Tersinden mi, Düzünden mi?
Hayatın beni şaşırtmadığı tek yönü, sürekli şaşırtıyor olmasıdır. Hayat, yine yapacağını yaptı ve türkçe konuşan, yazan ve okuyan ahali içinden en esaslı düşünürünü, beklenenin ya da sanılanın tersine, “mektepli”ler değil, “alaylı”lar arasından çıkardı. Demir Küçükaydın’dan ve son kitabından söz ediyorum : “Ve nihayet, biz akademik bir gelenekten gelmiyoruz. Taşralı ve az gelişmiş bir Türkiye’de, daha taşralı ve daha az gelişmiş, neredeyse otodidakt olarak yetişmiş bir militanız. Otodidaktlara has dar görüşlülükler, çarpıklıklar, taşralılıktan gelen ufuk darlıkları vs. hepsi bizde fazlasıyla bulunuyor.” (s. 15) Yine de ben, “otodidakt”lığın Küçükaydın’ın önemli avantajlarından biri olduğunu düşünüyorum.
Solun, düşünme ve düşünce geliştirme yeteneğinin neredeyse tamamen dumura uğradığı günümüz koşullarında, Demir Küçükaydın’ın kitabında ortaya atılan yeni düşünceler, canlı tahliller, yerinde saptamalar ve heyecan veren tarihi anlatımlar, başucunda ölümünü beklediğiniz hastanızın aniden canlanıp size neşeyle hitap etmesi gibi bir etki yapıyor insanın üzerinde. Marksizmin temeldeki yetersizliklerini cesaret ve samimiyetle ele alan bu tür yaklaşımlar, Marksizm için hayat öpücüğü değerindedir. Marksizmi ölüm döşeğine düşüren, duvarın çökmesi değil, cesur ve eleştirel düşünme ruhunun çökmüş olmasıdır. İşte Küçükaydın, bu yazının ortalarından itibaren değineceğim tüm eksik ve hatalarına rağmen, bu cesur ve eleştirel düşünme ruhunu canlandırmış ve örnek olmuştur. Düşünmeyi bıraktığı için bir zamanlar düşünmek ve fikir geliştirmek diye bir şey olduğunu da unutmuş, yani erken yaşta bunamış ’68 kuşağının da bu ruhtan yararlanmasını diliyorum.
Saptamalar
Demir Küçükaydın’ın kitabını okuduktan sonra, onun aynı zamanda esaslı bir üstyapı teorisyeni olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Üstyapı teorisyeni olmak kolay iş değildir. Çünkü üstyapı esasen ideolojiyle ilgilidir ve ideolojiler de türlü türlü ideolojilerin cizvit rahipleri tarafından sıkı sıkıya kilit altında tutulurlar. O paslı kilitleri açıp içeri dalmak ve küflenmiş dogmaları gün ışığına çıkartmak yürek ister. İşte Küçükaydın, bu yürekliliği göstermiştir. Hem de, kahramanca bir iş yapıyormuş gibi değil de, arkadaşlar arasında dört kol pişti oynuyormuş gibi bir rahatlıkla. Ah, bir de okuyucusunun zekâsına güvense ve o kadar didaktik olmasaydı.
Marksizmin, aydınlanmanın çocuğu olduğunu ve onun doğum lekelerini taşıdığını belirten Küçükaydın, aydınlanmanın ve burjuva ideolojisinin kalıntılarına karşı “kutsal bir cihad” açmanın zorunluluğuna (s.100) dikkat çektikten sonra, saptayabildiği ölçüde bu işe girişmektedir. Küçükaydın’ın katkı değerindeki en önemli saptaması, Marksizmden farklı olarak, dini herhangi bir üstyapı kurumu olarak değil, üstyapının kendisi olarak görmesi ve sonuçta ulusun da burjuvazinin dini olduğunu belirtmesidir: “Marks… aydınlanmanın bu din anlayışını, hiçbir eleştiri süzgecinden geçirmeden, tarihin ve toplumun, yani olguların mihenk taşına vurmadan sosyolojik bir kavram olarak kabullenir ve onu sadece düşünce, ideoloji, bilinç biçimi olarak tanımlar.” (s.114); “Tarihteki gerçek toplumda, dinin dışında ne ahlâk, ne ideoloji, ne politika, ne devlet… vardır. Din tümüyle üstyapıyı oluşturur. Burjuvazi kendi dinini üstyapı yapabilmek için dini, bir düşünceye, ahlakın, ideolojinin yanı sıra bir bilinç biçimine indirger ve onu bu indirgenmiş haliyle kendi dininin bir bileşeni, bir savunucusu yapmış olur.” (s.115); “Modern kapitalist toplumda kendini inanç olarak tanımlayan din de bütünüyle üstyapıyı oluşturan modern toplumun dini olan ulusçuluğun bir bileşenidir.” (s.91); “Yani özel, politik, ekonomik ayrımı veya dinin özel olduğu, politiğin ulusala göre belirlendiği, ekonominin kâra göre belirleneceği bütün bu ayrımın kendisi dindir, kapitalizmin dinidir. Dolayısıyla bu ayrımın kendisi de, yani kapitalizmin dini de, bu üstyapının ta kendisidir. Bu ayrımın dışında da bir üstyapı yoktur.” (s.92). Dolayısıyla: “ulusçuluk modern toplumun dinidir.” (s.96)
Sonra Lenin’in ve “ulusların kaderlerini tayin hakkı”nın eleştirisine geçer: “Lenin… en büyük hurafenin, modern toplumun dini olan ulus olduğunu, politik, ekonomik ve özelin ayrılmasının bir din olduğunu ve politik olanın ulus denen ne olduğu belirsiz şeye göre tanımlanmasının, dinin tümüyle üstyapı iken, sadece özele ilişkin ve düşünceler olarak tanımlanmasının en büyük hurafe olduğunu görmemekte, ulusçuluğun bir din olduğunu görmediği için ulusçuluğa karşı bir militan materyalizm savunması önermemektedir. Yani böylece sosyalistler modern toplumun dininin militan ve radikal savunucuları haline gelmektedir.” (s.116); “Sosyalistler modern toplumun dininin bilinçsiz savunucuları oldukları için ona karşı bir program koyamadılar ve sonunda onun en gerici biçimi tarafından ele geçirildiler. Bu ele geçiriliş, ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ ilkesi aracılığıyla oldu.” (s.164); “Marksizm… en radikal olduğu noktada bile, kendini a-nasyonalist olarak değil, enter-nasyonalist olarak tanımladı.” (s.162)
“Hiçbir ulusçuluk insanlığa bir çağrı değildir. Bunun neresi insani ve akli olabilir” (s.107) diye yazdıktan sonra, E. Gellner’i yankılayarak “uluslar olduğu için ulusçular değil, ulusçular olduğu için uluslar vardır” diyen Küçükaydın, ulus ve ulus-devlet konusunda şu radikal saptama ve önerileri yapıyor: “Ulusal devletleri yok etmeyi hedefleyen bir hareket gerekmektedir.” (s.184); “bütün ulusal sınırların ve devletlerin reddi”ni savunan “bir programa sahip” olmak gerekir (s.169); “İslamiyet nasıl soy ve kan kardeşliğine karşı savaş içinde, soy ve kan kardeşi aşiretleri yok ederek, parçalayarak oluştuysa, işçi sınıfının dini de [Burada “din” sözcüğü, üstyapı ile özdeş anlamda kullanılıyor. G.Z.] ulus kardeşliğine karşı savaş içinde, ulusları yok ederek, parçalayarak oluşabilir.” (s.184); “Ulusları parçalayalım. O ulusların putları olan bayrakları yakalım…” (s.186)
Bunların dışında, Küçükaydın’ın 5. bölümde ele aldığı otantik aleviliğin, komünün uygarlığa karşı direnişinin üstyapısı olduğuna ilişkin saptaması ve o dönemleri ele alırkenki derinliği gerçekten müthiş. Şahsen ben çok yararlandım.
