Su Koyuveren Yazar…

 

 

Cemil Meriç’i ne zamandan beri okumak istiyordum. Bir arkadaşımda onun Bu Ülke (İletişim, 2008, 29. Baskı) adlı kitabı varmış, aldım ve dün okumaya çalıştım. Okumaya çalıştım diyorum, çünkü Cemil Meriç kendini okutmamak için elinden geleni yaptı. Özellikle değer yargılarıyla.

Kitap kısa makalelerden ve aforizmalardan oluşuyor. Bu kısa makale ve aforizmalar 1980’lerde derlenip, sağlığında basılmış. Dolayısıyla, kitap bir başkası tarafından yayına hazırlanmış bile olsa, kitapta geçen deyim ve ibarelerden doğrudan doğruya sorumlu yazar.

Zaten ben bu yazıda kitabın içeriği üzerinde duracak değilim. Sadece söyleyeceğim şu: Cemil Meriç’in kitaptaki bütün makaleleri, sağcı-muhafazakâr bir muhayyilenin ürünleridir.

Benim burada esas üzerinde durmak istediğim bu sağcı-muhafazakâr bakış açısının gelişmiş kültür ürünleri ve bu ürünlerin yazarları hakkındaki yargılarının uygunsuzluğudur.

Sadece birkaç örnek vereceğim burada. Uygunsuz kelimelerin altlarını ben çizdim:

Baha Tevfik hakkında:

“Baha Tevfik, dalâlet ordusunun üçüncü gönüllüsü… İdrakinin kapılarını her milli değere taassupla kapayan bu maddeci yazar, Batı’nın en hâyide yalanlarını ilmin son sözü olarak sergiler, ‘Evlenmeyin’, der etrafındakilere… ‘Evlenmeyin, çünkü bizde aile hayatı yoktur.’ Bu sahte nihilistin daveti alayla karşılanır. Ama, irfanı tâbiiyet değiştiren aydınlarımız yeni Tanrılarına evlatlarını kurban ederler. Cevdet Paşa’nın torunu Katolik rahibesi, Fikret’in oğlu Protestan papazı olur. Halûk bir ‘cins isim’dir artık; tarihten kaçanların ismi.” (s. 136)

Celal Nuri, Abdullah Cevdet, Baha Tevfik ve Prens Sabahattin hakkında:

“Celal Nuri, Abdullah Cevdet, Baha Tevfik ve Sabahattin Bey vs. Sözde bir isyandı bu… taassuba, istibdada karşı zekânın direnişiydi. İzmihlâlin mes’uliyetini imana yükleyen bu zavallılar bir asır önceki Fransız intelijansiyasının kiliseye karşı savaşını tekrarlayan şuursuz birer aktördüler.” (s. 176-177)

Kadın romancı George Sand hakkında:

“Sand gibi dişlemediği meyve kalmayan bir alutfe-i cihan…” (Yani “dünya orospusu” G.Z.) (s. 201)

Anarşistler hakkında:

“Hiçbir anarşist cinayeti överken onun kadar coşkun değildir” (s. 201) (Yani anarşistlerin “cinayeti övdüğü” tartışılmaz bir gerçek Cemil Meriç’e göre. G.Z.)

Sosyalizm ve komünizm hakkında:

“Sosyalizm de komünizm de bir nevi ‘içtimai liberalizm’. İnsanlara karşı hürmüşüz de, özel mülkiyet canımıza okuyormuş. Özel mülkiyet kalktı mı hürriyetimiz tamamlanırmış. İstedikleri bütün insanların yoksul, bütün insanların dilenci olması. İçtimai liberalizmin insanlara vaadi: Cihanşümûl dilencilik.” (s. 203-204)

Max Stirner hakkında:

