoruz.
    Kemalistlerin daha kurarken öldürmeye başladıkları bu yapının beynine son kurşunu, “öldürücü darbe” olarak sıkmak siyasal İslamcılara düştü.

    Bugün artık ne laik kemalistlerin arkasına saklanabileceği kutsal bir Atatürk figürü kaldı, ne de İslamcı kemalistlerin arkasına saklanabileceği bir din.
    Atatürk ve din perdesinin arkasına saklanan o korkunç ve kanlı hırsızlık, “dindar kemalistlerin” eşi görülmemiş aç gözlülükleri nedeniyle önündeki perdeyi parçalayıp yıktı, gerçek bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı.
    Atatürk adı epeydir zaten siyaset sahnesinin dışına itilmişti, son gelişmeler “dinin” ve “dindarlığın” etrafındaki o kutsal haleyi de parçaladı, siyasette siyasetçilerin arkasına saklanacağı kutsal bir değer kalmadı.
    Çok yakın bir tarihten itibaren bu ülkede, siyasetçilerin aynı gelişmiş ülkelerdeki meslektaşları gibi “bir kahramanın” ya da bir “dinin” arkasına saklanmadan, siyasetin, hukukun ve demokrasinin gereklerine uyarak “çıplak” siyaset yaptıklarını göreceğiz.
    Bu siyasetimiz için büyük bir gelişme ve değişim olacak.

    Bu ülkede aristokrat yok, burjuva yok, proleter yok.
    Sanayi devriminden geçmeyen bu ülkede hiçbir zaman çağdaş ülkelerle “eş zamanlı” bir üretim gerçekleşmemiş.
    Peki böyle bir toplumda “ayrışmalar” neye göre olmuş?
    Cumhuriyet’in kuruluş dönemine baktığımızda, üretimsiz bir toplumda “ekonominin en büyük patronu ve paranın sahibi” devletti. Toplum da devletle ilişkilerine göre ikiye ayrılmıştı. Devletin içine ya da etrafına kümelenmiş “devlet rantçıları” ile devletin kendisinden uzak tuttuğu “dışlanmışlar” vardı.

    Devletten beslenen “şehirliler” o andaki yönetim modeli olan “diktatörlüğü” savunuyorlar ve bu diktatörlüğün ideali olarak da “Batıcılığı” gösteriyorlardı. Diktatörlüğü savunmak iyiydi çünkü ancak bu sayede gelişmiş Batı ülkeleri gibi olabilecektik.
    Devletten dışlanan “taşralılar” ise uğradıkları haksızlığa karşı bir isyan duyuyorlar ama o andaki yönetimden daha ileri bir yönetim modeli bilmedikleri için “halifeyi ve hilafeti” kurtuluş gibi görüyorlardı. Uğradıkları haksızlık ve bu haksızlık karşısındaki çaresizlik sonucu ortaya çıkan “geçmişe sığınma” güdüsü onların “gerici” olarak damgalanmasına yol açıyordu.
    Böylece hiçbir şekilde gerçek ve kurumsal demokrasi talep etmeyen ve birbirinden ölesiye korkup nefret eden iki grup çıkıyordu ortaya, bütün cumhuriyet tarihi de bu iki grup arasındaki gerilim üzerine bina ediliyordu.

    Devletten dışlanmış olan taşralılar dine sarılırken, devletin korumasındaki şehirliler de kutsallaştırdıkları Atatürk’e sarılmışlardı.

    Devletçi şehirliler “Atatürk” derken liderlerinin hayran olduğu, kendilerinin de göklere çıkarttığı Batı’nın temel değerleri olan hukuku ve demokrasiyi reddetmişlerdi.
    Taşralıların (ya da son dönemlerde şehirleşmeye başlayan, varoşlara yerleşen taşralıların) ise din diye bağırırken ve cinselliğe neredeyse hastalıklı bir şekilde akıllarını takarken çoğunluğunun dinin temeli olan ahlakla ve dürüstlükle pek alakası olmadığı özellikle bu son dönemdeki “hırsızlık” karşısındaki duruşlarıyla ortaya çıktı.
    Üretimsiz bir zenginlik hayali, tek para kaynağının devlet olması, toplumda neredeyse ortak bir arsızlık ve ilkesizlik yaratmıştı.

    Görünürdeki “kabuk devlet” hukuksuzlukla yıkılırken, toplum da nefretle çatlayıp ikiye ayrıldı.
    Bir de Türk-Kürt, Alevi-Sünni gibi devlet eliyle yaratılmış “iç bölünmeler” yaşayan bu iki büyük kesim birbirlerine düşmanlaştılar.
    Bugünkü şartlar altında, bu toplumun iki kesiminin yeniden bir araya gelmesi, enerjilerini ortak bir gelecek için bütünleştirmeleri, ortak bir gelecek hayali kurmaları, siyasal iklim keskin bir şekilde değişene kadar birbirlerine saygı ve güven duymaları artık neredeyse imkansız.
    Bundan böyle bu toplumu ne Atatürk, ne din, ne milliyetçilik bir arada tutabilir, toplumu bir arada tutacak hiçbir değer kalmadı. Kalmaması da belki doğal çünkü bunlar siyasette kullanılan ama samimiyetle inanılıp benimsenmeyen değerlerdi.
    Ortak değerleri, ortak bir ahlakı, kendisini besleyecek ve geliştirecek bir üretimi olmayan, nefretle dolu bir toplum nasıl yoluna devam edecek?
    Bugünkü yapıyla, iktidarda ister laik kemalistler ister İslamcı kemalistler olsun, bu toplum varlığını dağılmadan, bir iç savaşın kanlı cehenneminden geçmeden sürdürebilir mi?
    Sürdüremezse, yaşayabilmek için nasıl bir refleks göstermeli?
    Devam edecek…
    http://t24.com.tr/yazarlar/mehmet-altan/ic-savasin-kanli-cehenneminden-gecmeden,9141

  40. AKP’nin kürekçisi olmak kürtlere düşmez…
    Kenan Fani DOĞAN

    Saddam bizim büyük ağabeyimizdir. Güney kürtleri kardeşimizdir ama ortağımız değildir. Petrolümüzü Basra körfezi üzerinden denize ulaştırırız, petrol sıkıntısı çeken Irak’a ucuz petrol veririz. Ülkemizi yeniden inşa etmeye ihtiyacımız var, BAAS partisinin en ırkçı sermayedarlarını hatta Irak ordu şirketlerini Kuzey’e davet eder en büyük ihaleleri veririz. Bir kürt şirketi ihaleye talip olduğunda BAAS rejiminden tavsiye mektubu getirmek zorundadır. Bütün ticaretimizi Irak’la ve Irak üzerinden yaparız. Çoraptan halıya, mobilyadan beyaz eşyaya kadar Irak malları satın alırız. İhtiyacımız olan bir mal Irak’ta bulunmazsa o zaman başka ülkelerden ithal etmeye çalışırız.

    Saddam’ın istihbaratçıları, subayları ülkemizde faaliyet gösterebileceği gibi BAAS ordu birlikleri yönetimimizin garantisi altında ülkemiz topraklarını kullanabilir ve ülkemizde konuşlanabilir.

    Güneylilerin Saddam’la barış içinde yaşamalarını arzu ediyoruz. Güney’li güçlerin kuzeyin topraklarını kullanmasına müsamaha gösteremeyiz. Sınır ihlalinde bulunarak Hakkari ve Siirt’in dağlık alanlarında faaliyet göstermeleri halinde ülkemizde konuşlanmasına izin verdiğimiz BAAS ordu birliklerini yardıma çağırır, gerektiğinde müşterek operasyonlar yaparız. Güney’in ünlü peşmerge komutanı Şemdin Şikaki’nin derdest edilerek Saddam’a teslim edilmesi BAAS’a karşı dostluk ve samimiyet duygularımızın bariz ifadesidir.

    Kuzey’de arapça okullar lazım, bunun için Hatibullah Bağdadi Hoca’nın tarikatına Erzurum’da okul açma izni verdik. Yüksek bürokratlarımızın çocukları bu okulda arapça ve tarikat bilgileri tedris ediyorlar. Esasen arapçayı çok severiz. Babam arap memuruydu, evimizde hep arapça konuşurduk, kürtçeyi ise dışarda. Emekli olduğumda Bağdat’a yerleşmeyi düşünüyorum.

    Tatil için Basra kıyılarını tavsiye ediyor ve kürt seçkinlerinin Basra’da tatil yapmalarını öneriyorum.

    Saddam ve kabinesi ile bir randevumuz olduğunda kendileriyle Hewler’de görüşürüz. Ne de olsa Hewler kürt şehridir ve Güney’in başkenti sayılıyor.

    Yukarda bir milim abartmadan izaha çalıştığım hadise belli bir pratiğin tercümesidir. Bu davranış tarzı istisnasız kürt partilerinin hepsine egemendir. Bu yaklaşımı şehir ve hükümet isimlerini değiştirerek bir başka parçaya adapte ettiğimizde bahse konu olgu değişmeden olduğu gibi kalır.

    Kim bu anlayışın dışına çıkarsa Kürdistan’ın siyasetçisi, lideri odur. Hangi parti bu anlayışa karşıt bir konumu benimser ve gereklerini izlerse o parti kürtlerin ve Kürdistan’ın partisidir.

    ***

    Ali’nin işbirlikçiliğine karşıyım.

    – İyi.

    – Ya Veli’nin işbirlikçiliğine?

    – Haa, ona karşı değilim.

    Kürtlerde siyaset mantığı böyle olunca işbirlikçiliği mahkum etmek imkansızlaşıyor. İşbirlikçilik temelli bir şekilde kürt siyasetçilerine yasak alan haline getirilmedikçe kürtler felah bulmaz. Bu nedenle işbirlikçilik olgusunun ne olup ne olmadığı üzerine kafa yorup, bizatihi işbirlikçiliğin kendisine karşı olmak gerekmiyormu?

    İşbirlikçilik deyip geçme lüksümüz yok. İşbirlikçilik ihanetin cümle kapısıdır, bütün lanetli yollara bu kapıdan varılır. Hele kürtlerin devlet sahibi olamayışında bugün işbirlikçilik belirleyici bir rol oynuyorsa hiç kimsenin olguyu Ali yada Veli üzerinden irdelemesine mahal yoktur. Görünen köy ortada, kürtlerin zaafları ve neden olduğu sonuçlar ortada. Ne kendimizi ne de milleti aldatmayalım.

    Güneyli olarak Amed’de AKP’ye omuz vermek bir kuzeylinin Hewler’de Saddam rejimine omuz vermesine benzer. Kuzey’in partisi bu hatayı işlemiştir, Saddam’a ilaveten Esad faşizminin bugün bile baş destekçisidir.

    Peki Güney’in müttefiki ve büyük ağabeyi Türkiye devleti ve hükümeti Esad rejiminden ve Suriye devletinden dahamı az faşisttir ve işgalcidir?

    Güney’in komutanları/liderleri ve özellikle KDP hem İran rejimi hem de Türkiye ile flörtten sabıkalıdır. Doktor Şivan ve Said Elçi İsa Suvar’ın kampında ölüme itildiler. Suvar’ın kampında, KDP yönetiminin bilgisi dışında sinek bile uçmazdı. İran pastarlarıyla birlikte 1500 kürt peşmergesinin kimlerce öldürüldüğü de meçhul değil, Şino olayları uzak bir tahite yaşanmadı.

    Kürtlerin niçin devlet olmadığını fazla merak edip kahırlanıyorsanız kürt liderlerine bakınız. Niçin devlet olamadığımız onların flört düzeyini çoktan aşmış pratiklerinde cevabını bulur.

    Milletleri taşıyan liderleriyse kürtlerin liderleri milletimizi taşıyamamış demektir. Putlaştırmaya heveslenenler atölye açıp taş yontmaya başlasınlar. Kürtlerin maruz bırakıldığı insanlıkdışılık önünde hikayeye, aldatmacaya, putlaştırmaya yer yok.

    Flörtün bir boyutunu görüp öteki boyutunu maharetle gizlemeye ilaveten flört edeni putlaştırmak siyaset olsa bile vatanperverlik değildir. Bu ülke milletindir. Bunu unutmayın.

    ***

    Abdurrahman Qasımlo büyük bir siyasi lider ve askeri komutan olarak İran güçlerini mütemadiyen yenilgiye uğratıyor, kurtarılmış alanlarını genişletiyor, kurtarılan alanlarda kürt idaresi tesis ediyordu. İran devletinin engelleyemediği siyasi ve askeri başarıları bir ay içinde bıçakla kesilir gibi nihayete erdi. Qasımlo hicret etmek mecburiyetinde kaldı, kendi ülkesinin hakimi bu başarılı siyasetçi ve komutan batının sığınmacısı olarak yalnız yaşarken hepimizin bildiğimiz şekilde katledildi. Kendi dağlarında ordularını bozguna uğrattığı İran devletinin üç beş başıbozuk iti Qasımlo’yu bu yalnızlık ortamında katletme fırsatı buldular. Qasımlo’nun mültecileşmesine neden olan 1500 İKDP peşmergesinin katledilmesini ve bilahare Qasımlo’nun kendisinin katline uzanan olayları sorumlularıyla birlikte hemen her vesileyle açıkladım. Bunun için vicdanım rahat, Qasımlo’nun ölüm yıldönümlerinde fotograflarına baktığımda içim yanıyor ama yüzüm kızarmıyor.

    Bu konu açıldığında diline köz düşmüşcesine sesi soluğu kesilenler, sizin yüzünüz de kızarmıyormu acaba?

    Şayet kızarmıyorsa Qasımlo’nun akibetini hazırlayan olaylar dizisi hakkında söyleyecek bir kaç sözünüz, yazacak bir kaç paragrafınız var demektir. Qasımlo’nun Doğu Kürdistan demek olduğunu her halde biliyorsunuz. Ben de biliyorum.

    1972’de Türkiye’yi muhtıra ile vesayet altına alan ordunun dayatmasıyla Kuzey Kürdistan’ın beli başlı iki partisinin liderleri uzlaştırılmak için Barzani tarafından çağrıldılar. Her ikisinin mezar yerlerini ailelerinden önce türk ordu istihbaratı biliyordu ve cesetlerinin çekilmiş fotografları herkesten önce ordu istihbaratının arşivlerine girmişti. Oysa bu hadiseye ilişkin KDP arşiv belgeleri bugüne kadar mütevveffa liderlerimizin aileleri dahil hiç bir kuzeyliye açılmamış, hiç kimsenin okumasına izin verilmemiştir.

    Partinin biri dağıtılırken, bir diğeri bilahare ucu MİT’e çıkacak emanetçilere KDP’nin idamla yargılama tehdidi altında teslim ediliyor, Ömer Çetin ve Nazmi Balkaş’lar iki yöne işleyen siyasi lokomotif oluyordu. Güney’in kendi kabahatini örtmek için Şıvancılara uygun gördüğü sıfat cahş ve celaliydi.

    Yeni nesil hızlı kürtçüler, parazit yapmadan dinleyin…

    Sizin bu Barzani bayraktarlığınızı sizin yaşlarınızda çok daha usturuplu bir şekilde ve hayatlarımızı ortaya koyarak yaptık. Siz bunları işittiniz ama biz yaşadık. Lütfen bize Barzani dersi vermeyin. Kimseye de saldırmıyoruz. Ortada bir saldırı ve katledilmiş, katline yol verilmiş üç parti sekreteri var. Bu üç parti sekreterinin şahsında bugün nüfus toplamı 35 milyonu bulan, fiilen tasfiyesi gerçekleştirilmiş iki büyük Kürdistan parçası var. Bizim beynimiz kürtlerin onda biri olan 4,5 milyona endeksli kürtçülüğe ve vatanperverliğe uyarlı değil. Deveden büyük fil var, liderden büyük millet var, Kürdistan var. Başınızı kaldırın da bu milletin büyüklüğüne bakın. Sandal karaya oturduğunda deniz bitmiş sayılmaz..

    ***

    Barzani kendi büyüklüğünü ve kadrini muhafaza etmek istiyorsa kuzeyin yerel seçimlerinde işgalci devlete tarafgirlik anlamına gelebilecek davranışlardan sakınması gerekmezmi?

    Siyasi teamül var, karşılıklı saygı ilkesi var. Hadi Barzani’nin Öcalan’a ve pişdarlarına saygısı yok ve olmamakta haklıdır ama seçmene saygı duyması gerekir. Bir başkan kendi bölgesinde bile yerel seçimlere müdahil olmak anlamına gelecek davranışlardan kaçınmak zorundadır.

    Adamlar bal gibi işin farkında ve siyasi teamül kadar centilmenliğe aykırı bu ziyareti müdahale sayıp ateş püskürüyorlar. Haklıdırlar.

    Barzani bu kadar cahilse kürtlerin tümünün nasıl lideri olur yada edilir anlayamıyorum. Öcalan’ı öldüğü noktada diriltti, yaptığı onulmaz bir hata. Bunu söylediğimizde saldırmış sayılıyoruzki hiçte böyle bir niyetimiz yok ama biz söylemesek bu hatasını başka söyleyecek olan da yok.

    Ahmet Türk bugüne kadar Kek Mesud’a özellikle saygılı olmuştur. Barzani kadar onun da aşireti var. Hiç değilse feodal töreyi ve saygıyı bilir. Üstelik iki yapı arasındaki anlaşmazlıklarda mutemet şahsiyet olarak her iki tarafın güvendiği arabulucu rolü üstlenmiştir. Onun gibi mülayim bir siyasetçi bile köprüleri atma noktasına gelmiş.

    Tüm bunları ne PKK’yi ve kirli siyasetini olumlamak için yazıyorum ne de Barzani’yi karalamak için. Kışanak’ı günahım kadar sevmediğim halde bu durumdan rahatsızlık duyuyorum.

    Bizim katillerimizle, soykırımcımızla Barzani’nin ne işi var?

    Ve hepsinden önemlisi..

    Aralarında ulusal ihtilaf bulunan iki yönetimin birbirlerine ziyarette bulunması her halukarda siyasi ve diplomatik bir anlam taşır.

    AKP hükümeti, EU ve ABD tarafından ağır insan hakları ihlalleri ve özgürlükleri sınırlaması nedeniyle sert bir şekilde eleştirilir ve suçlanırken üstü kapalı bir şekilde AKP hükümetinin kürtlere ilişkin gaddarlığı ve inkarcılığı defe konmuş oluyor. Tam bu noktada “kürtler AKP hükümetinden memnundur, karşılıklı ziyarette bulunacak kadar iyi ilişkilerimiz var” demekten başka hiçbir anlama gelmeyecek bu ziyareti hangi anlayışa sığdıralım?

    Mesud Barzani’nin ve Neçirvan Barzani’nin Türkiye ile hiçbir problemi olmayabilir ve bu her ikisi için de utançtır. Eğer bir siyasetçi tüm kürtlerin lideri olmaya soyunuyor ve öyle lanse ediliyorsa AKP’nin kürtlere uyguladığı inkar, zulüm hatta soykırım önünde türk devletine hangi vicdanın, hangi vatanperverliğin icbar ettiği jesti yapıyor acaba?

    Hangi kuzeyli vatanperver AKP’nin inkarla boğma ve zorla teslim alma uygulamalarından memnundurki kürtlerin tümünün lideri kürt halkının bu şükran duygularına tercüman olmak amacıyla AKP’ye dünya önünde vaziyeti kurtarma şansı yaratıyor?

    Barzani kuzey kürtlerinden kaç milyonun tehcirde ve kaç milyonun ülkede açlık sınırının altında yaşadığını bilmiyormu?

    Ayıp denen bir kavram var.

    ***

    CHP sekuler değildi; diyaneti kuran, din görevlilerini maaşa bağlayan, hanefi sünniliğini devletin resmi dini ilan eden, camilere çöreklenmiş, bu manada dini bal gibi eline dolamış partiydi. AKP, devletin bu fiili durumunu sadece alenileştirdi. CHP ile arasındaki fark budur.

    CHP’nin sekuler olduğu, dolayısıyla dinsiz ve gavur olduğu kürtlerin CHP ile arasına mesafe koymakta kullandığı bir slogan olarak ajitatif bir nitelik taşımaktan öte herhangi bir anlama sahip değildir. Kürt münevverlerinin 90 yıl öncesinde CHP’nin tek parti ve rakipsiz erk olduğu dönemde bu söylemi esas alan propagandalarında bir haklılık payı vardır ve bu nedenle anlaşılır bir tutumdur. Ancak bu söylem günümüze taşındığında yanılgıya dönüşmek riski taşır. Aynı şekilde AKP’nin dindar olduğu varsayımı da bir yanılgıdır. Bu iki partinin kürtlere dair “din ve inançlarında” herhangi bir ayrı/gayrılık yoktur. Dolayısıyla bu partilerin dindarlığına yada sekulerliğine kürtler karşısındaki pozisyonları zaviyesinden bakmak ve değerlendirmek gerekir.

    CHP tarihi boyunca kürtlerin itimadını kazanamadı, soykrımcı uygulamaları kadar sözde sekuler niteliği de dindar kürtlerin oltaya takılmasına engel teşkil ediyordu. 1969’larda kurulup devletçe beslenen ve yeterince semizlendikten sonra bir devlet projesi olarak mahpuslardan iktidara taşınan dinci kemalizm bugün kürtlerin kılcal damarlarına kadar nüfuz etmiş durumda.

    AKP’yi yada CHP’yi devirmek kürtlerin işi değil. Egemen ulusun iktidar kavgasına payanda olmakta kürtler dikkatli davranmalı ve ancak çıkarları doğrultusunda iktidar kavgasına iltifat etmeli, öncelikle kendi iktidarlarını kurmaya endeksli bir siyaset izlemelidirler. Böyle olması kürtlerin AKP yada CHP’ye müttefik olma zorunluluğu doğurmuyor.

    Sömürge ulus partileri siyaseten esnek olmak ve gerektiğinde günlük olarak saf değiştirerek bir orkestranın nota değiştirmesi gibi salt kendi çıkarlarının gereklerine riayet etmek becerisini gösterebilmelidir.

    İttifak taktik bir ilişkilenme olduğuna göre mutlak ittifaklar siyasette olumlanmaz. Güney’in AKP üzerinden devletle ittifakı öyle gözardı edilecek boyutu çoktan aşmış durumda. AKP devrilir gider ama AKP’ye sunulan imkanlarla türk devletinin Kürdistan’daki varlığı pekişerek sürer, buna imkan sunulmak durumunda. Dolayısıyla AKP’yi devirmek kürtlerin işi olmadığı gibi türk devletini kürtlerin ensesine bindirmek de kürtlerin hiçbir zaman işi değildir ve olmamalıdır. Bu konuda iki büyük kürt eğilimi arasında bir fark aramanın herhangi bir olumsuzluğu yok.

    Ülkenin kurtarılmış bir parçasının türk devletini en yalnız kaldığı dönemde ısrarla içeri çekmesi ve ona payanda olması noktasından eleştiriyor hatta kınıyorum. Tabii ortada kuru bir ittifaktan ziyade bir ittifaklar manzumesi var, her bir kürt partisinin ilişkileri nihai duruşmada kürtler için nasıl bir hükme ve sonuca yol açıyor, buna bakmamız ve irdelememiz lazım.

    ***

    Beş kardeşe bir gazoz verdiler, yarısı komiser beye. Kürtlerin onda biri yani 4,5 milyon kürdün sadece siyasi otonomisi var ve bunun yarattığı getirinin tamamı Türkiye’nin cebine akmakla kalmıyor, kuzeyin soykırımcıları ve işkencecileri Güney’in ortağı ve büyük ağabeyi. “İroni” budur, tabii ironi demeye vicdanımız elverirse.

    Bu eteklenme olgusunun kürtler adına içerdiği utanca hepimiz ortağız, hiçbir kürt ötekinden daha masum değil.

    Türk devleti gelir edinme, ekonomisini geliştirme, siyasi alanını genişletme imkanı kazanırken bizim elimizde kardeşimizin soykırımcımıza sevdalanmasının utancı kaldı.

    Bir devletki tam da siyaseten tükendiği ve meşruiyetini yitirdiği noktada hiçbir hakkını tanımadığı, hala 5 milyonunu tehcirde tuttuğu, diliyle eğitim hakkını çiğnediği, bölmek için parçaları arasına duvar ördüğü sömürge ulus kürtlere tutunarak ayakta kalıyor ve zulmün bu eşsiz örneğine bugün bile en katmerli haliyle maruz kürtler bu payanda oluşa, bu lanete, düşkünlüğün bu dipsiz örneğine kılıf bulmakla meşgul.

    Türkiye devleti dünyada itibar kaybedip hiçbir batı devletinin güvenmediği ülke durumuna düşmekle kalmayıp, komşu ve sınırdaşı durumundaki tüm halklarla sorunlu ve adeta tecrit yaşayan bir devlet ve halk durumuna düşmüşken sadece kürtler içerisinde siyasi/askeri/ekonomik yayılma ve yerleşme imkanı bulabiliyorsa bunda kürtler adına büyük bir utanç saklıdır.