Aydınlanma
Ne var ki, nasıl Marksizm Aydınlanmanın doğum lekelerini taşımışsa, Küçükaydın da eski Marksizm-Leninizmin doğum lekelerini taşımaktadır. Bu yüzden, yer yer söyledikleri, yukarda alıntıladığımız cesur saptama ve önerileri nakzeder niteliktedir. Şimdi bunları görelim ve Küçükaydın’ın bu doğum lekelerinin eleştirisine geçelim.
Küçükaydın’a göre Aydınlanma, burjuvazinin devrimci dönemini, pozitivizm ise, (“ilerici-gerici” kavram çiftini kabul etmediğim için tırnak içinde yazmama izin verin) “gerici” dönemini temsil etmektedir (s.71); pozitivizm, Aydınlanmanın rasyonalizmine karşıdır (s.286); “burjuvazinin, devrimci döneminde ulusu dil, din, etni, soy ile tanımlamadığını, devrimci barutunu yitirdikten sonra, ondokuzuncu yüzyılın ortalarından sonra gerici, ulusu dile, dine, etniye göre tanımlayan bir ulusçuluğun ortaya çıktığını görürsünüz.” (s.288); Küçükaydın’a göre, burjuvazinin “devrimci” döneminde ulus yurttaşlıkla tanımlanmaktadır (s.154); Fransız devrimi, Fransız ulusunun köklerini Frank krallığının tarihinde değil, devrimde buluyordu. (s.143); Amerikan ulusu, aynı soydan İngilizlere karşı savaş içinde kurulmuştu. (s.154)
Öncelikle “burjuvazinin devrimci dönemi” ya da sonradan “devrimci barutunu tükettiği” (bu bile, kullanıla kullanıma aşınmış, Stalin’den kalıntı bir nitelemedir) fikrinin yeniden irdelenmesi gerekir. Bu, gerçeğin kendisi değil, burjuvaziye üretici güçleri geliştirme misyonu biçen ilerlemeci Marksizmin bir yaratımıdır. Gerçekte yoktur böyle bir şey. Tarihi sonradan kafasına göre yaratmayıp büyük bir iç gözlemle yazmış Alexis de Tocqueville türünden ciddi tarihçilerin de belirttiği gibi, burjuvazi başından beri devrime ayak diremiş, öte yandan, devrimden sadece iktidarı ele geçirmek için yararlanmış ve iktidarı ele geçirir geçirmez de yaptığı ilk iş devrimi bastırmak olmuştur. Haydi, diyelim ki, iktidarı bütünüyle ele geçirdiği 1794 yılına kadar devrimciydi. Evet ama, o zaman bu “devrimciliğin” 19. yüzyılın ortalarına kadar sürmüş olması mümkün değildir. Nitekim, 19. yüzyılın açılış kurdelası Napolyon’un kılıcıyla kesilmiştir.
Öte yandan, Aydınlanma ve pozitivizm ayrımı da sahte ve gerçek dışıdır. Bu da, burjuvazide devrimcilik vehmeden Marksizmin, onun karşı-devrimciliğinin ayan beyan ortaya çıkmasından sonra, zevahiri kurtarmak için, bu devrimci olmama durumunu birilerinin sırtına yıkma çabasının ürünüdür. Oysa pozitivizmin özel olarak Aydınlanmayla çatışmak ya da özel olarak devrime karşı olmak gibi bir durumu yoktur. Aydınlanma ve burjuvazi devrime ne kadar karşıysa o da onların temsilcisi ve mirasçısı olarak o kadar karşıdır. Bu yüzden, burjuvazinin “devrimci barutunu tüketmesi” laf-ü güzaftır. Ortada barut marut yoktur. Sadece emekçi kitlelerini kandırmak için kullanılan kuru sıkı vardır. Burjuvazi sahici barutunu sadece ezilenlere ve sömürülenlere karşı kullanmıştır.
Ulusun “yurttaşlık”la tanımlanması ne sadece Fransa’ya özgüdür, ne de “burjuvazinin devrimci dönemi”ne. Çok fazla örnek vermeye ya da çok uzağa gitmeye gerek yok. Bugün de en saldırgan ulusçuluğun temsilcisi Amerika’da ulus yurttaşlıkla tanımlanmaktadır. Herhangi bir soy ya da din tanımı yoktur. Ama bu, Amerikan ulusçuluğunun bugünkü bilinen durumunu engellememektedir. Demek ki, mesele tanımlarda değil, fiiliyattadır. Kaldı ki, yurttaşa dayanan Fransız ulusçuluğu, aynı zamanda, bugün insanlığın başına belâ olan üniter devletin de mucididir. Türkiye’nin de kendine model aldığı üniter devlet, ulusal baskıyı en katıksız uygulayan devlet biçimidir.
Fransız devrimi ile Fransız burjuvazisini özdeşleştirmek büyük bir hatadır, ama hadi burada bunun üzerinde fazla durmayalım. Fransız burjuvazisinin, kendisine tarih olarak Frank krallarını almaması son derece anlaşılır bir şeydir. Çünkü, o sırada burjuvaziyle Frank krallığı arasında yoğun bir iktidar kavgası yaşanıyordu. Nitekim, Atatürk de aynı şeyi yapmıştır. Yeni Türk ulusu oluşturulurken Osmanlı’nın Türk tarihine temel yapılmaması, yine benzeri bir iktidar mücadelesinden kaynaklanmaktadır.
Amerikan ulusunun, aynı soydan gelen İngilizlere karşı savaşılarak kurulması, sadece ulusun değil, ırk, soy, vb.’nin de bir palavradan ibaret olduğunu gösteren bir kanıttır. İktidar söz konusu oldu mu, ortada ne soy, ne ırk, ne din, ne dil birliği, ne de ulus diye bir şey kalmaktadır. Amerika’ya kadar gitmeye gerek yok. Türk ulusu da, silahlanmış köylülere karşı bir iç savaşla, kimi Kuvayi Seyyare, kimi bağımsız köylü ve eşkiya çeteleri, kimileri Anzavur isyancıları safında çarpışan, kimileri de asker kaçağı olarak dağlarda başıboş dolaşan, hem “soydaşımız”, hem de “efendimiz” köylülerin ve Anadolu’da yaşayan Rum, Ermeni, vb. kökenli köylü ve kasabalı ahalinin cesetlerinin üzerinde yükselmiştir. Ulus denen şey, milliyetçi iktidar elitlerinin iktidar mücadelesinde kendilerine dayanak yaptıkları şekilsiz bir kitledir. Esas olan, ulus değil, iktidardır. Her iktidar eliti, şartlar gerektirdiği zaman ulusu falan bir yana bırakır ve derhal ulusu ezen dış “düşmanla” birleşir.
Ulus ve Ulusçuluk
Küçükaydın’ın bazı yanlış fikirleri, yukarda da belirttiğimiz gibi, eskinin kalıntısıdır. Ama bazıları da, kendi ürettiği yeni fikirlerdir. Örneğin kitap boyunca ısrarla üzerinde durduğu, ulusun tanımı fikri böyledir: “Bunun ilk koşulu da, dil, din, etni gibi ayrılıklar karşısında devletin nötral olması, yani ulusun, politik olanın bunlara göre tanımlanmamasıdır.” (s.57); “Ulus, dilsiz, dinsiz, ırksız, tarihsiz, etnisiz, soysuz olmalı ve yurttaşlık haklarıyla tanınmalıdır.” (s.285); “Ulusun bunlar olmadan olamayacağı bizzat ulusçuluğun gerici döneminin bir uydurmasıdır ve gerici bir ideolojidir.” (s.294)
Bunlarla bağlantılı olarak, Küçükaydın, birçok ulusçuluk türü ileri sürüyor: “gerici ulusçuluk” (s.56); “demokratik… ulusçulu”k (s.64); “devrimci… ulusçulu”k (s.163); “devrimci ve demokratik ulusçulu”k (s.167); “demokratik ve cumhuriyetçi… ulusçulu”k (s.289)
Bu noktada, Küçükaydın’ın değil, ulusçuların ulus tanımının daha doğru olduğunu düşünüyorum. Ulusu, dil, din, etni, vb.’na göre tanımlamamak, onu tanımlamamakla aşağı yukarı aynı şeydir. Bir orduyu, askersiz, subaysız, silahsız, kışlasız, hiyerarşisiz tanımlamak nasıl mümkün değilse, öyle. Küçükaydın, Marx’ın “devlet olmayan devlet” tanımına benzer bir şekilde, “ulus olmayan ulus” tanımı peşindedir. Böyle bir tanım yapılabilse bile, fiiliyatta, söylenmeyen özellikler yine ön plana geçecektir. Yani, dil, din, ırk, soy, tarih türü öğeler bu sefer kendilerini gayri resmi olarak dayatacaklardır. Devlet olmayan devletin mümkün olmadığı nasıl görüldüyse, ulus olmayan ulus projesi de pratikte işlemeyecektir.
