Fikret Başkaya/Bir yıkım ve katliam aracı olarak araba (otomobil)
Kalkınma, büyüme, ilerleme adına gezegen tahrip ediliyor, canlı yaşamın temeli hızla aşındırılıyor, sosyal kötülükler çığ gibi büyüyor ve insanlar hâlâ ilerde her şeyin daha iyi olacağını sanıyor… Bu işte bir yanlış yok mu? Oysa insanlığın ve uygarlığın içine sürüklendiği durum, artık eskisi gibi düşünmemeyi, eskisi gibi davranmamayı, eskisi gibi üretmemeyi, eskisi gibi tüketmemeyi, velhasıl eskisi gibi yaşamamayı, yeni sorular sormayı gerektiriyor. Elbette bu kısa yazıda “niye öyle oldu?” sorusuyla ilgili açılımlar yapmamız mümkün değil. Burada sadece sorulan sorunun kapsam alanındaki bir saçmalığı, özel araba meselesini kısaca tartışmayı deneyeceğim.
Araba, geçerli tüketim ve yaşam tarzının “vazgeçilmezleri” arasında yer alıyor. Herkes bir araba edinmek için aşırı çaba sarf ediyor. O kadar ki, araba sahibi olmamak bir “eksiklik” olarak görülüyor… Lâkin insanlar yaptıkları işin ‘anlamını’ düşünmeye hiç de niyetli görünmüyor. Bir araba sahibine, “bu arabayı neden aldın?” diye sorduğunuzda, önce soruyu gereksiz, dahası saçma bulduğunu ima ediyor ve ardından gerekçelerini saya saya bitiremiyor… Elbette özel arabanın sağladığı bir dizi avantaj var: İşte, kapıdan-kapıya ulaşmayı mümkün kılıyor, istediğin zaman istediğin yere gidebiliyor, istediğin yerde durabiliyorsun, seyahat için kolaylık sağlıyor, pazardan-çarşıdan [şimdilerde AVM’lerden] satın aldığını taşıma kolaylığı, vb… Sosyalistler, Marksistler arasında bile arabanın “özgürlük” olduğunu” düşünenler var…
O halde sadede gelebiliriz. Kapitalistler (otomotiv tekelleri) bu araçları insanlar rahat ulaşım sağlasınlar diye mi, yoksa kâr etmek için mi üretiyor? Eğer öyleyse, kapitalistin kâr amacıyla, bireyin ve toplumun bir “ihtiyacını” karşılama amacı çakışır mı? Toplumsal çıkar, toplu taşımayı, kolektif ulaşımı gerektirir, kapitalistin çıkarı da herkese bir araba satmayı… Oysa, arabanın doğaya, insana ve topluma çıkardığı fatura o kadar ağır ve o kadar büyük riskler içeriyor ki, vakitlice şu özel araba belasından kurtulmak şart. Ortalama büyüklükte bir araba üretmek için ağırlığının 2 katı kadar petrol ve 300.000 litre su harcamak gerekiyor. Aynı şekilde bir araba üretmek için ağırlığının 20 katı hammadde kullanmak gerekiyor. Mesela 1.5 ton ağırlığında bir araba üretmek için 30 ton hammadde kullanmak gerekiyor. Arabalar tarafından atmosfere salınan ve sera etkisi yaratan karbon gazının atmosferin ısınmasındaki payı yaklaşık %25. Araba atmosferi kirletiyor, dolayısıyla doğanın dengesinin bozulmasında önemli bir paya sahip. Başka türlü ifade edersek, araba eko-sistemi bozuyor, ekolojik yıkımı azdırıyor. Görüntü kirliliği yaratıyor, gürültü kirliliği yaratıyor, havayı kirletiyor, sokaklar, yollar, kaldırımlar arabalar tarafından işgal edilmiş durumda ve bu kentin ölümü demek. Artık çocuklar sokağı olmayan kentlerde büyüyor… Sokağa yabancılaşmış bir çocuk ne demektir? Önemli bir yaşam alanı olan sokağın olmadığı bir kent mümkün müdür? Araba sayısı arttıkça daha çok yol, otoyol, köprü, park yeri, benzin istasyonu, yaralılar için daha çok hastane gerekiyor ve bunun sonu yok. İnsanları araba satın almaya “özendiren” reklamlarda milyarlarca dolar heba ediliyor. Otoyollar ekilebilir devasa alanları tarımsal kullanımın dışına atıyor ve canlı türlerinin yok olmasına neden oluyor. Ne demek istediğimi anlamak için İstanbul’da yapımı devam eden üçüncü Boğaz köprüsü inşaatına bakmak yeter… Yenilenemez bir varlık olan petrol tükeniyor. Oysa bir doğal varlık, “ortak mal” olan petrolün sadece arabası olanlar tarafından yok edilmesi hem yanlış ve hem de haksızdır…
Araba sayısı arttıkça kent ulaşımının hızı azalıyor. Belirli saatlerde trafik sıkışıklığı yüzünden arabalı ulaşım tam bir cinnete dönüşüyor. Her halükârda ortalama araba hızı tren ve tramvay hızından daha düşük. Ortalama hız bisiklet hızının altına iniyor. Arabalar kent yüzeyinin yaklaşık %30’unu kapsıyor ve bu oran her geçen gün büyüyor… Araba, insanlar arasındaki ilişkiyi değiştiriyor, yeni bir ilişki ve statü biçimi ortaya çıkarıyor. İnsanı toplumsal sorunlara yabancılaştırıyor, insanları bencil, agresif, kaprisli yapıyor ve obezite riskini büyütüyor…
Ortalama bir insanın (emekçinin) ortalama bir araba alabilmesi için yaklaşık 3 yıl çalışması gerekiyor. Dolasıyla arabayı edinmek için başlangıçta önemli miktarda harcama yapmak gerekiyor. Arabayı edindikten sonra, yakıt [petrol] satın almak, vergi ve sigorta için gerekli harcamanın da yaklaşık yıllık gelirinin %30’una eşit olduğu hesaplanmış. Bir insanın kazandığı her 100 liranın 30 lirasını arabayı yürütmek için harcamasının bir mantığı var mıdır? Bu her ay 30 günün 9’unu araba için çalışmak demektir… Fakat hepsi bu kadar da değil. Bir araba, üretildiği andan hurdaya çıktığı âna kadar geçen zamandaki ömrünün yaklaşık %95’ini “park yerinde”, durarak geçiriyor… Ömrünün sadece çok küçük bir kısmında hareket ediyor, işe yarıyor… Başlı başına bu bile bir toplumsal israf değil mi? Üstelik arabalar ortalama olarak 5 kişilik dizayn edildiği halde ekseri 1 kişi taşıyor. Bunun ne büyük kaynak israfı, ne büyük saçmalık olduğu açık değil mi? (Tabii 4X4 gibi şımarıklıklar da ayrı bir saçmalık örneği).