    Daha Irak ve Suriye kurulmadan ve bilahare Türkiye kurulduktan sonra tarih boyunca, hatta günümüzde bile, kürtlerin soykırımcısı ve tehcircisi kimdir ve kaç milyon kürt tehcir yaşamaktadır, hala kaç köy harabe halindedir sorusu ortaya konduğunda bu soruya cevap teşkil edecek hakikat aynı zamanda bu durumun ironimi yoksa utançmı olduğu sorusuna da cevaptır.

    http://www.serbesti.net/forum/showentry.php?sNo=32374

  41. Ulus-Devletten Emperyalistleşen Ulus-Devlete ve AKP /1
    Mehmet Sinan

    Giriş

    Kemalizm, Osmanlı imparatorluğundan artakalan coğrafyada tek bir etnisiteyi esas alan ve diğerlerini inkâr eden bir ulus-devletin (TC) kuruluş ideolojisidir. Bu resmi devlet ideolojisi, Türklük temelinde kurulan ulus-devletin kuruluş gerekçesini oluşturmak ve savunmak üzere sonradan üretilmiştir. Sınıfsal niteliği bakımından kuşkusuz bir burjuva ideolojisidir Kemalizm. Fakat bizzat burjuvazi tarafından değil, Osmanlı’nın despotik devlet geleneği içinde yetişmiş bürokratik elitler tarafından üretilmiştir. Milli Mücadele’ye askeri ve siyasi yönden önderlik eden ve bu süreçte iktidar mekanizmaları üzerinde ideolojik-siyasal hâkimiyetlerini kurmuş olan bürokratik elitler, cumhuriyetin kuruluşundan sonra da bu hâkimiyetlerini yıllarca sürdürmeyi başardılar. Cumhuriyetin ilanından iki ay önce kurulan CHP de bu ideolojik-siyasal hegemonyanın bir aracı olarak işlev gördü cumhuriyet rejiminde. 27 yıl boyunca iktidar tekelini elinde bulunduran CHP, bu süre zarfında resmi devlet partisi olmanın tüm gereklerini “lâyıkıyla” yerine getirerek, Kemalist ideolojinin siyasal erk mekanizmaları üzerindeki hegemonyasını iyice perçinledi.
    Dümeni Kemalist bürokrasinin elinde olan bu cumhuriyet gemisinin rotasını, kaptan köşkündeki M. Kemal’in kendi yöntemleriyle çizdiği bilinmektedir. Bu rota, “Batılılaşma, muasır medeniyetler seviyesine yükselme”, yani modern kapitalist bir ülke olma yönünde çizilmişti. Ama rotayı modernleşme yönünde çizenler sonunda yalnızca kendilerini modernleştirebildiler. Toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan emekçi halk kesimleri ise yaşamlarını yıllarca o eski dönemin ilkel koşulları içinde, yoksulluk ve yoksunluk çekerek sürdürmek zorunda kaldılar.
    Rotası “Batılılaşma-kapitalistleşme” yönünde olan cumhuriyet gemisinin dümenini 27 yıl boyunca tek başına elinde tutan CHP, bu süre zarfında bir yandan Kemalist ideolojiyi devletin her kademesinde hâkim kılmaya çalışırken, diğer yandan da cumhuriyetin kurucu kadroları (bürokratik elit) ile “milli” denen Müslüman-Türk burjuvaziyi korporatif bir tarzda kendi bünyesinde kaynaştırmaya çalıştı. O dönemde “milli” burjuvazi de gelişmesini ancak bürokratik devletin koruyucu kanatları altında sürdürebileceğini gördüğü için, hem yönetici bürokratik elitle sıkı bir ittifaktan yana oldu hem de onun ideolojik-siyasal vesayetini itirazsız kabullenmiş göründü. Dolayısıyla, oluşturulan bu “milli iktidar” bloku içinde liderlik ve hegemonya da uzun yıllar boyunca hep kurucu bürokrasinin elinde kaldı. Bürokrasinin liderlik fonksiyonu, bir resmi devlet partisi olarak örgütlenmiş CHP’de tecessüm ediyordu kuşkusuz.
    Devletle özdeşleşen CHP’nin tek parti diktatörlüğü dönemindeki (1925-1945) yapısına ve ideolojik-siyasal işlevlerine baktığımızda, bu partinin tıpkı o yıllarda Almanya ve İtalya’da kurulan korporatif faşist partilerinkine benzer işlevlere sahip olduğunu görüyoruz. Yani her bakımdan kendi zamanının ruhunu yansıtan bir partiydi CHP. Zamanın ruhunu belirleyen tarihsel etkenler ise, başta dünya kapitalizminin 1930’lu yıllarda derinleşen ekonomik krizi, yaklaşmakta olan emperyalist savaş ve bununla bağlantılı olarak milliyetçiliğin, ırkçılığın ve faşizmin burjuva iktidarlar tarafından her yerde tırmandırılmış olmasıydı.
    Türkiye’de kurucu bürokrasi ile burjuvazi arasında oluşturulan “milli” korporatif birliktelik, o yıllarda “tüm ulusun birliği” gibi lanse ediliyordu halka. Gene aynı şekilde, gerçekte bir sınıf devleti olan bürokrat-burjuva devlet (TC) de “tüm ulusun çıkarlarını temsil eden sınıflar üstü bir devlet” olarak takdim ediliyordu “vatandaşlara”. Oysa bu resmi söylemlerin gerçeklikle hiçbir ilgisi yoktu tabii ki. Nitekim bu otoriter bürokrat-burjuva iktidar yapılanmasına karşı toplumda hoşnutsuzluk ve homurtular yükselmeye başlayınca, salt ideolojik manipülasyonlarla işi idare edemeyeceğini anlayan Kemalist iktidar, hem baskıcı önlemleri arttıracak, hem de otoriter yönetimini kalıcılaştırmak için “hukuki” kılıflar hazırlamaya koyulacaktı. 1925 yılı bu anlamda önemli bir dönemeç noktasıdır TC’nin tarihinde. Çünkü 1925 yılı, bürokrat-burjuva iktidarın tüm muhaliflerini ve muhalefet potansiyeli taşıyan tüm sosyal ve siyasal eğilimleri baskıyla, zorbalıkla etkisiz hale getirerek, arzuladığı otoriter yönetime ulaştığı yıl olacaktı. Bu dönemde otoriter bir iktidar yapılanmasına yönelen Kemalist iktidarın öne sürdüğü temel gerekçe “Kürt ayaklanması” idi.
    1925 yılı Kürdistan’da cumhuriyet döneminin ilk ayaklanmasının (Şeyh Said ayaklanması) başladığı yıldır. Bu olay üzerine başbakan İsmet Paşa (İnönü) Meclis’e bir kanun teklifi (Takrir-i Sükûn Kanunu) sundu. Hükümete olağanüstü yetkiler tanıyan bir kanun teklifiydi bu. M. Kemal’in direktifiyle hazırlanmış olan bu kanun teklifi, 4 Mart 1925 tarihinde Meclis’te onaylanarak kabul edildi. Bu kanun “gerici, isyancı ve ülkenin sosyal düzeni ile huzur ve sükûnunu, güvenlik ve asayişini bozan ya da bozmaya yeltenen” diye tanımladığı tüm eylemleri ve bununla bağlantılı gördüğü tüm kuruluşları, yayın faaliyetlerini vb. mutlak yasaklama yetkisi veriyordu hükümete. Kanun ayrıca bu tür girişimlerde bulunanların İstiklâl Mahkemelerinde yargılanmasını öngörüyordu. Bunun yanı sıra, Hıyanet-i Vataniye Kanununa da bir madde eklenerek, dinin siyasete alet edilmesinin “vatana ihanet” suçu sayılmasını ve bu suçu işleyenlerin idamla cezalandırılmasını hükme bağlıyordu. İnönü hükümeti, Şeyh Said’in liderliğindeki Kürt ayaklanmasını iki ay içinde bastırdı. Fakat her iki taraf da bu çatışmada büyük kayıplar verdi. İstiklâl Mahkemesinde yargılanan Kürt isyancılar ağır cezalara çarptırıldılar ve içlerinden 49’u idam edildi.
    Kürdistan’da yaşanan olayları fırsat bilen CHP hükümeti, o dönemde yeni kurulmuş olan muhalefet partisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını (TCF), Takrir-i Sükûn kanununa dayanarak 3 Haziran 1925’te kapattı. Kapatma gerekçesi, bu partinin Şeyh Said isyanına destek verdiği ve gericiliği kışkırttığı iddiasıydı. Oysa TCF’nin kurucuları M. Kemal’in silah arkadaşlarıydılar ve M. Kemal gibi onlar da Milli Mücadele’nin önder kadrosu içinde yer almış şahsiyetlerdi (Kazım Karabekir, Refet Bele, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy vb. gibi). Yani “isyana destek” iddiası, uydurma ve haddinden fazla gülünç bir iddia idi. Asıl sebep ise başkaydı. TCF çoğulculuğu savunuyor ve M. Kemal’in otoriter tek adam yönetimine karşı Meclis’te açık bir muhalefet yürütüyordu. Bu da tabii M. Kemal’in katlanamayacağı bir şeydi ve kendisine muhalefet eden eski silah arkadaşlarının bir an önce siyasetten tasfiye edilmesini istiyordu. Nitekim M. Kemal’in bu arzusu kısa bir süre sonra gerçekleşmiş ve Cumhuriyet tarihinde liberal görüşlerle ortaya çıkan ilk siyasal parti olan TCF de ancak yedi ay yaşayabilmişti Kemalist cumhuriyet rejiminde. Kapatılan TCF’nin önde gelen üyeleri, M. Kemal’e düzenlenen suikast girişimine karıştıkları iddiası ile İstiklâl Mahkemesi’nde yargılandılar ve partinin bir kısım yöneticileri suçlu bulunarak ölüm ve ağır hapis cezalarına çarptırıldılar. Beraat edenler ise siyasetten tamamen uzaklaştırıldılar.
    Ama Kemalist iktidarın bu tasfiyeci uygulamaları TCF ile de sınırlı kalmadı. Bir süre sonra, sol eğilimli yayınlara ve o dönemde işçi sınıfının tek siyasal örgütü olan illegal TKP’ye karşı da genel bir saldırı başlattı CHP iktidarı. TKP’nin yöneticileri ve üyeleri oldukları gerekçesiyle 38 kişi tutuklandı ve Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı. Aralarında Şefik Hüsnü Değmer, Nazım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı gibi parti yöneticilerinin de bulunduğu pek çok parti üyesi ağır hapis cezalarına çarptırıldılar.
    Kürt ayaklanmasını bahane ederek olağanüstü baskıcı, otoriter bir rejimin yolunu döşeyen M. Kemal liderliğindeki CHP iktidarı, kendisine muhalefet eden ve muhalefet etme potansiyeli taşıyan tüm odakları dağıttıktan sonra, hem Meclis’te hem de toplum üzerinde kendi iktidar tekelini kurmayı başardı. Cumhuriyeti “koruma ve kollama” görevinin ve devleti yönetme yetkisinin yalnızca kendi tekelinde kalmasını amaç edinmiş olan Kemalist bürokrasi, bu amacına ulaşabilmek için sistemli bir siyasal tasfiye hareketi yürüttü. Nitekim sırf bu gayeyle, yani CHP iktidarına karşı halk içinde gelişen muhalefetin boyutlarını ölçmek için, bizzat M. Kemal’in emriyle Serbest Fırka adında ve liberal görünümlü yeni bir parti kurdurulmuştu 1930 yılında. Fakat bu partiye karşı halk kitlelerinde büyük bir ilginin ve sempatinin geliştiğini gören M. Kemal, bu partinin de derhal kapatılması emrini verecekti. Durum anlaşılmıştı! Hiçbir partinin kurulmasına ve CHP iktidarına karşı muhalefet yürütebilecek hiçbir odağın yaşamasına asla izin verilmeyecekti! Kemalist bürokrasinin genetik kodlarına işlemiş olan bu siyasal anlayış, sonuçta Türkiye’de sol ve sosyalist düşüncelerin yayılmasını engellediği gibi, Batı tipinde bir burjuva demokrasisinin ve çok partili siyasal rejimin işlerlik kazanmasını da uzun yıllar boyunca engelleyecekti.
    CHP’nin tek parti diktatörlüğü altında geçen 1930’lu ve 40’lı yıllar, serbest tartışma ve eleştiri ortamının kalmadığı ve başta işçi ve emekçi sınıflar olmak üzere, Kürt halkının, dindarların, azınlıkların sürekli baskı altında tutulduğu yıllar oldu. Kemalist rejim bu yıllarda kendisine muhalefet eden örgütlü iki siyasal hareketi (komünist hareket ve Kürt ulusal hareketi) özellikle düşman belledi ve bu hareketlerin gelişmesini engellemek için her türlü baskı ve yıldırma politikasına başvurmaktan ve bu amaçla çeşitli provokasyon ve komplolar düzenlemekten geri durmadı. TC’nin (burjuva devletin) yıllardan beri süregelen anti-komünist ve anti-Kürt politikalarının ideolojik zemini de esasen bu tek parti (CHP) diktatörlüğü döneminde döşendi.
    Tek parti diktatörlüğü döneminde Kemalist bürokrasinin üstlendiği misyonların başında “devleti yüceltme” misyonu geliyordu tabii ki! Kemalizmin “makbul vatandaş” tanımı da bu “devleti yüceltme” anlayışına göre biçimlenmişti: “Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalan, devletini sevip sayıp, yücelten ve onun buyruklarına koşulsuz itaat eden” makbul vatandaştı! Bunun dışında bir zihniyete sahip olanlar ise makbul vatandaş değildi devlet nezdinde. Cumhuriyetin hukuk sistemi de buna göre işliyordu haliyle! Kemalist devletin biçimlendirdiği hukuk, devlet karşısında vatandaşı koruyan ve onun haklarını güvence altına alan bir hukuk değil, her halükârda devletin çıkarlarını önceleyen, hatta devletin çıkarlarını her şeyin üstünde tutan ve bu bakımdan da vatandaşın devlet tarafından ezilmesine cevaz veren bir “hukuk” idi.

    Yarattığı devlet anlayışı ve “hukuk” sistemi sayesinde etkisini bir asır sürdürmeyi başaran bir ideoloji

    Cumhuriyetin kurucu ideolojisi Kemalizm, varlığını ve etkisini bu topraklarda 21. yüzyıla kadar sürdürmeyi başarmış bir ideolojidir. Neredeyse bir yüzyıl demektir bu! Kemalist ideoloji bu başarısını, oluşturduğu “ulus-devlet” anlayışına, “milli hukuka” ve “milli eğitim” sistemine borçluydu kuşkusuz. Bu ülkede hemen herkes (sosyalisti de, liberali de, dincisi de, milliyetçisi de vb.) daha ilkokul sıralarından başlayarak Kemalizmin rahle-i tedrisinden geçmiştir. O nedenle, Kemalizmin yarattığı ulus-devlet anlayışı, hukuk sistemi ve resmi tarih öğretisi, farklı derecelerde de olsa herkesin zihniyet dünyasına sinmiştir bir biçimde.
    Bu ülkede hükümet etmiş burjuva partilere gelince, Kemalizmin devlet anlayışını ve hukuk sistemini de facto kabul etmeyen bir burjuva partisinin gerçek anlamda hükümet edebilmesi zaten mümkün olamazdı bu ülkede. Resmi ideolojiye ve resmi devlet anlayışına aykırı bir davranış içinde olan veya gerçek anlamda bir karşı duruş sergilemeye yeltenen burjuva partiler, eninde sonunda hizaya getirilirdi Kemalist devlet mekanizması tarafından. İçlerinden bazıları zaman zaman resmi ideolojiyi sorgulamaya yeltenmişse de bu, Kemalizmin tarihsel anlamda bir sorgulanması değil, kimi uygulamalarının “yarım ağız eleştirilmesi” anlamında kısmi bir sorgulama olmaktan öteye geçememiştir. Burjuva partiler resmi devlet ideolojisini ne kadar sorgularlarsa sorgulasınlar, son tahlilde gene de Kemalist ulus-devlet anlayışını ve onun yarattığı kurumları savunmak zorunda hissetmişlerdir kendilerini! Çünkü bu devlet, kızsalar da küsseler de esasen onların devletiydi ve ona muhtaçtılar.
    Bilindiği üzere, Türkiye’de tek parti diktatörlüğü ikinci dünya savaşının sonuna kadar (1945) kesintisiz devam etti. Savaş sonrasında ise, Avrupa’da esen demokrasi rüzgârları Türkiye’yi de etkiledi ve çok partili burjuva parlamenter rejime geçişin yolu açıldı. 1950 yılında yapılan genel seçimleri ise, CHP’nin içinden çıkıp, CHP’nin tek parti diktatörlüğünü eleştiren ve “yeter söz milletindir” sloganıyla seçimlere katılan Demokrat Parti (DP) kazandı. DP liberal bir program uygulayacağı ve “demokrasi getireceği” sözünü vermişti seçmenlerine. Fakat DP aynı zamanda, bir devri sabık yaratmayacağı (yani CHP döneminde yapılanları soruşturmayacağı), ayrıca Kemalist devleti ve ilkelerini aynen savunacağı güvencesi de vermişti iktidarı devraldığı CHP’ye ve askeri bürokrasiye. Başka türlü de iktidarı ona devretmezlerdi zaten.
    DP iktidarının ilk döneminde Kemalist askeri bürokrasi bu iktidarın aldığı siyasi karara uymuş ve kendi “milli” ordusunun emperyalist bir ittifakın (NATO) içinde yer almasına, hatta onun emrine girmesine ses çıkarmamıştı. Kemalist askeri bürokrasiyi böyle bir tutum almaya sevk eden temel faktör, Soğuk Savaş koşullarının onda yarattığı ruh hali ve kuşkusuz iliklerine işlemiş olan komünizm düşmanlığıydı. Kemalist askeri bürokrasi bu konuda kendisi gibi düşünen ve azılı bir “komünizm düşmanı” olan ABD emperyalizmiyle uzun erimli “dostluk kurmayı” bir tercih sebebi saymıştı belli ki. Nitekim başında her daim Kemalist subayların bulunduğu Türkiye’nin “milli” ordusu, 1950’den 1990 yılına kadar süren Soğuk Savaş yıllarında, üstlendiği tüm anti-komünist görevleri bihakkın yerine getirerek, NATO ittifakının sadık bir üyesi olduğunu kanıtlayacaktı. Bu Soğuk Savaş yıllarında “milli ordumuz”, hem ülkeyi bölünme tehlikesinden kurtarmış hem de sosyalizm, komünizm, demokrasi vb. gibi “tehlikeli” fikirlerin ülkeye sızmasını üstün gayretleriyle önleyerek, ülkeyi “huzura” kavuşturmuştu!
    Kemalist askeri bürokrasi Soğuk Savaş yıllarında edinmiş olduğu bu NATO kafayla Türkiye’de art arda üç askeri darbe gerçekleştirdi. Birincisi, alt rütbeli subayların başını çektiği 27 Mayıs 1960 darbesidir. Bu darbe, 1950 yılında büyük bir halk desteğini arkasına alarak CHP’nin tek parti diktatörlüğüne son veren ve böylece çok partili burjuva parlamenter rejime geçişi sağlayan DP hükümetine karşı yapılmıştır. DP hükümetinin orduya karşı uyguladığı politikalar özellikle alt rütbeli subayları huzursuz etmişti. Bu dönemde alt rütbeli subaylar hem ekonomik olarak zayıflamış, hem de ikinci plana itilmekten dolayı onurları kırılmış hissediyorlardı kendilerini. O nedenle de 1960 darbesi esasen alt rütbeli subayların başını çektiği bir darbe oldu. Darbeci subaylar, DP hükümetinin bir başbakanını ve iki bakanını “Anayasayı ihlâl” suçundan yargılayıp asarak, adeta öçlerini aldılar sivil siyasetçilerden! Oysa ihlâl edildiğini söyledikleri bu Anayasayı kendileri tamamen ilga edip (ortadan kaldırıp), yerine yeni bir Anayasa (61 Anayasası) yapacaklardı darbeden bir yıl sonra. Ne denir, tarihin bir ironisi olsa gerek!
    İkinci darbe, ABD’nin doğrudan işin içinde olduğu 12 Mart 1971 darbesidir. Esas hedefi, gelişmekte olan işçi hareketini, yükseliş içinde olan anti-Amerikancı, anti-NATO’cu gençlik eylemlerini bastırmak ve ordu içindeki sol eğilimli subayları tasfiye etmek olan bu darbe, “sol gösterip sağ vuran” bir darbe olarak geçti Türkiye’nin siyasal tarihine. ABD’nin kontrol ve yönlendirmesi altında gerçekleşen 12 Mart darbesi, bir anlamda gelecekteki açık askeri-faşist darbenin de (12 Eylül 1980 darbesinin) bir ön hazırlığı mahiyetindeydi adeta. Nitekim on yıl sonra gerçekleşen 12 Eylül 1980 darbesi, yüksek komuta kademesindeki NATO güdümlü generallerin yukardan aşağıya emir-komuta zinciri içerisinde gerçekleştirdikleri, gerçekten açık faşist bir darbe oldu. Günümüzdeki gelişmeleri ve özellikle burjuva iktidar bloku içindeki çatışmaları doğru tahlil edebilmek bakımından, bu üçüncü darbenin gerçekleşme biçimine ve darbe öncesi süreçte gelişen koşullara biraz daha yakından bakmak gerekiyor.
    70’lerin sonlarına doğru derin bir ekonomik krizin içinde debelenmekte olan Türkiye kapitalizminde yapısal değişim ihtiyacı da kendini iyice dayatmış durumdaydı. Kendi içine kapanmış ve bir dış borç sarmalına dolanmış bulunan Türkiye kapitalizmi adeta önünü göremez bir durumdaydı. Üstelik böyle bir ortamda, bir yandan gelişen uzun süreli grevler, diğer yandan artan toplumsal hareketlilik ve tüm bunların sonucunda oluşan siyasal çalkantılar (ön devrimci durumlar), egemen sınıflara korkulu rüyalar gördürmeye başlamıştı. Bu kriz ortamında gerek uluslararası finans-kapitalin örgütleri (IMF, Dünya Bankası vb.), gerekse yerli büyük sermayenin örgütleri (TÜSİAD, TİSK vb.), harekete geçmeleri ve bir an önce önlem almaları konusunda hükümetlere baskı yapıyorlardı. Neticede, Demirel’in dışardan destekli azınlık hükümetinin iktidarda olduğu bir dönemde (1980), IMF patentli ekonomik önlemler programının (24 Ocak Kararları) uygulanması gündeme geldi. Bu program, basit bir ekonomik önlemler programından öte bir şeydi kuşkusuz. 24 Ocak kararlarını gündeme getirenler, Türkiye kapitalizminin uluslararası kapitalizmle bütünleşmesini sağlayacak yapısal dönüşümlerin de bir an önce gerçekleştirilmesini istiyorlardı. O nedenle de işin başına, ekonomiden anlayan, uluslararası finans kapitalin has adamı Turgut Özal’ı getirmişlerdi. Dünya Bankası uzmanlığı ve MESS başkanlığı yapmış bir işadamıydı Turgut Özal.
    24 Ocak kararları hiçbir dirençle karşılaşmaksızın kolayca uygulanabilecek kararlar değildi kuşkusuz. En başta da işçi sınıfı ve onun sendikal örgütlerinin bu kararların uygulanmasına şiddetli bir direnç gösterecekleri belli bir şeydi. Daha ilk günden itibaren işçi eylemleri ve grevler yaygınlaşmaya başladı. Durumun vahametini kavrayan egemen sınıf mensupları, vakit geçirmeksizin düğmeye basıp olağanüstü bir yönetimi işbaşına getirmek için kolları sıvadılar. TÜSİAD gibi işveren örgütleri gazetelere çarşaf çarşaf ilanlar vererek, “ ülkenin selameti ve devletin bekası” için orduyu göreve çağırıyorlardı. Bu davete icabet eden generaller, 12 Eylül 1980’de askeri-faşist bir darbeyle olağan burjuva rejimin işleyişine son verdiler ve parlamentoyu, partileri, sendikaları, kitle örgütlerini kapattılar. İktidara el koyan beş generalin aldığı ilk kararlardan birisi, darbeden önce ekonominin başında bulunan finans-kapitalin has adamı ve 24 Ocak kararlarının mimarı Turgut Özal’ı yeniden ekonominin dümenine geçirmek oldu.
    12 Eylül cuntası iktidarda kaldığı üç yıl boyunca uyguladığı faşist devlet terörü sayesinde, devrimci ve sosyalist örgütleri dağıtmış, emekçi sınıfların, gençliğin, aydınların, ezilen Kürt halkının örgütlü muhalefetini kan ve şiddetle bastırmış ve burjuva düzende gerici bir stabilizasyonu bu sayede sağlayabilmişti. 12 Eylül rejimi, burjuva düzeni belirli bir dönem için krizlerin toplumsal ve politik sonuçlarından, kargaşadan ve “devrim tehlikesinden” uzak tutmayı başarmıştı ama bu arada burjuva siyasal yapının çivisini de adamakıllı yerinden oynatmıştı. 12 Eylül askeri-faşist rejiminin burjuva parlamenter rejimde yol açtığı tahribatın boyutlarının ne denli büyük olduğu ise 1990’larda görülmeye başlanacaktı. 12 Eylül darbesinden sonra kapitalist düzenin istikrarlı denilebilecek tek dönemi, 1983-90 yılları arasındaki Özal dönemi olmuştu.
    12 Eylül rejiminin burjuva siyasal düzende yarattığı tahribatın boyutları öylesine geniş oldu ki, ANAP dışındaki tüm burjuva partiler (AP, CHP, MHP vb.) bu süreçten darmadağınık bir vaziyette çıktılar ve bir daha da o eski konumlarına asla dönemediler. Geçmişte yetişkin siyasal kadrolara ve toplumsal desteğe sahip bulunan bu burjuva partiler şimdi kendi içlerinde bölünmüş, eski güçlerini yitirmiş, kitle desteği bakımından erozyona uğramış durumdaydılar. 1990’lara girildiğinde ise, burjuva siyasal rejimin o bilinen eski istikrarsızlık dönemleri yeniden geri gelecekti. Üstelik aynı yıllarda, dünyada da önemli gelişmeler yaşanıyordu.

    1990’lı yıllarda dünyada yaşanan gelişmeler

    20. yüzyılın son on yılına tekabül eden 1990’lı yıllar, dünya ölçeğinde sonuçlar yaratacak önemli gelişmelerin ve değişimlerin yaşandığı yıllardı. On yıllar boyunca “reel sosyalizm”, “yaşayan sosyalizm” vb. gibi sıfatlarla nitelendirilmiş olan totaliter-bürokratik rejimler 1990’ların başında art arda çökmüş ve emperyalist-kapitalist sistem dünyada adeta rakipsiz bir güç haline gelmişti. Bu ani ve beklenmedik değişiklik, dünya kamuoyunda bir şaşkınlık yaratmakla kalmamış, geleceğe yönelik algı ve beklentilerde de derin yanılsamalara yol açmıştı. Bu dönemde burjuvazi uluslararası düzeyde etkili bir propaganda mekanizmasını işletmeye başlamıştı. Bu propagandada işlenen temel fikir şuydu: İki dünya sistemi (kapitalizm ile komünizm) arasında 1945’lerden beri süregelen Soğuk Savaş sona erdiğine ve “sosyalist” denen ülkeler de sonunda kapitalist sisteme dâhil olduklarına göre, artık sonsuz bir barış dönemi açılıyordu insanlığın önünde! ABD ve AB gibi büyük emperyalist güçlerin öncülüğünde “yeni bir dünya düzeni” kurulmaktaydı ve bu küresel düzende artık savaşlara da ideolojilerin çatışmasına da yer olmayacaktı! Dünyanın bütünleşmesini engelleyen tarihi engel (komünizm) ortadan kalktığına göre, kapitalizm ve onun sihirli eli “serbest piyasa”, sonsuza dek uyum içinde yaşayacak “çelişkisiz bir dünya düzeni” yaratabilecekti nihayet!
    Uluslararası burjuvazinin yoğun bir şekilde işlettiği bu propaganda mekanizması, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de etkisini göstermişti. Burjuva ideolojisinin hizmetindeki iktisatçıların, sol ve sağ liberal aydınların, akademisyenlerin parlatıp piyasaya sürdükleri “yeni dünya düzeni”, “serbest piyasa”, “liberalizm”, “bireycilik”, “rekabetçilik”, “yarışmacılık” vb. gibi cezbedici kavramlar, genç kuşaklar arasında da yükselen değerler haline gelmişti.
    Ne var ki, 90’ların başında şişirilen bu emperyalist balonun etkisi çok uzun sürmeyecekti. Zira burjuva ideologların iddialarının aksine, SSCB’nin ve ona bağlı “sosyalist” blokun çökmesi ve emperyalist-kapitalist sistemin dünyada rakipsiz bir güç haline gelmesi, ne dünyayı ekonomik krizlerin olmadığı “refah dolu bir dünya” yapabilmişti ne de ideolojilerin ve çatışmaların son bulduğu savaşsız, barış dolu bir dünya! Aksine, emperyalizmin mutlak egemenliği altında gelişen bu yeni dönem, çatışmaların, savaşların ve sınıf mücadelelerinin dünya ölçeğinde yaygınlaştığı yeni bir tarihsel sürecin başlangıcı olacaktı. Nitekim bunun ilk çarpıcı göstergesi, rakipsiz kalan emperyalist-kapitalist sistemin çelişkilerinin içte yoğunlaşması ve bunun sonucunda emperyalist güçler arasındaki hegemonya yarışının alabildiğine kızışması oldu. Ve zaman ilerledikçe, bu emperyalist hegemonya yarışının her an bir emperyalist paylaşım savaşına dönüşme riski taşıdığı da daha net bir şekilde ortaya çıkmaya başladı. Nitekim “sosyalist” blokun çöküşünün üzerinden daha beş yıl bile geçmemişken, emperyalist-kapitalist güçler yeni nüfuz alanları elde etmek ve hegemonya yarışında geriye düşmemek için kendi aralarında kıyasıya bir yarışın ve çekişmenin içine girdiler. Bu kıyıcı yarış ortamı, emperyalist güçler arasında yeni bloklaşmaları da gündeme getirdi ve bölgesel düzeyde yeni hegemonya alanları oluşturma girişimlerini hızlandırdı. Bunun bir sonucu olarak, 90’lı yıllar boyunca Balkanlar’da, Kafkasya’da, Ortadoğu’da, Asya ve Afrika’nın çeşitli bölgelerinde, arkasında emperyalist güçlerin doğrudan kışkırtmalarının bulunduğu “ulusal çatışmalar” görünümünde kanlı boğazlaşmalar yaşanmaya başlandı. Soğuk Savaş döneminde kurulan blokların, iktisadi-siyasi-askeri ittifakların aynen devam etmesinin mümkün olmadığı açıkça görülüyordu. Nitekim eski “dostlar”, şimdi çatışan taraflar haline gelmişlerdi. Kapitalist tekeller ve kapitalist devletler, şimdiden yeni saflaşmaların içine girmiş durumdaydılar.