Sırf tanımlara, resmi metin ya da protokollere takılıp kalacak olursak, örneğin, T.C. Anayasasında tüm yurttaşların eşit olduğu yazılıdır, ama fiiliyat bunun tam tersidir. Denecektir ki, bunun yazılmış olması yine de bir kazanımdır. Öyle midir acaba? Bence, tersine, bu tür tanımlar ve protokoller, gerçeği gizlemekten başka bir işlev görmemektedir. Zaten öyle olmasaydı, yazılı, resmi metinler haline getirilmezlerdi.
Öte yandan, bu tür tanımların peşinde koşmak, ulusun ulusçularca yaratıldığı önermesini nakzetmeye hizmet eder. Küçükaydın’ın tanımladığı gibi bir ulus tanımının kabul edildiğini ve bunun fiiliyatta da uygulandığını farzedelim. Bundan, ulusun ulusçulardan bağımsız olarak da var olabildiği ya da ulusçu “olmayanların” da (aslında ne tür bir ulus yaratmaya çalışırsa çalışsın, buna kalkışan kişi otomatikman ulusçudur) ulusu yaratabilecekleri sonucu çıkmaz mı? Böylece, Küçükaydın’ın kendisinin de hararetle savunduğu, ulusun yıkılması ve parçalanması fikrinden cayılmış olunmuyor mu?
“Gerici ulusçuluk”tan söz etmek, “sömürücü kapitalizm”den, “ırkçı faşizm”den, “bürokratik bürokratizm”den bahsetmek kadar yanlıştır. Yani bu ekler gereksizdir, çünkü bu nitelikler ana kavramın içeriğinde zaten vardır. “Gerici” deyiminin yanlışlığını bir yana bırakalım ya da bunu “reaksiyoner” anlamında alalım, o zaman ortaya ya “bacaklı eşekler” gibi bir totoloji çıkar ya da bu ulusçuluğun “ilerici” türleri de olduğu ister istemez akla gelir ki, zaten Küçükaydın da bunları ileri sürmekte ve “Saptamalar” başlığı altında özetlediğimiz görüşlerini ve verdiğimiz alıntıları kendi eliyle geçersiz kılmaktadır.
Diğer yandan, “devrimci ulusçuluk” da çok çelişkili bir kavramdır ve bu iki sözcük birbirini kesinlikle dışlar. Devrimin amacı ulusçuluğu yıkmak, ulusçuluğun her çeşidinin amacı da devrimciliği mezarına gömmektir. Demir gibi sağlam mantığı olan birisinin bu ikisini bir araya getirmesi, bana, bu kitabı, birbiriyle tamamen zıt düşünen iki ayrı insanın yazmış olabileceğini düşündürtecek kadar büyük bir tersliktir.
Demokratik Cumhuriyet
Küçükaydın, yukarda tanımı verilen “ulus olmayan ulus”un politik formu olarak demokratik cumhuriyeti görmekte ve önermektedir: “…ulusun tanımından her türlü ırk, soy, kan, dil, dinin dışlandığı, bunların politik bir anlamının olmadığı ve hepsinin eşit olduğu bir Demokratik Cumhuriyet…” (s.51); “Devletin dil, din, soy karşısında tamamen tarafsızlığını, devletin dini nasıl olmuyorsa, dili soyu, etnisi de olamayacağını… yani demokratik bir devlet yapısını savunacak yerde…” (s.289); “Devlet bütün dillere, etnilere, tarihlere, soylara eşit davranmalı, bu eşitliği kollamakla yükümlü olmalıdır. Devlet insanların herhangi bir din, dil, etni, soy, inanç, dinden oldukları için bir eşitsizliğe uğramasını engellemekle yükümlü olmalıdır.” (s.59); “Devletin görevi zaten bu politik eşitliği sağlamaktır.” (s.61); “Demokratik Cumhuriyetin işçi hareketinin programından kaybolması ve bundan Ulusların Kaderini Tayin Hakkına geçiş…” (s.157); “devrimci demokrasinin sloganı… komünlerin özgür birliği olarak Demokratik Cumhuriyettir.” (s.180); Küçükaydın, herhalde İsviçre’yi bu “demokratik cumhuriyet”in yaşayan örneklerinden biri olarak görüyor olacak ki, “tıpkı İsviçre’de olduğu gibi, isteyen ayrılır” (s.55) demektedir; keza, Küçükaydın, yukarda değindiğimiz ulusçuluk türlerine benzer bir şekilde “devrimci demokrasi” (s.59) türünden söz etmektedir.
Tabii burada, devlet konusunda Küçükaydın’la aramızda çok temel bir ayrılık olduğundan, tartışmanın kısırlaşması ve her iki tarafın da bu konudaki kendi doğrularını papağan gibi tekrarlaması olasılığı yüksek. Bu durumu göz önüne alarak ben, devlet konusundaki kendi doğrularımı söylemekten mümkün olduğunca imtina etmeye çalışacak, sadece Küçükaydın’a bazı noktaları hatırlatmakla yetineceğim.
Devlet, modern zamanın dini olan ulusun siyasi formu olduğuna göre, tarafsız olması için onu zorlayan ne gibi nedenler olabilir? Devlet, tarafsızlığı sağlayacak bir hakem midir, yoksa taraflılığın bekçisi mi? Küçükaydın, politik eşitlikten söz ediyor. Oysa politikanın kendisi doğrudan doğruya bir eşitsizliktir. Devlet sınıfsal bir varlık olarak politikanın örgütlenmiş biçimidir. Görevi de eşitliği sağlamak değil, eşitsizliğe bekçilik etmektir. Hem sınıfsal olarak, hem de diğer bütün açılardan. Devletin eşitliği sağlamasını talep etmek, hırsızı evde bekçi bırakmaktan farksızdır. Kaldı ki, devletin sınıfı olduğu gibi dini de, ulusu da vardır ve işlevi de bunları kollamaktır.
Demokratik cumhuriyetle, ulusların kaderlerini tayin hakkını çelişen şeyler gibi ele almak doğru değildir. Tersine, demokratik cumhuriyet, UKTH’nın siyasi formudur ve programdan falan da kaldırılmış değildir. Çin devrimi, 1920’lerde, Stalin’in bu demokratik cumhuriyet programı yüzünden yenilgiye uğramıştır; daha da önemlisi, 1936 İspanya devriminin yenilgiye uğratılması, Komintern’in demokratik cumhuriyet programının ürünüdür. İspanyol işçi ve köylülerinin komünleri, bayraklarının üzerinde tam da “demokratik cumhuriyeti kurtarma” sloganı yazılı Negricilerle Stalinistlerin ittifakıyla ezilmiştir. Elbette bunları burada enine boyuna tartışma olanağımız yok.
Demokratik cumhuriyet, UKTH ile çelişmez, ama özgür komünler birliği ile çelişir, hatta bunlar birbirinin tam zıddı ve alternatifidir. Demokratik cumhuriyet merkezi veya değil (ki, çoğunlukla üniter ve merkezi yapıya yakın düşer) bir devlet formudur. Özgür komünler birliği ise aşağıdan yukarı örgütlenen emekçi kitlelerin bu devlet formuna karşı çıkardıkları alternatiftir. Demokratik cumhuriyet, ulusu ve devleti pekiştirir. Özgür komünler birliği (federasyonu demek daha doğrudur) ulusu ve devleti parçalar. Ulusun devlete ihtiyacı vardır, ama özgür komünlerin ne ulusa, ne de devlete ihtiyacı vardır.