“O zavallı mektep hocası da benliğinin zindanına mahpus… Gerçek olan tek değer: ferdin zevki, ferdin saadeti, ferdin iktidarı. Devlet, kanun, ahlâk… Kendi kendimize vurduğumuz birer zincir… Keyfim benim değil mi? Haklarımın sınırı yok. Bütün dünya benim. Görüyoruz ki ihtiyar Hobbes’in ‘tabiat hali’ ile karşı karşıyayız. İnsanın insan için kurt olduğu bir dünya bu. Öldürdüğünüz kadar yaşar, çaldığınız kadar kâm alırsınız. Her şey sizin. Avrupalı’nın coşkun bir hayranlıkla tekrarladığı bu abesler, Şark’ın meçhulü değildir.” (s. 202-204) (Evet ama ya burada söylenenlerin bireyci anarşizmin kurucusu Max Stirner’le ilgisi çok azsa… G.Z.)

Marquis de Sade hakkında tanıtma notu (hakaret içeren deyimlerin yanı sıra kadınları aşağılayan, ayrıca bayağı polis diline lütfen dikkat, G.Z.):

“Sadizmin isim babası. Şımarık, küstah, edepsiz. Evlenir. Baldızına balta olur. Sokak sürtükleriyle hayâsız maceraların kahramanı. Hapse tıkılır, kaçar, yeni rezaletler icat eder. 1775’te baldızıyla İtalya’ya gider. Dönüşte hapsedilir. Bir yolunu bulup hapishaneden tüyer; yeniden kaçar, yeniden enselenir. Nihayet Charenton tımarhanesine tıkılır… Nihayet tekrar tımarhaneyi boylar… Apollinaire de o bulanık kaynaktan feyz almış zaman zaman. Sürrealistler hazreti üstat tanımışlar.” (s. 327-328)

Cemil Meriç’in kitaptaki bir makalesi “Su Alan Gemi” başlığını taşıyor.

Bazı gemiler su alır. Bazı yazarlar ise su koyuverir!

 

Toplu Ölüm Orucu!

 

Ölüm oruçlarına temelden karşı olduğumu başından belirteyim. Hiçbir siyasi dava, bir insanın kendini yavaş yavaş tüketerek öldürmesini haklı çıkartamaz. Örgütler bunu yaparlar, çünkü onlar için insan hayatının bir değeri yoktur. Örgütler için önemli olan, kendi çıkarlarıdır. Ben de 1972 ve 1974 yıllarında açlık grevlerine katıldım hapishanelerde. Ne var ki, bunlar sadece bir protestodan ibaretti ve ucunda ölüm yoktu. Ama şimdi insanlar göz göre göre ölüme gönderiliyor.

Hükümet de örgütler kadar sorumludur ölüm oruçları sonucunda ortaya çıkacak ölümlerden. Anadilde savunma bir haktır. Bunu herkes biliyor. Ve bu hak eninde sonunda kabul edilecektir. Peki o zaman dönüp, bile bile ölüme yolladığınız insanların mezarlarına nasıl bakacaksınız?

Ölüm oruçlarına ilkesel olarak karşı olmakla birlikte, ne devletin ve hükümetin ne de ölüm orucu tutanların geri adım atacağını bildiğimden, bugün yapılacak tek şeyin, ölüm orucunun taleplerini destekleyenlerin, öyle sembolik falan değil, topluca ölüm orucuna girişmeleri olduğunu düşünüyorum.

Bugün ölüm oruçlarından doğacak ölümleri durdurmanın tek yolu vardır, o da toplu ölüm orucudur.

 

Cumhuriyet Kutlamaları!

 

Kutlamak haktır. Kutlanan şey ne olursa olsun, bazı insanlar onun doğumunu kutlamak istiyorlarsa kutlamalıdırlar. Bu konuda getirilen dolaylı ya da dolaysız yasaklamalar saçmadır. Dolayısıyla AKP hükümetinin cumhuriyet kutlamalarına getirdiği yasaklar da saçma ve yersizdir.