    Türkiye kapitalizminin yapısal krizi ve büyük sermayenin emperyalistleşme ihtiyacı

    Bu “yeni dünya düzeni” koşullarında, Türkiye’nin egemenleri de bir seçim yapma zorunluluğuyla yüz yüze gelmiş bulunuyorlardı. Türkiye kendi içine kapanık kapitalist bir ülke olarak mı yoluna devam edecek, yoksa dışa açılmanın, uluslararası sermayeyle (örneğin Avrupa sermayesiyle) daha ileri düzeyde entegrasyona gitmenin ve AB sürecine katılmanın yollarını mı arayacaktı? Burjuva hükümetlerin ve büyük sermaye çevrelerinin cevaplamaları gereken esaslı bir soruydu bu. Aslında büyük sermaye çevreleri ve TÜSİAD gibi işveren örgütleri, bu konudaki eğilimlerini daha Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde ortaya koymuşlardı. 21. yüzyılın eşiğinde, uluslararası kapitalizmden yalıtılmış ve kendi içine kapanmış bir “ulusal” kapitalizm düşünün imkânsızlığının bilincinde olan TÜSİAD, 90’lardan itibaren uluslararası koşullarda meydana gelen tarihsel önemdeki değişikliklerden ve ülke içinde yaşanan ekonomik, politik istikrarsızlıkların ortaya koyduğu tablodan kendi hesabına gerekli sonuçları çıkarmış ve tercihini açık bir şekilde AB’den yana (yani Avrupa sermayesiyle entegrasyondan yana) yapmıştı.
    Fakat 1990’lı yıllara girildiğinde Özal artık iktidarda değildi. O şimdi cumhurbaşkanıydı ve partisi (ANAP) üzerindeki etkisini de büyük ölçüde yitirmiş durumdaydı. Öte yandan, burjuva siyasal rejimde kararsızlık ve istikrarsızlık dönemleri de yeniden başlamıştı. Özal’ın cumhurbaşkanı olduğu dönemde kurulan burjuva koalisyon hükümetleri, ne AB ve demokratikleşme konusunda ne de Kürt ve Kıbrıs sorunlarının çözümü konusunda elle tutulur bir adım atabiliyorlardı. Mevcut burjuva partileri böyle tutuk davranmaya iten en önemli etken ise, Kürt sorununun çözümü konusunda adım atmaya cesaret edememeleriydi kuşkusuz! Resmi devlet politikalarının ve bu politikalar doğrultusunda yayın yapan burjuva medya organlarının yıllardan beri topluma pompaladığı şoven-milliyetçi duygular, sonunda Kürt sorununun çözümü konusunda partilerin önüne dikilen en büyük engel haline gelmişti!
    Fakat, büyük sermayenin sözcüsü TÜSİAD o tarihte de Türkiye’de demokratik dönüşümlerin yapılmasını ısrarla savunuyor ve bu bağlamda 12 Eylül rejiminin uzantısı konumunda olan mevcut burjuva siyasal yapının değişmesini, 12 Eylül Anayasası yerine yeni ve daha demokratik bir Anayasa’nın yapılmasını, Kürt sorununun ve Kıbrıs sorununun çözümü için barışçı girişimlerde bulunulmasını ısrarla istiyor ve bu konuda uzmanlarına hazırlattığı raporları kamuoyu ile paylaşıyordu. Aynı dönemde cumhurbaşkanı Turgut Özal da Kürt sorununun çözümü konusunda çalışmalar yapıyor ve danışmanlarına raporlar hazırlatıyordu. Tüm bu gelişmeler, burjuvazinin uzak görüşlü temsilcilerinin tercihinin AB’yle bütünleşmekten yana olduğunu açıkça ortaya koymaktaydı. İşte burjuva iktidar bloku içinde nicedir sürmekte olan çatışma da tam bu dönemeçte sertleşecekti.
    İlk esaslı çatışma, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine karşı devlet politikasının belirlenmesi (savaşın durdurularak bir barış sürecinin başlatılması, ya da inkârcılığa dayalı bir savaş siyasetinin aynen devam ettirilmesi) noktasında patlak verecekti. Daha sonra ise, AB ile ilişkiler kapsamında “demokratikleşme” programının uygulanması tartışmalarında, laiklik tartışmalarında, Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin tartışmalarda yaşanacaktı aynı çatışma. Özellikle Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi üzerine yürüyen tartışmalarda, bu ülkede şoven Türk milliyetçiliğinin yalnızca faşist MHP ile sınırlı olmadığı, aksine bütün burjuva partilerde (dincisinden muhafazakârına, liberalinden “sosyal demokratına”) ve hatta ulusalcı küçük-burjuva “sosyalist” hareketlerin içinde de “yeterli miktarda” var olduğu çok açık bir biçimde görüldü. Bu şovenizm dalgası daha sonra Kıbrıs patırtısında da sergilenecekti sağlı-sollu “ulusalcı” güçler tarafından! Öte yandan, devlet yönetiminde 12 Eylül rejiminin perçinlediği statükocu yapılara ve bu yapılara dört elle sarılmış bulunan burjuvazinin tutucu fraksiyonlarına (en başta da Kemalist askeri bürokrasiye) yeni dönemin gereklerini benimsetmenin hiç de kolay olmayacağı kısa zamanda ortaya çıkacak ve burjuva iktidar bloku içinde bu konularda derin bir çatlak oluşacaktı.
    İşte tam da bu noktada, barışçı çözüm arayışlarının önünü kesecek gelişmeler yaşanmaya başlanmıştı Türkiye’de. Burjuva devletin içinde Gladio ya da Ergenekon diye adlandırılan derin yapıların kanlı eylemleri devreye girmiş ve barışçı çözüm arayışları içinde olanlara “hadleri” bildirilmişti! 1993 yılındaki gelişmeler ve aynı yıl içinde art arda gelen suikast haberleri, bazı gerçeklerin ortaya çıkması bakımından son derece anlamlıydı. Türk egemen sınıfının kendi içinde bile yaşanmış olsa, bu topraklarda iktidar kavgasının ne denli kanlı geçtiği, bu suikastlarla bir kez daha gözler önüne serilmiş oluyordu. 1993 yılının Ocak ayında Uğur Mumcu’nun suikasta uğraması, Şubat ayında Adnan Kahveci’nin “şüpheli” ölümü, ardından aynı ay içinde Eşref Bitlis’in uçağının düşmesi, Nisan ayında ise Özal’ın “şüpheli” ölümü! Yaşamlarını yitiren tüm bu şahsiyetlerin ortak noktası ise, hepsinin de Kürt sorunu üzerinde barışçı bir çözüm yolu bulmak ve savaşı durdurmak için çalışma yapıyor olmalarıydı. Evet, Kürt sorunu, egemen burjuva sınıfını bile kendi içinde “kanlı” bir şekilde ayrıştıran bir sorun haline gelmişti. Çözümsüzlük sürdüğü sürece de bu böyle devam edecekti.
    Burjuva siyasal rejimin kriz içinde olduğu bu 90’lı yıllarda, burjuva devlet aygıtı içindeki yozlaşma ve çürüme de görülmedik boyutlara ulaştı. Düzeltilmediği takdirde, burjuva düzenin tüm kurumlarında derin bir kaosun ve çöküntünün yaşanması kaçınılmaz gibi görünüyordu. Nitekim 90’lardan itibaren yaşanmaya başlanan ve 2001 yılındaki mali krizle birlikte iyice açığa çıkan banka skandalları, uluslararası plana taşan yolsuzluklar, devlet yönetiminin her kademesinde olağan hale gelmiş rüşvet mekanizması, kirli mafya-devlet ilişkilerinin had safhalara ulaşması ve bunun sonucunda devlet içindeki çeteleşmelerin ortalığa saçılması vb. Tüm bu gelişmeler, burjuva düzen açısından tehlikeli bir kaosa işaret ediyordu kuşkusuz. Yaşanan ekonomik ve siyasal krizi dışa açılarak, hatta emperyalistleşerek aşmak isteyen burjuva kesim ile geleneksel içe kapanmacı-statükocu kesim arasındaki çatışma giderek büyüyor ve derinleşiyordu.
    Büyük sermaye kesiminin örgütü TÜSİAD, statükoya teslim olan ve süreç içinde kitle desteğini de iyice yitirmiş bulunan laik ve modern görünümlü burjuva partilerden iyice umudunu kesmişti. O nedenle de bu partilere (ANAP, Doğru Yol, MHP, DSP, CHP) alternatif olabilecek yeni bir burjuva siyasal parti oluşumunun arayışı içindeydi. TÜSİAD bunun için bizzat kendisi bir parti girişiminde de bulunmuş, fakat bu proje yürümemişti. TÜSİAD’ın genç başkanı Cem Boyner’in, sol liberal aydınlarla birlikte oluşturduğu Avrupa sosyal demokrasisi benzeri Yeni Demokrasi Hareketi girişimi de başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Oysa Türkiye’yi çok daha iyi tanıyan ve çok daha iyi etüt etmiş olan ABD uzmanları, Avrupai görünümlü sosyal demokrat bir partinin değil, halkın desteğini alabilecek ılımlı İslami görüşlere sahip bir burjuva partinin daha başarılı olacağını düşünüyorlardı ve bunda da yanılmamışlardı. Nitekim böyle bir partinin siyaset sahnesine çıkması için çok beklemek zorunda kalmayacaktı değişim yanlısı AB’ci sermaye kesimleri. TÜSİAD’ın ve büyük sermaye kesimlerinin de onay vereceği böyle bir parti, sonunda beklenmedik bir kaynaktan, Milli Görüş’ün içinden zuhur etmişti 2001 yılında.
    Kendisi de otoriter-statükocu laik devlet anlayışından mustarip olan ve siyasal varlığını bu devlete kabul ettirebilmek için gene de bir “meşruiyet” savaşı vermek zorunda kalacak olan bu parti AKP idi. AKP Milli Görüş’ten kopan ve kendilerini hem liberal hem de muhafazakâr-demokrat olarak tanımlayan “mütedeyyin” siyasi kadroların kurduğu yeni bir partiydi. Öyle anlaşılıyordu ki, bu parti hem burjuvazinin önemli bir kesiminden hem de ABD’den icazet alabilecek şekilde dizayn edilmişti! Sonunda, denize düşen yılana sarılır misali, laik kesimden umduğunu bulamayan TÜSİAD da AKP’nin meşruiyet kazanması için el altından destek verecekti bu partiye.

    AKP’nin iktidara gelişine Kemalist bürokrasinin ve ulusalcı solun canhıraş tepkisi

    İslâmî ideolojiyi benimsediği ve muhafazakârlık temelinde bir siyasal kimliğe sahip olduğu bilinen bir partinin, 2002 yılında beklenmedik bir seçim zaferi kazanarak tek başına iktidar olması, “laik burjuva cumhuriyet” rejiminin tüm siyasal dengelerini altüst etmişti. Kendilerini laik cumhuriyet rejiminin gerçek sahipleri olarak gören ve gelen giden tüm burjuva hükümetler üzerinde vesayetçi konumlarını sürdürmeye alışmış olan geleneksel bürokratik elitler (askeriyenin, idarenin, yargının, üniversitenin vb. yüksek makamlarını işgal eden “seçkin” zevat), AKP’nin iktidar oluşuna anında tepki göstermiş ve çatışmacı bir tutum içine girmişlerdi. Kemalist cumhuriyet rejiminde merkezi otoriteyi sadece kendilerinin temsil ettiğine ve bu nedenle de herkesten üstün bir konumda olduklarına kendilerini inandırmış olan bu seçkin zevata göre, AKP’nin iktidara gelmesi, Türkiye’de tarihsel bir kavganın yeniden başlamış olduğu anlamına geliyordu! Onlara göre bu tarihsel kavga, AKP’nin temsil ettiği “gerici, dinci-şeriatçı, çağdışı” güçler ile Kemalizmin temsil ettiği “modern, çağdaş, laik, cumhuriyetçi” güçler arasındaydı! Nereden bakarsak bakalım bu tutum, yaşanan gelişmelerin gerçek sınıfsal içeriğini ve nedenlerini gözlerden gizleyen ve olayları salt kendi ideolojik bakış açısıyla gerekçelendirip açıklayarak kamuoyunu aldatmaya çalışan tam bir siyasal manipülasyondu.
    Bu süreçte başta geleneksel devlet partisi CHP olmak üzere, Kemalizmin ideolojik etkisinden yakasını bir türlü kurtaramamış olan geleneksel küçük-burjuva “sol” ve “sosyalist” çevreler de sivil-asker yüksek bürokrasinin yanında saf tutarak bu manipülasyona iştirak ettiler. Böylece salt AKP’ye duyulan alerji temelinde yeni bir siyasal blok oluşuyordu burjuva siyasal arenada. Bu yeni siyasal blok, yaşanan durumu tıpkı asker-sivil yüksek bürokrasinin algıladığı gibi algılıyor ve herkesin de öyle algılamasını istiyordu. Bunun için büyük gayret gösteriyor, büyük organizasyonlara (cumhuriyet mitingleri, bayrak mitingleri vb. gibi) girişiyordu. Bunların gözünde AKP ve onu destekleyen seçmen kitlesi, sanki bu toplumda daha önce hiç var olmamış da AKP’nin iktidara gelişiyle birlikte birden zuhur etmişti! Kendilerini “sıradan” halkın dışında ve üstünde görmeye pek alışmış olan bu burjuva ve küçük-burjuva “modernlerin” değer yargısına bakılacak olursa, AKP’nin seçmen kitlesini oluşturan yığınlar, zaman bakımından günümüze ait olmayan, “çağdışı” bir güruhtu sanki. Sözü edilen bu insanların da Türkiye halkının bir parçası oldukları ve çeşitli sınıflara mensup bulundukları görmezden geliniyordu adeta. Laikçi modernlerin gözünde bu insanlar, başka bir gezegenden gelen ve bizim “modern toplumumuza” yabancı olan “garip” yaratıklardı. Bu laikçi modernlerimize göre AKP, diğer burjuva partiler gibi bir parti olmayıp, ortaçağ kafasındaki “ilkel” insanların oluşturduğu “mürteci” bir partiydi. Dolayısıyla, bunlara göre AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından itibaren Türkiye’de bir “karşı-devrim süreci” yaşanmaktaydı ve toplum bu temelde tam ortasından ikiye bölünmüş durumdaydı.
    Kendi halkını değerlendirme ya da tanıma konusunda mantığı bu denli çarpılmış olanlar, AKP’nin iktidara gelişinden sonra birden tutum değiştirmiş ve yıllarca karşı çıkar göründükleri şeyleri, örneğin ordunun siyasete müdahalesini ve 12 Eylül Anayasasının getirdiği kimi kurumları bile savunur hale gelmişlerdi şimdi! Bu çarpılmış mantıklarının doğal bir sonucu olarak da, 12 Eylül Anayasası’nın dizayn ettiği askersel ve yargısal bürokratik vesayet sistemini ve bu sistemi ilelebet yaşatmak için darbeler tezgâhlayan generallerin eylemlerini de meşru ve mubah sayıyorlardı artık.
    Cumhuriyeti yalnızca kendilerinin savunduğuna ve çağdaş-modern yaşamı yalnızca kendilerinin temsil ettiğine ciddi ciddi kendilerini inandırmış olan Kemalist cumhuriyetçiler, tüm gayretlerine rağmen gene de halkın çoğunluğunu AKP karşıtlığı temelinde kendi saflarına çekmeyi başaramadılar. Oysa onların başaramadığını, “çağdışı, ilkel, dinci” vb. diye küçümsedikleri AKP rahatlıkla başarabildi. Kendilerini laik, modern ve de pek ilerici addeden bu kesimler, bunun neden böyle olduğunu ve kendilerinin nerede yanıldığını bir kez olsun durup düşünmediler. Oysa durum o kadar karmaşık değildi. Biraz nesnel bakabilseler, AKP’nin başarısının hiç de şaşırtıcı olmadığını görebilirlerdi. Bir kere AKP iktidara gelir gelmez, büyük kitleleri ilgilendiren ama statükocu-bürokratik devletin yıllardan beri çözümsüzlüğe terk etmiş olduğu pek çok soruna el atarak başlamıştı işe. AKP bu süreçte halkın hoşuna gidecek icraatları hızlı bir şekilde yaptığı için, geniş bir halk kesiminin desteğini arkasına almıştı. AKP bu desteği dinci, İslamcı bir çizgi izlediği için değil, halkın demokrasi ve değişim istemlerine göz kırptığı ve yerine getirme sözü verdiği için kazandı. Kendisi muhafazakâr bir parti olmasına karşın, geniş kitle desteği edinebilmek için liberal-demokrat bir görünüm sergiledi ve hem kendi çıkarı o yönde olduğu için, hem de geniş kitlelerin eğiliminin o yönde olduğunu bildiği için AB yanlısı bir tutum takınmaya özen gösterdi. Nitekim AKP’nin izlediği bu siyasal çizgi, onun iktidardaki konumunu her geçen gün biraz daha sağlamlaştırdı.
    Öte yandan AKP, sosyo-ekonomik alanda attığı iyileştirici adımlarla kendi seçmen kitlesinin sosyo-kültürel dönüşümünü de sağladı. AKP hükümeti bu süreçte Türkiye’nin kapitalist modernleşmesi yönünde yoğun bir çaba harcadı. Otoyollar, hızlı tren projeleri, ileri teknolojili yatırımlar, herkesi ev sahibi yapma propagandasıyla başlatılan TOKİ projeleri bu dönemde uygulamaya konuldu. Aslında tüm bu yatırımlar ve özellikle inşaat sektörüne yapılan yatırımlardaki muazzam artış, kapitalist ekonominin diğer sektörlerinde de büyük bir canlanma yaratarak sermaye birikimi sürecini hızlandırdı. Bu da bir bütün olarak kapitalist ekonomideki büyüme trendini yükseltti. Bu gelişmeler, kapitalist ekonominin eskiyle kıyaslanamayacak ölçüde modernleşmesi anlamına da geliyordu kuşkusuz.
    Kırsal kesimden kente göçmüş, varoşlara yerleşmiş ve genellikle dinsel ağırlıklı eğitim almış orta ve alt gelir grubundan halk kesimleri bu süreçte kent yaşamına, dolayısıyla kapitalist tüketim çemberine daha fazla katılmaya ve kamusal alanda daha fazla görünür hale gelmeye başladılar. Kırsal kesimden kente gelen göç dalgaları, eski geleneklerin çözülmesini de beraberinde getirdi kuşkusuz. Bu kitleler temelde dindar ve muhafazakârdılar ama şimdi daha eğitimli, daha modern hale gelebilmenin imkânlarına kavuşmuş hissetmeye başladılar kendilerini. AKP bu halk kitleleri arasındaki çalışmalarında kuşkusuz İslami referanslarla konuştu ve Müslümanlığa dayalı bir siyasal kültür inşa etmeye çalıştı. Ama aynı zamanda, eski kırsal kesim dindarı olan bu kitleleri daha modernleştirici, daha kentlileştirici bir işlev de yerine getirdi. Ayrıca söylemleriyle ve yürüttüğü propaganda çalışmalarıyla, bu büyük kitlenin gelecek umudunu da her daim canlı tutmayı ve bir bakıma onlara yoksulluklarını unutturmayı başardı. AKP’nin her geçen gün kitle desteğini arttırmasının ve iktidarını bu kadar uzun süre koruyabilmesinin temel nedeni, büyük göç kitleleriyle kentsel ortamda kurduğu bu sağlam ittifaktır kuşkusuz! Kentin tahsilli, laik ve modern küçük-burjuvalarını (beyaz Türk denen kesimi) asıl irrite eden de budur işte. AKP’yi destekleyen dindar “aşağı tabakaların” modernleşerek kamu hayatına katılmalarını ve ortalıkta daha fazla görünür hale gelmelerini hazmedemediler bu “modern” beyaz Türkler. Onlar bu durumu “kendi mahallelerine bir tecavüz” olarak algıladılar ve kendilerini bu hissiyattan bir türlü kurtaramadılar.
    2007 seçimlerinden de büyük bir zaferle çıkan ve iktidar koltuğuna daha emin bir şekilde yerleşen AKP, o güne kadar kendilerini hep seçilmişlerin üstünde gören ve darbe tehditleriyle siyasileri her zaman hizaya getirmiş olan o “anlı şanlı” generallerden ve ellerindeki yargı kılıcını AKP’nin tepesinde sallandırarak onu sindirmeye çalışan burnundan kıl aldırmaz yargı bürokrasisinden hesap sormaya girişti. AKP bu aşamadan itibaren darbe girişimlerini soruşturmaya, darbeci generaller hakkında peş peşe davalar açtırmaya başladı. Önce 2008 yılında Ergenekon ve ardından 2010 yılında Balyoz darbe planı davaları açıldı. Davalarla ilgili olarak pek çok emekli general ve muvazzaf subay tutuklandı. AKP’nin bu davaları açtırmaktaki maksadı, sonuna kadar gidip devletin işlediği insanlık suçlarını açığa çıkarmak ya da onun kanlı, kirli geçmişiyle bir hesaplaşmaya girişmek değildi elbette. AKP’nin bu davaları açtırmaktaki asıl amacı, sadece kendine yönelik darbe girişimlerini açığa çıkartmak, darbecilerin burnunu sürtmek ve ibret olsun diye onları cezalandırarak diğer darbe niyetlilerine de gözdağı vermekti. Nitekim davaların daha sonraki seyri de bunu açıklıkla gösterecekti. Açılan Ergenekon dava dosyasında ne faili meçhul cinayetlerle, ne köy yakmalarla, ne JİTEM’le, ne suikastlarla ilgili bir soruşturma bilgisine rastlandı! Açık ki, AKP’nin böyle derinlemesine bir hesaplaşmaya niyeti yoktur ve hiçbir zaman da olmayacaktır. Çünkü bu devlet, ilerde daha geniş değineceğimiz gibi, bir burjuva partisi olan AKP’nin de devletidir ve yayılmacı emelleri için AKP’nin bu devlete de onun generallerine de şiddetle ihtiyacı vardır.

    http://marksisttutum.org/ulus_devletten_emperyalistlesen_ulus_devlete_ve_akp_1.htm