2011 yılında dünyada araba sayısı 1 milyar sınırını aşmıştı. Ama hâlâ yaklaşık her 7 kişiden birine bir araba düşüyordu. Bu da özel otomobille ulaşımın genelleştirilemez olduğu anlamına gelir… Ve aynı yıl 80 milyon 100 bin kadar yeni araba üretilmişti. 2010 yılında dünyada trafik kazalarında ölen insan sayısı 1 milyon 240 bindi ve 50-60 milyon kadar da yaralı vardı. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) önümüzdeki 20 yılda bu rakamların %60 oranında artacağı öngörüsünde bulunuyor… Geçen yıl [2013] Türkiye’de trafik kazalarında 3 bin 262 kişi hayatını kaybetti, 237 bin 701 kişi de yaralandı. Maddi hasar da 1 milyar 188 milyon TL tahmin ediliyor… Bu durum, trafik kazalarında ölenlerin savaşlarda ölenlerden daha çok olduğu anlamına geliyor… Zira otomobil sadece doğayı mahveden bir silah değil, aynı zamanda bir katliam silahı… Trafik kazalarında ölenler savaşlarda ölenlerden daha çok olduğu halde, doğaya ve insana verilen zararlar ortada olduğu halde, bu durumun hiç bir zaman sorun edilmemesini, üzerine gidilmemesini nasıl açıklamak gerekiyor? Ya da bunun mantıkî bir açıklaması mümkün müdür?
Eğer toplu kamu taşımacılığı tercihi yapılsaydı?
Kent ulaşımının özel arabayla değil de toplu taşıma araçlarıyla [tren, metro, tramvay, otobüs, vapur, vb.) gerçekleştiği durumda, ulaşımın topluma maliyetinin özel arabaya göre, yaklaşık %30 ile %50 oranında daha düşük olduğu hesaplanmış durumda. Velhasıl daha az harcamayla daha sağlıklı, daha etkin, daha rahat, etrafı çok daha az kirleten, doğaya ve insana çok daha az zarar veren, daha sosyal ve daha güvenli bir kent ulaşım sistemi mümkün. Başlı başına bu durum bile, özel arabaya dayalı geçerli ulaşım modelinin ne büyük toplumsal ve bireysel israfa neden olduğunu göstermeye yeter… Dolayısıyla, toplu taşıma lehine yapılacak bir tercih, parasız (bedava) kamu taşımacılığını da mümkün hale getirecektir. Hem ulaşımı parasız [bedava) yapmak ve hem de tasarruf edilen kaynağı, kenti güzelleştirmek, ihtiyaç sahiplerini desteklemek, eğitimin kalitesini yükseltmek, sanata, kültüre daha çok kaynak aktarmak, kültür ve sanat merkezlerinin sayısını ve etkinliğini artırmak, tiyatro, sinema ve konser salonlarını mahallelere kadar yaymak, kültürel/sosyal yaşamı çeşitlendirmek, yaşlılar için dinlenme ve yaşama alanları yaratmak, çocuklar için kreşler açmak… neden mümkün olmasın?
Aslında parasız toplu kamu taşımacılık tercihi yapmak durumunda, kentin yeniden kent sakinlerine iadesi olanaklı hale gelir, zira, geçerli durum insanları ‘yaşadıkları’ kente yabancılaştırmış durumda. O zaman kent içinden geçen oto-yolların tamamını ve diğer yolların da bir kısmını ağaçlandırmak, sebze, meyve ve çiçek yetiştirmek, kentleri beton silosu olmaktan çıkarmak mümkün hale gelebilir…
Toplu taşıma araçlarının ulaşmadığı uzak semtler, ücra mekânlar için midibüs, minibüs veya taksi tahsis edilebilir. “Son duraktan alma” yöntemiyle taksi ulaşımı devreye sokulabilir. Birinin bıraktığı yerden taksiyi başka biri alıp gittiği yerde bırakır. Tabii taksi kamuya ait olmak ve bedava kullanılmak şartıyla… Bisiklet ulaşımı özendirilir, duruma göre, teleferik, asansör, yürüyen merdivenler devreye sokulabilir… Dolayısıyla toplu taşıma araçlarının ulaşamadığı durumlarda sorun çözümsüz değildir… Pazar yerlerine ulaşmak için araç tahsis edilebilir veya mahallelere ve bazı sokaklara ulaşan, içinde sebze-meyve, yiyecek ve başka ihtiyaç maddeleri taşıyan seyyar araçlar, “yürüyen pazarlar” devreye sokulabilir…
Toplu kamu taşımacılığına dönüldüğünde, kentler yeniden yaşanabilir mekânlar haline gelir. Kentin havası temizlenir, görüntü ve gürültü kirliliği bertaraf edilir, sokaklar çocukların oynadığı, insanların birbiriyle uygun ortamlarda buluştuğu sosyalleşme mekânları haline gelir, doğaya verilen zararlar asgari düzeye iner, bir doğal varlık olan petrolün tükenmesi önlenebilir, değilse geciktirilebilir…
“Yeşil araba”, elektrikle çalışan “temiz araba” asla bir çözüm olamaz. Bir kere, öyle bir şey mümkün olsa bile mevcut arabaların dönüştürülmesi, ya da 1 milyardan fazla yeni araba üretmek gerekecektir ki, bu da müthiş bir yıkım ve israf demeye gelir. Kaldı ki, elektrikle çalışan otomobil de sorunu çözemez, zira elektrik enerjisi üretmek için de devasa bir kaynak kullanmak kaçınılmazdır. Sürekli az yakıt harcayan araba üretmekle öğünüyorlar. Bir arabaya takılan klimanın yakıt (benzin, mazot, oto-gaz) tüketimini %12 ile %43 oranında artırdığı ve giderek klimasız araba kalmadığı düşünülürse, yakıt tasarrufu iddiasının reel bir karşılığı olmadığı anlaşılır…
Otomobil saçmalığına karşı çıktığınızda, hemen bu sektörün dünyada yaklaşık 50 milyon insana doğrudan ve/veya dolaylı iş imkânı sağladığı, istihdam yarattığı söyleniyor. Bu saçma bir gerekçedir ve sorun asla çözümsüz değildir. Neden her yıl milyonu aşkın ölüm ve on milyonlarca yaralı ve sakat kalan değil de, istihdam yeğlensin? Zararlı bir şeyi istihdam yaratıyor diye savunmak tam bir mantıkî tutarsızlık örneği ve saçmalıktır… O zaman tank üretimi de, zehirli gaz üretimi de, nükleer silah üretimi de… aynı gerekçeyle savunulabilir… Oysa, farklı bir toplumsal düzen ve farklı bir yaşam tarzı, farklı bir uygarlık tercihi yapıldığında, bu tür sorunları çözmek hiç de zor değildir…
O halde bu yıkıcılığın, saçmalığın ve absürditenin gerisinde kimler, hangi tercihler ve çıkar odakları var? Büyük otomotiv tekelleri var, büyük petrol devleri var, yol-köprü makinası üreten, yol ve köprü inşa eden büyük şirketler var… İşte sorun da, bu güç ve iktidar odaklarının çıkarını, herkesin çıkarıymış gibi sunabilmekten ve insanlara bu kepazeliği kabullendirmekten kaynaklanıyor… Üstelik bütün bunlar da, kalkınma, ilerleme, “muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma…” adına yapılıyor. Lâkin unutulmaması gereken şey şu: Kapitalizm dâhilinde kalkınmak, doğayı korumak, gezegende yaşamı güvence altına almak, velhasıl yaşanabilir bir toplum düzeni mümkün değildir. Dolayısıyla, vakitlice insana ve doğaya saygılı başka bir uygarlık tercihi yapmak gerekiyor…
Fikret Bey, çok teşekkürler bu yazı için. Uzun zamandır üzerine düşündüğüm bir meseleyi incelikle ele almışsınız. Bence özellikle bizim kültürümüzdeki araba sevdasının, çocukluktan kalma kendine ait bir mekan ihtiyacıyla ilgisi var. Araba sayesinde özellikle birçok erkek ve birçok kadın, sanki kendilerine kamusal alanda, özel bir alan da yaratmış oluyorlar, bir nevi koruyucu alan gibi. Bunun açıklanabilir, psikolojik temelleri var tabi. Eklemek istedim.