İsviçre örneği de pek sağlıklı ve ikna edici bir örnek değildir. Küçükaydın, İsviçre’de sanki böyle bir şey olmuş gibi, “isteyen ayrılır” diyor. Ama örneği yok. Örnek olmadan buna nasıl emin olabiliriz bu kadar? Kaldı ki, bırak fiilen ayrılmayı, bugüne kadar bunu isteyen de olmamıştır. Sanırım Küçükaydın, İsviçre’nin yasalarından ya da kanton sisteminden vb. hareketle bu sonuca varıyor. Evet ama, bunlar hep formel şeyler. Bir kanton gerçekten oylama yaparak ayrılmaya karar versin de (böyle bir şey olacağı da yok ya) o zaman görelim bakalım neler olacağını. Bugün İsviçre devleti için somut pratikte söyleyebileceğimiz tek bir şey var: merkeziyetçi, son derece sıkı örgütlü, ülkede yaşayan her bireyin sıkı sıkıya kontrol altında tutulduğu bir polis devleti. Kanton görüntüleri işin sadece cilasıdır.
“Devrimci demokrasi” üzerine de bir şeyler söyleyeyim. Bence “devrimci demokrasi”den söz etmek “feminist erkek egemenliği”nden, “sosyalist kapitalizm”den, “enternasyonalist milliyetçilik”ten, “anarşist devletçilik”ten, “demokratik faşizm”den söz etmek kadar abestir. Bunlar, birbirini dışlayan kavramlardır. Demir’in de kitabında belirttiği gibi (s.187), demokrasi, nihayetinde bir burjuva diktatörlüğüdür. Devrimin amacı burjuva diktatörlüğünü yıkmak olduğuna göre, devrimin demokratik, demokrasinin de devrimci olması mümkün değildir.
Laiklik
Küçükaydın, demokratik cumhuriyet konusundaki yanılgısını laiklik konusunda da tekrarlıyor: “tutarlı bir laisizmi savunan bir devrimci…” (s.40); “Benzer şekilde tutarlı bir laik olarak da, devletin inanç alanına müdahalesine karşı çıkarsınız, devletin görevinin sadece herhangi bir dinin baskı altına alınmasını engellemek olduğunu savunursunuz.” (s.59); “…gerçek bir laikliği değil, içi dışına çevrilmiş bir kemalizmi savunmak olduğunu daha önce görmüştük.” (s.278); “Türkiye’de devletin laik olmadığı, genel olarak sünni islamı, sünni islam içinde de kendi özel yorumunu kayırdığı ve desteklediği açıktır.” (s.58); “Resmi bir devlet dini vardır Türkiye’de.” (s.282); “devletin dine karışmamasını, yani inanca ait olana hiç karışmamasını savunacak yerde…” (s.289)
Burada da Küçükaydın, karşımıza, kitabındaki temel saptamalarla çelişen bir şekilde, laikliğin inanca karışmamak olduğuna inanan bir demokrat görüntüsünde çıkmaktadır. Oysa tersine, laiklik, devletin dine müdahalesinden başka bir şey değildir. Kısacası laiklik, kadim dinin dünyevi dinin iktidar alanından kovulması, denetim altına alınması ve dünyevi dinin iktidarının bileşeni haline getirilip devletin ideolojik aygıtı olarak kullanılmasıdır. Kemalizm, laikliğin de, ulusçuluğun da başarıyla uygulanmasının örneğidir. Bu anlamda, laikliği ve ulusçuluğu savunanlar, onunla politik arenada ne kadar çatışırlarsa çatışsınlar, tersinden değil, düzünden Kemalisttirler. Tutarlı laiklik, devletin “inanç alanına” (bunu tırnak içinde yazıyorum, çünkü aslında inanç alanı diye bir şey yoktur, sadece üstyapı olarak din, çağdaş din ve onun bileşeni haline getirilmiş kadim din vardır) müdahalesinden başka bir şey değildir. Tutarlı laik olunmasını talep etmek, devletin “inanç alanına” en katı bir şekilde müdahalesini, ulus dininin her yere egemen olmasını, kadim dinin devletin emrinde azami ölçüde kullanılmasını, inananların ve inanmayanların devletin baskısına uğramasını savunmaktan başka bir şey değildir. Bu anlamda, Türkiye’de laik devletin sünni olması son derece doğaldır. Bütün laik devletler, denetimleri altında tuttukları ana din ya da mezheplerin de temsilcileridir aynı zamanda. Fransız laik devleti katolik, Alman laik devleti protestan, Rus laik devleti ortodoks, İran laik devleti (bütün dinsel görüntüsüne rağmen o da laiktir, çünkü orada da devleti din değil, dini devlet yönlendirmektedir) şii, Suriye laik devleti alevidir. Devletin dine karışmamasını ya da dinler karşısında tarafsız, hatta eşitliği koruyucu olmasını talep etmek, cezaevlerinin tutuklulara, polisin zanlılara karışmamasını talep etmek kadar geçersizdir. Gerçek inanç özgürlüğünü ve insanların dinin ve devletin baskısından kurtulmasını sağlayacak devrimci talep, devletle birlikte laikliğin de ortadan kaldırılmasıdır.
Bitirirken, Demir Küçükaydın’ın Öcalan’la ilgili beklentileri konusunda da bir iki şey söylemek istiyorum.
Bir zamanlar “Merhaba Dünya” adlı, baş rolünü Peter Sellers’in oynadığı çok güzel bir film seyretmiştim. Peter Sellers, zengin bir konakta büyüyüp kırk yaşlarına gelmiş, konağın bahçıvanlığını yapan bir yetimdir. O yaşına kadar konaktan hiç çıkmamış, yalnızca televizyon seyretmiş ve bahçıvanlık yapmıştır. Dünya hakkındaki bilgisi, bahçıvanlıktan ve televizyonda seyrettiklerinden ibarettir. Günün birinde konağın sahibi ölür, konak satılır ve Peter Sellers’e de yol verilir. Sellers şaşkın bir şekilde sokaklarda dolaşmaya başlar, karşısına çıkan bir siyah kadına aç olduğunu söyler. Çünkü o güne kadar yemeğini hep konaktaki bir siyah kadın vermiştir. Bir takım olağanüstü tesadüflerin sonucunda, Amerika Başkanının karısı Sellers’i Beyaz Saray’da misafir etmeye başlar. O sırada Amerika büyük bir ekonomik kriz, dolayısıyla Başkan da sıkıntı içindedir. Başkan, danışmanlarıyla ne gibi ekonomik önlemler alınacağını konuşurken, Sellers araya girip, bahçıvanlık üzerine alâkasız şeyler söyler. Başkan ve danışmanları şaşkınlıkla onu dinlerler. Ancak bir süre sonra, aslında Sellers’in ekonomik kriz üzerine imalı şeyler söylemekte olduğu kanısına kapılıp, onun ağzından çıkan her şeyi kaydeder, bunlar üzerine uzun yorumlar yapar ve yorumlarını uygulamaya geçirirler. Örneğin Sellers, “toprağı iyice havalandırıp, kökleri rahatlatmalı” der. Bunun üzerine başkan ve danışmanları, ücretleri arttırıp, halkı rahatlatmaya çalışırlar, vb…
Demir Küçükaydın’ın Abdullah Öcalan karşısındaki tutumunu da, Başkan’ın Sellers karşısındaki tutumuna benzetiyorum. Abdullah Öcalan, Demir Küçükaydın’ın yoğunlaştığı konularla hiç alâkası olmayan ve öz olarak da onun kafasındakilerle hiç uyuşmayan şeyler söyleyip yazmakta, ama Küçükaydın bunları kendisince yorumlayıp, Öcalan’da olmadık derin düşünceler vehmetmektedir. Ne var ki, Peter Sellers o filmde nasıl bir bahçıvandan başka bir şey değilse, Öcalan da reelpolitika yapan bir politikacıdan başka bir şey değildir. Onu en iyi anlayacak olan, Küçükaydın gibi devrimci bir düşünür değil, meslekten yetişme herhangi bir politikacı olabilir ancak.