  42. Ulus-Devletten Emperyalistleşen Ulus-Devlete ve AKP /2
    Mehmet Sinan

    AKP’nin tercihlerini dinciliği değil kapitalistliği belirler

    AKP 2007’deki seçim başarısından sonra, 2011’de yapılan milletvekili genel seçimlerinde de yüzde 50 oy alarak, kendisine yönelen büyük seçmen kitlesinin desteğinin artarak devam ettiğini kanıtladı. AKP’nin bu seçim başarısından sonra yalnızca üst düzey TSK mensupları ve yargı bürokrasisi değil, onların yanında saf tutmuş olan sivil burjuva siyasetçiler ve Kemalist “solcu” aydınlar da şaşkınlık içine düştüler. Bu cenahta yer alan orta sınıf mensubu kimi “seçkin” bay ve bayanlar, seçim sonuçlarını gördükten sonra iyice zırvalamaya başladı. İçlerinden bazıları “AKP gibi gerici, şeriatçı bir partiyi destekleyen bu cahil halkla bizim oyumuz nasıl bir tutulur ve eşit sayılır” diyerek hayretlerini dile getirdiler. Bunların yanı sıra, ideolojik ve siyasal açıdan sınıf pusulası iyice şaşmış olan ve bu bakımdan tarihsel gerçekleri görme yetisini yitirmiş bulunan küçük-burjuva ulusalcı sosyalistlerin durumu da pek iç açıcı değildi. Bunların “ne olursa olsun bugün esas olan AKP’ye karşı olmaktır” diyerekten Kemalist askeri bürokrasinin yanında saf tutar bir pozisyon almaları, AKP’nin değirmenine su taşımaktan başka bir işe yaramadı. Çünkü halk nezdinde, AKP demokrasiyi bunlar ise darbecileri savunur bir pozisyona düşürmüşlerdi kendilerini. Ayrıca yaşanan olayları hem tarihsel hem de güncel bağlamda sınıfsal temeline oturtarak değerlendiremedikleri ve hep düzen içi bir muhalefet partisi edasıyla konuştukları için, sonunda AKP karşıtı burjuva muhalif partilerden bir farkları kalmadı kamuoyu nezdinde.
    Bizler Marksist Tutum sitesinde yer alan yazılarımızda gelişmeleri hep tarihsel bir perspektif içinde ele alıp değerlendirmeye ve sonuçlar çıkarmaya çalıştık. Burjuva rejimin içinde bulunduğu durumu, gelişen somut siyasal olayları ve bu bağlamda AKP’nin kuruluşunu ve iktidara geliş sürecini sınıfsal açıdan bir tahlile tâbi tuttuk ve anlattık. Amacımız, mevcut gelişmeler hakkında sınıfımızı doğru bilgilendirmek ve önümüzde uzanan sınıf mücadelesi sürecine doğru bir siyasal perspektifle hazırlanabilmekti kuşkusuz. Marksist Tutum sitesinde yer alan yazılarımızda bu konudaki görüşlerimizi açık bir şekilde ortaya koyduk. Özetle şu tahlilleri yaptık:
    AKP’nin 2002 yılında iktidara gelişiyle birlikte burjuva siyasal rejimde patlak veren kavga, ne bir ilerici-gerici kavgasıdır ne de bir laik-dinci kavgası. Ama öte yandan bu kavga, AB’ci sol liberallerin büyük bir gayretkeşlikle göstermek istedikleri gibi, AKP’nin AB’ye katılma doğrultusunda verdiği, geri dönüşsüz bir demokrasi kavgası da değildir. Hayır, bize göre bu kavga birinci olarak, modern kapitalizm koşullarında egemen sınıf içinde patlak veren ve özü bakımından da sınıfsal olan bir kavgadır. İkinci olarak ise bu kavga, burjuvazi içinde tarihsel kökleri gerilere uzanan bir kavgadır. Ama hem tarihsel hem de güncel bakımdan sınıfsal olan bu kavga, karşıt sınıflar arasında değil de aynı sınıf içinde geçtiği ve tarafların ideolojik bombardımanı altında kamuoyunun kafası iyice karıştığı için, sınıfsal özünün görülmesi bir hayli zorlaşmış bir kavgadır. Bu kavganın tarafları aynı egemen burjuva sınıfı içinde yer almakla birlikte, farklı görüş ve eğilimleri temsil etmektedirler. Hiç kuşku yok ki bu çatışmada taraf olan her iki burjuva kesimin de siyasal hedefi, burjuva devletin zirvesinde ve yönetim mekanizmalarında üstün bir konum elde etmektir. Türkiye gibi ülkelerde bunun anlaşılır bir nedeni de vardır. Tarihi kökleri Osmanlı’ya, dolayısıyla Asyatik-despotik bir geçmişe uzanan bir ülkenin devlet yönetiminde siyasal hegemonya sahibi olmak demek, o devletin sahip olduğu muazzam ekonomik olanaklardan rakipleri aleyhine alabildiğine yararlanma ayrıcalığını elde etmek anlamına gelir aynı zamanda.
    Öte yandan, özü sınıfsal olan bu kavganın, sonuçları bakımından burjuva demokrasisini genişletici dolaylı etkileri de olacaktır elbette. Çünkü bu kavganın taraflarından biri olan AKP ve onu destekleyen İslami burjuva kesimler, kendi meşruiyetlerini askeri vesayet altındaki devlet aygıtlarına kabul ettirebilmek için, önlerine dikilen anti-demokratik engellere ve bu engelleri onların önüne diken statükocu devlet güçlerine karşı çetin bir mücadele vermek zorunda kalacaklardır. Bu kavgada burjuva demokrasisine daha fazla ihtiyaç duyacak olan kesimin AKP olduğu açıktır. Nitekim AKP’nin iktidara gelir gelmez, sırf kendi meşruiyetini güvence altına alabilmek için, AB kriterleri kapsamında giriştiği demokratik reformlar da bunu göstermektedir.
    Evet, AKP’nin iktidara gelişiyle ilgili olarak kaleme aldığımız yazılar özetle bu temel analiz üzerine oturuyordu. Ve tabii bir de buna tarihsel arka planla ilgili yaptığımız özet değerlendirmeleri ilave etmek gerekir ki, o da şöyledir:
    Osmanlı’da siyasetin de ekonominin de merkezinde devletlû bürokrasi oturmaktaydı. Çünkü Osmanlı’da siyaset de ekonomi de devletin tekelindeydi. Batı ile ilişkiler de yalnızca bürokrasi üzerinden yürüyordu. Osmanlı’da merkezin dışında kalan geniş halk kesimi (reaya) ise sistemin çeperlerine itilmiş durumdaydı. Merkezden her zaman uzak tutulmuş olan bu çevresel sosyal gücün kentlerde yaşayan kesimleri ise genellikle kendi içine kapanıktılar ve dinsel cemaatlerde, tarikatlarda örgütlenmiş durumdaydılar. Cumhuriyet kurulduğunda da merkez-çevre ilişkilerinde bu anlamda çok büyük bir değişiklik olmadı. Gerçi cumhuriyet döneminde Türkiye gelişmesini kapitalizm yönünde sürdürdü ama ekonomide ağırlık uzun yıllar boyunca hep devlet sektöründe kaldı. Dolayısıyla, Osmanlı’da olduğu gibi cumhuriyet döneminde de bürokrasi hem siyasetin merkezinde yer aldı, hem de ekonomik kararları merkezi düzeyde etkileme gücüne o sahip oldu. Cumhuriyetle birlikte gelişen ilk dönem burjuvazisi ise, daha baştan kurucu bürokrasiye biat ettiği ve gelişmesini onunla birlikte sürdürdüğü için, merkezi düzeyde iktidarı bürokrasiyle paylaşmaya razı oldu. Nitekim bu cumhuriyet burjuvalarının ilk örneği, devlet ihaleleriyle büyüyen ve aynı zamanda devlet partisi CHP’nin de üyesi olan Vehbi Koç’tur. Daha sonra bu sürece, kapitalizm geliştikçe başka sermayedarlar da katıldı. İstanbul, İzmir, Adana, Çukurova menşeli olan bu ilk dönem cumhuriyet burjuvaları, merkezi bürokrasiyle olan ittifaklarını hep sürdürdüler.
    Kapitalizm geliştikçe bu burjuvalar da geliştiler ve 70’lerden itibaren tekelciliğe, holdingciliğe yükseldiler. Bunların hepsi de biçimsel olarak Atatürkçü idiler ve de Batıcı, modern, laik sermayeyi temsil ediyorlardı. Türkiye’nin Batı’yla (ABD ve Avrupa’yla) ilişkileri bürokrasinin yanı sıra bunlar üzerinden de yürüdü. Batı ile ekonomik ortaklıkların gelişmesinde öncülüğü gene Koç grubu yapmıştı; ardından bu kervana Sabancı, Eczacıbaşı gibi büyüyen sermaye grupları da katıldı. Neticede Türkiye kapitalizminin merkezini bu sermaye gruplarına dahil burjuvalar işgal ettiler ve çevresel düzeyde kalan daha küçük sermayedarların merkeze doğru ilerlemelerine uzun yıllar fırsat tanımadılar. Taşra sermayesinin merkeze katılabilmesi için, önce bir dönüşüm geçirmesi gerekiyordu çünkü. Taşra sermayesinin ya da burjuvazisinin dönüşüm geçirebileceği yerlerin adresi de belliydi: 1960’lardan itibaren bu adres, Batıcı, modern, laik sermaye kesimlerinin içinde yer aldıkları AP ve CHP gibi “modern” burjuva partileri oldu. 1970’lerden itibaren çevresel sermayeye dayanarak bu kuralı delmeye çalışan partiler de olmadı değil elbette. Örneğin Milli Nizam, Milli Selamet gibi Milli Görüş çizgisinde kurulan partiler bunu denemişlerdi. Ama bu partiler tırmandıkları yerlerden alaşağı edilerek her seferinde merkezin dışına itildiler. Askeri bürokrasi ve geleneksel burjuva koalisyonu bunların merkezde kalıcı olmalarına izin vermedi. Ve neticede bu durum 2000’lere kadar da hep böyle devam edip geldi.
    2000 yılının başından itibaren ise muazzam bir hareketlenme yaşanmaya başlandı burjuva siyasal yelpazede. Bu hareketlenmenin yönü, çevreden merkeze doğruydu elbette. Cumhuriyet kurulduğundan beri böylesine sarsıcı ve dengeleri altüst edici bir “yer değiştirme” olayı daha önce hiç yaşanmamıştı Türkiye ekonomisinde ve siyasetinde. Geçmişte siyasetin ve ekonominin merkezinden hem kendileri uzak durmuş, hem de merkezi otorite (Kemalist bürokrasi) tarafından uzak tutulmuş olan dindar çevreler, 90’lardan itibaren müthiş bir atak yaparak görünür kıldılar kendilerini. Sosyo-kültürel bakımdan yıllarca içine kapanık bir yaşam sürdüren ve kamusal alandan uzak duran bu çevreleri birden bire harekete geçiren temel etmenler nelerdi acaba? Bizce en önemli etmen, bu kesimlerin maddi açıdan güçlenmeleri ve kapitalist üretim sürecinin önemli bir sermaye gücünü oluşturur hale gelmeleriydi. Merkezi otorite karşısında uzun bir dönem zorunlu bir korunma ve güç toplama güdüsüyle hareket eden bu çevresel sermaye grupları, aynı zamanda dinsel cemaatler içinde ve etrafında da örgütlenerek kendi birlikteliklerini oluşturdular.
    Bu cemaatlerin içinde 80’lerden itibaren öne çıkan grup Gülen cemaati oldu. Bu cemaat bazı sermaye çevrelerini hem inanç temelinde bir araya getirmeyi, hem de onlarla birlikte yaygın ve planlı bir örgütlenmeyi gerçekleştirmeyi başardı. Bu “cemaatleşmiş sermaye” kesiminin başarı öyküsünde göze çarpan en önemli yön, eğitime verdiği önemdir. Gülen cemaati Türkiye’nin her il ve ilçesinde, hatta Türkiye sınırları dışında da geniş bir eğitim ağı örgütlemeyi başarmış bir cemaattir. Dolayısıyla, bu eğitim ağı içerisinde hem kendi kadroları yetişti, hem de ilerde cemaate sempatiyle, dostlukla yaklaşacak olan meslek sahibi bir insan birikimi sağlandı. Kendi kadrolarından bazıları iş hayatına atıldılar, bazıları ise bürokraside, siyasette, medyada, üniversitede kariyer sahibi oldular. Bugün Batı ile ilişkileri de sadece merkezi bürokrasi ve modern-laik burjuva kesimler değil, cemaatçi sermaye çevreleri de yürütebiliyor artık. Üstelik cemaatçi sermaye kesimi bu konularda çok daha eğitimli ve uzman kadrolara sahip bugün. Bu iş bilir uzman kadroları sayesinde, artık daha geniş bir hinterlanda yayılmayı, yeni piyasalara uzanmayı ve yeni ortaklıklar kurmayı başarabilmektedir cemaatçi sermaye çevreleri.
    İşte 2000’lerin başında AKP’yi destekleyen ve iktidara taşıyan bu sermaye çevreleridir. Sürekli genç, dinamik, girişken unsurlarla beslenen bu sermaye çevreleri de diğer burjuva kesimler gibi büyümeye, dışa açılmaya, yayılmaya can atmaktadırlar. Karşıtları tarafından “İslami sermaye”, “yeşil sermaye” denerek küçümsenen bu kesimlerin menşei Anadolu’dur kuşkusuz. Önceden beri gelen ama esas sermaye birikimini Turgut Özal döneminde (80’li ve 90’lı yıllarda) yapan ve kısa zamanda hızlı bir gelişme göstererek büyüyen bu kesimlerin asıl hedefi, kapitalist ekonominin ana yatağı olan İstanbul’da kendilerine bir yer açmak ve buradan hareketle Türkiye’nin ekonomik ve siyasal merkezinde söz sahibi olabilecekleri bir konum elde etmekti. Günümüzde çok sözü edilen MÜSİAD, TUSKON gibi sermaye sınıfı örgütleri de işte bu cenahtan işadamlarının kurduğu örgütlerdir.
    “İslami sermaye” denen bu kesimlerin karşısında ise, cumhuriyetin kuruluşundan beri iktidar ortağı oldukları Kemalist devletin kendilerine sunduğu ekonomik imkânlardan alabildiğine yararlanarak palazlanan ve yıllar içinde hem sanayii hem de banka sermayesini kendi bünyelerinde kaynaştırarak tekelciliğe, holdingciliğe yükselen geleneksel büyük sermaye kesimleri yer almaktaydı. Ağırlıklı olarak İstanbul menşeli olan ve TÜSİAD, TİSK, MESS gibi güçlü işveren kuruluşlarını örgütlemiş bulunan bu sermaye kesimleri, uzun yıllar Türkiye ekonomisinin merkezini işgal etmiş ve sahip oldukları medya organları ve siyasal ilişkiler aracılığıyla da siyaset üzerindeki yönlendirici etkilerini hep sürdüregelmişlerdi. Gerek 1980’lerdeki ekonomik kriz döneminde orduyu devreye sokarak 12 Eylül darbesini tezgâhlaması, gerekse darbeden sonraki dönemde ekonomi kurmaylarından Turgut Özal’a parti kurdurup iktidara taşıması ve kapitalist ekonomide zorunlu hale gelmiş yapısal dönüşümleri onun iktidarına yaptırabilmesi, bu büyük sermaye kesiminin Türkiye ekonomisi ve siyaseti üzerindeki yönlendirici gücünün ne düzeye ulaştığını çok açık biçimde gösteriyordu.
    AKP 2002 yılında seçimleri kazanıp iktidara gelince, büyük sermaye kesiminin temsilcisi olan TÜSİAD da doğrudan kendisinin kurdurmadığı bu partiyi çaresiz desteklemek zorunda kaldı. Çünkü o günün koşullarında bir başka seçeneği bulunmuyordu TÜSİAD’cı sermayenin. Nitekim AB’ye katılım ve reformlar konusunda tüm burjuva muhalefet partileri AKP’nin atacağı adımların önüne takoz koymaya çalışırken, TÜSİAD net bir şekilde AKP’yi destekleyecekti. Çünkü dışa açılma ve uluslararası sermayeyle bütünleşme konusunda AKP’nin attığı cesur adımlar ve Türkiye’yi bölgede etkin bir güç düzeyine yükseltmek için gösterdiği çabalar ve hepsinden önemlisi de geleceğe yönelik beslediği yayılmacı emeller, yerli finans-kapitalin örgütü TÜSİAD’ın da arzularını yansıtıyordu. AKP hükümeti bu konularda TÜSİAD’la aynı dalga boyunda hareket ettiği ve amaç birliği yaptığı sürece, aralarında hiçbir sorun çıkmayacaktı. Bu iki kesim arasında uyuşmazlık ve görüş ayrılıklarının baş göstermesi ise daha ileriki bir safhada olacaktı. Bu konuya ilerde değineceğiz.
    AKP iktidarda ilk beş yılını doldurduğunda (2007), Türkiye ekonomisi krizli yıllarını geride bırakmış ve önemli bir büyüme trendi yakalanmış durumdaydı. AKP hükümetinin ve özellikle de hırslı bir işadamı gibi pazar peşinde koşturan başbakan Erdoğan’ın girişimleri sayesinde, hem Türkiye sermayesinin uluslararası sermayeyle entegrasyon süreci eskiyle kıyaslanmayacak ölçüde ilerledi, hem de devletin ve özel sermaye gruplarının bölge ülkeleriyle ekonomik ilişkileri çok yönlü olarak gelişti. Bu dönemde Türkiye’ye önemli ölçüde uluslararası sermaye girişi oldu ve sermayesi Türk menşeli olan pek çok bankanın hisseleri yabancı sermaye tarafından satın alındı. Aynı şekilde, Türk banka sermayesi de dışarıda uluslararası sermaye gruplarıyla ortaklıklara girişti. Yani ciddi bir yerli ve yabancı finans-kapital kaynaşması yaşandı Türkiye kapitalizminde. Türkiye bu süreçte, ekonomik büyüklük bakımından kapitalist ülkeler sıralamasında 17. sırada yer alan ve dünyanın çeşitli bölgelerinde yatırımlar yapan büyük sermaye gruplarına sahip bir kapitalist ülke haline geldi. Elif Çağlı’nın tespitiyle söylersek, “Türkiye artık alt-emperyalist bir ülke, bir bölge gücü” idi. Dolayısıyla, Türkiye’nin ileri derecede gelişmiş emperyalist ülkelerle ilişkisi de artık tek yanlı bir bağımlılık ilişkisini ya da taşeronluğu değil, karşılıklı çıkarlara dayanan ve emeğin uluslararası düzeyde ortak sömürüsünü amaçlayan bir “emperyalist ortaklık” ilişkisini yansıtacaktı. Türkiye’nin kendisinden daha gelişmiş emperyalist ülkelerle aynı ekonomik işbirliği oluşumları içinde yer alması ve onlarla stratejik ortaklıklar kurması da bunun canlı bir göstergesi oldu aslında.

    Emperyalistleşen Türkiye’nin partisi AKP

    Üst üste üç seçim zaferi kazanan ve sekiz yılda oylarını yaklaşık yüzde 50 civarında arttıran AKP, bu süre zarfında hem ekonomik alanda hem de iç ve dış siyasette yaptığı icraatlarıyla, en azından şimdilik, emperyalistleşme moduna giren Türkiye’nin alternatifsiz burjuva partisi haline gelmiştir. Parlamentodaki diğer burjuva partiler (CHP ve MHP) ise henüz bu konuda AKP’nin yanına bile yanaşamamaktadırlar. Onlar hâlâ eskide yaşıyor ve içine kapanıklığı, statükoculuğu savunan o eski ulus-devlet döneminin siyasal jargonlarıyla konuşuyorlar! Bu da tabii, hem büyük burjuvazinin taleplerine cevap veremeyen, hem de orta sınıflara yaranamayan partiler durumuna düşürmüştür onları. Bu partilerin içine düştüğü bu garip durum, tam da bir “siyasal kabızlık” durumudur aslında! Emperyalistleşen sermayenin, böylesine iş bilmez, donuklaşmış burjuva partilerine ihtiyacı yoktur artık! Emperyalistleşen burjuvazinin ihtiyaç duyduğu parti, yerli sermayenin dışa açılması, yayılması, yeni yatırım alanları elde etmesi ve Türkiye’nin en azından bir bölge gücü haline gelmesi için çalışacak bir partidir. Sermayenin gözünden bakılacak olursa, 2000’lerin Türkiye’sinde bu parti AKP’den başkası değildir. Çünkü AKP, yayılmacılığı arzulayan girişimci burjuvalarıyla, kapitalist metropollerde yetişmiş iş bilir uzman kadrolarıyla, fetihçiliğe göz kırpan ve sık sık “şanlı Osmanlı geçmişine” atıfta bulunan popülist, pragmatist, karizmatik lideriyle ve de halktan aldığı yüzde 50’lik oy desteğiyle bulunmaz bir nimettir iştahı kabarmış kapitalistler için! Ama AKP’yi hiç de modern bulmayan (modernlikten anladıkları şey neyse!) ve onu hâlâ “dinci, yobaz, şalvarlı sermayedarların partisi” olarak tahayyül eden ulusalcı küçük-burjuva modernlerimizin bu gerçekliği görmeleri hiç de kolay değildir.
    Bilindiği üzere 2008-2009 yılları, önce ABD’nin, ardından da Avrupa Birliği’nin derin bir ekonomik ve mali krizle sarsıldığı yıllardır. Hem ABD’de hem de Avrupa’da büyük banka batışları yaşanmış ve borsalar dibe vurmuştur. Ardından, kapitalist sektörlerde uzun sürecek bir durgunluk dönemine girildi. Üretim daraldı, pek çok fabrika kapandı, işsizlik oranlarında muazzam artışlar yaşandı. Oysa aynı dönemde Türkiye kapitalizmi bu krizi, AKP hükümetinin 2002-2007 yılları arasında aksatmadan uyguladığı ekonomik program sayesinde hafif atlatabildi. Çünkü AKP hükümeti bir önceki kriz döneminden çıkardığı dersler sayesinde, güçlendirilmiş bir bankacılık sektörüyle karşıladı gelen krizi. Erdoğan “bu kriz bizi teğet geçecek” lâfını da bu dönemde etti. Nitekim bilindiği gibi, krizden sonraki yıllarda Türkiye ekonomisi büyümesini sürdürdü ve dünyadaki yıllık büyüme rakamlarında bir ara Çin’den sonra ikinci sıraya yerleşti. Bu bağlamda 2009 yılı, Erdoğan ve partisinin gerek iç politikada gerekse dış politikada yeni bir yol haritası çizdiği ve önemli kararlar aldığı bir yıl oldu.
    İktidarda geçirdikleri yedi yıl zarfında, Erdoğan ve AKP’li işadamları şunu çok iyi gördüler: Dünyaya açıldıkça ve yeni deneyimler kazandıkça özgüvenleri artıyordu. Küreselleşen şu kapitalist dünyada, İslami kimliğe sahip kapitalistler olarak etkili işler yapabildiklerini görmeleri kendilerini gururlandırıyordu. Kendilerinin de artık bu kapitalist dünyada gözardı edilemeyeceklerini düşünmeye başladılar. Tüm bu başarılarda, lider belledikleri insanın, yani Erdoğan’ın imzası vardı. Nitekim AB ile ilişkilerin gelişmesi ve AB ülkeleri nezdinde takdir görmelerini de hep liderlerinin duruşuna borçlu olduklarını düşündüler. Üstelik bu takdiri, İslami bir partinin mensupları olarak gördüler Batı’dan! Bu da hiç kuşkusuz, özgüven artırıcı bir faktör oldu onlar için. Doğrusu bu tür duygulara, Türkiye’nin içe kapalı “ulusal kapitalizm” döneminin siyasal aktörlerinden hiçbirisi sahip olamamıştır. Tüm İslami kapitalistler, bu başarılarında asıl pay sahibinin Erdoğan olduğunda hemfikirdiler.
    Kendini muhafazakâr ve İslami referanslarla tanımlayan AKP ve onun lideri Erdoğan, gerek iç politikada verdikleri meşruiyet mücadelesinde kazandıkları başarılardan, gerekse uyguladıkları neo-liberal politikalarla ekonomik alanda elde ettikleri başarılardan dolayı, Batı tarafından tüm Ortadoğu’ya ve İslam âlemine bir rol model olarak sunulmanın gururunu da yaşadılar. İşte bu durum, Batı karşısında yeni bir çıkışa hazırlanmak için Erdoğan ve ekibine şevk verdi. Evet, bu “itibarlı durumlarını” tüm Ortadoğu’da ve İslam âleminde kazanca dönüştürmek için, uluslararası ilişkilerde çıtayı biraz daha yükseltmek ve buna uygun yeni bir yol haritası çizmek artık gerekli hale gelmişti Erdoğan ve kurmayları için.
    Nitekim çizilen bu yeni yol haritasına ilişkin ilk mesajın verildiği yer de İsviçre’nin Davos kenti olacaktı. Başbakan Erdoğan 29 Ocak 2009’da Davos’ta yapılan Dünya Ekonomik Forumu toplantısında İsrail’e karşı o meşhur “one minute” çıkışını yaptı. Bu çıkışı onu Ortadoğu’daki Müslüman toplumların gözünde, “Batı karşısında dik duran” bir lider haline getirmişti birden. Zaten Erdoğan’ın vermek istediği mesaj da buydu Müslüman kardeşlerine! Avrupa Birliği’nin aday üyesi Müslüman bir ülkenin lideri olarak, o, Ortadoğulu Müslüman toplumların hamisi rolünü oynamaya soyunmuştu Davos’ta. Bu, kafalarda oluşturulmuş kapitalist yayılma projesinin de bir işaretiydi aynı zamanda. Nitekim bir süre sonra sıra bu projeyi hayata geçirecek bir dış politika stratejisinin adım adım uygulanmasına gelecekti.
    Bir siyaset bilimci ve Ortadoğu uzmanı olan akademisyen Ahmet Davutoğlu’nun dışişleri bakanı olarak atanması da işte tam bu aşamada (tarih 1 Mayıs 2009) gündeme geldi. Stratejik Derinlik adında bir kitabı da bulunan Davutoğlu, AKP hükümeti kurulduğundan beri başbakan Erdoğan’ın dış siyaset danışmanlığını yapıyordu. Yani Erdoğan’ın yakın çalışma ekibinin içindeydi Davutoğlu. Bu tarihten itibaren Erdoğan ve Davutoğlu ikilisi, “komşularla sıfır sorun” şiarıyla Ortadoğu’ya yönelik yoğun bir mekik diplomasisi başlattılar. Bu diplomasi, aynı dine mensup olan “komşularla” sadece siyasal ilişkilerin geliştirilmesini değil, karşılıklı olarak ekonomik ilişkilerin geliştirilmesini de sağlayarak, bölgedeki diğer rakipler karşısında bir üstünlük elde etmeye yönelikti. Ama bu “diğer rakipler” kavramına, yalnızca bölgedeki rakip ülkeler (İran gibi) değil, bölge genelinde hegemonya savaşı veren büyük emperyalist güçler de (ABD, AB, Rusya gibi) dâhildi kuşkusuz. Yani sözün kısası, bölge gücü olabilmek o kadar kolay bir iş değildi ve bu anlamda Erdoğan ve ekibinin işi zordu!
    Fakat zorluk sadece karşıdaki rakiplerin büyüklüğünden kaynaklanmıyordu. Bölgeye yönelik çizilen bu stratejinin başarıyla uygulanabilmesinin önünde ciddi bir başka engel daha vardı. Bu engel, yıllardan beri çözülmemiş ve son yirmi beş yıldan beri de iyice kangrenleşmiş olan Türkiye’nin tarihsel Kürt sorunuydu. 1923’de çözülmesi gereken ama Kemalist devletin milliyetçi despotik tutumu nedeniyle 21. yüzyıla sarkmış bulunan bu son derecede gecikmiş ulusal sorun, şimdi büyüyen kapitalist Türkiye’nin ayağına dolaşmış bulunuyordu! Türkiye kapitalizminin Ortadoğu’ya açılmasının ve yayılmacı projelerini hayata geçirmesinin önünde gerçekten de büyük bir engel teşkil ediyordu Kürt sorunu. Çünkü çözümü son derece gecikmiş olan bu sorun, artık büyük emperyalist güçlerin de doğrudan veya dolaylı şekilde müdahil oldukları bölgesel, hatta uluslararası bir sorun haline gelmişti.
    İşte AKP hükümeti tam da böyle bir dönemeçte hamle yaparak, sorunu çözeceğini ilan ediyor ve 1 Ağustos 2009’da o meşhur Kürt açılımını gündeme getiriyordu. 5 Ağustosta ise başbakan Erdoğan, daha önce “PKK’yi kınamazsa kendisiyle asla görüşmem” dediği DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’le görüşmeyi kabul ediyordu. 27 Ekim 2009’da ise bir grup HPG gerillası, Öcalan’ın çağrısına uyarak Habur sınır kapısından giriş yaptı. Gerillalar barış elçisi olarak geldiklerini söylediler. Gerillaların gelişini genciyle yaşlısıyla on binlerce Kürt karşıladı ve bu karşılamalar iki gün sonra Diyarbakır’da dev bir mitinge dönüştü. Bu gelişmeler kendi bilgileri dâhilinde olduğu için, başlangıçta hükümet yetkilileri de bu duruma ses çıkarmadılar ve hatta olumlu karşıladıklarını beyan eden demeçler verdiler. Sanki yeniden bir barış havası doğmuş ve bu hava geleceğe dair umutları yeşertmişti!
    Fakat bu barışçı hava, milliyetçi cepheden (CHP, MHP ve diğerlerinden) gelen ve TSK’nın da el altından kışkırttığı saldırgan, şovenist söylemlerle kısa sürede tersine döndü. Parlamentodaki tartışmalarda CHP ve MHP, AKP’yi bölücü olmakla, teröristlerle işbirliği yapmakla suçlamaya başladılar. Amaçları AKP’yi ürkütmek ve yeniden çatışmacı, militarist bir pozisyona çekmekti kuşkusuz. Nitekim milliyetçi cepheden gelen bu demagojik saldırılar karşısında ikircime düşen ve gerileyen AKP, yaşanan olaylardan sanki onlar sorumluymuş gibi DTP yöneticilerini ve Kürt halkını suçlamaya girişti. Kendi evlatlarının dönüşüne sevinen ve barış için umutlanıp kutlamalar yapan Kürt halkının bu sevinci, CHP ve MHP’nin yanı sıra, AKP hükümetinde de derin bir öfke yaratmıştı şimdi! Yüz seksen derecelik bir geri dönüştü bu.
    Kürt sorununu çözme konusunda hiç de kararlı olmadığını bu tutumuyla ortaya koymuş olan AKP, gerçek niyetinin ne olduğunu da çok geçmeden ele verecekti. Gerçekte AKP, Kürtler karşısında bir tüccar kafasıyla hareket etmiş ve az verip çok kazanmanın hesabını yapmıştı. Açılım politikasını da zaten bu Makyavelist kafayla gündeme getirmişti. Kürtler üzerindeki baskıları ve bazı yasaklamaları kaldırırsa ve onlara belirli kültürel hakları zamana yayarak gıdım gıdım tanırsa, bununla Kürtleri yatıştıracağını ve böylece zaman kazanacağını hesaplamıştı. Kürtlerin ulusal demokratik haklarını gerçekten tanımak ve özerklik taleplerini barış içinde karşılamak, diğer burjuva partileri gibi AKP’nin de kafa yapısına uygun değildi aslında. Zira başta Erdoğan olmak üzere, AKP kadrolarının yetişme tarzı, sosyolojik-kültürel arka planları ve bunun uzantısı olan devlet algıları (bölünmez bütünlük!) ve hepsinden önemlisi de derinlerinde yatan milliyetçilikleri, Kürt sorununun gerçek çözümü konusunda rol üstlenmelerini ciddi şekilde engellemekteydi. Dolayısıyla, bu konuda kendi içlerinde bir “zihniyet devrimi” geçirmeden, Kürt sorununun gerçek çözümü konusunda esaslı bir sorumluluk üstlenmeleri beklenemezdi Erdoğan ve AKP kadrolarından.
    Nitekim Kürt sorunu etrafında yaşanan gelişmeler ve Habur olayından sonraki süreçte AKP’nin takındığı milliyetçi-devletçi saldırgan tavır, bu gerçekliği çok net bir biçimde ortaya koyacaktı. AKP hem barışçı bir çözüm için sözümona sorumluluk üstlendiği havasını yaratıyor, ama hem de milliyetçi burjuva muhalefetin en ufak bir demagojik taarruzu karşısında hemen ürküp geriliyordu! Üstelik gerilemekle de kalmıyor, ordunun uyguladığı o eski saldırgan “güvenlik politikalarına” derhal geri dönebileceğini pratikteki savaşçı tutumuyla ortaya koyuyordu. Nitekim Habur olayından sonra ordu ile el ele veren AKP, “güvenlik politikalarının” tekrar ön plana geçirilmesinde ve yeni bir savaşın başlatılmasında hiç duraksama göstermedi.
    AKP hükümetinin Kürtlere karşı almış olduğu savaş kararının hemen ardından, Anayasa Mahkemesi de DTP’nin temelli kapatılmasına ve Ahmet Türk ile Aysel Tuğluk’un milletvekilliklerinin düşürülmesine karar vererek, “devleti koruma” görevini anında yerine getirdiğini kanıtlayacaktı. Böylesi durumlarda, laik-milliyetçi Kemalistlerin gösterdiği “devletin bölünmez bütünlüğünü savunma” refleksini, aynı şekilde AKP kadroları da göstermekten geri kalmadılar. Bu konuda her iki kesimin arasında pek bir farkın bulunmadığı ve 700 yıllık “kadim devlet geleneğinin” her iki kesimin de beyin hücrelerinde yaşadığı ve yaşatıldığı apaçık ortaya çıktı. Üstelik başta Erdoğan olmak üzere, bazıları Milli Görüş’ten, bazıları da MHP çizgisinden gelen AKP kadrolarının devlet konusundaki geleneksel ideolojik tutumları da bir sır değildi zaten. Onlar insandan önce devlet diyen ve insanın yaşatılmasının da esasen devletin yaşaması için gerekli olduğuna inanan o “kadim devlet” geleneğinin izleyicileriydiler. Erdoğan ikide birde boşuna demiyordu “insanı yaşat ki devlet yaşasın” diye! Sözümona Şeyh Edebali tarafından söylendiği iddia edilen bu lâf, resmi tarihçilere göre de Osmanlı devletinin kuruluş ideolojisinin temelini oluşturan bir laftır! Osmanlı’nın devlet inancına göre, devlet insanı (tebaayı, reayayı) koruyup yaşatmalıydı ki, o tebaanın vereceği sütle (artık ürünle) kendisi de ilelebet yaşayabilsin!
    Ecdatlarının ideolojisini sahiplenen Erdoğan için de esas olan “devletin yaşatılması”dır tabii ki! Erdoğan bu anlayış temelinde devletini yaşatmak için, bir yandan Kürtleri çatışmacı, askeri bir strateji ile devlete boyun eğdirmeye çalışıyor, ama öte yandan sıkıştığında da onların silahlı temsilcileriyle (PKK ile) gizli müzakereler yürütmek zorunda kalıyor! Bu da gösteriyor ki, başbakan Erdoğan ve AKP kurmayları, Kürt sorunu karşısında hep bir kararsızlık ve çelişki içinde bocalayıp durmaktadırlar. Sermayenin hem sahibi hem de temsilcileri olarak, bölgeye yönelik yayılmacı emeller taşıyan AKP kurmayları, bu emellerine ulaşabilmek için Türkiye’nin önündeki tarihi engelin ortadan kalkmasının, yani Kürt sorununun çözülmesinin bir zorunluluk olduğunun pekâlâ farkındadırlar. Ama öte yandan, resmi devlet ideolojisinin yıllardan beri empoze ettiği, inkârcılığa dayalı şoven milliyetçi duygulardan da kurtulamadıkları için, sorunun çözümü konusunda kararlı davranamamaktadırlar. Diğer faktörlerin yanı sıra, sahip oldukları bu çelişkili ruh hali de sorunun çözümü konusunda ciddi bir engel olarak çıkmaktadır karşılarına.