İnsanlar,insanlar diyorsunuz? Oysa ki insanlar dediğiniz varlıklar ister kabul etsinler ister etmesinler, ister farkında olsunlar ister olmasınlar toplumdan bağımsız olarak var olan varlıklar değiller ki; herkes bir sınıfa mensuptur. Kapitalist toplumda bu işçi sınıfı, burjuva sınıfı ya da memur sınıfı gibi… Yukarıda yazılanlar son 25 yılda binlerce kez yazıldı ve herkes de durumun farkında. Yazılmayanlar ise; nasıl sorusuna daha gelmeden, altyapı-üstyapı düzenini kim değiştirecek, insanlar da hangi insanlar?
Oto-Kent İstanbul
Mehmed Şevket Eygi
ŞEHİRLER insanlar içindir, otomobiller için değil!.. İstanbul, insanların zorla, zahmetle, eziyetle, çile ile yaşadığı dev bir oto-kent olmuştur… Bu çarpıklığı gücümün yettiği kadar protesto ediyorum.
Doğru olan, otomobillerin insanlara hizmet etmesidir. İstanbul’da her şey insanın haysiyetli, rahat, huzurlu bir şekilde yaşaması için olmalıdır.
İstanbulun trafiğinin, şehir, olması gerekenden beş misli daha fazla büyültüldüğü için artık çözümü yoktur.
Aç gözlü rantçılar şehrin nefes alınacak her yerini beton binalarla doldurmuştur.
Bir evin salonunu düşünün… İçine o kadar çok mobilya, eşya, dolap, masa doldurulmuştur ki, ev halkına girip oturacak yer kalmamıştır.
İstanbul’un en az üçte biri park, koru, yeşil alan, havuz, göl, gezinti yeri olmalıydı.
Kısa bir müddet önce Roman vatandaşlarımızdan alınan Sulukulenin en az yarısı yeşil alan yapılmalıydı.
İstanbul’da en az otuz adet Yıldız Parkı bulunmalıdır.
Bir insan birkaç gün susuz ekmeksiz yaşayabilir ama nefessiz ancak birkaç dakika canlı kalabilir. Yeşil alanlar, parklar, korular, sun’î göller şehirlerin ciğerleridir. Ciğersiz şehirler ne işe yarar?
Boğazda yapılan üçüncü köprü fazla bir işe yaramayacaktır. Zararı yararından çok fazla olacaktır.
Bu köprü uğrunda kesilen ağaçlar, yok edilen ormanlar, tehlikeye sokulan su havzaları medeniyet değil, vahşettir.
İstanbullular İstanbulu kurtarmak, yaşanabilir bir şehir haline getirmek için horizontal=yatay iradelerini kullanmazlarsa, devreye vertikal=dikey irade girer…
İstanbul’un korkunç trafiği mutsuzluk ve hastalık kaynağıdır. Büyük bir zaman ve para israfına sebep olmaktadır.
Her sabah ve her akşam milyonlarca vatandaş, tek başlarına evden işe, işten eve yalnız giderek trafiğin kilitlenmesine sebep olmaktadır
Otomobil sahibi olmak, otomobille gezmek bir statü, bir manyaklık haline gelmiştir. Halkın büyük kısmı toplu taşıma vasıtalarının kullanmamakta diretmektedir.
İstanbul’u daha da büyütecek bütün yeni inşaatlar durdurulmalıdır.
İstanbul’un nüfusunu azaltmak için radikal tedbirler alınmalıdır.
Gerekli yıkımlar yapılarak yeni korular, parklar, bahçeler açılmalıdır.
Bir kısım iş yerleri ile oralarda çalışanların evlerinin aynı semtlerde olması sağlanmalıdır.
İçinde tek kişi olan otomobillere lüks ve israf cezası kesilmelidir.
Aydın ve uyanık vatandaşlar, dernekler kurarak, büyük hukukçularla anlaşarak, şehri bu kadar büyütenlerin, trafiği içinden çıkılmaz hale getirenlerin aleyhinde davalar açmalıdır. Bu davalar kaybedilse bile çok ses getirecek ve halkın uyanmasına sebep olacaktır.
Şehrin büyük kısmı kaçak ve çürük inşaatla doldurulmuştur. Bu bir cinayettir, halk düşmanlığıdır.
İstanbul bize emanettir. Bu emanete hıyanet edersek, elimizden alınabilir. Bunu hiç unutmayalım.
orası sınıf tahlili yapmanın yeri değildi. Sınıf konusunda, bu sitede yer alan sınıf sınıfa karşı yazısına bakabilirsiniz.
“Kalkınma = kapitalizm” önermesi, kapitalizmin neoliberal aşamasında geçerli değildir. Bu aşamada dayanıksız malların ufak modifikasyonlarla yeni versiyonlarının üretilip piyasaya sunulmasından kaynaklanan gereksiz tüketim, bireysel taşımacılık, telekomünikasyon ağlarının kamusal alanları ikame etmesi ve yeşil alanların betonlaştırılması başat unsurlardır. Halbuki, neoliberalizmin dışında kalan bazı endüstriyel modellerde; kaynakların planlı ve şeffaf kullanılması, diğer canlıların doğadaki niceliğiyle uyumlu doğum kontrolü bilincinin bütün toplumlarda yaygınlaştırılması, uzun yıllar kullanılabilecek dayanıklı tüketim mallarına dayalı sürdürülebilir “yeşil kalkınma”… ve daha pek çok şey mümkündür.
Çok iyi bir yazı olmuş. Eğer post-kapitalist bir topluma geçiş süreci yaşayacaksak, üretimdeki bazı çalkantıların götürdüğünü bu gibi ekonomizasyonların kazanımları ile dengeleyeceğiz.
Buradaki fikri daha da ileri götürmek için birkaç şey daha yapılması gerekiyor. Birincisi fosil yakıt tüketimini azaltmak için üretim ile tüketim noktalarını yakınlaştırmak. Ucuz petrole dayalı uzun mesafe mal taşıma fikrini terk edip, enerjiyi de ürünleri de tüketildikleri yerlere daha yakın üretmek gerekiyor. Güneş panelleri, şehir tarımcılığı gibi. Daha adem-i merkeziyetçi bir ekonomi. Havana’daki SSCB’nin çökmesinden sonraki petrol krizi yıllarında köylerden gıdayı şehirlere ulaştırmak imkansız hale gelince nasıl başarıyla şehir bahçelerine geçildiği örneğine bakılabilir. Verim olarak büyük endüstriyel tarlalarla rekabet edememek önemli değil, %20 işsizlik olan toplumda bolca atıl emek gücü var. Ayrıca ekolojik maliyet açısından da bizim modelimiz daha iyi sonuç verecek.