Gün Zileli,
Köxüz, 25 Eylül 2005
Türkiye Cumhuriyeti laik midir?
Laiklik (laïcisme) terimi, Fransa’da Üçüncü Cumhuriyet (1871-1940) bünyesinde, Katolik kilisesini her türlü kamu işlevinden dışlamayı hedef alan bir siyasi akımın adı olarak ortaya çıkmıştır. Türkiye Cumhuriyetini kuran kadronun dine yaklaşımı ile bu akım arasında önemli benzerlikler tesbit edilebilir.
Buna karşılık günümüz Türkçesinde laiklik sözcüğünün kapsamı değişmiştir. Laiklik, çağdaş hukuk devletlerinin tümünde geçerli bir genel idealin (secularism, religious liberty, Almancadaki anlamıyla Toleranz gibi kavramları da içeren) adı olarak kullanılmaktadır. İki anlamın eşdeğer olduğu kanısı yaygındır. Dinin kamu yaşantısından dışlanması, “muasır medeniyet seviyesindeki” ülkelerin dine ilişkin tutumunun gerekli ve yeterli koşulu gibi algılanmaktadır.
Bu soruda önce laik hukuk düzenini en net ve tutarlı şekilde formüle eden iki ülkeyi – Fransa ve ABD’yi – ele alacak, daha sonra Türkiye’nin din konusundaki politikalarını bunlarla kıyaslamaya çalışacağız.
I. Fransa
Laisizm fikrinin 1789 büyük Fransız Devriminden doğduğu genellikle söylenir. Oysa Fransa’da 1789 Devrimi din ve devlet işlerini birbirinden ayırmak yoluna gitmemiş; tam tersine, Katolik dinini ortadan kaldırarak, yerine yeni bir ulusal din (réligion civique) tesis etmeyi hedeflemiştir. Bu amaçla her türlü dini cemiyet, manastır ve vakıflar kapatılmış, rahipler Katolik Roma kilisesini terkedip devlete bağımlılık yemini etmeye zorlanmış, Hıristiyan tanrı anlayışı yerine felsefi bir Mutlak Varlık (Etre suprême) öğretisi benimsenmiş, miladi takvim yerine 1792 yılını Yıl I kabul eden Devrim Takvimi ikame edilmiş, Hıristiyan dinine ait bayram ve yortular lağvedilerek Ulus ve Devrim Günleri kabul edilmiştir.
On yıl içinde terkedilen bu reformların tek sonucu, cumhuriyet ile kilise arasında yaklaşık 150 yıl sürecek bir kan davasının doğmasıdır. Cumhuriyetçiler kilise düşmanlığına (anticlericalisme) kendilerini angaje ettikçe, Katolik kilisesi katı bir monarşizme bağlanacak, modernizme ve siyasi özgürlüklere karşı son derece bağnaz bir tutum takınacaktır. Aradaki çekişme, yüz yılda dört ihtilal ve en az sekiz rejim değişikliğiyle süregidecektir.
1870lerde cumhuriyetçiler yeniden iktidara geldiklerinde, kiliseyi yoketmenin mümkün olmadığı artık anlaşılmıştır. Laiklik tezi (ve terimi) işte bu noktada ortaya çıkar. Siyasi iktidar kiliseye hakim olamıyorsa, en azından onu zararsız hale getirebilir; kiliseyi iktidardan uzaklaştırabilir; devletteki gücünü kırabilir. Amaç, bir yandan kiliseyi devlet desteğinden mahrum bırakıp zayıflatmak, öte yandan cumhuriyet karşıtı bir kurumun devlet içindeki varlığına son vererek cumhuriyetçi kesimin devlet üzerindeki egemenliğini pekiştirmektir.
Üç önemli yasa, laik cumhuriyetin temellerini oluştururlar. 30.10.1886 tarihli Okul Yasası, ilköğretimi devlet tekeline almak ve herkes için zorunlu hale getirmek suretiyle kilisenin bu alandaki geleneksel rolüne son verir; bunu izleyen yıllarda, din adamlarının devlet okullarında öğretmenlik yapması yasaklanır. (Buna karşılık kiliseye ait orta ve yüksek öğretim kurumlarına dokunulmaz; Katolik kilisesinin yönettiği üç üniversite, ülkenin saygın akademik kuruluşları arasındaki yerlerini korurlar. 1951 tarihli yasayla, Katolik okullara devletin mali katkıda bulunması ilkesi de kabul edilecektir.) 1901 tarihli yasa ile, Katolik kilisesine bağlı manastır ve cemiyetler, “ülke dışından idare edilen dernekler” oldukları gerekçesiyle kapatılır ve mallarına el konur (ancak cemiyetlerin yeni bir kimlik ve tüzükle resmi olarak yeniden açılmasına engel olunamaz). 1905 tarihli yasa, din ve devlet işlerini nihai olarak birbirinden ayırır: kilisenin her türlü resmi ayrıcalığı son bulur ve devlet bütçesinden kiliseye doğrudan veya dolaylı ödenek ayrılması hukuken engellenir. Hemen ardından, o güne kadar kamu mülkiyetinde olan kilise, manastır, rahip konutu, okul ve benzeri dinî taşınmazlar, bedelsiz olarak Katolik cemaatine devredilirler.1
Dikkat edilirse burada kilisenin örgütsel ve doktriner özgürlüğüne yönelik herhangi bir tedbir sözkonusu değildir. Tersine, siyasi otorite ile bağlarını koparmakla kilise eskiye oranla çok daha büyük bir hareket ve düşünce serbestliği kazanmıştır. Nitekim 20.ci yüzyıl, Fransız Katolik kilisesinde büyük bir toparlanmaya ve entelektüel atılıma tanık olur. “Katolik” sıfatını taşıyan edebiyatçı ve düşünürler, yüzyıl başından itibaren, Fransa’nın fikir hayatında önemli bir varlık göstermeye başlarlar. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kilise, yüzelli yıldan beri kemikleşmiş olan “gerici” tavrını nihayet terkederek, demokrat, sosyalist, hatta “devrimci” sayılabilecek sosyal düşünce akımlarına kapılarını açar. 1940’larda Halkçı Cumhuriyetçi Hareket (MRP) kimliğiyle, Dördüncü Cumhuriyetin kuruluşunda kilit bir rol oynar; daha sonraları De Gaulle’cü akım bünyesinde, ülkenin siyasi hayatında etkili bir konuma kavuşur.
II. ABD
ABD Anayasasının din ve devlet işlerini birbirinden ayırması, Fransa’dan farklı tarihi ve teorik kökenlere dayanır. Amaç, Fransa’daki gibi, devlet kadar güçlü ve devletle içiçe geçmiş bir din kurumunu etkisiz hale getirmek değildir; öteden beri sayısız mezhep ve dine bölünmüş olan Amerikan toplumunda, bu mezhep ve dinlerden herhangi birinin devleti kullanarak diğerleri üzerinde hakimiyet kurmasını engellemektir. Amerikan tarihinin hiçbir döneminde, dinin kendisine – veya örgütlü dine – karşı ciddi bir siyasi eğilim görülmez. Dinî inanç ve dinî örgütlenme, Amerikan toplumunun en yaygın ve önemli sosyal faaliyet alanları olma niteliğini bugüne kadar korurlar. “Tanrıya itaati” görevlerin en üstünü sayan düşünce, Amerikan siyasi felsefesinin oluşumunda önemli bir rol oynar. Ülkenin ulusal marşı, ulusal simge ve sloganları, “tanrı”ya inancı vurgularlar. Dindar olmayan ya da öyle gözükmeyen bir kimsenin siyasi yaşamda yükselemeyeceği düşüncesi, Amerikan siyasi kültürünün temel varsayımlarından biri olmayı sürdürür.
