To be polis or not to be!

Bu yazıyı bir özeleştiri yazısı olarak da kabul edebilirsiniz… Biraz gerilere giderek başlamam gerekiyor.

1969 yılında, DTCF Fikir Kulübü’nün başkanlığını yaptığım dönemde, düzenli yaptığımız üye toplantılarına, üye olmak isteyen yeni yeni gençler gelirdi. Bunlardan bazıları arkadaşların kuşkusunu çekerdi. Kulağıma fısıldarlardı: “dikkat edelim, polis olabilir.” Özellikle Rus filolojisinden gelenler, eğer yakından tanıdığımız kişiler değillerse otomatikman kuşku altında olurlardı. Çünkü, o dönemde polisin en çok bu bölüme polis soktuğu söylenirdi. Rus filolojisine yazılanlar, polise göre, otomatikman komünistti. Bize göre de, tanımadığımız Rus filolojisi öğrencileri, otomatikman polis. Bu arkadaşları uzun uzadıya gözetim altında tutardık. Yani polise karşı önlem alalım derken, biz kendimiz polislik yapardık.

İllegal Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin (TİİKP) özellikle örgütlenme büroları da polisiye çalışmalar yapmak zorunda hissederlerdi kendilerine. Yani bir çeşit “karşı-casusluk” faaliyeti. Ama adına bakmayın! Casuslara karşı mücadele adına casusluk yapar, izlemeyi düşündüğümüz casusların yöntemlerinden pek de farklı olmayan yöntemler kullanırdık. “Casus” olduğundan kuşkulandıklarımızın peşine güvendiğimiz casuslar takardık. Parti legale çıkıp TİKP adını aldıktan sonra bu tür yöntemler kullanmaya devam etti. Partinin en gizli casusluk işlerini ise Aydınlık gazetesinin “istihbarat servisi” yürüttü. İngilizcede “journalist” olarak geçen gazetecilik de bir çeşit istihbaratcılık ve jurnalcılık değil miydi?

1993 yılı başında anarşist olduktan sonra bu tür işlerin tamamen dışına çıktım. Anarşistler gizli örgütlenme yapmıyor, dolayısıyla içlerindeki ajanları izlemeye de gerek görmüyor, bu tür “karşı-casusluk” faaliyetlerini ilkelerine aykırı buluyorlardı.

Anarşist olduktan sonra Türkiyeli sol mülteci derneklerine ziyaretler yaptım. Derneklerden içeri dalıyor, “selamünaleyküm” dedikten sonra orada bulunanlarla anarşizm üzerine sohbeti koyulaştırıyordum. Kaypakkaya kökenli derneklerde daha bir hoşgörüyle karşılanıyordum. Çoğu köylü kökenli insanlardı. Mao’ya ve Kaypakkaya’ya saldırmadığım sürece, ileri sürdüğüm anarşist argümanlara kulakları açıktı bir ölçüde. Biraz da şakaya vurarak, “diyelim ki devrim yaptınız, iktidara geldiniz, polis teşkilatı kuracak mısınız” diye soruyordum. Ömürleri polis ve jandarmadan kaçmakla geçmiş bu insanlar içtenlikle söz veriyorlardı, vallahi billahi kurmayacaklardı. “Peki, yabancı ülkelerin casusları devrimi yıkmak için bir takım faaliyetler yürütecekler, onları izlemeyecek misiniz” diye soruyordum, şeytanın avukatlığını yaparak. “Böyle küçük bir birim olabilir” diyerek polisliğin rüşeymine ilk adımı atıyorlardı. “Peki, canileri, tecavüzcüleri nasıl yakalayacaksınız” diye soruyordum bu sefer, kışkırtıcı bir biçimde. “Milis yakalar onları” diyorlardı. “Yani polisin adını değiştirip milis yapacaksınız, öyle mi” diyordum. Biraz şaşırıyorlardı. Çıkıp gitmeden, “siz siz olun, ne ad altında olursa olsun, polis ve casus teşkilatı kurmayın, bu devrimin gerçek ölümüdür” diyordum.

Evet ama hayat öyle bir şeydi ki, son derece zırhlı olduğunuzu sandığınız konularda bile sizi aşil topuğunuzdan vurabilirdi. “Politika Lağımı” adlı yazımda bir başka vesile ile sözünü ettiğim bir “Bülent bey” olayı vardı. Haringey Solidarity Group’un (HSG) bürosuna giren birisi telefonu kullanmış, seks kanallarıyla ve Türkiye ile, bir hayli kabarık bir faturanın gelmesine yol açan uzun konuşmalar yapmıştı. Grubun içinde sadece bizdik Türkçe konuşan. Üstelik bize teslim edilmiş büro anahtarımız da vardı. HSG’liler asla bize yönelik bir kuşku belirtisi göstermediler ama bu durumu bize açmaktan da geri kalmadılar. Kendimizi şaibe altında hissetmiştik. İşte bu duygu, bizi bir “karşı-casusluk” faaliyeti yürütmeye sevk etti. Faturadaki telefon numaralarını arayarak ve telefon eden kişinin arkadaşı pozuna girerek failin gerçek kimliğini öğrendik. Fail, HSG’nin üst katında bürosu olan, kendini “Bülent bey” diye tanıtan ve mülteci derneklerine “hukuki hizmet” veren bir şahıstı. Büyük ihtimalle İngiliz polisinin adamıydı. Açığa çıktığını anlayınca büroyu apar topar boşalttı ve ortadan toz oldu. Evet, başarmıştık bir ajanı açığa çıkartmayı ama nasıl? Yine “karşı-casusluk”un polisiye yöntemlerini kullanarak. Polisle mücadele ederken polisleşmiştik yani.

Geçen gün Aşk ve Devrim sitesine, sonradan internet dilinde “spam mesaj” dendiğini öğrendiğim üç yüzün üstünde mesaj geldi. Bunu siteye karşı bir sabotaj olarak algıladım. Sabotaj olmasa bile, sabote edici bir reklam saldırısıydı. Siteye gelen yorumlar, otomatik olarak benim eposta adresime de geliyordu. Epostam yüzlerce maille dolmuştu. Sil sil başa çıkacak gibi değildi. O gün akşama doğru, bunun bir sabotaj olduğu düşüncesiyle, kendimi “ufak çaplı” bir kimlik araştırmasının içinde buluverdim. Gelen bilgilendirme mesajlarında mesajın geldiği yerin kimlik bilgileri de vardı. Yani sistem öyle ayarlanmıştı ki, gelen bu bilgilerle mesajı yollayan kişi ya da kişilerin en azından internet kimliğini ortaya çıkarabilirdiniz. Bu araştırmayı ne yazık ki yaptım. Yaptığım “ufak çaplı” polislikti elbette. Bunu açıkça itiraf etmem gerekiyor burada.

Büyük hatalar, küçük, fark edilemeyecek kadar küçük hatalarla başlar. Yaptığımın polislik olduğunu fark etmeseydim, ben de kendi çapımda bir polis teşkilatı haline dönüşecektim. Karşıt görüş şunu ileri sürebilir: Peki hiç araştırmayalım, soruşturmayalım da, bizi yıkmak isteyenler içimize girip istedikleri provakasyonu yapsın, istedikleri sabotajı serbestçe yerine getirsin ve bizi yerle bir mi etsinler?

Evet ama siz sabotaja ya da provakasyona karşı mücadele adı altında polisiye oyunların içine dalarak zaten provakasyona gelmiş, sabote edilmiş, hatta ruhen ve fiilen yerle bir edilmiş olmuyor musunuz?

Gün Zileli

2 Haziran 2009