Üstüne otomobile dayalı ulaşımı terk edip toplu taşımaya geçmekle kalmayacağız toplu ulaşımı da fosil yakıttan elektriğe geçireceğiz. Elektriği de güneş ve rüzgardan sağlayacağız. GES ve RES’ler tarla gibi bir bölgeye yığılıp uzun mesafe iletim ile de olmayacak. Her çatıya panel, her uygun köye kasabaya rüzgar türbini koyacağız. Elektrik şebekesinin yükünü azaltacağız.
Şehirleri köylere yayacağız, köyleri şehirleştireceğiz. Dev büyükşehirlerdeki yoğunlaşma, şehirlerin bütün ekonomik faaliyeti kendine çeken yapılarının yerine her yeri yaşanılabilir ve çekici kılacağız. Üniversiteler, spor, kültür merkezlerde değil her yerde olacak.
Bütün bunlar mülkiyet ilişkilerini de değiştirecek. Sadece büyük sermayenin veya devletin altından kalkabileceği merkeziyetçi mega yatırımların yerini mümkün olduğunca adem-i merkeziyetçi üretim alacak. Bunlar bireysel, ailesel, apartman, mahalle, köy veya belediye mülkiyetinde olacak. Merkezi kalması zorunlu gözüken üretimi yine sosyalistçe veya komünistçe yapacağız.
harika bir değerlendirme.respect!
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/korkut-boratav/nasa-ve-komunizm-91980
İşte hayatımızın aptal gerçeği! Gerçek ihtiyaçlarımızın ikame şekerlemesi!
Yalancı memelerimiz! Ağzımızdan alacaklar, zırlamamızla ortalığı birbirine katacağız!
Nasıl büyüyeceğiz biz!
Yazık ki travmayla! Ancak travmalarla öğreneceğiz!
Böylece anlayacağız! Aramızdan nice güzel insan ayrılmışken!
Daha çoğunu sömürmek, daha çok satmak, daha ucuz iş gücü, daha çok asker, daha çok “aptal” oy, kolay gütmek için daha çok “koyun” yerine daha çok mutlu olmak için tabiatı tüketmeyecek daha az insan anlayışı ile birlikte daha az taşıt… Daha özgür bir insanlık…
Çoğaldıkça kirlenen ve kirleten insanlık! Onca katliama, onca acımasızlığa karşın 100 yılda 5 kat artan “başarılı” bir tür…. Sermayenin “jetleri” ile karayolunda yarışan kaplumbağaların neşesi… Ama kaplumbağalardan daha mutsuz!
Akıttığı kan’lar üzerine tuttuğu “gözleri kör eden” projektör ışıklarıyla insanlara “ah ne güzel kırmızının tonları” dedirten teknolojinin yanılsamalı dünyası yerine ne koyacağımızı düşünmeye zorlayan güzel bir yazı…
OTANTİK DERSİMLİ VE MODERN BİREY
Bu makalede Avrupa’da yaşayan özgür bir birey olarak neden otantik Dersim toplumuna büyük bir özlem duyduğumu anlatmaya çalışacağım. Bu özlemim yalnızca çok değer verdiğim Dersim etnik kimliğinin etnik bir kimlik olarak yaşatılması isteğine dayanmıyor. Bunun ötesinde, dervişlerin ve keşişlerin toplumu olan otantik Dersim’i özellikle yaşam felsefesi ve insan ilişkileri bakımından modern topluma bir alternatif olarak görüyorum.
Modern toplumun yarattığı maddi refahın çok yüksek düzeyde olması aynı oranda insanların mutlu olmasını sağlamadı. Materyalizm insan ruhunun derinliğini ve eğitimini bir tema olmaktan çıkardı. İnsan, insanca tüketen veya yaşayan bir yaratık olmaktan çıkarak kontrolsüz ve tatminsiz bir tüketim makinasına dönüştü. İnsan yedikçe acıkan bir mahlukat veya evini yiyen bir haşere oldu. İnsanoğlunun bu şuursuz tüketiciliği insan ile doğa arasındaki ilişkileri bozmakla kalmadı, aynı zamanda insanların birbiriyle olan ilişkilerini de ağır bir biçimde tahrip etti.
Mutluluğun ölçüsü modern sanayi toplumlarında kalitatif değil kantitatiftir. Her şey sayısıyla ölçülüyor. Her şey sayısı veya hacmi kadar değerlidir. Her şeyin sayı ile ölçülmesi toplumu hasta yaptı. Modern toplum bana göre bütün kurumlarınca inkar edilen veya gizlenen bir çeşit “obesity” (aşırı bir biçimde yeme hastalığı) yahut “Obsessive-Compulsive Disorder” (OCD ) olarak görülebilecek olan ruhsal bir hastalıktan muzdariptir. Kısacası insan doğanın ve insanın kurdu haline geldi. Ancak en çok refah sahibi olan ve en çok insan yiyen insan en mutlu insan değildir.
Otantik Dersim toplumunun insanları ise dengeli, huzurlu, sadık, güvenilir, stabil, kendisiyle ve çevresiyle barışık, sevecen, doğaya ve insana saygılıydılar. Dolayısıyla otantik Dersimli ile modern birey arasında yapılacak bir kıyaslamanın bu çerçevede çok öğretici olabileceğine inanıyorum.
İnsanı soyut bir kavram olarak tartışmak yerine onu sürekli olarak belirli sosyal koşullar içine yerleştirerek incelemek daha doğrudur. İnsanı soyut yahut tarihüstü bir yaratık olarak incelemek yararsızdır. Soyut bir insan kavramı aracılığıyla somut insana ulaşmak yerine, hayatını idame etmeye çalışan insanı günlük koşulları içinde inceleyerek insan hakkında bir karara varmak gerekiyor. Gerçekten de somut sosyal koşullardan koparılmış insanın iyiliği veya kötülüğü üzerine yapılan tartışmalardan bugüne kadar pratik açıdan pek bir yarar sağlanmadı. Ancak tarihsel materyalizmin kusuru insanı üretim ve tüketim modellerinin yaratıcısı değil, adeta kölesi yapmaktır. Tarihsel materyalizmin iddiasının aksine ahlak her zaman egemen üretim sisteminin bir ürünü değildir. Toplumun ahlak anlayışı hayatın maddi idamesinde belirleyici faktör de olabilir.
İnsan yaşamının amacının “mutluluk aramak” olduğunu söyleyen çok sayıda düşünür vardır. Bence insan yaşamının amacının ne olduğu sorusuna tatmin edici bir cevap vermek olanaksızdır. İnsanların yaşamdaki temel amaçlarının mutluluk olup olmadığını bilmiyorum, ancak insanların mutluluğu her zaman mutsuzluğa tercih ettikleri gözlemlenen bir olgudur. Irkları ve kültürleri ne olursa olsun bütün insanlar mutluluğu ve acı çekmemeyi mutsuzluğa ve acı çekmeye tercih ediyorlar.