ABD hukukunda din-devlet ilişkilerini düzenleyen temel ilke, Federal Anayasa’nın 1788 tarihli 1.ci ek maddesindeki “Kongre, bir devlet dini tesis eden, ya da din özgürlüğünü kısıtlayan kanun yapamaz” hükmüdür; federal hükümeti ilgilendiren bu hüküm, 1868 tarihli 14.cü ek madde aracılığıyla, eyalet hükümetlerine de teşmil edilmiştir. Yüksek Mahkemenin 1947 tarihli Everson v. Board of Education davasında benimsediği yorum, genel olarak, sekülarizm ilkesinin en açık hukuki ifadesi sayılır:
“Ne federal hükümet ne eyaletler bir din tesis edemezler. Bir dini veya tüm dinleri destekleyen, veya bir dini başka dinlere karşı koruyan kanunlar çıkaramazlar. Kimseyi bir dine mensup olmaya veya olmamaya, veya dini inancını ifade etmeye veya etmemeye zorlayamazlar. Kimseyi dini inancından veya inançsızlığından ötürü cezalandıramazlar. Herhangi bir dini faaliyet veya kurumu desteklemek amacıyla, herhangi kisve altında ve herhangi miktarda vergi toplayamazlar. Herhangi bir dinî örgüt veya grubun faaliyetlerine, açıkça veya gizlice, katılamaz; herhangi bir dinî örgüt veya grubun hükümet faaliyetlerine açıktan veya gizlice katılmasına izin veremezler[…] Özetle Anayasa, din ve devlet arasına kesin bir ayırım duvarı örmüştür.”
Pratikte bu yaklaşımın en önemli sonuçlarından biri, kamu bütçesinden finanse edilen okullarda her türlü dinî faaliyetin yasaklanmış olmasıdır. Buna karşılık özel okullarda ve bilhassa çoğu özel vakıflara ait olan üniversitelerde, dinî eğitim, propaganda ve ibadet, serbestçe uygulanma imkânına sahiptirler.
Kilit önemde bir başka ilke, 1940’ların ünlü Yahova Şahitleri davalarında açıklığa kavuşturulmuştur. Bu mezhep mensuplarının, dinî inançları nedeniyle ABD bayrağına selam durmayı ve askere gitmeyi reddetmelerinden ötürü cezalandırılamayacaklarına hükmeden mahkeme, kararını şu hukuki prensiplere dayandırır: 1. Tanrı’nın emrine (ya da insan vicdanına) itaat, kula itaatten önce gelir; 2. kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kamu yararına aykırı olmadığı sürece, her türlü dini eyleme müsamaha edilmesi gerekir; ve 3. açık gereklilik olmadıkça, dine ve kurumlarına siyasi yükümlülükler getirilemez; örneğin din adamları askere alınmaz, dindar insanlar dini tatil günlerinde çalışmaya zorlanmaz.
US v. Ballard davasında Yüksek Mahkeme, tanrıdan vahiy geldiği iddiasıyla çevresinden büyük miktarda para topladıktan sonra ortadan kaybolan bir adamı sahtekârlıktan mahkûm etmenin, belli bir dinî inancı – Hıristiyan tek tanrı düşüncesi vb. – resmen tanımak anlamına geleceği gerekçesiyle reddine karar vermiştir. (Ballard, vergi suçundan hüküm giymiştir.)
III. Genel ilkeler
Çağdaş demokratik hukuk devletlerinin dine ilişkin politikalarında aşağıdaki ortak ögeleri saptayabiliyoruz:
1. İncelediğimiz ülkelerin hiç birinde, dinin siyasi amaçla kullanılamayacağı ya da siyasi örgütlenmelere konu olamayacağına ilişkin bir hüküm yoktur. Fransa ve ABD dahil olmak üzere çağdaş ülkelerin tümünde dinî gruplar aktif olarak siyasete müdahale ederler.
ABD ve İtalya’da dinin siyasete müdahalesi oldukça güçlü ve örgütlü, Almanya ve Fransa’da orta düzeyde, İngiltere’de ise oldukça zayıftır. Bir başka deyimle dinin siyaset üzerindeki etkisinin, resmi bir devlet dininin varlığı veya yokluğundan bağımsız bir olay olduğu anlaşılmaktadır.
2. Dinî inanç özgürlüğü güvence altındadır. Bireyler, istedikleri dine girmek, dinden çıkmak veya hiçbir dine inanmamakta serbesttir.
Dinî inanç özgürlüğünün zorunlu bir parçası olarak, toplu halde din veya mezhepten ayrılma, yeni bir din veya mezhep kurma, peygamberlik ve tanrılık iddiasında bulunma veya böyle bir iddiaya inanma ve inanmama özgürlükleri de tanınmıştır.
3. Temel vatandaşlık hakları, herhangi bir dine ait olma veya olmama koşulundan bağımsızdır. Kamu otoritesi, vatandaşlar arasında din ve mezhep bazında ayırım güdemez; vatandaşlık hakkını kazanma ve kaybetme, mülk edinme, edinilmiş mülkü koruma, işe girme ve iş kurma, seçme, seçilme, her türlü kamu memuriyetine girme gibi temel hakları, herhangi bir dine ait olma veya olmama koşuluna bağlayamaz.
Resmi bir dini olan rejimlerde, sadece din görevlilerine özgü memuriyetler ve hükümdarlık makamı, bu eşitliğin sınırları dışında kalırlar.
4. Kamu otoritesi, çeşitli dinlerin iç yönetimine, inançlarına, ibadetine, öğretimine ve propagandasına ilişkin alanlardan elini çekmiştir. Çeşitli dinlerin bu alanlardaki özgürlüğü, ancak diğer dinlerin özgürlüğü, kamu düzeni ve genel ahlak gerekçesiyle sınırlandırılabilir: örneğin bir din, mensuplarının dinden ayrılmasını yasaklayamaz, dolandırıcılık yoluyla gelir elde edemez, isyan ve çatışmaya yol açma pahasına ibadet hakkını kullanamaz, toplu seks ayinleri düzenleyemez.
5. Dinî taşınmazların mülkiyeti ve idaresi, cemaatlere veya kiliselere aittir. Fransa bu düzenlemeyi 1905 yılında benimsemiş, ABD ve İngiltere ise geleneksel toplum düzenlerinin bir parçası olarak öteden beri sürdürmüşlerdir.
6. Resmi dini olan bazı devletler (İtalya, İsveç, Yunanistan), bu dine ait kurumlara genel bütçeden para desteği sağlamaktadır. Almanya, resmen “tanınan” üç mezhebin, kendi mensuplarından devlet aracılığıyla vergi toplamasına imkân tanımıştır. Fransa ve ABD’de dinî kurumlar ve faaliyetler prensip olarak kamu bütçesinden finanse edilemez; ancak kamu yararı görülen istisnai hallerde devlet dinî kurumlara mali yardımda bulunabilir.
Bir dine ait hizmetlerin tamamen devlet bünyesinde örgütlenmesi ve finanse edilmesine hiçbir ülkede rastlanmamaktadır.
IV. Türkiye
Türk hukuku, yukarıda sayılan altı kalemin her birinde, çağdaş Batılı devletlerin benimsemiş olduğu ilkelerden ciddi bir biçimde ayrılmaktadır.
1. Din ve siyaset: Türkiye’de herhangi bir dinin (fakat uygulamada sadece İslam dininin) siyasi amaçlı örgüt veya faaliyetlere konu olması, Hıyanet-i Vataniye Kanununda 25.2.1925 tarihli kanunla yapılan değişiklik uyarınca, cezası idama kadar varan bir suç haline getirilmiştir. “Dini siyasete alet etmek” suçu, daha sonra, 1926 tarihli Türk Ceza Kanununun ünlü 163.cü maddesi çerçevesinde yeniden düzenlenmiş ve 1991 yılına kadar yürürlükte kalmıştır.