İnsanlar cumhuriyet kutlamalarını, bugünkü hükümete muhalefetlerini ifade etmek için bir vesile olarak görüyor ve sokağa dökülüyorlar. Bu iyi bir şeydir elbette. Evet ama muhalefet edilen nedir? Eğer sırf AKP hükümetiyse (ki öyle olduğu anlaşılıyor), bu büyük bir yanılgı. Çünkü bugün iktidara CHP gelse o da aynı kapitalizm çarkını döndürecek, o da emekçileri, halkı ezecektir.

Sokağa çıkanlar, ulusal sembollere, cumhuriyete pek meraklılar. Ama onlara söylenmesi gereken bir gerçek var: Üstünüze sıkılan tazyikli suyun, gözünüze sıkılan biberli gazın 89 yıllık cumhuriyetin (ve aslında bin yıllık devletin) halka karşı son mamülleri olduğunu ne zaman anlayacaksınız?

Yeni Harman’ın Kasım 2012 sayısında yayımlanmıştır.

 

Gün Zileli

30 Ekim 2012

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

12 Comments

  1. güzel söylemiş Cemil Meriç.

  2. Gün Zileli bence yanılıyor. Güzel söylememiş Cemil Meriç. Bu her üçüncü dünya ülkesinde ortaya çıkan klasik yarı-aydın fikri. Cemil Meriç bu fikirlere kapılmışsa, kötü olmuş derim. Dil biraz Necip Fazıl’ı andırmıyor mu hem?

    Fransızca’da yok mu “modernization” kelimesi? Nasıl çağdaşlaşma kelimesi diğer dillerde yokmuş? Milattan sonra 2012’de yaşıyoruz dersek, hepimiz aynı “çağ”da oluruz. Ama gelecek zamanla ilgili değil bu deyim. Şimdi ve geçmiş arasında salınıyor. Biyolojiyle analoji kurarsak, bazılarımız daha karmaşık işleri, düşünceleri yönetme kapasitesine sahip. Dolayısıyla daha “ileri”. Bazıları ise bu düşünce sistemlerinin, bu yönetme sistemlerinin yakınından bile geçemiyor.

    Adamın her cümlesi problemli. Ama yalnız bu değil. Bu fikirlerin kimler tarafından kullanıldığına bir dikkat ederseniz, Türk-İslam sentezcilerin fikirlerine yüzde yüz uyduğunu görürsünüz. Ki onlar en az Vahabiler kadar entegristler.

  3. Ilkel, ilkel konusma, sen kaç yilinda yasamaktasin?

  4. 2012 ama tek bir orjinal fikrin uretilmedigi, taklitciligin ve haberlesme eksikliginin avantajini kullanan fikir calicilarin, yalanci yenilikcilerin, yari aydinlarin egemen oldugu Turkiye’de. Ya sen?

  5. Bu fikirler sadece Yusuf Cemal arkadaşın bahsettiği Türk-İslamcıların düşüncesi değildir. Örnek vermek gerekirse (R. Çamuroğlu’ndan)

    İnançların çağdaşlığı

    Heterodoksi -bizim için Alevilik- bu anlamda çağdaş mıdır?

    Değişen Koşullarda Alevilik kitabımdaki bir makalemde (Alevilik Çağdaşlık mıdır?) bu konuya değinmiştim. Ben orada Aleviliğin çağdaş olamayacağını söyledim.

    Çünkü bütün inançlar çağlar üstü olmak durumundadır. Kendini çağlar içi olarak ifade eden bir inanç kendi temeline dinamit koymuş demektir. Bindiği dalı kesen adam konumuna düşmüş olur.

    Örneğin Vatikan yeni bir İncil yazımı üzerinde çalışıyor, kadın erkek ilişkilerini filan ekliyor. Şimdi yeni bir Kuran yazımı olsa ben buna karşı çıkarım. Çağın değerleriyle kayıtlamaya çalışırsanız bir inancı, onu yok edersiniz.