Modern Batı toplumlarında mutluluk, sana mutluluk vereceğini düşündüğün her şeyden azami derecede yararlanmaktır. Pazar ekonomisinin insanları öncelikle para için yaşayan insanlardır. Paranın en önemli hedef haline gelmesi sayısız implikasyonları birlikte doğuruyor. Eğer mutluluk kantitatif bir kavram ise o zaman aşağıdaki mutluluk kaynaklarından ideal yararlanma biçimini şöyle ifade edebiliriz:
o Para: Çok miktarda para sahibi olmak gerekir.o Tatil: Çok sayıda tatil beldesini çok kere ziyaret etmek gerekir.o Kıyafet: Çok çeşitli ve sayıda kıyafete sahip olmak gerekir.o Yiyecek: Çok miktarda yemek gerekir.o Sevgi: Çok sayıda kişi tarafından çok sevilmek gerekir.o Sevgi sözleri: Çok sayıda kişiden çok sık biçimde duymak gerekir.o Saygı: Çok sayıda kişiden çok sık biçimde duymak gerekir.o Arzulanır olmak: Çok sayıda kişi tarafından çok hararetli bir biçimde arzulanıyor olmak gerekir.o Seks: Çok sayıda kişi ile çok sık biçimde yapmak gerekir.
Bütün insanların yukarıdaki profile uyduklarını ileri sürmüyorum. Ancak dominant patronun bu olduğunu söyleyebilirim. Nitekim bir Harvard psikiyatrı olan Howard Cutler ile Budist lider Dalai Lama Batı toplumlarındaki insanların açgözlü ve hırslı oluşlarının onları nasıl mutsuz ettiği konusunda tamamen hemfikirdirler. Diğer bir deyişle, modern sanayi toplumlarındaki kantitatif mutluluk paradigmasının insan ruhunda yarattığı tahribat modern psikiyatrinin ve asırlık Budizmin ortak saptamasıdır (Bkz, Cutler, Howard The Art of Happiness: A handbook for living).
Mutsuz olan yalnızca insanlar değil aynı zamanda yerküredir. Hava kirliliği, su kaynaklarının kirlenmesi ve toprağın zehirlenmesi insanoğlunun yaşamının fiziksel koşullarını tehdit ediyor. Bu gerçek çoktandır biliniyor olmasına rağmen üreticiler, hükümetler ve tüketiciler tutumlarını değiştirmiyorlar.
Çılgın tüketim toplumları yerküreyi yerken dünya nüfusunun önemli bir kısmı açlıktan ve susuzluktan ölüyor. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı tarafından hazırlanan 2006 Küresel İnsani Gelişme Raporu’na göre bir milyar yüz milyon insan temiz içme suyundan yoksundur. Her yıl yaklaşık olarak 2 milyon çocuk evinde temiz su ve tuvalet olmadığı için ölüyor. Kirli su en büyük katildir.
Demek ki kantitatif mutluluk paradigmasının dünyaya egemen olması herkesi tüketici yapmaya yetmedi. Gecekondu okyanusları arasında korumalı, duvarlarla çevrili ve köpekli villalar yükseldi yalnızca. Lağım okyanusları içinde seyrek cennet bahçecikleri kuruldu.
Otantik Dersim ise bir çiçek bahçesiydi. Dersim’de açgözlülük ve gösteriş her zaman ayıplandı. Ağaca, taşa, mağaraya, dereye, çeşmeye, toprağa, geyiğe, ayıya, kurda, kuşa ve en önemlisi de insana saygı vardı. Komşuya kayıtsız kalmak ise ağır bir suçtu. Dersimli karnını doyurunca bile kendini etrafa mutluluk saçmak mecburiyeti altında hissediyordu. İnsanın insanla ilgilenmesi için çok zaman vardı. Ama bu bolluk içinde edilen bir çift güzel sözün bile değeri bir ömür boyu sürüyordu.
En uzun ömürlü olan Dersimlinin toplam tüketim hacmi belki modern bireyin birkaç yıllık tüketim hacminin çok gerisinde kalır. Dersimli kadınların bir entariyi ortalama olarak kaç yıl giydiklerine dair istatistiki bir bilgi yoktur. Aynı şey erkeklerin giydikleri ceketler için de geçerlidir. Ancak Dersimlilerin mutlu, dengeli, huzurlu, sadık, güvenilir, stabil, kendisiyle ve çevresiyle barışık, sevecen, doğaya ve insana saygılı olduklarını gözlerimle gördüm. Onun için onlara acımıyorum, aksine imreniyorum. Dersim içinde iyi insanların dolaştığı güzel bir çiçek bahçesiydi…
Mehmet Yıldız
http://mamikiye.blogspot.com/2006/12/otantik-dersimli-ve-modern-birey.html
İyi ki Fikret Başkaya otomobilin zararlarını yazdı; çünkü, doğaya verdiği zararları bilmiyorduk. Yukarıdaki yazıyı kim yazarsa yazsın, kimse o yazıya konu dolayısıyla kötü diyemez ki.Şu koskoca Türkiye’de sosyalist cenah içinde teori üreten, bir kuram ortaya koyan, sevilmese de, tu kaka edilse de, görmezden gelinse de tek aydın var; o da Demir Küçükaydın. Diğerleri görüntü-ses düzeniyle uğraşıyor.
Porsche Satış ve Pazarlama Müdürü Kaan Oğul kazada hayatını kaybetti
İstanbul Ataşehir’de biri Almanya plakalı iki lüks araç kaza yaparken bariyere giren aracı kullanan Porsche Satış ve Pazarlama Müdürü Kaan Oğul (34) feci şekilde hayatını kaybetti.
Kaza, Ataşehir, TEM otoyolu Batı Ataşehir mevkii, Ankara istikametinde dün saat 21. 00 sıralarında meydana geldi. İddiaya göre, Ataşehir bağlantı yolundan TEM’e bağlanan Kaan Oğul kontrolündeki otomobil, seyir halindeki LB AZ 206 plakalı araçla belirlenemeyen bir nedenle çarpıştı. Çarpışmanı etkisiyle Oğul’un kontrolündeki aracın sağ arka kapısından giren bariyer ön sol kapıdan çıktı.
Araç bir süre sürüklendikten sonra durabilirken Almanya plakalı araç ise bariyerleri geçerek toprak zemine çıktı. Kaan Oğul olay yerinde hayatını kaybederken yanında bulunan kişi ise olayı küçük sıyrıklarla atlattı. Kaan Oğul’un cansız bedeni Fatih Sultan Mehmet Hastanesi morguna kaldırıldı. Diğer aracın sürücüsünün ise gözaltında olduğu öğrenildi. Polis, kazayla ilgili geniş çaplı inceleme başlattı.
2005 yılından bu yana Doğuş Otomotiv’de görev yapan Kaan Oğul kendisi kaleme aldığı özgeçmişinde çocukken tek hayalinin arabalarla çalışmak olduğunu yazmıştı.
“2005 yılından beri Doğuş Grubu’nda çalışıyorum. Çok küçük yaşlarda başlayan arabalara olan ilgim, ortaokul ve lise zamanı artık tutkuya dönüşmüştü. Üniversiteye başladığımda tek hayalim arabalarla ilgili bir işte çalışmaktı, bu hevesle üniversiteyi bitirir bitirmez otomotiv şirketlerinde iş arayamaya başladım. 2004 yılının Aralık ayında büyük bir heyecanla başvuruda bulunduğum Porsche Servis Danışmanı pozisyonuna kabul edilerek, 2005 yılının Şubat ayında Doğuş Otomotiv Yetkili Satıcısı olan Doğuş Oto’da işe başladım.”
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/26906157.asp
Aşırı hız ve dikkatsizlikten kaynaklanan kazaların ülkemizde daha sık yaşanmasının altında, çok altında, “bilmediğimiz bir yerimizde”, bu ülkede yaşıyor olmanın kendine özgü “kirli sularında akan” bir “duygu-bilgi” mi var?