2. İnanç özgürlüğü: Türkiye’de İslamiyetten ve Lausanne antlaşmasıyla tanınmış olan iki azınlık dininden başka dinlerin varolması hukuken mümkün değildir. Türk vatandaşları, örneğin hukuken Budist, Bahai veya Yezidi olamazlar. Daha önemlisi, İslamiyet bünyesinden ayrılıp yeni bir din veya mezhep tesis edemezler.
TC nüfus kütüklerine, İslam, Hıristiyan ve musevi dinlerinden başkasının kaydedilmesi imkânı yoktur. (Ancak çok istisnai hallerde mahkemeler, “dinsiz” kaydının düşülmesine izin vermişlerdir.)
3. Devlet dini: Türkiye Cumhuriyeti anayasaları 1928 yılından bu yana resmi bir devlet dinini reddetmiş olmakla birlikte, Türk hukukunun temel bazı tasarrufları belirli bir dine (İslamiyete) ayrıcalık tanıma esasına dayanırlar.
a) Lausanne antlaşmasına ekli protokol hükümlerince, belirli istisnalar dışında, Türkiye’de yaşayan Rum Ortodoks kilisesi mensupları sınırdışı edilmişler, buna karşılık Yunanistan’da yaşayan müslümanlar Türk vatandaşlığına kabul edilmişlerdir. Bu çerçevede sınırdışı edilen ortodoks Hıristiyan sayısı bir milyon dolayındadır (Türkiye nüfusunun % 8 kadarı). Mübadele süreci resmi devlet dininin terkedilmesinden sonra da devam etmiş, ve ancak 1930 yılına doğru noktalanmıştır. Türkiye’de müslüman bir nüfus çoğunluğu yaratma politikası, böylece, Cumhuriyetin en azından ilk yedi yılı boyunca sürmüş bulunmaktadır. Benzer politikalar, farklı kisveler altında en az 1980’lere kadar sürdürülecektir.
b) Aynı antlaşmayla Türkiye’de kalmalarına izin verilen gayrımüslimler için “azınlık” adı altında özel bir hukuki statü yaratılmıştır. İbadete ve cemaat kurumlarına ilişkin bazı ayrıcalıkları içeren bu statü, uygulamada gayrımüslimleri birtakım vatandaşlık haklarından kısmen veya tamamen mahrum etmekte kullanılmıştır. “Azınlık” mensupları örneğin başta askerlik olmak üzere çoğu devlet memuriyetine giremezler; vatandaşlığa kabul ve vatandaşlıktan çıkışları müslümanlardan farklı usullere tabidir; mülk edinme ve mülklerini koruma hakları, cumhuriyet tarihi boyunca değişik kısıtlamalara uğramıştır; belirli vilayetlerde ikametleri ve işyeri açmaları, idari kararla engellenebilir.
c) Yasal dayanağı tartışmalı olmakla beraber, Cumhuriyet hükümetleri Türkiye’de herhangi bir dinin (fakat uygulamada sadece İslamiyet dışındaki dinlerin) telkin ve propagandasının yapılmasını suç olarak değerlendirmişlerdir. Emniyet örgütleri bünyesinde, İslamiyet dışındaki dinlerin propaganda faaliyetlerini kovuşturmakla görevli birimler oluşturulmuştur. Böylece Türkiye Cumhuriyeti, kendini belli bir dini (İslamiyeti), diğer dinlerin propagandasına karşı korumaya angaje etmiştir.
İslamiyet dışındaki dinlerin propagandasına ilişkin yasak sadece çokpartili dönemin bir özelliği değildir. Özellikle “laiklik” politikasının en katı biçimde uygulandığı yıllarda Hıristiyan misyon faaliyetleri devletin sert tedbirlerine maruz kalmışlardır. 2
“Laik” olma iddiası bulunmayan Osmanlı devletinin, Tanzimattan sonraki dönemde böyle bir angajmanı yoktur. 1844 yılından itibaren İslamiyetten ayrılma (irtidad) suçu kovuşturulmamış, ve 1856 tarihli Islahat fermanından itibaren, çeşitli din ve mezheplerin oldukça geniş bir serbestlik içinde eğitim, telkin ve propaganda faaliyetlerinde bulunmalarına izin verilmiştir.
4. Dine devlet müdahalesi: 30.11.1925 tarihli kanunla tekke ve zaviyeler kapatılarak, İslam dininin geleneksel kurumlarından olan tarikatler hukuken ve fiilen yasaklanmışlardır. Aynı kanunla türbeler kapatılmış, şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyyidlik, çelebilik, babalık, emirlik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve gaipten haber vermek ve murada kavuşturmak maksadı ile muskacılık da yasaklanmıştır.
Gerek tarikatin gerekse sayılan diğer kurum ve faaliyetlerin “gerçek” İslamiyetle alakaları olup olmadığı, muhakkak ki, tartışılabilir. Eğer alakaları yoksa, demek ki halk arasında yaygın olan bu inanış ve kurumlar İslamiyetten ayrı bir dine (ya da en azından İslamiyetin farklı bir yorumuna) aittir. Cumhuriyet rejimi bu din veya din yorumunun icraını yasaklamakla, İslam dinini “gerçek” kimliğine irca etme hak ve yetkisini kendi üzerine almıştır. Eğer alakaları varsa, demek ki İslam dininin yaygın ve önemli birtakım inanç, ibadet ve örgütlenme biçimleri yasaklanmıştır. Her iki halde, yapılanı laik devlet veya din özgürlüğü fikirleriyle bağdaştırmak mümkün değildir.
Tarikat uğruna nefse eziyet etmek veya bedenine şiş saplamanın, ölülere dua etmenin ya da muskacılığın, modern akılcı düşünceye uyup uymadığı kuşkusuz tartışılabilir. Öte yandan, Allah, melek, cennet, cehennem ve resul inançlarının modern akılcı düşünceyle ne ölçüde uyuştuğu da, sanırız aynı rahatlıkla tartışılabilir. Eğer bunlardan birileri reddedilip öbürlerine izin veriliyorsa, yapılan, bir din yorumu yerine bir başkasını ikame etmekten başka şey değildir. Bir başka deyimle, devlet eliyle din tesis etmekten de öte, devlet eliyle dini inanç ve öğretilerin içeriği tesbit ve tayin edilmiş bulunmaktadır.
İslam dininin siyasete “alet” edilemeyeceğine ilişkin hüküm de, cemaat yönetimini dinin asli bir faaliyet alanı sayan bu dinin, doğrudan doğruya içeriğine yönelik bir düzenlemedir.
5. Dinî taşınmazların mülkiyeti: Evkaf ve Şeriye Vekâletini lağveden 3.3.1924 tarih ve 429 numaralı kanun uyarınca Türkiye’de “mazbut vakıf” statüsündaki tüm cami, mescit, medrese, tekke, türbe ve benzeri dinî taşınmazların (yani o tarihte mevcut olan dinî taşınmazların büyük çoğunluğunun) idaresi, Başbakanlık bünyesinde kurulan bir genel müdürlüğe aktarılmıştır. 1931 yılından itibaren, bunlar dışında kalan (mülhak) vakıflara ait olan cami ve mescitlerin idaresi ile hizmetkarlarının maişeti de aynı genel müdürlüğe bırakılmıştır. Bir başka deyimle Fransa’nın laikliği benimsemekle terkettiği (ve ABD’nin hiçbir zaman sahip olmadığı) bir vesayet ilişkisini Türkiye Cumhuriyeti, “laiklik” adına tesis etmiştir.
Fransa ve ABD’de uygulanan laik mülkiyet rejiminin bir benzeri, eski Osmanlı düzeninde mevcuttur. Geleneksel Osmanlı düzeninde tüm cami, mescit, medrese, türbe ve benzerleri, kendi müstakil gelir kaynakları olup kendi hizmetkârlarını tayin ve azleden bağımsız vakıflar statüsündedir. II. Mahmud reformlarıyla bu vakıfların bir kısmı devlet nezaretinde tek bir tüzel kişilik halinde birleştirilmiş ise de, vakıf statüsünün korunmasına ve vakıf senedinde belirtilen şartlara riayet edilmesine, Cumhuriyet devrine kadar önem verilmiştir. Yani icra makamı olarak devlet işin içine girse de, vakfedenin özgür iradesi dinî taşınmazların yönetiminde esas kabul edilmiştir.