    TC’yi büyük devlet yapmaya soyunan Erdoğan ve ekibinin zihniyet dünyası

    Kapitalist ekonominin modernleştirilmesi ve dışa açılması gayretleri, aslında 12 Eylül askeri darbesinden sonra ve bu darbe sayesinde iktidara gelmiş olan Turgut Özal döneminde başlamıştı. Erdoğan’ın iktidarı döneminde ise bu gayretler katlanarak devam etti. Özellikle ulaşım ve gayrimenkul sektöründe devletin organize ettiği büyük çaplı yatırımların yoğunlaşarak devam etmesi ve diğer sektörlerdeki yüksek teknolojili özel sektör yatırımlarının da bunu izlemesi, bir yandan kapitalist iç pazarın genişlemesini ve büyümesini sağlarken, diğer yandan dış pazarlara açılma imkânlarını da eskiyle kıyaslanmayacak ölçüde artırdı. Daha önce de belirttiğimiz üzere, AKP iktidarı döneminde ekonominin modernleştirilmesini esas alan kapitalist yatırımlardaki bu yoğun artış, geçekten de Türkiye kapitalizminin kabuk değiştirmesini sağladı. AKP iktisadi alanda elde ettiği bu başarılar sayesinde geniş bir halk desteğini arkasına aldı ve bunu siyasete tahvil etme becerisini de göstererek, siyasal iktidardaki konumunu güçlendirdi. İşte Erdoğan da partisinin iktidarda elde ettiği bu güçlü konuma dayanarak ve uluslararası ilişkilerden devşirdiği konjonktürel desteğe de güvenerek, karşısına dikilen askeri vesayet sistemini adım adım geriletmeyi ve giderek tamamen etkisizleştirmeyi hedefleyen bir planı uygulamaya koydu. Erdoğan’ın uygulamaya koyduğu bu plan, askeri vesayet sisteminin kesin bir tasfiyesini değil, ama etkisiz hale getirilmesini amaçlıyordu.
    Neticede devlet katında geleneksel (Kemalist) bürokratik mevzilere karşı giriştikleri siyasal savaşı kendileri lehine sonuçlandırmayı başaran Erdoğan ve ekibi, nihayet iktidarın tek sahibinin kendileri olduğundan emin olduklarında, bu kez kendi iktidarlarının gücünü herkese göstermeye başlayacaklardı. Ama bundan önce, işi sağlama almak için gene de atmaları gereken birkaç adım daha vardı. Yenilgiye uğrattıkları askeri bürokrasiyle de bir barış anlaşması yapmanın yolunu bulmak ve böylece onları da barışçı yoldan kendi otoritelerine tâbi kılmak! 2011 seçimlerinde elde ettikleri üstün başarıdan sonra, sıra işte bu adımı atmaya geldi. Kendi iktidarına karşı sert ve çatışmacı bir muhalefet yürütmüş ve hatta bunun için darbeler planlamış olan generalleri sonunda Silivri’ye göndermeyi başaran Erdoğan, yenilgiyi kabul edip geri çekilen generalleri ise önce üst makamlara terfi ettirdi, ardından da onlara kendi barış koşullarını (pax-Erdoğana) dayattı. Generalleri hepten karşısına alması akıl kârı bir iş olmazdı zaten! Çünkü bu devlet makinesine ve o makinenin aparatlarından biri olan silahlı bürokrasiye sonuçta Erdoğan’ın da ihtiyaç duyduğu kesindi. En azından, “büyük devlet” olma hayallerini onsuz gerçekleştiremeyeceğinin bilincindeydi Erdoğan.
    Bir siyasetçinin hangi sınıf adına siyaset yaptığı ve siyaset yaparken de asıl amacının ne olduğu, böylesi somut problemlerin çözümü noktasında daha net olarak ortaya çıkar. Erdoğan ve ekibinin de asıl olarak büyük sermaye adına hareket ettikleri ve bölgeye yönelik emperyalist-yayılmacı emeller taşıdıkları, bu son gelişmelerle daha bir netlik kazanmış oldu. Devleti “büyük devlet yapma” hayalleri peşinde koşan Erdoğan ve ekibinin, her şeyden önce o büyük yapmak istedikleri devlete gerçekten sahip olmaları, yani devlet makinesine bütünüyle hükmedebilmeleri gerekiyordu. Çünkü devlet makinesine bütünüyle hâkim olmadan, onu kendi hayalleri doğrultusunda biçimlendirip çalıştırmak da mümkün olamazdı. Dolayısıyla, Erdoğan ve ekibi için esas sorun, devlet makinesinin demokratik tarzda işleyip işlemediğine bakmak değil, o makineyi bütünüyle kendilerine tâbi kılmanın yollarını aramaktı. Nitekim kendilerinden önceki burjuva siyasetçiler buna yeterince dikkat etmedikleri ya da bunu yapmaya cesaretleri yetmediği için, sonunda ellerini kollarını o devlet makinesine kaptırıp sakatlanmışlardı! Oysa Erdoğan ve ekibinin bu duruma düşmeye hiç mi hiç niyetleri yoktu. O nedenle de Erdoğan ve ekibinin amaçladıkları ya da oluşturmaya çalıştıkları devlet, duygusal liberal aydınların sandığı ya da hayal ettiği gibi “toplumda barış ve huzuru sağlayacak demokratik bir devlet (!)” değil, kendilerini her daim iktidarda tutmayı ve bölgesel güç olmayı hedefleyen emperyalist bir devletti.
    İktidar sorunuyla ilgili olarak geçmişte yaşanan deneyleri gayet iyi bilen ve dersler çıkartan Erdoğan ve ekibi, bu dönemde sadece askeri bürokrasiye karşı değil, onlara destek olan yargı bürokrasisine, sivil siyasetçilere ve medya organlarına karşı da topyekûn bir geriletme savaşı yürüttü ve sonunda hepsini hizaya getirmeyi başardı. Daha düne kadar laik-Kemalist cephede yer alıp AKP iktidarına karşı savaş yürütmüş olan burjuva medya organları da bu iktidara biat eder duruma getirildiler. Ama hepsi bu kadar değil. AKP iktidarının kanatları altında büyüyüp, bu sayede müthiş bir zenginliğe ulaşmış olan sermaye gruplarının satın aldığı gazete ve TV kanalları da bu süreçte AKP’nin emrine tahsis edildi. AKP, doğrudan kendi kontrolünde olan büyük bir medya grubuna da sahip oldu bu sayede.
    Böylesi bir güç ve üstünlük, bundan önceki hiçbir burjuva partiye nasip olmuş değildir. Erdoğan ve kurmaylarının gerek ekonomide gerekse iç ve dış siyasette ve hepsinden önemlisi de devlet makinesine hâkim olma noktasında gösterdikleri bu üstün başarının onlarda bir özgüven patlaması yarattığına hiç kuşku yoktur. Nitekim bu özgüven şişinmesinin AKP’lilerde yarattığı ruh hali, 2011 seçimlerinden sonra Erdoğan’ın hızla değişen siyasi üslubunda ve karar alma süreçlerinde takındığı benmerkezci, üstenci ve başkalarını küçümseyici tutumlarında kendini apaçık dışa vurmaktadır. Bu süreçte gerek AKP burjuvazisinden, gerekse AKP’nin siyasal kadrolarından Erdoğan’a mutlak biat edenler ve onu bir “rehber-lider” katına yüceltenler, aynı zamanda onu yeni bir “Erdoğan” imajıyla geleceğe de hazırlamaktadırlar. Bu yeni Erdoğan, ilerde karşımıza Osmanlı’nın imparatorluk ruhunu kendi ruh dünyasında “mezcetmiş” bir “büyük” şahsiyet olarak çıkarsa, buna da hiç şaşmamak gerekiyor! Unutmayalım ki, geçmişteki tüm sivil Bonapartlar da aynen böyle zuhur etmişler ve “imparatorluk” ya da “Başkan Baba” makamına, kendilerini yüceltenlerin omuzlarında böyle taşınmışlardır!

    http://marksisttutum.org/ulus_devletten_emperyalistlesen_ulus_devlete_ve_akp_2.htm

  43. Ulus-Devletten Emperyalistleşen Ulus-Devlete ve AKP /3
    Mehmet Sinan

    Bonapartlaşan Erdoğan ve AKP burjuvazisi

    Erdoğan’ın her yaptığını onaylayarak ve her söylediğini ayakta alkışlayarak onu “tek adam” katına yücelten AKP’nin çekirdek kadroları, kendi ruh dünyalarında da Erdoğan’la özdeşleşmiş durumdalar adeta. Peki ama kimdir bu insanlar? Göründüğü kadarıyla bir kısmı orta sınıf mensubu, meslek sahibidir bu insanların. Bir kısmı ise süreç içinde iyice zenginleşmiş, burjuvalaşmış, sınıf atlamış durumdadır. Erdoğan’ın başlattığı siyasal hareketin esas kadroları işte bu insanlar arasından devşirilmiştir. AKP’yi var eden ve bugünlere taşıyan üst düzey siyasal kadrolar için bir değerlendirme yapacak olursak şunu söyleyebiliriz: Her biri farklı bir sosyo-ekonomik kökenden geliyor olsalar da, görünürde hemen hepsi muhafazakârdır bu insanların. Ama bu muhafazakârlık gerçekte bir vitrin süsü gibi durmaktadır onların üzerinde. Keza kendilerine yakıştırdıkları “demokratlık” payesi de gene aynı şekilde bir vitrin demokratlığından öteye geçmemektedir. Uzun süreden beri kentlileşmiş ve özellikle de büyük kent merkezlerinde yoğunlaşmış bu insanların dindarlığı da aslında kapitalizmin yarattığı popüler kültürden etkilenen ve modern kapitalist yaşamın tüketim kalıplarıyla daha barışık hale gelen, dolayısıyla giderek daha sekülerleşen bir dindarlıktır. Modernleşen kapitalistlerin dindarlığı da diyebiliriz buna. Tabii yaptığımız bu tespit, AKP’ye oy veren mütedeyyin kitleler için değil, sosyal ve politik statü bakımından yukarılara tırmanmış olan dindar elitler ve onların yakın çevreleri için geçerlidir. Bu bakımdan, AKP’ye oy veren kitlelerde değil ama, AKP’nin siyasal kadrolarının davranışlarında oportünizm ve pragmatizm hâkim bir özellik olarak öne çıkmaktadır.
    Erdoğan’ın çok sevdiği ve AKP kurulmazdan önce de taraftar toplantılarında sık sık terennüm ettiği bir şarkı mısraı var, “beraber yürüdük biz bu yollarda” diye. Evet, iktidara giden yolda Erdoğan’la beraber yürüyen, örgütlenen AKP’nin çekirdek kadroları, sonunda iktidarı fethetmeyi de başararak bugünlere kadar geldiler. Üstelik iktidarı fethetmekle de kalmadılar, iktidar olmanın onlara sağladığı imkânlarla son on yılda ekonomik açıdan daha da büyüdüler ve sermayelerinin gücünü Türkiye sınırlarının dışına taşırdılar. AKP burjuvazisi diye adlandırabileceğimiz bu insanlar, yakaladıkları ekonomik başarı trendini AKP iktidarına ve o iktidarın her şeyi demek olan Erdoğan’a borçlu olduklarının şüphesiz farkındadırlar. Nitekim böyle olduğu içindir ki, bu insanlar Erdoğan’ın attığı her adımı otomatik olarak desteklemekte ve onun karşı çıktığı her şeye onlar da otomatik olarak karşı çıkmaktadırlar. Yani bir anlamda Erdoğan’ı Bonapartlaştırma yolunda bir hayli gayret sarf etmektedirler!
    Daha önce de belirttiğimiz üzere, bu kesime mensup burjuvalar, rehber-lider olarak belledikleri Erdoğan’la tam bir özdeşlik kurmuş durumdalar kendi ruh dünyalarında. Niçin kurmasınlar ki; on yıllık Erdoğan iktidarı onlara hem üstünlük duygusunu tattırdı, hem de kârlarına kâr katsınlar diye içerde adeta dikensiz bir gül bahçesi, dışarda ise geniş pazar ve yatırım imkânları sağladı. Çoğunluğu 12 Eylül darbesinden sonraki süreçte piyasada boy gösteren ve sermaye birikimlerini de esas olarak Özal döneminde yapmaya başlamış olan bu yeni yetme burjuvalar, AKP iktidarı döneminde sermayelerini daha da büyütebilecekleri bir yatırım ve iş ortamına kavuştular. Çünkü neo-liberal ekonomik programlar çerçevesinde taşeronlaştırma ve sendikasızlaştırma faaliyetlerinin en yoğun şekilde yaşandığı AKP iktidarı dönemi, rahat bir sömürü ortamı sağladı bu sonradan görme burjuvalara. Bu sömürü ortamında burjuvalar ciddi bir sınıf mücadelesi engeliyle karşılaşmaksızın, yatırım planlarını istedikleri gibi yapabiliyor ve sermayelerini istedikleri yere taşıyabiliyorlardı. Dolayısıyla, bu yeni yetme burjuva kesimin asıl serpilip geliştiği ve büyüdüğü yılların, sınıf mücadelesinin son derece gerilediği, sendikal örgütlülüğün dibe vurduğu ve işçilerin en küçük hak arama mücadelelerinin anında bastırıldığı AKP’li yıllar olduğunu söyleyebiliriz. Bu bakımdan, AKP iktidarı altında geçen bu yılları, işverenler açısından dikensiz gül bahçesi olarak tanımlamak yanlış olmaz.
    Bu noktada bir de eski rejim döneminde palazlanmış olan sermaye grupları ile yeni dönemde palazlanmış olan sermaye gruplarının gelişim farklılığına ve mantalitelerinin oluşumuna da burada kısaca değinmek gerekiyor. Şöyle ki; eski dönemin sermaye grupları, gelişimlerini esas olarak 1960’lı ve 70’li yıllarda yapmışlardı. Bu yıllar, hem özel kapitalist sanayi yatırımlarının hız kazandığı, ama hem de işçi hareketinin ve sınıf mücadelesinin yükseliş halinde olduğu yıllardı. O dönemin sınıf mücadeleleri ortamı, bu eski dönemin burjuvalarını işçi-işveren ilişkileri bakımından bir hayli eğitici ve ehlileştirici bir işlev görmüştü. O nedenle, 60’lı ve 70’li yılların burjuvaları, işçi-işveren ilişkilerinde görece daha düzgün davranmayı metazori de olsa öğrenmiş ve işçi sınıfının sosyal haklarını, sendikal haklarını, örgütlenme haklarını sonunda tanımak ve kabullenmek zorunda kalmışlardı. Yani amiyane tabirle söylersek, bu konularda daha bir yontulmuş ve hizaya gelmiş durumdaydı eski dönemin burjuvaları. Çünkü bu burjuvalar, gelişimlerinin ilk dönemlerinde işçi sınıfına karşı her türlü mücadele yol ve yöntemlerini (sarı sendikacılık, gangster sendikacılık, grev kırıcılık vb.) en kaba biçimler altında denemişlerdi. Ama gene de işçi hareketini geriletememişler ve sonunda mücadeleci bir işçi sınıfı ve yükseliş halinde olan sınıf sendikacılığı hareketi (DİSK) tarafından hizaya getirilebilmişlerdi. İşçi sınıfının lehine olan tüm bu gelişmelerde, kuşkusuz dönemin devrimci ruhunun da payı büyüktür. 60’lı ve 70’li yıllarda gerek ilerici-devrimci gençlik hareketlerinin işçi sınıfı mücadelesine katılan kesimlerinin verdikleri destek, gerekse de sosyalistlerin, komünistlerin sendikal harekete doğrudan katılarak ve sendikalarda görev üstlenerek verdikleri destek, sonunda sınıf mücadelesini ilerletici bir rol oynamıştır. Dolayısıyla, yükselen sınıf mücadelesinin ve örgütlü işçi hareketinin basıncı altında kalan o dönemin burjuvaları, istedikleri gibi at oynatamamışlardı endüstriyel ilişkiler alanında. O dönemin koşullarında işçiler sendikal mücadeleleriyle (kitlesel grevler, fabrika işgalleri, kitlesel gösteriler vb.) ileri düzeyde ekonomik ve sosyal kazanımlar elde etmeyi başarabilmişlerdi. Nitekim 12 Eylül askeri faşist darbesi, işte bu gelişmeyi durdurmak ve geriletmek için tezgâhlanmış bir darbeydi.
    Oysa gözünü 12 Eylül darbesinden sonraki endüstriyel ilişkiler ortamında açan AKP burjuvazisi ve diğer burjuvalar için durum oldukça farklıdır. Bunlar adeta köpeksiz köyde değneksiz gezen hırsızlar gibi meydanı boş bulmuşlardır. İşçi sınıfının örgütlü gücünü ensesinde hiç hissetmemiş ve sınıf mücadelesiyle hiç terbiye edilmemiş, yeniyetme bir burjuva kesimin mensubudur bunlar. Böyle oldukları içindir ki, işçilerin ağzından “örgüt, sendika, işçi hakları” vb. gibi laflar çıkınca, kırmızı görmüş boğalar gibi saldırıyorlar işçilerin üzerine. Ama bu burjuvalara asıl cesaret veren ve iyice şirretleşmelerine yol açan, kendileri gibi sonradan görme olan Erdoğan ve AKP kadrolarının, sendikal harekete ve işçi eylemlerine karşı kullandığı ilkel, küstah ve saldırgan dildir.
    Tabii tüm bu faktörlerin yanı sıra, işçiler açısından diğer bir olumsuz faktörü de burada zikretmek gerekiyor. Bu olumsuz faktör, sendikal hareketin bugün içinde bulunduğu içler acısı durumudur. Bugün neredeyse tüm sendikalarda, sendika yönetimleriyle taban arasında tam bir kopukluk, hatta uçurum oluşmuş durumdadır. Ama sadece sendikaların tepe yönetimleriyle taban arasında değil, bölge düzeyindeki yöneticilerle, hatta fabrika düzeyindeki sendika temsilcileriyle taban arasında da durum aynıdır. Sendikaların tepesine çöreklenmiş olan bürokrat kılıklı pek çok sendikacı, bugün adeta düzenin adamı gibi davranmaktadır. Rahatının kaçmasını istemeyen bu bürokrat sendikacılar, idare-i maslahatçılıkla işleri geçiştirmekte ve ihtilaf vukuunda da işverenlerin suyuna gitmektedirler. Sendikal harekette yukarılara doğru çıkıldıkça durum daha da vahimleşmektedir. Özellikle konfederasyon düzeyindeki sendika yöneticileri sınıftan tamamen kopmuş, hatta sınıfın karşısına geçmiş durumdalar. Bunların her biri bir burjuva partisinden milletvekili olma sevdasındadır. Dolayısıyla, işverenlerin korkacakları, çekinecekleri mücadeleci sendikacılar ve mücadeleci bir sendikal hareket yok gibidir bugün. İşte tüm bu olumsuz faktörler bir araya geldiğinde, işçi-işveren ilişkilerinde patronların eli daha da rahatlamakta ve ortam onlar için adeta dikensiz bir gül bahçesi haline gelmiş bulunmaktadır.
    Bu ortamda burjuvalar ve özellikle de yontulmamış, sonradan görme burjuvalar daha da şirretleşmekte ve işçileri bir insan olarak değil, adeta işleyen bir makinenin dişlileri gibi görmektedirler. İşçileri çok daha uzun süreli iş saatleriyle (günde 16 saat gibi) ve en düşük işçilik maliyetleriyle nasıl çalıştırırım hesabı yapmaktadırlar. Bu da işyerlerinde işçiler açısından ilkel, sağlıksız, güvenliksiz ve iş güvencesi olmayan çalışma koşullarının yaygınlaşmasını, iş kazalarının, iş cinayetlerinin artmasını beraberinde getirmektedir. AKP hükümetinin bu konulardaki duyarsızlığı ve hatta kasıtlı göz yummaları nedeniyle, fabrikalardaki çalışma koşulları işçiler açısından neredeyse 19. yüzyıldaki vahşi kapitalizmin çalışma koşullarını anımsatır hale gelmiştir. Bütün bu koşullar karşısında, işçilerin hak arama mücadelesine girişmeleri, örgütlenmeleri ve eylem yapmaları ise adeta bir küfür gibi gelmektedir sendikasız işçi çalıştırmayı alışkanlık haline getirmiş sonradan görme burjuvalara. Çünkü geçmişten gelen ataerkil sosyolojik kültürlerini hâlâ sürdüren bu burjuva kesimlerin kafa yapısı, “işçi hakları” diye bir kavramı kabul edecek düzeye ulaşmış değildir henüz! Bunların “hak” diye belledikleri şey, kendilerinin takdir buyuracağı yardımlar, gönüllerinden kopan ihsanlar, yani eski çağlardan kalma sadaka kültürüdür hâlâ! Böyle bir kafa yapısına sahip olan burjuvaların fabrikalarında işçiler bir hak arama mücadelesine giriştiklerinde ise, işçilerin bu haklı mücadelesi bir saygısızlık, haddini bilmezlik, kadir bilmezlik vb. gibi gelmektedir o işyerlerinin patronlarına. Onların işçiler karşısındaki bu tepkisel ruh hali, onların derinlerinde yatan, sonradan görmelere özgü hazımsızlığın ve aşağılık kompleksinin de bir dışa vurumudur aslında.
    Görünen odur ki, Erdoğan ve AKP burjuvazisi şu an karşılarında çekinecekleri etkili bir toplumsal muhalif güç görmüyorlar. Bu nedenledir ki, mevcut iktidar ekibi ve onları destekleyen burjuva kesimler bu aşamada çok rahat hareket etmekte ve kendi iktidar projelerini ilerletme yolunda, hiç kimseye hesap verme gereği duymaksızın emin adımlarla ilerlemektedirler. Özellikle 2011 seçimlerinden sonra Erdoğan ve adamlarının siyasal tavırlarında gözlemlenen gerçeklik budur. Ama bu durumun burjuvazi içinde bile bir huzursuzluk yarattığı da diğer bir gerçekliktir. Huzursuzluğun ana nedeni ise, Erdoğan ve AKP burjuvazisinin kendi küreleri dışında kalan burjuva kesimleri hiç dikkate almamaları ve hatta bununla yetinmeyip, her fırsatta onları da hizaya sokma girişimlerinde bulunmalarıdır. Örneğin, TÜSİAD yöneticilerinin AB reformları ve ekonominin gidişatı konusunda yönelttikleri eleştiri ve uyarılara, Erdoğan ve hükümet sözcüleri her seferinde sert bir üslupla karşılık vermiş ve “TÜSİAD kendi işine baksın” yollu ifadelerle onları terslemişlerdir. TÜSİAD yöneticilerinin belli bir tarihten sonra, Erdoğan’ın icraatları karşısında daha az konuşur hale gelmeleri ve hükümeti eleştirmekten kaçınmaları da görece bir geri çekilmenin göstergesidir. Fakat TÜSİAD yöneticilerinin daha az konuşur hale gelmesi ve hükümeti eleştirmekten kaçınması, burjuvazi içinde gönüllü bir uzlaşmanın ve anlaşmanın sağlandığı anlamına da gelmiyor. Bu durum, Erdoğan türü bir “barışın” (pax Erdoğana) TÜSİAD yöneticilerine de dayatılmış olduğunu gösteriyor. Görünen odur ki, TÜSİAD açısından şimdilik bir uzlaşma değil bir geri çekilme, çatışma ortamından uzak durma hali söz konusudur. Bu durumda AKP hükümeti ile TÜSİAD arasındaki ilişkilerin, AB projesinin gelişme seyrine göre gelgitli bir seyir izleyeceği aşikârdır.