Düşünün RTE gibi biri bu ülkede 12 yıldır başbakan ve şimdi CB olacak. Arınç diyor ki, “kadınlar ortalıkta gülmesin!” Kendi kendilerine mi gülecekler yoksa?
Bir yanda gerçekten aşağılığın aşağılığı adamlar nasıl da tüketiyorlar; diğer yanda ne güzel insanlar ne berbat yaşıyor… vs…
Bir şekilde bu ülkede olan bitenler topluca bir hayat değersizliği yaratıyor; bu “aşağılığın aşağılığı” adamlar bile işin farkında; hak etmediği bir hayatı yaşıyor…
Psiko-patoloji her sınıfta mevcut…
Kadınlardan “pembe metrobüs” eylemi
Saadet Partisi İstanbul Kadın Kolları üyeleri, metrobüs hattında sadece kadınların kullanacağı “pembe metrobüs” uygulamasının başlatılması talebiyle eylem yaptı.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde dile getirip uygulamaya koymadığı “Kadınlara özel otobüs” projesi yeniden gündeme taşındı. Saadet Partisi İstanbul İl Kadın Kolları, topladıkları 60 bin imza ile İstanbul Büyükşehir Belediye Binası önünde taleplerini dile getirip, Topbaş’tan randevu istedi. Otobüslerde tacize uğradıklarından yakınan kadınlar, Japonya ve Malezya’yı örnek gösterip “Biz de Sayın Topbaş’tan her 4-5 araçtan sonra sadece kadınların bineceği pembe metrobüs istiyoruz” dediler.
Kadınlar adına konuşan Negehan Gül Asiltürk, İstanbul’u yöneten iradenin “ulaşım ve çarpık şehirleşme” gibi iki devasa soruna hiçbir temel çözüm ortaya koyamayıp, “İstanbul’un yöneticileri, şehri görsel efektlerle süsleyerek, sorunlarla yüzleşmeyi erteleyip, günübirlik çözümlerin cazibesine kapılarak, sorunları ağırlaştırlar” dedi.
İBB Başkanı Topbaş’ın, toplu ulaşım hizmetlerinde sorunların giderilmesi için, vatandaşların şikayetlerini bildirmelerine yönelik duyurularına dikkat çekip, “Bizler Saadet Partisi İstanbul İl Başkanlığı olarak, hanımların kullanımına özel projelendirdiğimiz Pembe Metrobüs teklifimizin detaylarını paylaşmak ve topladığımız imzaları Topbaş’ın şahsına ulaştırmak istedik. Halkın taleplerini dikkate alacağını ifade eden Topbaş, hiçbir randevu talebimize cevap dahi vermedi” dedi.
“Pembe Metrobüs” le ilgili proje teklifini, 12 Mart 2012 yılında Saadet Partili meclis üyeleri aracılığı ile İBB Meclis Gündemine taşıdıklarını da hatırlatan Asiltürk, Kadın Kolları olarak da İstanbul’un 12 ayrı noktasında, 1 aydan kısa bir sürede topladıkları 60 bin imzayı Kadir Topbaş’a posta yoluyla ilettiklerini ifade edip, yetkililerin ilgisizliğinden yakındı.
ACİL İHTİYAÇ
12 Eylül 2010 referandumunda oyladıklarını belirttikleri kısmi Anayasa değişikliğinde yer alan ‘Kadına Pozitif Ayrımcılık’ ilkesine dikkat çekip, Topbaş’dan “Pozitif eylem” beklediklerini açıklayan Asiltürk, “Topbaş tüm İstanbulluların belediye başkanı. Belki saadet partilileri görmezden gelebilir ama kendisini temsil ettiğimiz 60 bin İstanbullunun imzası vardır ve kendisi bu 60 İstanbulluyu görmezden gelemez” diye konuştu.
Asiltürk, “Pembe Metrobüs” taleplerine ilişkin gerekçelerini ise şöyle sıraladı:
“Pembe Metrobüs bu devasa şehirde yaşayan hanımlar için bir lüks veya lütuf değil, gözmezden gelinemeyecek derecede mühim ve acil bir ihtiyaç. Metrobüsü tercih eden İstanbullu hanımların, araçlardaki yoğunluktan dolayı yaşadıkları sıkıntılar, genellikle hoş olmayan tartışmaları da beraberinde getirmekte. Gidecekleri yere yetişme telaşı içinde, mecburen dola araçlara binmek zorunda kalan bayan yolcular, hamile, çocuklu veya yaşlı oldukları halde, nefes almanın zor olduğu, itiş-kakışların yaşandığı bu araçlarla bazen istemeye istemeye seyahat etmek durumda kalmakta.
KENDİNİ İNSAN ZANNEDEN AHLAKSIZLAR
Kimi zaman kendisini insan zanneden ahlaksızlar tarafından, kadınlık zerafet ve onuru ayaklar altına alan taciz vakalarının yaşanması da bu durumu daha vahim noktalara taşımakta. Her 3-4 araçtan sonra 1 adet pembe renkli otobüsün sefere konulması halinde, isteyen kadın yolcular normal seferdeki araçlara, isteye nişe pembe renkli metrobüsü tercih ederek seyahat edebilecek. Bu uygulama kadınlara huzurlu bir yolculuk imkanı sağlayacak.
ABDEST BOZUYOR
Eyleme katılan başörtülü üniversite öğrencileri de eyleme destek verip, “Otobüslerde taciz edilmeden seyahat imkanı istiyoruz. En azından yoğun mesai saatlerinde böyle bir uygulama yapılabilir. Şafi mezhebinde erkekler kadınlara kazayla bile dokunsa abdestleri bozuluyor. Kadınlara özel otobüs uygulamasının bir an önce hayata geçmesini talep ediyoruz” dediler.
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/27221463.asp
Otomobil Lojman Seyahat ve Konaklama İsrafları
Mehmed Şevket Eygi
Devlet sektöründe çok aşırı bir israf olduğunu, yapıldığını kim inkar edebilir?
Otomobil israfı… Devletin çok lüzumsuz sayısız lüks arabaları vardır… Bunların bir kısmının sahibi devlettir; bir kısmı ise avuç avuç para ödenerek birtakım firmalardan kiralanmaktadır.
Devletin resmî otomobillerle ilgili kanunları, kararnameleri vardır ama bunlar büyük ölçüde çiğnenmektedir. Başka bir ifade ile kimse takmamaktadır.
Açık yazıyorum: Bugün ülkemizde utanç verici bir resmî otomobil saltanatı vardır. Bu, halka yapılan büyük bir zulümdür.
Güney Amerikada Uruguay devletinin başkanı Mujica, Başkanlık sarayında oturmamakta, fidanlığındaki iki gözlü kulübesinde oturmakta, Başkanlık maaşının onda dokuzunuzu fakirler fonuna yatırmakta, 1987 modeli WW’si ile gezmektedir.
Nadir istisnalar dışında (Onların ellerinden öperim), devlet ve belediyeler otomobil konusunda yıkıcı, batırıcı, çökertici bir israf bataklığı içindedir.
Lojman konusunda da böyle korkunç bir israf vardır. Bir kurumun kendi lojmanları olduğu halde, devlet bütçesinden ödeme yapılarak lüks lojman kiralanmaktadır.