Cumhuriyet devrinde, devletin, vakıflar üzerindeki mülkiyet hakkından doğan müdahaleleri önemsiz değildir. Örneğin 1927 Bütçe Kanununun (sonraki yıllarda da yürürlükte kalan) 14.cü maddesi ve buna bağlı Cami ve Mescitlerin Tasnifine Dair Talimatnameler uyarınca çeşitli gerekçelerle çok sayıda cami tasfiye edilmiş, bir kısmı yıkılmış ve diğerleri halkevi, depo vb. amaçlara tahsis edilmiştir. Aynı şekilde 1924’te boşaltılan medrese binaları ya terkedilmiş ya da başka amaçlara tahsis edilmişlerdir.
Bir başka ilginç husus, gayrımüslimlere ait dinî binaların, kilise vakıfları adı altında, bir çeşit yarı-bağımsız statüde kalmalarına göz yumulmasıdır. “Laik” devlet böylece İslam dinine ait altyapının idaresini kendi üzerine almış, buna karşılık öbür dinleri kamu kapsamının dışında bırakmış olmaktadır. Bu da, Türkiye Cumhuriyetinin hukuken belli bir dine angaje oluşunun bir başka kanıtıdır.
6. Dinin devletçe finansmanı: Vakıfları devlet yönetimine alan 1924 tarihli kanunla Diyanet İşleri Başkanlığı tesis edilerek, “Türkiye Cumhuriyeti dahilinde bilcümle cami ve mescidlerin idaresi, imam, hatip, vaiz, şeyh, müezzin, kayyum vesair müstahdemin tayin ve azilleri” bu makama terkedilmiştir. Aynı gün çıkarılan 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunuyla, genel veya mesleki amaçlı her türlü İslam dini eğitimi, Maarif Bakanlığı bünyesinde bir devlet hizmeti haline getirilmiş, bunun dışındaki kişi ve kurumların İslam dini eğitimi vermeleri hukuken ve fiilen yasaklanmıştır. Eğitim konusundaki yasak bugün fiilen kırılmış olmakla beraber, İslam dininin idare ve organizasyonu, devlet tarafından yürütülen ve genel bütçeden finanse edilen bir işlevdir.
1937 tarihli DİB kanununun 10.cu maddesi uyarınca “vaizler, Başkanlıktan alacakları talimat ve mevzular dahilinde […] vaızlarda bulunup, her ay sonunda yaptıkları vaızların mevzularını ve hülasalarını gösterir bir cetveli Başkanlık makamına göndermekle” mükelleftirler. Ayrıca DİB izni ve kontrolü dışında cami kurmak, Kur’an eğitimi yaptırmak, vaaz ve fetva vermek yasaktır. Bir başka deyimle Türkiye Cumhuriyetinde İslam dininin içeriği, çeşitli konulardaki hüküm ve yorumları, nasıl öğretileceği, ibadetin nasıl ve kimler tarafından yönlendirileceği, ve hangi mekanların hangi koşullarda ortak ibadet amacıyla kullanılabileceği, kamu otoritesi tarafından kararlaştırılan konulardır.
İslam dininin geleneksel örgütsel yapısının tasfiyesini hedefleyen Tek Parti yıllarında DİB, devlet teşkilatının oldukça marjinal bir birimi olarak kalmıştır. Ancak tasfiye çabasının başarısızlığa uğradığı veya terkedildiği noktadan itibaren, bu konumun değişeceği muhakkaktır; nitekim DİB, 1950 ve 1980 dönemeçlerinden sonra, hızla devletin en büyük örgütlerinden biri olma eğilimine girmiştir. Günümüzde 86.000 personele ve devlet bütçesinin 300 milyon dolarlık bir dilimine hükmeden bu yapının kökenlerini, çok partili dönemde uygulanan politikalarda değil, din hizmetlerini devlet bünyesine alan 1924 ve 1937 düzenlemelerinde aramak gerekir.
Hazmedemeyeceği bir lokmayı 1924’te yutan Türkiye Cumhuriyeti, bugün bu hatanın hazımsızlığını çekmektedir.
Sonuç
Laiklik eğer yeryüzünün uygar ülkelerinde son yüz veya yüzelli yıldan beri uygulanagelen bir hukuk rejiminin adı ise, o halde Türkiye’de Cumhuriyetle birlikte kurulan ve önemsiz değişikliklerle bugüne kadar sürdürülen din politikasını “laiklik” olarak adlandırmak mümkün gözükmemektedir. Yapılan, devlet eliyle belli bir dinin tesis edilmesidir. Sözkonusu din, belirli bazı inanç ve geleneklerinden, kurumlarından, hukukundan, tarihi literatürünün önemli bir kısmından arındırılarak devletin siyasi denetimi altına alınmış olan bir çeşit İslam dini veya mezhebidir. İslamiyetin 1400 yıllık manevi birikiminden belli bazı unsurlar (sulandırılmış bir Tanrı inancı, birkaç basit ritüel uygulama ve ümmet duygusundan arta kalan ilkel bir “gâvur” söylemi) seçilerek, Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmi İslamiyet yorumu olarak kabul edilmiştir. Bireylere dindar olup olmama özgürlüğü tanınmışsa da, dindar olmayı seçenlere (Lausanne antlaşmasıyla din özgürlükleri uluslararası hukukun garantisi altında bulunan birkaç bin gayrımüslim haricinde), devletin tanımladığı ve yönettiği dinden başka bir seçenek bırakılmamıştır.
Yapılan şeyin, Fransız devriminin uygulamayı denediği ulusal Devlet Diniyle benzerlikleri gözden kaçmamaktadır. Fransız deneyinin tek sonucu, bir kez daha vurgulayalım ki, Katolik kilisesinin, eski kraliyet rejimi altındaki gayet karmaşık, çoksesli, dünyevi ve dinamik olan yapısını terkedip, yüzelli yıl boyunca mutlak ve hırçın bir taassuba saplanmasını, “ilericilik” ve “liberalizm” kokan her şeye karşı refleks halinde tavır almasını sağlamaktan ibaret olmuştur. Üstelik Fransız devrimi, icadettiği dine Hıristiyanlık adını vermeyecek kadar entelektüel cesarete sahiptir.
Düşünsel, ahlaki, ritüel, geleneksel zenginliklerinden soyulmuş, kültürel kökenleriyle bağı koparılmış, bağımsız düşünme ve gelişme imkânları yokedilmiş, özünde kendisine düşman bir ideolojinin cenderesi içine alınmış bir din enkazını İslamiyet diye sunan Türkiye Cumhuriyetinin, aydınlanmayı dinde arayan insanlarda doğuracağı düşünsel çıkmazların ve duygusal fırtınaların boyutları ise, herhalde Fransa’dakinden çok daha vahim olmak zorundadır.
Notlar
1. Kanun, kilise ve benzeri gayrımenkullerin yerel Katolik cemaatinin temsilcilerinden oluşan “Kamu İbadet Dernekleri”ne devrini öngörmüştür. Ancak mülklerin cemaate değil Katolik kilisesine devrini talep eden Vatikan anlaşmamakta direnmiş, yıllarca sahipsiz kalan birçok tarihi kilise bu yüzden harap düşmüştür. Sonuçta 1914 yılında bir orta yol bulunarak, kiliselerin mülkiyeti, Katolik piskoposların denetiminde yerel cemaat temsilcilerinden oluşan tüzel kişiliklere devredilecektir.
Benzer bir reformun Türkiye’de ne gibi sonuçlar doğuracağı, düşünülmeye değer bir konudur.
2. 1928 yılına ait bir örnek için bak. Tunçay, Tek Parti, s. 237.