    Kapitalizmin dünyasal krizi ve sol liberallerin hülyaları

    Burjuvazinin siyasal bir temsilcisinin tüm burjuvazi üzerinde hegemonya kurmaya kalkışması ve bunu açıktan yapar hale gelmesi, her dönemde karşılaşılabilecek ve olağan sayılabilecek bir durum değildir. Nitekim bugün başbakan Erdoğan’ın ve onu destekleyen burjuva kesimlerin kendi dışlarındaki burjuva kesimlerin itirazlarını hiçe sayarak kendi bildiklerini okumaları ve bu konuda dayatmacı bir siyasal tarz geliştirmiş olmaları, pek açık edilmese de, burjuvazi içinde bir rahatsızlık yaratmış durumdadır. İçerde siyasal çözüm bekleyen onca sorun (Kürt sorunu, AB reformlarının durması, yeni bir Anayasa yapımının askıya alınması vb.) varken, Erdoğan ve adamlarının bu sorunların çözümünü bir kenara itip, kendi tercihleri olan başkanlık sistemini dayatmacı bir şekilde oldurmaya çalışmaları burjuva rejimde esaslı bir gerilime yol açmış bulunuyor. 2011 seçimleri öncesinde “ileri demokrasi”, “sivil bir Anayasa”, “özgürlüklerin genişletilmesi” vb. üzerine onca vaatlerde bulunan Erdoğan ve AKP kurmaylarının, şimdi bu söylediklerinden çark ediyor olmaları, zamanında onlara destek vermiş olan liberal aydınlarda, yazarlarda, gazetecilerde vb. esaslı bir moral bozukluğu ve düş kırıklığı yaratmış durumda.
    Liberallerin nasıl bir düş kırıklığı yaşadığını, bir liberal demokrat olan Ahmet Altan’ın şu serzenişi çok iyi yansıtıyor: “Akıllı biri bana, ekonomisi bu kadar iyi giden, ekonomik verileri neredeyse mucizevî parıltılar gösteren, bütün ülkeler işsizlikten kırılırken işsizliği azaltan bir ülkenin neden siyaseten bir iğneli fıçının içinde yaşamak zorunda olduğunu anlatsın. Bütün dünya ekonomik bir kaosun içinde çalkalanırken biz bir «cennet adası» gibi huzurla yolumuza devam edebilecekken neden böylesine faşizan bir baskıyla ve bütün ülkeyi yaralayan gerginliklerle yaşamak zorundayız? En zorunu başarırken, zaten daha önceden başarmış olduğumuzu şimdi bozmanın esbab-ı mucibesi nedir? Ben bunu hakikaten anlamıyorum. … Hazır ekonomimiz bu kadar iyiyken, bu ekonomik temel üzerine faşizmi bina edeceğimize, ekonominin gücünden yararlanarak sorunları çözüp geçsek daha iyi olmaz mı?” (Taraf, 17.08.2012)
    Bu satırlar, Ahmet Altan gibi liberal-demokrat burjuva aydınların nasıl bir ruh hali içinde bulunduklarını ve mevcut kapitalizm koşullarında geleceğe dair beklentilerinin ne olduğunu doğrusu çok iyi yansıtıyor. Belli ki liberal aydınlarımız, içinde yaşadığımız çağın hâlâ savaşlara, çatışmalara, baskılara yol açan bir emperyalizm çağı olduğu gerçeğini kabullenmek istemiyorlar. Tersine, onların 21. yüzyıl kapitalizminden, yani emperyalizmden beklentileri hâlâ çok yüksektir. 21. yüzyıl kapitalizminin (onların tanımıyla bilgi çağının) demokrasiyi yaygınlaştıracak ve dünyaya sonsuz barış getirecek ekonomik bir altyapı oluşturacağına inanmaktalar. Nitekim Ahmet Altan gibi liberal yazarlar, bu inançlarını yazılarında sık sık dile getiriyorlardı. Buna inanan liberaller, Türkiye’nin de bu gelişmeden nasibini alacağını ve AKP hükümeti sayesinde AB sürecinin tökezlemeden ilerleyeceğini düşünüyorlardı hep. Bugün ise, bu düşlerinin gerçekleşmediğini görmenin derin düş kırıklığını yaşamaktalar. Ama tarihte ilk defa bizim liberallerimiz yaşamıyor bu yanılgıyı ve düş kırıklığını. Bunun bir benzerini, bundan tam yüz yıl önce Avrupa’da Alman sosyal demokrasisinin liderleri de yaşamıştı. Karl Kautsky birinci emperyalist paylaşım savaşı öncesinde (1914’te), 20. yüzyılla birlikte yeni bir çağa girildiğini ve bu yeni çağda emperyalistler arası rekabet ve çatışmanın yerini, büyük emperyalist anlaşmaların, ortaklıkların (süper emperyalizmin) alacağını ve bu nedenle de artık emperyalistler arası rekabete, çatışmalara, savaşlara gerek kalmayacağını düşlüyordu. Çünkü dünya ekonomisi, bir savaşa gerek kalmaksızın, büyük emperyalist ortaklıklar tarafından barış içinde paylaşılacak ve sömürülecekti! Ne var ki, Kautsky’nin kendi hayal dünyasında “süper emperyalizm” üzerine kurguladığı bu “fantezi teori” kısa sürede çökmüş ve insanlık, gerçekler dünyasının o acımasız gerçekleriyle yüz yüze gelmişti. Yüz yüze gelinen gerçeklik ise, milyonlarca insanın mahvına ve ölümüne sebep olan birinci emperyalist paylaşım savaşı ve demokrasinin kırıntısını bile bırakmayan kanlı faşist diktatörlükler idi!
    20. yüzyılın sonunda “reel sosyalizmin” çökmesi ve kapitalizmin dünyada rakipsiz bir güç haline gelmesi, bu kez liberal aydınların hayal dünyalarını ve gelecek fantezilerini köpürttü. Evet, 21. yüzyıla girildiğinde, Türkiye’deki liberal aydınların da geleceğe dair umutları yeşermiş durumdaydı. Kapitalizm altında ilerleyen Avrupa’nın birleşmesi projesine büyük umutlar bağlamıştı bizim liberal aydınlarımız. AB’ye üyelik sürecinin Türkiye’yi de nasıl demokratikleştireceğinin düşlerini kuruyorlardı. Onlara göre, “çağdaş” kapitalizm koşullarında (onların deyimiyle 21. yüzyılın sanayi sonrası kapitalizminde) o eski sınıf mücadeleleri de, emperyalistler arası çatışma ve savaşlar da artık hiç yaşanmayacaktı!
    Bu süreçte AKP’nin iktidara gelmesi, AB’ye katılım için gerekli reformları başlatması ve ardından askeri vesayet sistemini geriletici adımlar atmaya başlaması daha da umutlandırmıştı liberal aydınlarımızı. Çünkü onlara göre, mevcut dünya koşulları Türkiye’nin sorunlarını çözmesi ve demokratikleşmesi için çok uygundu şimdi. Berlin duvarının yıkılmasından sonra kapitalist dünyada rüzgârlar liberalizmden ve demokrasiden (burjuva demokrasisinin gelişmesinden) yana esiyordu! Türkiye de bu olumlu havadan nasibini alacaktı elbette! Yeter ki AB’nin istediği reformları yapan ve bu konuda kararlı ve istikrarlı olan bir hükümet iş başında olsundu. Özetle söyleyecek olursak, o dönemde liberal aydınlarımız emperyalist Avrupa’dan esecek demokrasi rüzgârının Türkiye’yi de demokratikleştireceğine esaslı bir şekilde bel bağlamış durumdaydılar. Dolayısıyla, AKP hükümeti AB’yle iyi geçindiği ve AB’nin istediği reformları yaptığı sürece, koşulsuz destekleyeceklerdi AKP hükümetini.
    2009 yılında kapitalist dünya ekonomisi krize girdiğinde ve ardından ABD’de ve AB ülkelerinde büyük ekonomik sarsıntılar yaşanmaya başladığında da kapitalizme inançlarını hiç yitirmediler liberal aydınlarımız. Üstelik bu dönemde ABD’de Obama’nın başkan seçilmesi, kapitalizme olan umutlarını daha da yeşertti onların. Liberal aydınlar günümüz kapitalizmini “sanayi sonrası kapitalizm” olarak tanımlıyor ve bu kapitalizm altında dünyaya yayılacak demokrasi düşleri görüyorlardı. Gördükleri bu düş, onların yazılarında, politik tahlillerinde bire bir yansıyordu. “Çağdaş kapitalizm” hakkındaki umutlu beklentilerini aktarırken şöyle diyorlardı:
    “Bush silahçı ve petrolcülerin iktidarını temsil ediyordu, Obama çok daha farklı bir anlayışı yansıtan bilgisayarcıların temsilcisi. Birincisi kurşun atınca para kazanırken, ikinciler bilgisayar satınca para kazanacak. Bilgisayar satmak için gelişmiş, zengin, barışçı, huzurlu ve istikrarlı bir dünyaya ihtiyaç var. Tüm kan, gözyaşı, acı ve ıstıraba rağmen «eski dünya düzeni» yavaştan kaybolmakta. Dünya, uluslararası sistem ve ABD, AK Parti iktidarı ile Türkiye’nin bu bölgede yeni bir görev üstlenmesine çalışıp duruyor. Müslüman bir ülkenin, insan hakları, demokrasi ve piyasa ekonomisi ile kol kola yürüyebileceğini, idealler doğrultusunda vatandaşlarını özgürleştirip zenginleştirebileceğini Türkiye’nin göstermesini istiyor. …Obama’nın da Müslüman Türkiye’nin AB kriterleri ile evlenmesini sağlamak için çalışacağını ilk baştan açıklaması bu yüzden. ABD’nin örnek ülke olarak Müslüman dünyaya göstereceği Türkiye, AB standartlarında bir ülke haline gelecek.” (Mehmet Altan, Star, 05.04.2009)
    Evet işte böyle! Kapitalizm dünya ölçeğinde zincirleme bir kriz dönemine girmişken ve bunun sonucunda işçi ve emekçilerin ekonomik ve sosyal hakları her yerde saldırı altındayken, işsizlik, yoksulluk artarken ve dünyanın her tarafında emperyalistler arası hegemonya savaşları hâlâ sürerken, liberal aydınlar kendi düş dünyalarında “barışçı”, “eşitlikçi” “özgürlükçü” bir kapitalizm çağının başlamakta olduğunu hayal edebiliyorlardı! Onlara göre, genişlemekte olan Avrupa Birliği de işte böyle bir barış çağının projesiydi ve Türkiye de demokrasisini geliştirirse mutlaka bu projeye dâhil edilecekti!
    Ama burjuva liberal aydınların atladıkları bir şey vardı. Türkiye’de teknoloji kullanımındaki artış ve kapitalist ekonominin AKP iktidarı altında gösterdiği muazzam büyüme, toplumda otomatik olarak bir demokratikleşme getirmedi ve getiremezdi de. Kapitalist ekonominin büyümesi, sermaye birikiminin ve yoğunluğunun artması, Türkiye’de öncelikli olarak demokrasinin genişlemesini, işçi ve emekçilerin ekonomik ve sosyal haklarının gelişmesini, Kürt halkının ulusal-demokratik taleplerinin karşılanmasını vb. değil, yerli finans-kapitalin yayılma arzusunu ve bölgede güç mücadelesine girişme eğilimini kamçıladı. Sermayenin bu emperyalistleşme eğilimi ise, ülke içinde emek hareketini bütünüyle denetim altına alma, daha yoğun bir sömürü mekanizmasını işletme ve otoriterleşme eğilimine hız verdi. İşte AKP iktidarının giderek otoriterleşmesi, artan bu emperyalistleşme eğilimi ile doğrudan bağlantılıdır. Bunun somut göstergesi ise, kaynayan Ortadoğu kazanına Türkiye’nin de dâhil olması ve bu kazan içinde rakipleriyle (ki bu rakiplere Almanya, Fransa gibi AB ülkeleri de dâhildir) kıyasıya bir rekabet içine girmesidir. Bunun ise bir tek adı vardır: Emperyalist paylaşım savaşına dâhil olmak!
    Bugün yaşanan süreç, kapitalizmin dünya çapında gelişmekte olan genel krizi ortamında, büyük güçler arasındaki hegemonya ve paylaşım savaşıdır. Emperyalist piramidin daha alt basamaklarında bulunan ve bu anlamda alt-emperyalist bir güç olan Türkiye kapitalizmi de bu savaşa dâhil olmuştur ve etki alanını genişletmeye çalışmaktadır. Bu bakımdan onun önceliği, liberal aydınların sandığı gibi demokrasiyi geliştirmek vb. değil, kendi nüfuz alanını genişletmektir. Bu süreçte Türkiye’nin kuracağı ittifaklar ve katılacağı bloklar da bu paylaşım savaşının seyrine göre değişiklik gösterecektir elbette. Nitekim bir dönem AB ile balayı yaşanırken, daha sonra bir “küskünlük” dönemine girilmiş olması, ardından başbakan Erdoğan’ın Şanghay Beşlisine katılmaktan söz eder hale gelmesi vb. hep bu savaş sürecinin oynak karakterinden kaynaklanmaktadır.
    Nitekim 2009 yılında kurulan liberal düşler de aslında bu gelişmeler nedeniyle 2012 yılında sönmeye başlamıştır. Çünkü bu üç yıl içinde liberal düşleri parçalayacak çok şeyler yaşanmıştır. Bir kere dünya kapitalizminin içine girdiği kriz nedeniyle, bu süreçte AB’nin varlığı bile tartışılır hale gelmiştir. AB’nin yaşayıp yaşamayacağı hakkında artık kimse kesin konuşamıyor. Avrupa’nın siyasal birliğinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği bir yana, ekonomik birliğinin bile tehlikede olduğu görülüyor bugün. Liberaller bunu düşünmek bile istemiyorlar ama ilerde AB diye bir şey kalmayacak belki de. Elif Çağlı bu gerçekliği çok erken bir tarihte, bundan tam on yıl önce (2003 yılında) dile getirmiş ve Avrupa Birleşik Devletleri hedefine doğru yol aldığı söylenen AB’nin aslında mevcut haliyle bile kaderinin belli olmadığını belirtmişti (bkz. Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum broşürü).

    AKP’nin gidişatı ve burjuva muhalefetin hali pür melali

    Düş kırıklığına uğrayan liberal-demokrat aydınların bugün Erdoğan ve hükümetine yönelttikleri eleştirileri, AB reformları sürecinde Erdoğan’a destek vermiş olan AB yanlısı TÜSİAD yöneticileri de dile getirmişlerdi. Fakat Erdoğan ve adamları bu eleştirilerden pek etkilenmediler ve bildiklerini okumaya devam ettiler. Peki ama neden böylesine rahat davranabiliyor Erdoğan ve adamları? Çünkü liberal-demokratların AB reformları, demokrasi vb. konusunda AKP’ye yönelttikleri eleştiriler ve yükselttikleri itirazlar, gerek parlamentoda gerekse toplumda yankı bulmuyor ve muhalif bir kamuoyunun oluşumunda etkili olmuyor. Nitekim Erdoğan da bu durumun farkında olduğu için, kendisini eleştiren burjuva liberal kesimlere “artık size ihtiyacımız kalmadı, düşün yakamızdan” demeye getiren kibirli bir tavır sergiliyor son zamanlarda. Fakat öte yandan, Erdoğan ve adamlarının 2011 seçimlerinden sonra iyice açığa çıkan benmerkezci, kibirli ve bir o kadar da anti-demokratik tavırları, liberal çevrelerde giderek endişeleri arttıran huzursuz bir durum yaratıyor. Üstelik bu gelişmeler, Ortadoğu’da büyük bir savaş kazanının kaynadığı ve kapitalizmin dünya çapındaki krizinin daha da derinleşmekte olduğu tarihsel bir konjonktürde yaşanıyor. Böylesi bir konjonktürde burjuvazi içinde patlak verecek bir kapışmanın, hiç de hayra alamet sonuçlar getirmeyeceğini, burjuvazinin akil adamları görmekte ve endişelenmekteler. Çünkü tüm bu gelişmelerin, Türkiye’nin geleceğiyle ilgili perspektifleri bir anda belirsiz hale getirebilecek tehlikeli bir potansiyel taşıdığının farkındalar.
    Bu çevreler açısından işin daha da kötüsü, bu sıkıntılı durumu bugün itibariyle dile getirecek ve Erdoğan ve ekibinin başına buyruk çizgisine demokratik bir programla ve söylemle karşı çıkacak etkili bir burjuva muhalefet hareketinin bulunmamasıdır. AKP’ye sözümona soldan muhalefet eder görünen CHP’nin biçare durumu ortadadır. CHP bugüne kadar izlediği siyasal çizgisiyle, statükocu devlet anlayışıyla, milliyetçi refleksleriyle ve demokrasi ve özgürlük konusundaki hastalıklı yaklaşımlarıyla AKP’nin de sağında olan ve ciddi hiçbir demokratik muhalefet potansiyeli taşımayan bir siyasal partidir. Bu gerçekliği AKP’yi dengelemeye çalışan burjuva kesimler de görmekte ve AKP’yi dengeleyecek ve ona alternatif teşkil edecek bir burjuva muhalif hareket yaratamamanın tedirginliğini yaşamaktadırlar. Bugünkü CHP, hem liderlik makamına paraşütle indirilen başkanının ilkesizliği, çapsızlığı ve renksizliği nedeniyle, hem de bitmeyen parti içi çekişmeler ve kavgalar nedeniyle tam bir umutsuz vakadır burjuvazinin gözünde de. Dolayısıyla, bugün AKP iktidarına soldan muhalefet edecek ve onun otoriter eğilimlerini frenleyecek demokratik bir burjuva muhalefet partisi bulunmamaktadır parlamentoda. Bugünkü parlamento tablosu, burjuva parlamenter düzenin işleyişi bakımından esaslı bir açmaz oluşturmaktadır. Çünkü böylesi bir parlamenter yapı içerisinde AKP’nin tek başına her şeyi belirler hale gelmiş olması, bırakın genel toplumsal demokratik konsensüsü, burjuvazi içi demokrasiyi bile işlemez hale getirme potansiyeli taşımaktadır. Bu durum, burjuva rejim açısından geleceğe yönelik belirsizlikleri ve riskleri arttırmaktadır.
    Nereden bakarsak bakalım, bugünkü mevcut parlamento yapısı içinde AKP’ye soldan muhalefet eden tek bir parti bulunmaktadır. Bu parti, Kürt ulusal hareketinin parlamentodaki sesi olan BDP’dir. Bugünün koşullarında AKP bir tek bu partinin muhalefetini dikkate almakta ve ondan çekinmektedir. Çünkü gerçekten de örgütlü, kitlesel muhalefeti bir tek bu parti temsil etmektedir bugünkü burjuva parlamentoda. Öte yandan AKP bir başka gerçeğin de farkındadır: Türkiye’nin de içinde yer aldığı ve fena halde kaynamakta olan bugünkü Ortadoğu kazanında, Kürt sorununu çözemeyen bir iktidar partisinin, iktidarını aynı rahatlıkla sürdürebilmesi ve bölgede hâkimiyet kurabilmesi mümkün değildir. Daha özet bir söyleyişle, Kürt sorununu çözemeyen bir parti, kaynayan bu Ortadoğu kazanı içinde kendisi çözülmeye mahkûm olur.

    Emperyalistleşen Türkiye’ye de bir “başkan baba” gerekiyor!

    Belirsizliklerin böylesine arttığı bir konjonktürde, Erdoğan ve adamlarının parlamenter mekanizma içerisinde kontrol edilemez hale gelmesi, burjuva cephede endişeleri arttıran diğer bir faktördür. Burjuva iktidar mekanizmaları üzerinde elde ettikleri hegemonik konumdan acayip cesaret devşiren ve müthiş bir özgüvene ulaşan Erdoğan ve adamları, en doğruyu kendilerinin bildiğine ve her şeyin en iyisine kendilerinin karar verebileceğine olan kibirli inançlarıyla, hiç kimseye müdana etmez bir tutum içerisine girmiş durumdadırlar. Tabii bu da onları, kendi çevrelerinden gelen eleştirilere bile kulak tıkayan bir pozisyona sürüklüyor. Erdoğan ve adamlarının kerameti kendinden menkul bu “cesareti”, her konuda daha atak davranmaya itiyor onları. Örneğin, AB’nin hazırladığı ilerleme raporlarında dile getirilen uyarıları ciddiye almaz tavırlar takınmaları, Kürt sorununun çözümü konusunda önerilerde bulunan liberal yazarları küçümsemeleri ve onlara karşı hakarete varan eleştirilerde bulunmaları, Kürt ulusal hareketinin legal temsilcilerine (BDP’ye) karşı kullandıkları aşağılayıcı, saldırgan dil, hep bu benmerkezciliğin, kibirliliğin ve kerameti kendinden menkul cesaretin bir tezahürüdür.
    Evet, Erdoğan ve ekibi son zamanlarda tek seçici, tek karar verici merci yalnızca kendileri olmalıymış gibi bir ruh haline bürünmüş durumdalar. Bir ayağı Avrupa’ya, diğer ayağı Asya’ya basan “ihtişamlı bir devletin başkanı” olmayı hayal eden Erdoğan’ın son zamanlarda izlediği siyaset de onun bu ruh halini yansıtıyor. Fakat aynı zamanda bu siyaset, bilinçlice kurgulanmış bir gerilim siyasetine dönüştürülüyor Erdoğan tarafından. AB’yle ilişkiler, siyasi reformlar, yeni bir anayasanın yapılması, Kürt sorununun çözümü vb. gibi konuların hepsi de Erdoğan’ın izlediği bu gerilim siyasetinin gölgesinde kalmış gibidir. Arada bir bu durumu yumuşatmak için yapılan manevralar, örneğin Kürt sorununun demokratik çözümü için adım atılıyormuş gibi bir izlenim yaratılması, sadece bir parantezdir bu süreç içerisinde. Erdoğan ve adamlarının uyguladığı bu belirsiz ve gelgitli politikalar, belki de “başkanlık seçimlerine” kadar böyle devam edecektir.
    Başkanlık moduna giren Erdoğan’ın son zamanlardaki ruh hali, adeta bir “cahilin cesareti” durumunu yansıtmaktadır. Herkesin de dikkatini çektiği üzere, başbakan her konuda konuşuyor ve topluma ayar vermeye çalışıyor. Ama onun bilir bilmez her konuda fikir beyan etmeyi alışkanlık haline getirmesi ve kendi fikrini herkese dayatmaya kalkışması, onun açısından hiç de hoş bir durum yaratmıyor tabii ki. Erdoğan’ın bu konuşma tarzı, Karadenizlilerin kullandığı hoş bir deyimi hatırlatıyor bize. Karadenizliler, bilir bilmez her konuda fikir beyan etmeye kalkışanlara “ula uşağum çok konişma aklinun dibi göriniy!” derler. Evet, Erdoğan da çok konuşmaya ve hemen her konuda fikir beyan etmeye kalkıştığından beri, onun da aklının dibi görünmeye başladı! Erdoğan’ın aklının dibinde yatanın ne olduğu ise giderek daha bir netlik kazanıyor. Anlaşılan Erdoğan tüm yetkilerin kendinde toplandığı, aklına estiği gibi konuşabildiği, kimsenin onu denetlemeye kalkışmadığı “Türk tipi” bir başkanlık sistemine (başkan baba!) geçilmesini arzuluyor! Osmanlı despotizminin (padişahlık) modern zamanlara uyarlanmış bir versiyonu da diyebiliriz onun arzuladığı bu başkanlık sistemine. Nitekim son dönemde söyledikleri de bu tahminimizi doğrular niteliktedir.
    Konya’daki bir açılış töreninde yaptığı konuşmada, burjuva parlamenter rejimdeki kuvvetler ayrılığı ilkesinden rahatsızlık duyduğunu açıkça beyan eden Erdoğan şöyle dedi: “İşte bu kuvvetler ayrılığı denen olay var ya, o geliyor sizin önünüze dikiliyor.” Erdoğan kuvvetler ayrılığından şikâyetçi oluyor ve diyor ki, biz aslında hizmet yapmak istiyoruz ama yargı bize müdahale ediyor, bizi engelliyor, elimizi kolumuzu bağlıyor! Erdoğan’a göre icranın (yani kendisinin) yapacağı işleri, hizmetleri vb. başka bir güç denetlemeye, engellemeye kalkışmamalı. Kendi hizmet anlayışını ve kendisinin karar verdiği projeleri hep ön planda tutan ve aldığı yüksek oy oranından da hareketle, yaptığı her şeyin otomatik olarak meşru sayılmasını isteyen Erdoğan, kendisine itiraz edilmesine ve denetlenmesine, ataerkil anlayışı nedeniyle hiç tahammül edemiyor. Nitekim Erdoğan’ın bu tahammülsüzlüğünün de bir sonucu olarak, idari açıdan düzenleyici ve denetleyici işlevleri olan özerk kuruluşların idari özerklikleri, AKP milletvekillerinin girişimleriyle (torba yasa) kaldırılmış ve meclis adına askerî ve sivil tüm kamu kurumlarında denetim yapma görevini yürüten Sayıştay da Erdoğan hükümetinin müdahaleleri sonucunda işlevini tamamen yitirmiştir. Aynı şekilde, İhale Kanunu da onlarca kez değiştirilerek ve 60’tan fazla kurum bu kanunun kapsamı dışına çıkarılarak, ihalelerdeki şeffaflık ilkesi de işlemez hale getirilmiştir.
    Demokratik olduğu iddia edilen bir rejimde, bir başbakanın anti-demokratik eğilimlerinin böylesine dışa vurmuş olması, burjuva demokrasisi adına hiç de hayra alamet bir gelişme değil. Nitekim durumun vahametinin farkında olan Cumhurbaşkanı Gül, Erdoğan’ın yaptığı bu kuvvetler ayrılığı açıklamasının hemen ardından, başbakanın söylediklerini tevil etmeye çalışarak şöyle dedi: “Onu kastetmek istememiştir başbakan, biliyorsunuz, kuvvetler ayrılığı demokrasinin temel ilkesidir!” Cumhurbaşkanı böyle dese de, Erdoğan ve adamlarının niyeti bozdukları apaçıktır. Çünkü bizzat AKP grubunun Anayasa Komisyonu’na sunduğu başkanlık sistemi önerisinde, devlet başkanına Meclisi fesih yetkisi, kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi, Meclisin kabul ettiği yasalar üzerinde veto yetkisi verilmektedir!
    Tüm bu gelişmeler de gösteriyor ki, Erdoğan ve adamları daha şimdiden “Türk tipi bir başkanlık” sisteminin ön hazırlıklarını yapmakta ve kamuoyunu da buna alıştırmaya çalışmaktadırlar. Aslına bakılacak olursa, Erdoğan da tıpkı Atatürk gibi bir “yüce önder” olmaya soyunmuştur tarihin bu zaman diliminde! Bilindiği üzere, bütün kuvvetlerin kendisinde toplanmış olmasından pek hoşlanan “yüce önderimiz” de burjuva demokrasisinin şu kuvvetler ayrılığı denen ilkesinden hiç hazzetmezdi!
    Fakat öte yandan, burjuvazi içindeki mevcut güçler dengesine bakacak olursak, her şeyin Erdoğan’ın istediği gibi olamayacağı ve sürecin bu anlamda hiç de kolay geçmeyeceği ortadadır. Erdoğan ve ekibinin arzuladığı tipte bir başkanlık sistemi gerçekleştiği takdirde, tüm kararların dar bir iktidar ekibi (başkan ve adamları) tarafından verileceğini ve bunun da ne gibi keyfiliklere yol açacağını bilen burjuva çevreler, daha şimdiden bu endişelerini dile getirmektedirler. Çünkü bu burjuva çevreler, Türkiye gibi bir ülkede ve Erdoğan’ın tasarladığı gibi bir başkanlık sisteminde, tüm yetkilerin iktidardaki dar bir grubun elinde toplanması halinde, bunun burjuva sistemde ne gibi iç çalkantılara yol açacağını tahmin edebilmektedirler. Bu nedenle, liberal-demokrat köşe yazarları, akademisyenler, aydınlar bu konuyu hep gündemde tutmakta ve Erdoğan’ın girişimini eleştiri konusu yapmaktadırlar. Şayet ekonomik kararları, kapitalist ekonominin dümenine geçecek olan başkan (Erdoğan) ve adamları tek başlarına vermeye kalkışırlarsa, kendilerine yakın sermaye gruplarını nasıl ayrıcalıklı hale getirebilecekleri ve bunun da burjuvazi içinde ne gibi sürtüşmelere, çekilmelere, çalkantılara yol açabileceği daha bugünden görebilmektedirler. Bu konuda uzağa gitmeye de gerek yok. Erdoğan’ın başbakanlığı altında geçen son on yılın iktidar pratikleri, bu söylenenleri fazlasıyla kanıtlamış durumdadır zaten. Nitekim başkanlık moduna giren Erdoğan’ın yaptığı çıkışlar ve sağa sola had bildirmeler, daha şimdiden pek çok burjuva kesimle ilişkilerinin bozulmasına, kendisini desteklemiş olan liberal yazarlarla köprüleri atmasına, hatta AKP içinde “daha itidalli” gidilmesinden yana olan çevrelerle bile ters düşmesine yol açmış bulunmaktadır. Erdoğan’ın “her şeye ben karar veririm” tarzındaki davranışının, burjuvazi içi demokrasi açısından da normal sayılacak bir davranış olmadığı ortadadır. Tüm bu otoriter, kibirli ve bir o kadar da hazımsız davranışlar, Erdoğan’da içkin olan Bonapartist eğilimin artık üstü örtülemez bir hale gelmiş olduğunu gösteriyor. Üstelik onda içkin olan bu eğilimin, yakın çevresi tarafından da iyice körüklendiği anlaşılıyor!
    Nitekim geçenlerde, “ecdadımızı yanlış tanıtıyorlar” diyerek bir televizyon dizisine (Muhteşem Yüzyıl) müdahalede bulunduğunda, onun bu otoriter davranışı hem kendisine yakın milletvekilleri hem de yandaş köşe yazarları tarafından hararetle alkışlanmıştı. Oysa şu tehdidi savuruyordu dizi yapımcılarına Erdoğan: “Bizim öyle bir ecdadımız yok. Biz öyle bir Kanuni tanımadık. Biz öyle bir Sultan Süleyman tanımadık. Onun ömrünün 30 yılı at sırtında geçti. Sarayda o gördüğünüz dizilerdeki gibi geçmedi. Bunu çok iyi bilmemiz, anlamamız lazım. Ve ben o dizilerin yönetmenlerini de o televizyonun sahiplerini de milletimizin huzurunda kınıyorum. Ve bu konuda yargının gerekli kararı vermesini bekliyorum.”
    Erdoğan dizi yapımcılarına bu diskuru geçtikten ve yargıyı da “göreve” çağırdıktan sonra, bizlerin tarih konusunda daha derinden bir bilgi sahibi olmamız için ikinci bir açıklama daha yapmıştı aynı günlerde. Bu açıklaması da Fatih Sultan Mehmet’i karşılamaya çıkan Bizanslı hatunların ettiği “nadide lâflar” üzerineydi! Şöyle dedi Erdoğan: “Birileri bizim tarihimizin maalesef haremden ibaret olduğunu iddia ediyor. Fetih dediğiniz kavram savaşarak, birilerin boynunu kopararak, işgal ederek, sömürmek için yeni topraklar elde etme girişimi değil, tam tersine kapıdan önce kalpleri açma girişimidir. Fetih, sevgi medeniyetini yakın uzak diyarlara taşımaktır. Kılıcın değil, kalemin egemenliğine inanmaktır. Onun için İstanbul’un fethinde Bizans’ın hanımları Fatih Sultan Mehmet’i, Akşemseddin’i karşılarken, «Başımızda kardinal külahı görmektense Osmanlı sarığı görmeyi arzu ederiz» demişlerdir. Çünkü birinde adalet, birinde zulüm vardı. Bizim tarihimize yön veren kalemden ve kitaptan kimse bahsetmiyor, bahsetmek istemiyor.”
    Evet, Erdoğan bu açıklamalarıyla, Osmanlı hakkında kendi inandığı “tarih tezini” koymuş oluyordu ortaya! Fakat hiç kimse Erdoğan’ın tarih konusunda saçtığı bu incilere itibar etmedi. Tam tersine, tarihçisinden köşe yazarına pek çok kişi, Erdoğan’ın Osmanlı tarihi hakkında ileri sürdüğü bu “nadide tezi” yerden yere vurdu. Erdoğan’ın açıklamalarındaki maddi hatalar bir yana, onun büsbütün bir “tarih cahili” olduğunu da delilli ve ispatlı olarak ortaya koydular. Erdoğan’a söylemek istedikleri şey şu oldu tarihçilerin: Eğer tarihi, inandığın bir ideolojinin ya da felsefenin arka bahçesi olarak düzenlemeye kalkışırsan, bu girişimin belki kısa dönemde politik olarak senin işine yarayabilir ama tarihi gerçekler karşısında er ya da geç gülünç duruma düşmekten de kurtulamazsın. Çünkü tarih uyduruk menkıbelerden ibaret bir hikâyeler yığını değil, bir bilimdir ve öyle ele alınmalıdır!
    Ama “anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az” demişler. Tarihçilerin çaldığı davul zurna da başkanlığa kilitlenen Erdoğan’a az geldi. Tarih konusunda devirdiği çamların yüzüne vurulması umurunda bile olmadı Erdoğan’ın. Çünkü onun amacı, tarih bilimine sadık kalmak falan değil, kendi tarih algısını, hitap ettiği kitleye gerçekmiş gibi yutturabilmekti. Evet, Erdoğan’ın yaptığı aslında bir ideoloji oluşturma gayretiydi sonuç olarak. Yüksek bir kürsünün üzerine çıkıp, oradan “ecdadımız” hakkında nutuk serdeden Erdoğan, tarihçilerin ve tarihle ilgilenen aydınların başlarının üzerinden arka sıralara bakarak, orada toplaşmış olan ahaliye hitap ediyordu aslında. Gerçek bir tarih bilincinden ve bilgisinden yoksun olan bu ahaliye Erdoğan kendi ideolojik tarih anlayışını, yani fetihçi bir büyük devletin ideolojisini benimsetmeye çalışıyordu. Kemalizm, misak-ı milli sınırları içerisinde inşa edilmeye çalışılan bir ulus-devletin ideolojisiydi. Bugün Erdoğan ve ekibinin yapmaya çalıştığı ise, bölgesinde büyük güç olmayı amaçlayan ve yayılmacı emeller taşıyan bir devlete ideoloji oluşturmaktır. Birincisinde içe kapanmacı, korunmacı, güvenlikçi politikalar (“yurtta sulh cihanda sulh” söylemi) belirleyici olurken, ikincisinde dışa açılmayı, bölgesinde emperyal bir güç olmayı hedefleyen politikalar belirleyici olmaktadır. Nitekim Erdoğan’ın bu son dönemdeki Osmanlı sevdası ve “ecdadımız” söylemi de işte bu yayılmacı politikaların bir gereği olarak anlaşılmalıdır.
    Günümüz koşullarında Erdoğan’ın empoze etmeye çalıştığı bu devlet ideolojisi, dincilikle milliyetçiliği kaynaştırmaya çalışan bir ideolojidir. Peki ama bunu neden yapıyor Erdoğan? Çünkü “dinci oylar” onu başkanlığa taşımaya henüz yetmiyor da ondan! O nedenle de şimdi Erdoğan, kafası Türkçülükle, milliyetçilikle bulandırılmış olan MHP seçmenlerinin oylarına göz dikmiş durumdadır. Dolayısıyla, Erdoğan’ın milliyetçi söylemlerinin dozunun giderek daha da artacağını şimdiden söyleyebiliriz. Arada bir bu milliyetçi çıkışlarını dengelemek için demokrat rolü oynamaya da devam edecektir tabii ki. Ama onun süreç boyunca bir taktik olarak başvuracağı bu demokratlık gösterileri, büyük bir ihtimalle gene de bir parantez olarak kalacaktır!

    http://marksisttutum.org/ulus_devletten_emperyalistlesen_ulus_devlete_ve_akp_3.htm

  44. yine şaşırtmadı.