Sosyal tesisler konusunda da israf vardır.
Öyle kodaman bürokratlar varmış ki, çocukları okula devlet otomobilleriyle gidip geliyormuş.
Müslümanlar için söylüyorum: Otomobil, mesken, sosyal tesis konusundaki israflar haramdır haram.
Devlette seyahat, konaklama giderleri konusunda da büyük israf vardır.
Mobilya ve döşeme konusunda da israf israf israf. Bari güzel, sanatlı, zevkli, estetik olsa…
Halktan toplanan vergilerle bu israfları sergileyenler zalimdir, fasıktır, facirdir, günahkardır, şeytanın kardeşidir.
Bundan birkaç sene önce Cumhurbaşkanımız Hollandaya resmî bir ziyaret yapmıştı. Şerefine bir şatoda verilen ziyafete, o ülkenin bakanlarından biri bisiklet ile gelmişti!..
Hiçbir faziletli ve ehliyetli idareci israf sergileyemez. Müsrifler=israf edenler ehliyetsiz ve faziletsizdir.
Bir Müslümanda Allah korkusu varsa israf yapamaz. Ne kendi kesesinden ve malından, ne de devlet ve belediye bütçelerinden.
Türkiye okulları ve üniversiteleri, ülkemize yeterli sayıda müteşebbis (girişimci) eleman yetiştirmiyor. Gençliğin yüzde 99’u memur olmak istiyor. Siyasî iktidarlar, oy toplamak için kadroları şişirip duruyor. Bu da israftır, hainliktir.
Almanyada büyük bir şehre çöpçü alınacak olsa, hiçbir Alman vatandaşı bu süflî işe talip olmaz. Orada böyle işleri yabancılara yaptırırlar. Bizde çöpçülük, lağımcılık için imtihan yapılsa, yüz misli vatandaş müracaat eder. Niçin? Çünkü teşebbüs zihniyeti yoktur, genç nesillere yeterli beceri kazandırılmamıştır.
Geçen sene okumuştum. Küçük bir belediye başkanı için çok lüks, çok pahalı, çok masraflı bir otomobil kiralanmış…
İleride Kıyamet kopacak, yeniden diriltilen insanlar Mahşer meydanında toplanacak, Mahkeme-i Kübra, Mizan… Devlet ve Belediye bütçelerini israf edenler muhakeme edilecek. O lüks ve israflı otomobillerin, o lüks lojmanların, o lüks seyahatlerin, o lüks konaklamaların hep hesabı sorulacak. Cehennem…
Çocuğunu devlet otomobiliyle okula niçin getirip götürdün?
Sen bir Müslüman olarak o beş yıldızlı içkili fuhuşlu otelde nasıl konakladın?
Resmî otomobille karını çocuklarını nasıl gezdirdin?
Ey Müslüman veya İslamcı bürokratlar, siz o gün nasıl hesap vereceksiniz?
Sizin, hepimizin ıslahı için dua ediyorum.
Islah olmaz, bugünkü israfları sürdürürseniz tepe üstü düşünüz!
http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Otomobil_Lojman_Seyahat_ve_Konaklama_Israflari/21771#.VDb-2c4dQ_x
Telefon Akıllı, Adam Akılsız…
ADAMIN telefonu akıllı, kendisi değil, ne olacak şimdi?
Adamın bilgisayarı akıllı, kendisi akılsız…
Otomobili akıllı ama adamcağızda makinadaki kadar akıl yok. Hiç lüzumu olmadığı halde zart zurt kornaya basıyor, günde onlarca vahim trafik hatası yapıyor. Akıllı otomobil ne yapsın?
Bir milyon liralık akıllı elektronik evde, aklı başının bir karış üstünde biri oturuyor. Evin aklı karışık.
Parayla akıllı ev, akıllı otomobil, akıllı telefon, akıllı cihazlar alınabiliyor ama akıl alınamıyor. Ne fena!
Karı akıllı koca akılsız… Yahut tam tersine koca akıllı karı akılsız… Gel de çık işin içinden.
Şuna bak… Hem akıllıyım diyor, hem de bin yıllık yazıyla okuma-yazma öğrenmemekte direniyor.
Lokantanın yemekleri çok pahalıymış ama dekorasyonu çok lüksmüş. A akıllım lokantada yemek yenir, dekorasyon yenmez.
Onun aklı olsaydı lüks eviyle, lüks otosuyla, lüks hayat tarzıyla övünür böbürlenir miydi?
Zekasını ölçtürmüş, IQ’su seksen çıkmış. Parayla sekseni yüz yaptırmış. Ne akıllı değil mi?
Fil gibi yiyor, habire kilo alıyor, sonra fitnese gidiyor, bir çuval para vererek zayıflamaya çalışıyor. Ne akıllı şey bu!
Aklı yok, fikri yok ama durmadan konuşuyor, zevzeklik ve gevezelik ediyor.
Ya Rab, bu ne keşmekeştir, aklı olanın parası yok, parası olanın aklı yok.
http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Turkiye_Nasil_Kurtarilabilir/22085#.VFVfamcfx90
Trafik Düzelir mi?
İSTANBUL’UN trafiği düzelir mi? Bence düzelmez. Düzelir diyen ortaya çıksın ve düzeltsin bakalım.
İstanbul trafiğinin düzelmesi için tekliflerim, çare ve çözümlerim şunlardır:
1. Kökten tedbirler alınacak mega şehrin nüfusu azaltılacaktır. Bu çok zor bir iştir.
2. Şehirdeki yeni mesken inşaatı durdurulacaktır.
3. Sabahları ve akşamları içinde sadece sürücüsü bulunan otomobillerden ücret/ceza alınacaktır.
4. Köprü ücretlerine büyük zam yapılacaktır.
5. Şehri terk etmek isteyenlere devlet yardım edecektir.
6. İşi Avrupa veya Asya yakasında olanların evleri de oralarda olacaktır.
7. Çocuklar, evlerine yakın okullarda okuyacaklar, okul servisleri kaldırılacaktır.
8. Ana yollara bisiklet şeritleri yapılacak ve bisiklet yaygın hale getirilecektir.
9. Otomobili fetiş haline getiren; statü, şan, şeref sayan geri ve aptal zihniyet ile mücadele edilecektir.
10. Saatli bomba haline gelen İstanbul bu şekilde büyümeye devam ederse, bir gün gelecek, büyük bir patlama olacaktır.
http://tv5haber.com/yazidetay.php?Yazi_id=8014&yazar=0
Tayfun Gibi Trafik
TRAFİK sıkıntısı, çilesi, krizi, problemi İstanbul halkının çok büyük kısmı için bir âfet ve felaket haline gelmiştir. Milyonlarca insanımız günde üç dört saat kaybediyor. Üstelik ruh sağlıkları da sarsılıyor, morallerinde çöküntü oluyor, strese düşüyorlar, ülke iktisadı zarar ziyana uğruyor. Bu ne korkunç kayıptır.
Bazı ülkelerin başına tayfun felaketleri geliyor, üç beş bilemediniz on gün sürüyor, sonra gidiyor. Bizim trafik felaketimiz öyle değil. Bütün iş günlerinde devam ediyor.
