Geleceğin Devrimi

Geçmişte gerçek ve kapsamlı bir toplumsal devrimin yaşandığına inanmıyorum. Geçmişte yaşanmadı. Gelecekte belki. Kanımca gerçek bir toplumsal devrim, halkın ayaklanmasının şiddetiyle ölçülmez, değişimin köklülüğüyle ölçülür. Fransız devriminde mutlakiyet diktatörlüğü yıkıldı, yerini cumhuriyet diktatörlüğü aldı. Devletin esas yapısı devam etti. Yeni egemenler, krallık döneminin ordusunu ve polisini aynen devralıp daha da geliştirdiler. Sovyet devriminde, Çarlıkla birlikte mülk sahipleri de alaşağı edildi. Ne var ki, Bolşevikler, eski Çarlık devletinin tüm mirasını devraldılar. Eski Çarlık ordusu isim değiştirip Kızıl Ordu oldu. Eski Okhrana ise, Çeka. Çeka, Okhrana’nın tüm işkencecilerini istihdam etti. Sovyet devleti 70 yıl sonra yıkıldı. Bu sefer de yeni egemenler Kızıl Ordunun adını değiştirip Rus Ordusu yaptılar. KGB ise olduğu gibi yeni egemenlerin devletine aktarıldı. Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı, ama yeni cumhuriyeti kuran, bu imparatorluğun ordusu oldu. Eski yapının ordusu ve polisi aynen yeni cumhuriyete aktarıldı. Çin’de eski rejim tümüyle çürüyüp çöktüğünden yeni devlet kırsal bölgelerde yeniden inşa edildi. Ne var ki, eski devletin gelenek ve görenekleri aynen yeni devlete de sızdı. Özetle söyleyecek olursak, devleti tümüyle ortadan kaldırmayan bir devrim, gerçek ve kapsamlı bir devrim değildir. Bu yüzden, İspanya devrimi de dahil olmak üzere, dünyada böylesi kapsamlı bir devrim yaşanmadığını söyleyebiliriz.

Bana öyle geliyor ki, geçmişte yaşanan devrimler (ya da karşı-devrimler) verili dünya kapitalist sisteminin içinde yer alan kapitalist devletlerin içindeki rejim değişikliklerine yol açmanın ötesinde bir fonksiyon yerine getiremediler. Sistem devam ediyor, yine sistemin gereksinimleri doğrultusunda rejim değişiklikleri oluyor. Bazen bu rejim değişiklikleri, eski rejimin direngenliği ölçüsünde büyük devrimleri de gerektirebiliyor. Fransız, Rus ve Çin devrimlerinin yol açtıkları da sonuçta bir rejim değişikliği olarak görülebilir.

Türkiye üç temel rejim değişikliği yaşadı: 29 Ekim rejimi; 27 Mayıs rejimi; 12 Eylül rejimi.

29 Ekim rejimi, iki temel esasa dayanır. Birincisi, tek parti sistemi; ikincisi, sosyal mücadelenin yasaklanması. Bu rejim, 27 Mayıs’a kadar devam etti. Sanıldığının tersine, Demokrat Parti (DP) dönemi de tek parti rejiminin devamıydı. Bu dönemin CHP döneminden tek farkı, tek parti diktatörlüğünün, seçimlerle sağlanmış olmasıydı. DP, kendi on yıllık tek parti diktatörlüğünü 29 Ekim rejimine dayanarak sürdürebildi.

27 Mayıs, rejimde köklü bir değişiklikti. Liberallerin göstermek istediğinin tersine, çok partili rejimin başlangıç tarihi 1950 değil, 1960’tır. Gerek Türkiye’de sosyal mücadelelerin, gerekse egemen sınıflar arasındaki farklı fraksiyonların gelişmesi, artık sosyal mücadeleleri yasa dışına iten bir tek parti diktatörlüğüne izin vermiyordu. 27 Mayıs Anayasası, bu yeni durumun yasal ifadesi oldu. Artık egemen sınıfların farklı fraksiyonları, kendilerini çok partili parlamenter sistem içinde ifade edeceklerdi. Öte yandan, sosyal mücadeleler de, zorla bastırılmak yerine, kısıtlı bir şekilde de olsa kendilerini rejim içinde ve yasal olarak ifade edebileceklerdi. İşçilere toplu sözleşme ve grev hakkı tanınması, toplantı ve gösteri hakkı vb. bu anlama geliyordu. Böylece sosyal mücadelelerin yıkıcılığının önlenmesi düşünülmüştü. Çok partili rejimin kaçınılmaz sonuçlarından en önemlisi, ordunun rejim üzerindeki himaye ve denetiminin sıkılaştırılmasıydı.

Türkiye, 1970’li yıllarda bir iç savaş yaşadı. Çok partili siyasi yapı, bu iç savaş için elverişli bir ortam yarattı. Savaşan taraflar, parlamenter rejimin ana partileri olan AP’nin ve CHP’nin şemsiyesi altındaydılar. Öte yandan, sosyal mücadeleler rejimin tanıdığı yasal sınırların dışına taştı. Bunun üzerine rejim de, yasal sınırları aşan karşı ataklara girişti (paramiliter faşist gruplarının toplumsal direnişlerin üzerine sürülmesi gibi). İç savaş, 12 Eylül askeri darbesiyle sonuçlandı.

İktidara el koyan askerler, yeni rejimi oluştururken iki ana hedef belirlediler. Birincisi, çok partili siyasi rejimi görüntüsel olarak sürdürmek, ama temel siyasi partilerin başına askerin tam denetimini (kuklalığını) kabul eden siyasi yöneticiler getirmek. Böylece ordunun himaye ve denetimi, parlamentodan, doğrudan siyasi partiler düzeyine indirilmiş oluyordu. İkincisi, sosyal mücadeleleri, 29 Ekim rejiminde olduğu gibi tamamen yasa dışına itemeseler bile, kısmen ehlileştirip yasal sınırlar içinde tutmak, ehlileştiremediklerini ise yasal sınırların dışına sürmek. Birinci hedeflerine ulaşmada önemli ölçüde başarısız oldular. Siyasi partiler, askerlerin doğrudan kuklalığını kabul etmediler. İkinci hedeflerini ise büyük ölçüde gerçekleştirdiler. Ehlileştiremedikleri sosyal mücadeleleri esas olarak yasa dışına ittiler. Birinci hedeflerine ulaşmada başarısız oldular ama, daha 27 Mayıs rejimi sırasında yerleştirilen, ordunun rejim üzerindeki hami rolünü pekiştirmekten de geri kalmadılar.

12 Eylül rejimi 25 yıldır yaşıyor. Sosyal mücadeleleri yasa dışına iten, ordunun denetiminde, çok partili bir diktatörlük rejimi bu. Geleceğin devrimi, yalnız 12 Eylül rejimini değil, tüm devleti hedef alıp yıktığı zaman gerçek bir devrim olmayı hak edecek. Aksi taktirde, sadece 12 Eylül rejimine son veren bir demokratik rejim değişikliği söz konusu olabilir ki, bunun mücadele edilmeye değer bir hedef olduğundan bir hayli kuşkuluyum.

Koxuz, 25 Eylül 2005