  45. Şaşırdı:) (veya kendine geldi) 🙂

  46. Halim Kar/ Kemalistlerin ‘Laiklik’, AKP’nin ‘Demokrasi’ Çığlığı

    Bu yazı; Kemalist faşistlerin ‘Laiklik’,‘Bağımsızlık’… demagojileri üzerinde kısaca dururken,

    ‘Türk- İslam sentezi’ etrafında birleşmiş Şeriatçı güruhun ise ‘Hümanistlik’,‘Ümmetçilik’,’Demokrasi’ söylemleri altında yatan yüzsüzlüğü,sömürgeciliği ve yalanları açığa çıkarma amacı ile kaleme alındı.

    Bu iki faşist güruh ülkemizdeki gündemi hergün kendi üzerlerinde yoğunlaştırmaktadırlar.

    Toplum,iki seçenekten birine zorlanıyor bunlar ve bunların destekçisi ABD eliyle; ‘ya Şeriat yada Kemalizm!’ (Ama, Kemalistlere ‘geçmiş olsun’ demek gerekiyor artık,çünkü dönüşü olmayan yolculuk çoktan başladı)

    Bunlar birbiriyle yarışırken, ortaya öyle tezler atıyorlar ki;hepsi yalan ve ikiyüzlülük üzerine kurulu.

    Konuya,geçmişe kısa gönderimlerle başlamamızın nedeni; dünü anlamak, bugünü daha sağlıklı kavramamıza hizmet edeceği düşüncesiyle, Kemalizm ile başladık.

    TAÇSIZ KRALLIK; KEMALİZM

    ‘insanların en çok korktuğu rüzgarlar, saklı yerlerini açan rüzgardır’ -Aristo-

    1920’lerden beri (isterseniz bu tarihi 1923 olarak kabul ediniz) Kemalist bir rejim yönetiyor bu ülkeleri (Türkiye ve Kürdistan’ı). Bu rejime damgasını vuran sömürgecilik ve IRKÇILIK olmuştur her zaman.

    Ardı arkası kesilmeyen ‘Örfi İdareler’ (sıkı yönetim), Olağanüstü haller,’Takrir-i Sükun’ yasaları, ‘İstiklal Mahkemeleri…’ sonucu bu ülkeler darağaçları ile donatılmış, halklar için ‘açık hava hapishanesi’ görünümüne dönüştürülmüştür. Bu toprakların her metre karesi, kan ve gözyaşı gölleri ile dolup taşmıştır bugünlere gelene kadar.

    Buna rağmen böylesi bir rejimi allayıp pullayan Kemalizmin demokrasi kahyaları,bu rejimi topluma ‘demokrasi’, ‘bağımsızlık’ , ’halkçılık’,’Laiklik’ … olarak göstermekten utanmamışlardır.

    Söz İnsanı Beslemez !

    Kemalist ‘aydıncıklar’, M.Kemal dönemine gönderim yaparken, sürekli ‘milli kurtuluş savaşımız’ teranelerini ile ‘kahramanlık ve anti-emperyalistlik..’ edebiyatı yaparak emperyalistlere olan uşaklıklarını gizlediklerini sanıyorlar hala.

    Halbuki;‘Dört yıl’ sürdüğü iddia edilen ‘Milli Kurtuluş Savaşı’ (masa başında üretilmiştir bu ‘savaş hikayeleri’ ve böyle bir savaş hiç olmamıştır) dedikleri dönemde Kemalistlerin Anadolu’yu işgal eden İngiliz,Fransız, İtalyan.. emperyalistlerine bir tek çatışması olmadığı gibi, para ve silah ihtiyaçlarını dahi bizzat bunlardan almışlardır.

    Yani,Kemalistlerin (tıpkı ‘türk-islam sentezcileri’ gibi) ellerinde tek malzemesi var; yalan!

    Önce bu yalan üzerinde kısaca duracağız:

    Kemalist hareket,emperyalistlerin çıkarı gereği bizzat emperyalistler tarafından kurulmuş,başından beri emperyalistler tarafından yönlendirilmiş bir hareketti. ‘Güdük’ bile olsa, en küçük bir anti-emperyalist niteliği yoktu (eşyanın tabiatına terstir aksi davranış) ve olamazdı da.

    Kemalistlerin,başından beri emperyalistlerle elele olduğuna Belgelere yer verelim.

    Bu belge ‘Genelkurmay harp Dairesi’nden alınmıştır. Osmanlı bankası (0 zamanın IMF’si gibi bir kuruluştur ve İngiliz-Fransız sermayesi ile Anadolu da kurulmuştur bu banka) Kemalistlere bakın nasıl para verip finanse ediyor.

    ‘Size 1.5 milyon vereceğiz.Yalnız, İstanbul hükümetine vereceğimiz 500 bin liradan haberdar olduğunuza dair bir yazı isteriz’ ….’Mustafa Kemal, böylece ‘istediğimiz 1.5 milyon lirayı Osmanlı bankasından aldık’ diyecektir.(Kaynak; Sabahattin Selek,’Anadolu İhtilali’.cilt.1)

    Bu para bizzat M.Kemal tarafından alındığında Yıl,1920’dir !

    Bu,emperyalistlerin M.Kemal faşistini nasıl desteklediğinin açık bir kanıtıdır (elimizde belge çok) Bu belgeyi eğer dikkatli okumuşsanız, burada Kemalistlere para verilirken, İstanbul hükümetine verilecek paradan da (o tarihlerde, İstanbul’da Padişah bulunmaktadır ve ülkenin ‘sözde’ asıl sorumlusu o’dur AMA emperyaller Kemalistlere 1.5 milyon lira verirken (günümüz parasıyla en az ‘Beş Milyar Dolar’ bu para),İstanbul hükümetine sadece 500 bin lira verdikleri gibi, bu parayı da M.Kemal faşistinin onayı ve kefilliği ile veriyorlardı.

    Sanki Eylül 1920’de, Ülkedeki iktidarın sahibi Padişah değilde ,Teşkilat-ı Mahsusa’nın istihbarat ajanı olan, yüzbaşı M.Kemal’mış gibi ? (Devlet başkanı gibi bir itibar bu. Plan devreye konmuş, Padişah şimdiden saf dışı edilmeye başlanmıştı ama öncelikle saf dışı edilecek başkaları vardı daha)

    Sahi,bizim olmasada belki sizin haberiniz vardır; emperyalistlerin,kendilerine karşı savaşan bir güce para ve silah verdikleri nerede görülmüştür?. Dahası bu mümkün müydü ?..

    Emperyalistler,Kemalistleri sadece para yardımıyla desteklemekle kalmayacak; M.Kemal’in istediği bütün savaş suçlularını da serbest bırakacak,ayrıca M.Kemal’e destek versinler diye 80 bin tutuklu askeride M.Kemal’in yanına göndereceklerdi az ilerde…

    Emperyalistler üç hedef koymuşlardı M.Kemal faşistinin önüne.

    1) Rus devriminin Anadoluya yayılmasının önüne geçmek için Kazım Karabekir’in elinde bulunan 15.Ordu kanalıyla tahkimatlar yaptırmak ve
    2) Rus devriminin etkisiyle ‘bağımsızlık’ talebi ile ayağa kalkan,Ermeni,Rum (Laz) ve Kürt isyanlarını bastırmak,vede 3)Halifelik kurumunu Kemalistler eliyle ortadan kaldırılıp, Osmanlı’nın Orta-Doğu’daki bütün sömürgelerine de el koymak.

    Bu yüzden, ’Erzurum Kongresi’ denilen (Ordu zoru ve baskısıyla bölgedeki eşraf toplanmıştır. Kongre falan değildir) bu toplantıda anında emperyalistlerin dayattığı ‘Misak-ı Milli’ sınırları kabul edilir ve düşman olarakda ‘Rum ve Ermeniler’ hedef gösterilir bu toplantılarda. Kürtlere karşı yaptığı bütün demagojiler etki göstermediği için zaten başından beri onlarla savaş halindeydi Kemalistler (geniş bilgi için,bakınız; Oturan Adam-Erdal Yeşil- ‘Kemalizm’ adlı kitap,Temmuz 2002 basımı.Tohum yayıncılık)

    Bu oyun,1.5 milyon liranın çekilmesinden (Eylül 1920) ‘On Ay’ önce başlamıştı. Yani; Mustafa kemal faşistinin,bizzat İngiliz ve Fransız emperyalistleri tarafından Padişaha dayatılarak, 1919 Mayıs ‘ında ‘Anadolu Müfettişi’ sıfatı ile ‘doğu’ illerine (Kürdistan’a) gönderilmesi ile.

    Kemalistler; bu dönemde (1919-1923) sadece ve sadece,bağımsızlık peşinde koşan azınlıklara ve Kürt ulusal hareketlerine yönelmiş,asıl savaş bunlarla Kemalistler arasında sürmüştür.

    Yunanlılarla (dört yıl içinde) girdiği çatışma ise,bizzat Fransız,İngiliz,İtalyan emperyalistlerinin anlaşması sonucu, Kemalistlere bu görev olarak verilmiş ve Kemalistler in Yunanlılarla olan çatışması (Bütün emperyaller bu dönem Kemalistleri desteklemiş) toplam (kendi deyimleri ile, 5 sefer çatışmışlar ve) 40 gün sürmüştür. (İnönü ‘Hatıralar’ bilgi yayınevi.Cilt.1.cilt.2)

    Ama, sadece Kürtlere karşı (Mayıs 1919’da başlayıp Ağustos ayı sonuna kadar süren) ‘Ali BATI’ ayaklanmasını bastırmak için ‘dört ay’, Koçgiri Kürt ayaklanmasını da (1921) bastırmak için tam 5.5 ay savaşmışlardır Kemalistler bu dönemde. (1919 yılında Malatya’da başlamadan bitirilen Kürt örgütlenmesini saymıyoruz)

    1920 yılında Kemalistler bu sefer,Rum ve Ermeniler üzerine yürüyecek,ardından BAKÜ’yü bile işgal edeceklerdir.

    Dikkat ediniz lütfen; Anadoluyu o sıra dünyanın en büyük emperyalist güçleri işgal etmişken (ABD’de İstanbul’a çıkarma yapmıştır), Kemalistlerin hedefi emperyalistler değil? Bağımsızlıkçı hareketler olmuştur. (yani,oyun içinde oyun var karşımızda)

    Şimdi Kemalist hareket döneminde, Kemalistlerin askeri kayıplarını vereceğimiz ‘ölü sayısı’ istatistiklerini okurken dikkatli incelenmeli yine,çünkü; bu istatistikler 1919-1923 yılları ile sınırlı olduğu gibi, bu ‘istatistikler’ içinde Kürt ‘Ali Batı’ (Mayıs-Ağustos 1919) ayaklanması ve 1920-1921 yılları arasında süren Koçgiri Kürt başkaldırısı karşısında Kemalistlerin verdikleri ‘kayıplarda’ sayılmıştır.

    Şuna dikkatleri çekmek istiyoruz; Kemalistlerin ‘asıl kayıpları’ Kürtler karşısında olmuştur.

    (ara not; şu çokça palavrası yapılan; ‘Kürtler ve Türkler beraber savaştı ve T.C’yi beraber kurdular’ laflarının gerçeklerle en ufak bir alakası olmadığı gibi, bu saçma propagandayı ne gariptir ki, son dönemde yeniden pişirip piyasaya süren,artık Kemalistler değil, ’Abdullah Öcalan’ olmuştur.Bu da,koskoca bir aldatmaca ve yalandır.)

    Kemalist hareketin ‘kayıpları’ konusundaki istatistikler;

    ‘Genelkurmay Harp Dairesi’ istatistiklerine göre ; ‘Dört yıl süren milli mücadele’de ordunun insan kaybı,kazanılan zafere ve mevcuduna kıyasla hafiftir. Bütün cepheler dahil, muharebe meydanlarında 9 bin 167 –subay ve er-.. şehit olmuştur.’ (bakınız,Sabahattin Selek,’Anadolu İhtilali’.cilt 1.)

    Dikkat ediniz ‘Bütün Cephelerde’ diyor (yani,Kürtlere,Rumlara, Ermenilere ve Bakü’yü işgal ettiklerinde.._) ve şimdi hesaplayınız lütfen; bir gün başına ‘Beş Kişi’ bile düşmüyor ölü sayısı olarak ama bunun adına ‘savaş’ demekten de geri kalmıyorlar. Sahtekarca masa başında yaratılmış bu hayali savaş teorilerini bu rakamlar bile ele veriyor.

    Kemalist rejim 9 bin167 kayıp vermiş ‘Cumhuriyet’ ilan edene kadar. Peki bu faşist güruh iktidara geldiğinde ne kadar insan öldürmüş?

    Kemalist rejim,emperyalistler tarafından desteklenerek iktidara getirildiğinde (1920-1923) ise, bu ülkelerde sadece 15 ile 18 yıl arasında (1938’ e kadar) katlettiği insan sayısı 500 bin’in (Yarım milyon) çok çok üzerinde olmuştur. (Sadece Dersim katliamında en az 50 bin insan yok etti Kemalistler. Bunu belgeleyen ve söyleyen ise ünlü gerici ‘Necip Fazıl Kısakürek’-bakınız-,’Din Mazlumları’ adlı kitabı)

    ‘Paşaların, Postallar Cumhuriyeti’ idi bu !

    Adına ‘Cumhuriyet’ dedikleri,sömürgeci askeri faşist diktatörlük eliyle, göstermelik olarak kurulmuş olan Parlamento, ‘Tek Adam’ ın (M.Kemal ) söylediklerini ‘onaylamaktan’ başka hiçbir işlevi olmayan, kaba bir göz boyama, basit bir oyuncak olmanın ötesine gidememişti. 1876 ve 1908 döneminde olduğu gibi, gibi ‘parlamenter-monarşi’ görünümündedir rejim. Tek farkı, ’isim’ ile ‘şeflerin’ (yeni piyonların) değişimi olmuştur.

    MUSTAFA KEMAL DÖNEMİNDE MUHALEFET

    Kemalist rejim kurulduğunda; Rumlar sindirilmiş, son Ermeniler yok edilmiş, ama anti-Kemalist iki muhalif güç varlığını sürdürmüş ve Kemalizmin kabusu olmuştur.

    Bunlar;

    1) Eski rejimin (Osmanlı) artığı Şeriatçılar,diğeri ise 2) bağımsızlık taleplerini yüzyıldır sürdüren ve hala varlığını inatla koruyan Kürtlerdi !

    Bunlardan birincisinin; Kemalist rejim tarafından, sivri uçları törpülendi,zaman zaman (Kemalizm için tehlike haline geldiği görüldüğünde) ise, önde gelenleri tutuklandı, bazen asıldı, kimi zaman ise tecride tabi tutuldu, etkisi sınırlandırıldı ve daha sonra Kemalist rejimin desteği olarak beslendi, koltuklar verildi, sisteme yedeklendi. (‘sus payı’ idi bu)

    Bunlar arasındaki sürtüşme; İktidar pastasından pay, diğer deyimle, egemenler arasındaki İktidar dalaşıydı.

    İkincisi ise; varlığı,kimliği,kişiliği ret edildiği gibi dili bile yasaklanıp,sistemli olarak Kemalist terör altında inim inim inletildi,parça parça isyana zorlandı, kırıma uğratıldı, ardından jenoside dönüşen (Şeyh Sait ayaklanması,Ağrı, ve Dersim) katliamlara tabi tutularak soyları yok edilmek istendi.

    Hertürlü reformist istekleri bile şiddetle bastırıldığından, yaşam haklarını korumak,kölelik zincirini kırmak ve ulusal istemlerini dile getirmek için önlerinde tek yol bırakılmıştı; Silahlı İsyan !

    Eh,onlarda bu daveti ret etmediler. Her yenilginin ardından yeniden toparlanıp, düşmanın anladığı dilden cevap haklarını kullanıp durdular. Kürtlerdi bunlar.

    Buraya bir nokta koyuyoruz,çünkü defalarca bu konuya değindik.Şimdi Kemalist amigoların ‘Laiklik’ yalanlarını gözler önüne sermek istiyoruz müsadenizle. M.Kemal döneminde din ve devlet işlerinin nasıl birlikte,elele olduğuna bakacağız.

    KEMALİZM ve LAİKLİK ?

    ‘Yalan Oltasıyla, Gerçek Balık Yakalanmaz!’

    Şu Belge ile başlayalım ve görelim hele,bu ne biçim bir ‘Laik’ rejimdir?

    1924 Anayasasının 2.Maddesi;

    ‘Türkiye devletinin dini İSLAMDIR. Resmi lisanı Türkçedir’(Kaynak; ‘Anayasalar ve Siyasi Belgeler’ sayfa.66. Birinci basım.1976 İstanbul. Yazar,Server Tanilli)

    Görüldüğü gibi burada,T.C devletinin dini İSLAM olarak belirtiliyor. Bu 2.madde 10 Nisan 1928 yılında şöyle değiştirilir; ‘Türkiye devletinin resmi dili Türkçe dir; makarrı Ankara şehridir’.

    ‘Laiklik’ kavramı ise anayasaya yama olarak ilk kez Şubat 1937 yılında eklenir.Fakat,Diyanet işleri ve dini kurumlar ile ilgili maddeler olduğu gibi kalır.

    Sadece yukarıdaki tarih ve belge bile Kemalist amigoların ‘Laiklik’ demagojilerini ne kadar yüzsüzce yaptıklarını göstermek için yeterlidir ama,M. Kemal dönemindeki devlet ve din ilişkilerinden örnekler vererek pekiştirelim bu konuyu.

    ŞU BELGELERE BAKINIZ ve KEMALİST REJİMİ TANIYINIZ

    “1927de bütün türkiyede okulların iki katı- 14 bin 425 okula karşılık- 28 bin 705 cami sayılmıştır.” (Bak; Jaeschke’den aktaran Mete Tuncay “Türkiye cumhuriyetinde tek parti yönetiminin kurulması’. (Yurt yayınları. Birinci basım, syf.219.)

    Okul sayısının tam iki katı Cami yapılmış yani. Evet,bizzat M.Kemal faşisti döneminde.

    Şeyhülislamlık yerine kurulan ‘Diyanet İşleri Vakfı’ndan örnek;

    “T.C. Tayyare Cemiyeti hükümetce musaddak bulunmasına ve kuva-yi havaiyesi mütevafik olmayan olmayan devletlerin muhafaza-i mevcudiyet edemeyecekleri muhakkak olmasına binaen Türk millet ve devletinin muhafazası için tayyare filosu teşkiline meskur tayyare cemiyetine vermeleri ser`an caiz olunurmu?

    –Elcevap Olur.

    (Diyanet işleri reisi Rıfat) Varlık (Sarıkamış),28 Mayıs 1928- (Sayı 662).

    (Adı geçen kitap; Mete Tunçay.syf.221.)

    Ne diyor burada? Diyanet işleri vakfından Uçak Filosu kurulması için ‘Fetva’ isteniyor. Evet, Kemalistler dir bu Fetvayı isteyen. (Tarihin 1928 yılı olduğunu hatırlatalım yeniden)

    Diğer bir örnek;

    “Mustafa Kemal Paşanın TBMM açılırken,..iki büyük tarikatın başlarının milletvekillerine ve meclis reis vekillerine (Konya Mevlevi çelebisi Abdülhalim Çelebi efendi hazretleri birinci reis vekilliğine, Hacı Bektaşi Veli çelebisi Cemallettin efendi hazretleri ikinci reis vekilliğine) seçilmelerini sağlamış olması, bu sezgisel gözlemi doğrular niteliktedir.( Mete Tunçay. syf.152.)

    Burada, bizzat Mustafa Kemal Faşisti tarafından biri Sünni, diğeri Bektaşi tekkesi liderlerinin meclis başkanı (başkan? M.Kemal faşistinin kendisidir mecliste de) vekil yardımcılığına atama ile seçildiklerini görüyoruz.

    Şimdi M.Kemal döneminde T.C’deki din eğitiminden,okulların durumundan örnekler sunarak sürdürelim konumuzu.

    KEMALİST DÖNEMDE DİN KURUMLARI ve OKULLARI

    ‘“halkın, karnını doyuran ekmekten ve avunmasını sağlayan dinden başka düşündüğü şey yoktur.’

    -Rus Çariçesi,II.Katerina-

    Kemalist rejim,1924 yılında emperyalistlerin direktifi ile (Lozan anlaşmasında) ‘Halifelik’ rejimini ortadan kaldırmak zorunda kaldığında, Osmanlıdaki dini kurumun başı olan Şeyhülislamlık kurumunuda kaldırmak zorunda kaldı ama yerine; (ismini değiştirerek) ‘Diyanet işleri ve Vakıflar Başkanlığı’ kurumu oluşturdular. (Yukarıda ‘Fetva’ vereni gördük)

    Şeyhülislam’lığın isim değiştirmesinden ve devamından başka bir anlama gelmiyordu bu.(yani; ’Kel Hasan’ yerine,’Hasan Kel’ denildi. Aradaki ‘fark’,basit bir ‘laf’ cambazlığıydı)

    Kemalist dönemde; Din okulları ve Dini Kurumlar :

    ‘1924 programında “Kur’ân-ı Kerim ve Din Dersleri”, 2. sınıftan itibaren yer almakta ve 2, 3, 4 ve 5.sınıflarda haftada ikişer saat okutulmaktadır. (İlk Mekteplerin Müfredat Programı, Maarif Vekâleti İlk Tedrisât Dairesi, Matbaa-i Amire, İstanbul, 1341 (1925), s. 13-14.Aktaran;Yasin Yılmaz)

    Cumhuriyetin ilk yıllarında, lise birinci devre denilen orta okullar müfredat programlarına, II. Heyet-i İlmiye’nin çalışmaları sonucunda ulaşılmış ve bu programda kız ve erkek sınıflarına din dersleri için 1. ve 2. sınıflarda haftada birer saat ..ayrılmıştır. Lise ikinci devre programında ise din derslerine hiçbir sınıfta yer ayrılmamıştır.

    Maarif Vekâleti Talim ve Terbiye dairesinin ve mütehassıs komisyonun 11 Ağustos 1926 tarih ve 1285 numaralı kararıyla liseler ile muallim mekteplere kabul olunmuştur.

    (Kanaat Ktp. İstanbul, 1926. Hasan Ali Yücel,’Türkiye’de Ortaöğretim‘, Devlet Basımevi, 1.Basım, İstanbul, 1938, s. 172.171.)

    Tarihleri izleyelim;

    ‘1936 yılında yürürlüğe giren ilkokul programında, şehir ilkokullarında, ne program dışı ne de isteğe bağlı olarak din derslerine yer verilmemiştir.‘ ( İlkokul Programı -1936-, T.C. Kültür Bakanlığı, İstanbul, 1936, s. 35)

    Hemen aşağıdaki belge bu açıklamayı düzeltir:

    ‘1927 köy ilkokullarındaki düzenlemede din dersi, program içinde yer almıştır. 1930’da ise “Köy Mektepleri Müfredat Programı”nda din derslerine yer verilmiştir. Şehir ilkokullarında 1936 yılında kaldırılan din dersleri köy ilkokullarında, program dışı olarak 1938’e kadar okutulmuştur’

    ( Köy Mektepleri Müfredat Programı (1938), T.C. Kültür Bakanlığı, İstanbul, 1938, s. 9, 74-77)

    Demek resmi olmasa bile, devlet eliyle din dersleri köy okullarında 1938 yılına kadar,proğram içinde görünmese bile verilmiştir.Verdiğimiz belgeler

    Kemalist amigoların bütün demagojileri çürütecek kadar açık ve somuttur.

    Bırakınız,M.Kemal faşistinin ve onun Kemalist devletinin,bütün dinlere uzak olmasını; bizzat Dini ve onun kurumlarını kurduğunu,okullarda bile zorunlu din dersleri okuttuğunu vede Kemalist rejimin din ile iç içe olduğuna tanık oluyoruz burada.

    Kemalist amigolar , ‘Laiklik din ile devlet işlerinin ayrıştırılmasıdır’ diyerek yan çizip, sağ elle sol kulağı göstererek, bu sefer ‘Laik’ kavramını bu laf cambazlığı ile çarpıtmak gereği görmüşlerdir.

    Eğer sorun ‘ayrıştırma’ olsaydı, Osmanlı da bile Şeyhülislamlık kurumu ‘ayrıydı. Öyle ya,‘ayrı’ olmasa bütün yetki padişahlarda olması gerekirdi. Ama, elbetteki Osmanlı devleti şeriat yasalarına göre idare ediliyordu. Devlet,din kurallarının (Kur’an ın) denetimi altındaydı.

    Kemalist rejimde ise yer değiştiriyordu bu durum; din, devletin denetimine girmiş ve Sunni devlet yapısı olduğu gibi korunurken, devlet eliyle ruhban kesimi yaratılmış, resmileştirilmiş,desteklenmiş ve din bütün okullara devlet eliyle sokulmuştu.

    O zaman sivil ve askeri Kemalist faşistlerin,‘Laiklikten’ dem vurmalarının bir anlamı var mıdır? Yoktur. İkiyüzlü bir propagandadır yaptıkları,hepsi bu.

    Peki o zaman, 1925 yılında ‘Tarikatları‘ yasaklamasını veya Kemalistlerin 1928 yılında Anayasa‘dan ‘Devletin dini islamdır‘ maddesini kaldırmasını ve bazen din derslerini askıya almasını (hiçbir zaman din kurumları kapatılmadı) nasıl yorumlamak gerekir?

    Tarihlere Dikkat Ediniz Diyeceğiz ?

    Bu tarihler, M.Kemal faşistinin Şeyh Said ayaklanmasını dünya kamuoyuna ‘Şeriatçı’ bir ayaklanma gibi gösterip,(elbetteki yüzsüzlük ve yalan) ‘Takrir-i Sükün Kanunu’ nu çıkardığı (4 Mart 1925) ve yeni yeni ‘İstiklal Mahkemeleri’ kurarak (7 Mart 1925’den 7 Mart 1927’ye kadar çalıştı bu İstiklâl Mahkemeleri ), başta Kürt Ulusal direnişi olmak üzere,(13 Şubat 1925 Şeyh Sait başkaldırısı) Kemalist dönemde, ‘ılımlı müslüman’ bir muhalefet olan ve

    Kemalist CHP dışında tek yasal parti konumunda bulunan ‘Teraki Perver Cumhuriyet Fırkası’ (Kazım Karabekir’in partisidir bu) adlı partiyi de kapatıp,tüm muhalefeti (1926 yılında,‘İzmir Suikasti’ palavrasıyla eski İttihatçıları da) yok ettiği, ülkeyi (özellikle Kürdistan’ı) yeniden darağaçları ile boydan boya donattığı bir dönemdir.