Devleştirilen İstanbul’un büyük küçük, geniş dar bütün yollarında sabahları ve akşamları milyonlarca otomobil, içinde sadece sürücüsü olduğu halde seyr ediyor. Beş kişilik otomobillerde sadece bir insanın bulunması ne büyük bir israftır. Yollar yetmiyor… Yakıt ziyan oluyor… Otomobilden, beşte bir yararlanılıyor…
Paraya vurursanız, trafik sıkıntısı dolayısıyla kaybedilen zaman, harcanan yakıt, yekûn olarak milyarlarca doları buluyor.
Bu trafik tayfununun çilesinin sıkıntısının belasının çaresi çözümü yok mudur? Vardır ama bir türlü bu çare ve çözümleri bulup hayata uygulayamıyoruz.
Medenî kuzey ülkelerinde, mesela Hollanda da Danimarkada büyük şehirlerde bisiklet çok yaygınmış, yaya kaldırımlarına paralel bisiklet yolları varmış. Bizde bu da yok.
Niçin bu kadar çok otomobilimiz var ve halkımızın büyük kısmı otomobili niçin bir statü haline getirmiştir?
Vatandaşa, evden işe, işten eve toplum taşıma vasıtalarıyla gitmesi söylenince suratı asılıyor, “Ağabey ben insan değil miyim?” cevabını verebiliyor. Sabah iki saat, akşam iki saat çile çekecek, yine ille de tek başına kendi otomobiliyle gidip gelecek. İnsanlık, medeniyet anlayışı böyle olan kimselerle tabiî ki, trafik meselesi çözülmez.
İnsanı insan yapan otomobil, lüks televizyon, müzeyyen mesken, markalı giysiler değildir. İnsan ilimle, irfanla, bilgelikle, sanatla, kültürle, yüksek ahlak ve karakterle, hayır yapmakla yücelir. Bunlar olmazsa, otomobili cafcaflı da olsa yükselemez, hattâ alçalır.
Evet, bugünkü İstanbul trafiğinin sabah ve akşam saatlerinde bir bela, afet, felaket, mecazî mânada tayfun haline gelmiş olduğunu söylemek kesinlikle bir mübalağa=abartma değildir. Yaşıyoruz, görüyoruz.
Ölümden başka her şeyin çaresi olduğuna göre bu trafik belasının da elbette çareleri ve çözümü vardır. İdarecilerin, sorumluların bunları arayıp bulmaları ve hayata uygulamaları gerekir.
Bu yazıyı niçin yazdım biliyor musunuz? Geçen haftalardan birinde, alış veriş için gitmiş olduğum Kumkapıdan Sultanahmette birkaç kilometre ötedeki evime tam bir saatte dönebildim. Trafik, mıh çıkını gibi kilitlenmişti. Böyle rezalet olur mu?
İstanbulu bu kadar büyüten, trafiği bu hale getiren zihniyeti affetmiyorum. Bir vatandaş olarak hakkım haram olsun.
http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Ben_de_Charlieyim_Diyen_Imamin_Arkasinda_Namaz_Kilinir_mi/23212
Diyelim ki, bir otomobil almak istiyorsun… Yapacağın ilk iş, ihtiyacın olan otomobil kaç liralıktır, bunu doğru olarak bilmelisin… Bir memursun, orta bir esnafsın… Altmış bin liralık bir otomobil ihtiyacını görecek… İçindeki şeytan, benlik ifritin yüz altmış bin liralık lüks bir otomobil istiyor… Borca gir, faizli kredi al, ama mutlaka lüks bir şey olsun diyor…
Kur’ana sorarsan, o Kitabullah sana ruhsat ve izin vermez. İhtiyacının ötesinde bir araba lükstür, israftır, israf haramdır…
Peygambere sorarsan, o da izin vermez… Hiç Peygamber, israfa izin verir, yeşil ışık yakar mı?
Lüks bir oto alman için muttaqi Şeriat hocaları da izin vermez. Allahtan korkan bir hoca harama fetva verir mi?
Hakikî icazetli şeyhler de izin vermez.
Hikmet-i islamiyeye sorsan ondan da izin fetva ruhsat alamazsın.
Sende temiz bir vicdan varsa, o da izin vermez razı olmaz.
Geriye insî ve cinnî şeytanlar kalır. Onlar seni teşvik ederler: Aman lüks olsun, aman sadece iyi olması yetmez, çok iyi bir şey olsun…
Geri zekalılar, sakın mütevazı olmasın, senin gurur ve kibrini okşayacak bir şey olsun der,
Allahın emirlerini, Peygamberin öğütlerini ve irşadlarını dinlemezsen evde, yazlıkta, otomobilde, mobilyada, giyim kuşamda, yeme içmede israfa, lükse, şatafata kaçarsın ve günaha girersin.
İki devre Uruguay’ın devlet başkanlığı yapan Mujica Müslüman değildi ama bazı konularda İslam ahlakına sahipti. Aldığı maaşın onda dokuzunu fakirler fonuna yatırıyordu. Başkanlık sarayında değil, kendi iki gözlü fidanlık evinde oturuyordu. Devletin makam arabasını kullanmıyor, 1987 modeli kendi malı kaplumbağa VW ile geziyordu…
Birtakım demagoglar konuyu çarpıtıp, biz gidip de ikinci el oto pazarından beş on bin liralık eski araba mı alalım yani… diyeceklerdir. Bendeniz öyle bir şey demedim. İhtiyacın 60 bin liralık bir otomobilse o kadarlık bir şey al dedim. Bugün bu paraya öyle güzel, sağlam, dayanıklı otolar var ki, bas gaza Edirne’den Kars’a git, arızasız problemsiz. Ârıza bizim içimizdedir… İfritimiz bize aman çok lüks olsun, israflı olsun, pahalı olsun diyor.
Lokantaya gideceksin, nefs-i emmâren yüz liralık yemek yenen lüks ve israflı bir yeri ister… Allahın sana en büyük nimeti olan İslam ise, gel bu yüz lira ile yanına üç kişi alarak daha az yıldızlı bir lokantaya git, yanındakilere ikramda bulun der.
http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Kurana_Sor_Sunnete_Sor_Hikmete_Sor/23406
Araba tabiki gerekli. Is icin gerekli,aile icin gerekli,saglik icinde..
gereksiz,anlamsiz araba kullananlarsa cogunlukta.Nedeni asagilik komplexi..Prestij meselesi..
Isvicrede 1 mlyon aile gönüllü olarak arabasini garaja koyup bisiklete vede toplu araclara binmektedir.
2. büyük gelismede sharcar denilen olaydir..
Bu tip gelismeler Sosyalist zorlama olmadan gönüllü,anlamli gelismelerdir.. Bu tesfik edilmeli vede desteklenmelidir..
İstanbul’un her tarafı denizle çevrili ama trafiği azaltmak için denizden yararlanamıyoruz.
Toplum ototoplum olmuş. Her sabah ve akşam milyonlarca vatandaş tek başına otomobilleriyle işlerine gitmek, evlerine dönmek savaşı veriyor.
İngiltere’de İskandinav ülkelerinde, Hollanda’da bisiklete binen bakanlar görebilirsiniz ama bizde büyükler binlerce koruma ve trafik polisinin gölgesinde yollardan buhran gibi geçerler.
–
http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Isin_Icyuzu_ve_Sirri_Nedir/26644
https://www.youtube.com/watch?v=q46Kf0sHVOw