    Sadece Şeyh Said direnişini bastırdığı vede bastırdıktan sonra ardından gelen Kürt katliamında, çocuk, genç, yaşlı, kadın demeden en az 80 bin Kürdü öldürüldü Kemalistler. (Kemalistler bu katliamları yaparken, Kemalistlerin propaganda Bürosu ve şakşakçısı ‘Stalin Sovyetleri’ idi!’)

    İşte bu tarihlerde,bu olaylar yüzünden 1928 yılında Anayasada ‘devletin dini islamdır‘ maddesi kaldırılmış ve ‘tarikatlar‘ da bu tarihlerde (sözde) yasaklanmıştır. Yani,‘Laik‘ olduğu için değil,muhalefeti bu kisve altında tasfiye vede yok ederken bu bahaneyi kanıtlamak için bu yönteme baş vurulmuştur.

    ARA bir Not; (Şeyh Said ayaklanması, 13 Şubat 1925 yılında ‘Kürt İstiklal Cemiyeti’ isimli gizli Kürt partisi örgütlenmesi ile Şeyh Said önderliğinde Piran’da başladı. Bu hareketin önderi konumunda bulunan Şeyh Said’in ‘Nakşi’ tarikatından olması diğer Kürt bölgelerinin de bu harekete tarafsız kalmasına yol açarken, Kemalistler bu yüzden bu hareketi dünya ve ülke kamuoyuna ‘Şeriatçı’ bir hareket olarak yansıttılar. Böylelikle hem dünya kamuoyunun gözünde Kürt sorununu gizlemiş, hemde diğer Kürt bölegeleri ile bağ kurmasını engellemiş oluyorlardı. Ama bu hareketin dincilikle uzaktan yakından alakası yoktu. Kürdistan’ın bağımsızlığı için yürütülen bir mücadele idi bu)

    Verdiğimiz belgeler Kemalist dönemde‘DİN‘ile rejimin kolkola olduğunu gösterirken,aradaki ‘yasak ve anayasa’ değişikliklerinin de nedenlerini gösterdi sanıyoruz.

    Şimdi ise Kemalist demagoglara son hesaplaşmayı yapmak için ‘Laiklik‘ kavramının tarihsel anlamına değinmeliyiz.

    LAİKLİK’e GİDEN YOL

    ‘Servet eşitsizliği olmayan toplum olmaz ve servet eşitsizliği de DİN olmaksızın varolmaz. Biri yiyebileceğinden çoğuna sahipken, diğeri açlıktan ölüyorsa, aradaki farkı kabul ettirmenin tek yolu, bir Otoritenin çıkıp şöyle demesi gerekir;’Tanrının iradesi böyle,yeryüzünde zengin ve yoksul bir arada bulunmalı. Fakat, bir zamandan (öldükten sonra.bn) sonra ve ebediyete kadar herşey bugünkünden farklı biçimde bölüştürülecek’-Napolyon Bonapart-

    Tarihte,dine,egemenlerin, devletlerin el atmasından, yada, ‘dini tarikatların’ devlet erkini eline geçirimesinden sonra büyük bir RUHBAN sınıfı beslenmiş ve devlet ortağı, (yada devletin kendisi), dayanağı,güvencesi olarak bunlar ortaya çıkarılmıştır.

    Orta –Çağ, (VII.ve XI.yüzyıllar) din kurumlarının, Kralların üstünde bile bir güce sahip olduğunu gösteririr bize. Tarihçilerin,’Karanlıklar Çağı’ demeleri bu yüzden.

    Şuradan başlayalım:

    Eski Yunancada “laos” halk ve “laikos” halkla ilgili olan, dini ve ruhban kesimden olmayan, halktan insan anlamına geliyordu. (bütün ‘Batı’ bu sözcüğü Yunanlılardan almasına rağmen, 1789 Fransız devrimi ve 1871 Paris Komünü buna politik bir nitelik vermiştir.)

    Geçmişe uzanacağız müsadenizle.

    Aşağı orta-çağda,(V. ve VII.yüzyıl) gerek Orta-doğu, gerek Asya da, gerekse de Avrupa da bizi yakın ilgilendiren iki dinin önemine işaret edelim. Aşağı Orta-Çağ’a damgasını vuran,insan veya bilinç değil, duyum ve buyrultudur (tanrısal emir).Orta-doğuda İslam öğretisi herşeye damgasını vurur bu çağda.

    Avrupa da ise Hristiyanlığın ‘Roma’ tarafından resmen kabülünden sonra (yıl 311) gücüne güç katacaktır Roma.

    Çünkü, Hristiyanlığın kurucusu olan (kendine ‘mesih’te denilen) Nasıralı marangoz İsa;

    ‘HERKES üzerinde olan Hükümetlere tabi olsun; çünkü Allah tarafından olmıyan hükümet yoktur;ve olanlar Allah tarafından tanzim olunmuştur. Bundan dolayı Hükümete mukavemet eden Allahın tertibine karşı durmuş olur..’(Bakınız; İNCİL. ‘Birleşmiş Kitabı Mukaddes Cemiyetleri’ 1 .baskısı. Stuttgart. BAP 13. (Romalılara) sayfa. 366-367)

    -Toplumu,Devlete uşaklığa çağıran böylesi bir dini hangi devlet istemez?-

    Bu tarihlerde Jar-u Salem (diğer adıyla, ‘Küdüs’) Romalılar tarafından ‘işgal’ edilmiş durumdadır ve İsa,toplumu ‘Romalılara’ boyun bükmeye çağırır bu sözleriyle. (Yinede kendi elleri ile yaptığı Çarmıha, kendini gerdirmekten kurtulamayacaktır)

    Roma,çok geç farkedecektir bu dinin kendi devleti için iyi bir güvence olduğunu. (Zaten,hiçbir din yönetenlere baş kaldırıyı savunmaz. Hepsi yönetenlere boyun bükmeyi öğütler.Evet,Zedüştlük bile.Mani’yi öldüren Zerdüşt rahipleri değil miydi?)

    Fakat, Roma’nın kabul ettiği Hristiyanlık ve oluşturduğu ’Papalık ‘ kurumu, ileri ki yüzyıllarda (VII.Yüzyıl) toplumdaki birçok ekonomik ve siyasi konuma egemen olacağı gibi, Krallar üstünde bile söz hakkını eline geçirecektir.

    (Verdiğimiz tarihlere dikkat ederseniz, ’Roma’, ‘Avrupa’ demektir (tarih 311’li yıllar) bu çağda. Dahası,’dünya’ anlamına gelmektedir ‘Roma’. Şu söz; ‘dünyanın bütün yolları Roma’dan geçer’ bu tarihlerde söylenmiştir. (Yıkılacaktır elbette ileride)

    İslam düşüncesi doğarken ölmüş bir çocuk gibiydi. Yetersizliği hemen gün yüzüne çıktı ve bunu ‘islamdaki’ bölünmeler,parçalanmalar takip etti. Muhammed sonrası dönem islamdaki çelişkilerin ve çatlakların su yüzüne çıkmasıydı. Ama, zor ve şiddet islamı tekrar diriltecek, tek çatı altında birleştirecektir yeniden.

    Avrupada ise ‘dinsel buyrultulara’ karşı çatışmalar doruktaydı.

    VII. ve VIII. yüzyıllarda (Orta-Çağ) yıllarda Avrupada din ve Katolik kilisesi, Avrupadaki topraklarının yaklaşık beşte ikisine sahip olması bir yana, devlet içinde ayrı bir devlet gibidir.

    Fransa üzerinde duralım biz,madem ki konumuz ‘Laiklik’?.

    Fransız Kilisesinin yıllık geliri o tarihlerde, Voltaire’ye göre 90 milyon altın, XVI.Luis’in reformist maliyecisi Necert’e göre ise; 130 milyon altındı. En az bunun kadar toprak ve gayri menkul mal varlıkları ile sayıları 120 bini bulan Rahipler düzeni, kendilerini Krallığın birinci sınıfı ilan etmişlerdi.

    Yani, Kraldan sonra,hatta O’nun temsilcisi gibi görüyorlardı kendilerini, soylu sınıfı bile kendilerinden aşağı görüyorlardı. (Albert Soboul)

    Kilise sadece ruhani bir konumda değildir bu tarihlerde, ekonomide de önemli ölçüde söz sahibidir, ayrıca kendine has kanunları ve ‘vergi yasaları’ ile (siyasi,kazai ,evlendirme,boşandırma,din vergisi, dine karşı hata yapanlardan alınan cezalar…) toplumu eline almış vaziyettedir.

    (Avrupa’nın diğer ülkelerindeki görünüm az-çok farklıdır bundan.)

    ‘Soylular Sınıfı‘,350 bin mevcuduyla (Fransa’da) toplumun sadece yüzde/‘birbuçuğunu‘ oluşturur. Kısaca; 400 bine yakın bu soylu sınıfı,o günün Fransa sında 24 milyon nüfuslu halkı yönetir durumdadır.

    Kilise,en büyük toprak sahibi durumunda olduğu için,aşar vergisinin (toprak ürünlerinden alınan vergi) her yükselişinde karına kar katar.

    Bu yıllarda ‘aşar vergisi‘ yüzde on,yüzde yirmi‘ artar. Halk açlıktan kırılırken, Krallık, Kilise ve Soylular sınıfı sefahat içinde yüzmektedir. (‘Günah bağışlama’ belgeleri para karşılığı Kiliselerde haraç- mezat satılmaya başlanmıştır) Hal böyle olunca,çatışma eninde sonunda ilk önce bunlara karşı olacaktı. Eh,böylede oldu.

    Önce,toplumun içine düşürüldüğü bu duruma isyan eden Hümanistler ortaya çıktı. Tanrısız değildi bunlar. Eleştirilerini,mevcut baskı rejiminin altında, tanrıya inançlarını belirterek karşı çıkıyorlardı bu haksızlıklara.

    Bunları,Rönesans (yeniden doğuş)aydınları takip etti. Her ne kadar bunlar dini bütün görünüp, eleştirilerini ve beklentilerini bu kılıf altında ileri sürdülerse de (çoğu,gerçekten tanrı tanımaz değildi) Katolik Kilisesi (Papalık) bunlara ‘sapkın‘, ‘kafir‘.. diyerek şiddetle üzerlerine gitmekten geri kalmadı. (Bunların eleştirileri,okşar gibi görünüyorduysa da,Sistemin geleceği için büyük bir tehlike olarak görülmede gecikmedi.)

    Bizdeki Şeriatçıların ‚‘ünlü‘ bir sözü vardır; ‘Laf ile uslanmayana Tekbir,Tekbir ile uslanmayanın hakkı kötektir‘ derler. Yani; şiddet !

    Kiliseye karşı ayaklananlar,bu sözleri tersine çevirmekte ve O’n ların söylediği dille,O’nlara cavap vermekte gecikmediler. (Tıpkı,sömürgeci Avrupalılara,Kızılderililerin ‚‘kafa derisini yüzerek‘ cevap vermesi gibi. Avrupalılardan öğrenmişlerdi Kızılderililer bunu) Yaklaşık bin yıllık bir kavga,kah büyüyerek, kah küçük küçük kendini her alan göstermeye başlamıştı.

    En önemli ayaklanmalardan biri (1055-1075) Pataria hareketi olarak Milano ve Lombardia’da (İtalya) patlak verir. Kiliseyi ve Papalığı, ahlaksızlık, soyguncu,sahtekar olmayla suçlarlar. Üstlerine ordular yollar Papalık bunların.

    Bu başkaldırıyı Fransa’da (XI.-XII.yüzyıl) Albigeois hareketi takip eder. Kiliseye ve Engizisyon mahkemelerine baş kaldırır. Halk hareketidir bunlar. Bu harekete karşı Papa III.Innocent Haçlı seferberliğini ilan edecektir. Albigeois hareketi, 20 bin ölü bırakır geride.Yenilirler.

    Kilise otoritesine karşı savaşım bütün şiddetiyle sürecektir. 16.yüzyıllar Avrupada Katolik kilisesinin otoritesini yerle bir eden iki olayla sarsılır:

    1) Martin Luther in ( 1483 – 1546) ortaya çıkması ,Papalığın pisliklerini gözler önüne sermesi(31 Ekim 1517) , İncil’in Latin harflerinde yayınlanmasını istemesi ve Papalığın günah çıkarma belgelerinin tanrı korkusunu ortadan kaldırdığını öne sürer… bu başkaldırı ile başlayan polemikleri ile bayrak açar Papalığa.

    Hristiyanlık bölünecektir.Protestan mezhebi ve Kilisesini bu adam kuracaktır. Avrupadaki prenslerin, özellikle Alman Prenslerinin, o‘nu desteklemesi ile Papalık bu mezhebi savunanlar üzerinde etkisini önemli ölçüde yitir.

    2) Bir başka adam ise,hem Martin Luther’e, hemde Papalığa karşı ortaya çıkıp isyan bayrağını kaldırır. Eski bir halk Papazıdır bu adam. Sloganın da; tanrı birse ? Bütün kullarda birdir, bu yüzden her türlü mal ve mülk eşittir ve ‘Her şeyimiz Ortaktır!’ der.

    İşi bu kadarla bırakmaz; hem Papalığı,hem Martin Luther reformistini, hemde Prensleri hedef gösterir ezilenlere.(O yıllarda, Almanya da ‘merkezi bir devlet’ yoktur. 300’den fazla büyük toprak sahibi Prens kendi bölgesel krallığını kurmuştur).

    Bu adamın isyanı karşısında Papalık ve Martin Luther ortak hareket edeceklerdir bu başkaldırıyı bastırmak için. Çünkü bu eski halk Papazı tanrısız biri olup çıkmıştır.

    Marksist kuramın fikir babalarından F.Engels, bu hareketi; Alman halkının desteklediği ve katıldığı en önemli ve tek devrim, olarak değerlendirecektir ‘Almanya da Burjuva Demokratik Devrim’ adlı eserinde. Almanya’yı 1524-1525 yılları arasında tepeden tırnağa sarsan Köylüler savaşıdır bu.

    Savaş dağındaki çatışmada yenilir bu adam.Esir alırlar onu (27 Mayıs 1525) ; ‘Diz çök’, derler.Ret eder. “Af dilersen hayatın bağışlanacaktır” derler. Bunu da ret eder. Başı vurulur.

    Yaşadığı tarihten çok çok sonrasını görebilen bu büyük insan Thomas Müntzer’dir. (Hiç tanımadığı birinin takipçisidir bu adam; Şeyh Bedrettin’in.)

    Ayağa kalkanların ortak duygusu şudur; ‘bu ne biçim din,bu ne biçim allahtır ulan?‘ derler; ‘madem öteki dünya ve allah korkusu var,bu bizi sömüren,bizi ezen,bizi sadakaya muhtaç eden pezevenkler neden korkmaz öteki dünyadan ve allah denilen şeyden, bizi öldürüp, sömürürken ? O zaman biz neden korkalım bu pezevenklerin pisliğine karşı durmaktan ve neden bu tavrımız ‘günah’ olsun…!‘derler.

    Fransa ile bağlayalım bu kısmı:

    Yıl,1789. Aylardan Temmuz.

    Meciste; Soylular,Rahipler düzeni,Burjuvazi’nin bu toplantıyı ‘Milli Meclis‘ olması gerektiğini tartışmaktadır aylardır. Bu popülist,pratiksiz söylemleri top sesleri keser aniden.

    16.Luis,Versailles sarayının aynalı odalarında tur atmaktadır o sıra. Meclisten heber beklemektedir.Top seslerini duyunca O’da olduğu yerde fırlar yerinden, ve sorar;

    -Ne bu, yoksa bir isyan mı?

    Uşakları ve nedimeleri saygıda kusur etmekten geri kalmadan cevaplarlar 16.Luis’i.

    -Hayır majesteleri,bu bir isyan değil,bu bir Devrim !

    Telaşlanır,söylenmeye başlar olduğu yerde fırıldak gibi dönerken; ‘ne yapmalıyım?’ diye.Yaveri karşılık vermekte gecikmez; ‘Krallık yapın’ der. O,bitmiştir olduğu yerde artık.

    Odacı ‘Millard’ önderliğinde Krallığın ünlü işkencehanesi BASTİLLE zindanını dövmektedir bu toplar, Halk inmiştir sahneye! Halk,düne kadar kölece boyun büktüğü Kral 16.Luis’in arabası önlerinden geçerken şöyle bağıracaktır; ‘ulan Luis,ne bu memlekete Kral olabildin,nede Antonette’ye koca !’

    1789 büyük Fransız devrimi patlak verdiğinde,Krallık rejimini 2.yılında tamamen silip süpürürler.

    Devrim, ilerleyebilmesi için Krallığın en büyük desteği Kilise‘nin ve ‘Soyluların‘ üstüne yürür. En büyük payı burjuvazi kapar Kilise ve ‘Soyluların‘ topraklarının ve mallarını ‘millileştirir‘ken.

    Bir parça toprağıda ayağa kalkan köylülere vermek zorunda kalacaktır. Köylüler bundan hoşnut kalmaz, kendileride ‘kamulaştırmaya‘ girişir. Burjuvaziyi korkutur bu durum. Mülklüyü, mülksüzleştirme eylemi hoşuna gitmez. Böyle giderse, sıra kendi mülkünede gelecektir,korkusu bundandır.

    Bu devrim,önce Kiliseleri,her türlü ekonomik ve siyasi güvenceden yoksun bırakıp, devletin kontrolüne almakla başlar . Hesabı,dini devletin kontrolüne almaktır.

    Bu oyunu ‘Entegre’ler (Çıplak Kollular;emeğinden başka satacak hiçbir şeyi olmayan,işçiler ve yoksul köylüler)) bozacaktır.

    Kilislere ilk önce bunlar hücum ettiler.Nasıralı İsa’nın heykelinin üstüne ‘Yurttaşlık Bildisini’ (J.Russo’nun) asmakta çekinmediler.Kiliselerin bütün varlığına el koymayı öğütledikleri gibi,bütün papazları ve Kiliseleri afaroz ettiler.

    Birer birer kapanmak zorunda kaldı Kiliseler.Ardından,‘Hristiyanlıktan Ayrılma Kampanyaları‘ düzenlediler.Dini,bütün devlet kademelerinden söküp attılar.Kendilerini‚‘Laikler‘ olarak ilan ettiler.

    O sıra,devrimin başında bulunan (sol)‘montanyarlar‘ (‘Dağlılar=Robespirre‘ grubu)bu duruma sessizce boyun eğip beklediler. Devrim,‘küçük burjuvazinin‘ beklediği noktayı çok aşmıştı. Ama,devrimin içinde bulunduğu şartlar yüzünden buna ses çıkaramadılar. (İngiltere,Prusya,İspanya… bu devrime tavır almış ve o yıllarda Fransa’yı kuşatmışlardı)

    Laikler’in bu atılımı ve mücadelesi fazla sürmedi.

    Kasım 1793’te bizzat küçük burjuvazinin en ünlü temsilcisi (O sıra,bir tanrı gibidir kendisi) Robespiere konuşmasında,bu durumu kınadı ve din’e yeniden davet çıkardı.

    Laiklik,toplam‚‘İki yıl’ı aşkın bir süre ile sınırlı kalmıştı. Krallık, Din ve büyük bujuva yanlıları bunu fırsat bilip toparlanacak ve başta ‘Laikler‘ olmak üzere,küçük burjuva iktidarı dahil (Robespierre’de bunların içinde) hepsini Giyotine yollayacaktı.

    Devrim,üç aşamadan geçmişti; birincisinde Girondenler (Jironden) hakim olmuştu bu devrimci iktidara. Ticaret burjuvazisinin temsilcisiydi bunlar.İkincisinde; Sanayi burjuvasi yer aldı.

    Üçüncü aşamada; bütün ipleri ‚‘küçük burjuvazinin‘ en sol,en radikal kesimi olan Robespierre (dağlılar= Montanyarlar) ele almıştı.Toprak devrimini,ve burjuva devrimi önündeki en küçük engelleri bile silip süpürüp, tabandan bir hareketle hepsini yok etmişlerdi AMA, içinde bulundukları şartlar daha ilerisine olanak vermediği gibi,bulundukları mevziyide koruyacak bir sevyede de değildi.

    (ne sanayi burjuvazisinin gücü yeterliydi bu ortamı korumada, ne küçük burjuvazinin gücü ve siyasal perspektivi yeterliydi,nede proleterya bugünkü gibi güçlü değildi,gelişmemişti..) Bu yüzden,feodalizmi en radikal bir şekilde aşağıdan bir devrimle silip süpürdükten sonra,iktidarı büyük burjuvaziye teslim ederek sahneyi terk ettiler.

    ‘Laiklik‘ bir kez daha duyuracaktır kendini az ileride. 1871 Paris Komünarlarının elinde !

    PARİS KOMÜNÜ ve LAİKLİK!

    Gerek‚‘Doğrudan Demokrasi‘,gerekese de‚‘Laiklik‘ konusunda ilk adımlar, 1789 devrimi döneminde atılmış adımlardı. 1789 Fransız devrimiyle atılan adımlar kendini en yalın şekilde‚‘Paris Komününde‘ kendini duyuracaktır yeniden.

    18 Mart 1871’de burjuva iktidar yıkan ‘Komün’ 20 Mart 1871’de açıkladığı bildiride ‘din işleri bakanlığını’ kaldırdığını,LAİK bir rejim olduğunu ilan etti.

    Komün,bu sözlerle kalmadı; 8 Nisan 1871’de aldığı bir diğer kararla “bütün dinsel simge,imge,dua ve doğmaların..kaldırıldığını’, herkesin bireysel vicdanı ile ilgili olan şeylerin, okullardan ve devletten uzaklaştırıldığını ilan etti ve ‘Laik’ bir rejim kurduklarının altını çizdi.

    Ardından;bütün din ve tarikat okullarını ‘yasadışı’ ilan ederek kapattı ve ‘eğitim komisyonu başkanlığına’ getirilen ‘Edourd Vaillant’,’Laik Eğitime’ geçildiğini ilan etti. Kiliselere devlet tarafından verilen bütün paralar bloke edildi.

    İşte,’Laiklik’,buydu ve bütün dünya litaratürüne bu devrimlerle girdi ve bunu daha sonra bazı devletlerde (1815-1905 Fransa…) kendini ‘Laik’ olarak kabul edip,anayasalarına bunu alacaklardı.(ama,köreltmişlerdi bunu)

    Bitirelim ve somutlaştıralım;

    Görüldüğü gibi LAİKLİK; Kemalist tosuncukların laf cambazlığı ile kıvırttıkları gibi, LAİKLİK; ‘din ile devlet işlerinin birbirinden ayrıştırılması’ değil, devletin; bütün dinlere uzak ve tarafsız durması, hertürden din ve tarikatlardan elini çekmesidir !

    Halbuki,Kemalist devleti izlediğimiz ve belgelerde de gördüğümüz gibi;bırakınız Kemalistlerin dinlere uzak olmasını,bizzat İslam dini ve Sunnilik mezhebi ile elele olduğunu, bizzat dini beslediğini, koruduğunu, ruhban sınıfı için bizzat ‘din okulları’ kurduğunu ve ‘dini’ bütün eğitim kurumlarına soktuğuna tanık olduk.

    Yani, Sömürgeci Faşist Kemalistler,ve onların ‘Laiklik Kahyaları’ yalan oltasıyla gerçek balık yakalamak için,yalan ve hileye baş vuruyorlar, ve kendi geçmişlerini (yüz yıldır okullarda okutulan bu durumu) bile göz göre göre inkar ediyorlar.

    Faşizmin tek malzemesi vardır,O’da YALAN ve ALDATMA ! Kemalistlerin yaptığı buydu.

    Şimdi yönümüzü; 12 Eylül Cuntasına ve şeriatçı faşist AKP’nin yıllardır estirdiği ‘demokrasi’ çığlığına çevireceğiz.

    Sahi; ‘Demokrasiye’? ‘Şeytan İşi’ diyen bunlar değil miydi? Ne oldu da, daha dün ‘şeytan işi’ dedikleri şeyi bugün kendileri savunmaya başladı ?

    Neden?

    Bir geçiş aşamasındayız şu sıra; Kemalizmden Şeriata doğru.

    Ve bozulmamış bir kuraldır bu ülkelerde; her şey köprüyü geçene ve ‘iktidarı’ alana kadardır.Yabancısı değiliz bu palavraların.

    Şeriata doğru gidiyoruz AKP önderliğinde.AKP sadece hükümet olmayla sınırlamıyor kendini.Bu yüzden kitlelerin gücüne muhtaç hala. (ABD, O’na ‘yürü kulum’ çoktan dedi bile.) Önünde tek engel olarak ‘Kemalist Ordu’yu görüyor.

    Bu yüzden,’Demokrasi’ söylevi AKP’nin dilinden düşmüyor şu sıra ama bu söylem AKP’nin elinde sadece bir kandırmaca, utanmazca bir demagoji vede yalandır.

    İran’da Molla Humeyni’nin sarf ettiği şu sözler,günümüz şeriatçılarının ‘demokrasi’ söylemlerindeki yatan sahtekarlığı gözler önüne sermesi için hem ibretliktir.

    Bu yalan ve ikiyüzlülükler, türk–İslam savunucularının, yarın iktidara geldiklerinde neler yapacaklarını göstermesi açısından topluma bir uyarıdır.

    Dinleyelim lütfen:

    Şu sözler muhalefetteyken Humeyni’ye aittir;

    -“Söz ve düşünce özgürlüğü insanların temel haklarından biridir…tüm politik partilere ve örgütlere her serbestliği tanıyacağıma söz veriyorum.” – Kasım 1978: HUMEYNİ (İktidara gelmeden önce)

    -‘Sansürü Tamamen Yasaklayacağım’ –Humeyni- (İktidara gelmeden önce)

    ‘İktidarı siz seçersiniz,ben din işleriyle uğraşacağım,üzerime görev almayacağım’ –Humeyni- (iktidara gelmeden önce)

    (bu demagojilere,yalanlara kanan bütün (PEYKAR hariç) ‘İran sol hareketleri’ Humeyni’ye destek verdiler. Sonra ne mi oldu? Beşer-Onar darağaçlarına çekildiler)

    Şimdi,Humeyni İktidarı alır almaz neler söyledi bunlara bakalım.

    Aşağıdaki sözler Humeyni İktidara geldikten hemen sonra söylenmiştir:

    -‘Demokrasi batı işidir ve biz bunu ret ediyoruz’ -Humeyni-

    -‘İdam cezaları Allahın emri’ -Humeyni-

    -‘Kadın Erkek aynı Plajda olmaz!’ -Humeyni-

    -‘Müzik,halka karşı işlenen bir Suçtur!’ -Humeyni-
    ………………..
    19 Haziran 1979, ‘İran’da muhalif 19 dergi ve gazete ile birlikte ‘Kürdistan Demokrat Partisi’ ve diğer partileride yasaklıyor ve Kürdistan’da (doğu Kürdistan) tam bir soykırım başlatıyordu Mollalar.

    Ve hemen sonra;

    – “Hizip fakat Hizbullah, rehber fakat ruhullah !”

    Anlamı şu; (Tek parti allahın partisi, tek önder allahın ruhu= yani Humeyni! )

    Halim KAR

    19 Mayıs 2011-

    Bu Bölümde Yararlandığımız Kaynakçalar:

    1)Daniel Guerin. ‘Fransa’da Sınıf Mücadelesi 1793-95‘ Yazın Yayıncılık.1.Basım.
    2)Albert Sobul. ‚‘Fransız İnkilabı‘. Genişletilmiş 1.Basım
    3)İsmail Göldaş,’Takrir-i Sükün Görüşmeleri’. Belge Yayınları.1.basım
    4)Dr.Şükrü Durmuş;’Laikliğin Kökenleri’makalesi.Teori dergisi. Mart 1993
    5)Mete Tunçay; ‘Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetiminin Kurulması-1923-1931-‘ Yurt yayınları.1.basım.
    6)Yasin Yılmaz; ‘Türkiye de Din Eğitimi’ başlıklı makalesi.
    7)Server Tanilli;’Anayasalar ve Siyasi Belgeler’ sayfa.66. Birinci basım.1976 istanbul basımı.
    8)Alev Coşkun;’Hizbullah’a Giden Yolun Taşları’ 13 Ocak 011.
    9)T.C Anayasası’ Eğitim yayınları.1984 basımı.
    10.Hıdır Göktaş, ‘Kürtler,İsyan ve Tenkil’ Alan yayıncılık.1.basım
    11)Hamit Baldemir. ‘Sosyalizmin Teorik ve Pratik Mirası‘ Nam yayıncılık.1.basım

    19 Mayıs 2011-Halim KAR

Comments are closed.