    http://www.bianet.org/bianet/bianet/8664-tarihin-yanilticiliklarinin-kurbaniyiz

    Alevilik Çağdaşlık mıdır?
    “Bir inanç sistemi hakikate dayanır. Çağ ise gerçekliğin ta kendisidir. Hakikati gerçekliğe uydurmak, inançsızlığı değilse bile en azından fırsatçılığı gösterir… Bu yüzden Alevilik çağdaş değildir. Hiçbir çağda da çağdaş olmamıştır. Bu moda terimle Aleviliği donatmak adına yapılanlar niyetler ne kadar halisane olursa olsun, inancın temeline konulan dinamitler olur… Hiç kimsenin zamanı hakikate uygun hale getirmeye çalışmadıkça, zamana uyma lüksü yoktur”.s.56

    http://www.tybkonya.com/?id=84

  6. Çağdaşlık demişken aşağıdaki yazı da ilginç:

    http://www.nisanyan.com/?s=retro-takilmak

  7. Guzel yazmis Nisanyan. Kemalistlere soylenecek soz de bu olmali aslinda. Siz cagdasligi degil, dogu despotizmini temsil ediyorsunuz, olmali. Tarihin en kanli moda degisiminden (Fes hikayesi), tek partili cumhuriyetlerine kadar hersey dogu despotlugu. Yanlis anlasilmasin, yalnizca doguda oldugu icin degil elbette. Dogu’da daha kolay zemin bulabildigi icin. “Tufek, mikrop, celik” aciklamasi oldu bu ama idare ediverin.

  8. HANGİ BATI

    Cemil MERİÇ

    Çapkın, çakırkeyif, derbeder bir üslup. Şımarık, atak, serazad bir zekâ. Kızdırdığı zaman bile sevimli. Kitabı gülerek kapıyorum, yarı sarhoş, yarı mutlu, yarı doymuş, yarı aç.

    Hangi Batı bir facianın hikâyesi: iki yüzyıldan beri kurbanı ve kahramanı olduğumuz bir facianın.(1) Bu millî dram, şairin kalemiyle “feerique”leşmiş. Dost bir sesin musikisi, Ariel’in rebâbı gibi, sizi şiire ve şirin’e kanatlandırıyor. Evet, İlhan’ın ilk vasfı bir sesi oluşu; sıcak ve aydınlık bir ses.

    Düşüncelere gelince… Bu haşarı üslup, düşünce yumağ1 ile oynayan sevimli bir kedi yavrusu: koşuyor, zıplıyor, saklanıyor, tekrar fırlıyor bir köşeden. Kâh açılıyor, kâh düğümleniyor yumak. Arada bir koptuğu da oluyor. İlhan, çok defa şair, bazen gazeteci, bazen de bir derginin Paris muhabiri. Muallim Naci’nin tehzibinden geçmemiş bir Cenap. Türkçe yazan bir Ali Namık. Daha usta, daha tecrübeli bir Ali Kemal, Paris Musahabeleri nin Ali Kemal’i.

    Kitaba Niyazi Berkes’den bir epigrafla giriyoruz, iştihayı tıkayan kakavan bir epigraf. Bir avuç kelime leşi…

    “Önsöz yerine”, gerçek bir beyanname. Şuura bıçak gibi saplanan, yalın ve gür bir ifade. Uçurumun kenarında uyanan bir vicdan, nesillerin şikâyetlerini haykırıyor, şikâyet ve gafletlerini. Anlaşıyor muyuz? Temelde, evet; teferruatta, hayır.

    “Çağdaşlaşmayla batılılaşma arasındaki fark” ne demek? Batılılaşma miti eskiyince, yeni bir yalan çıktı sahneye, daha doğrusu aynı nazenin taze bir makyajla arz-ı endam etti: çağdaşlaşma. Intelijansiyamızm uğrunda şampanya şişeleri patlattığı bu ihtiyar kahpe, Tanzimat’dan beri tanıdığımız Batı’nın son tecellisi. Çağdaşlaşma, karanlık, kaypak, rezil bir kavram. Rezil, çünkü tehlikesiz, masum, tarafsız bir görünüşü var. Çağdaşlaşmanın kıstası ne? Hippilik mi, bürokrasi mi, atom bombası imal etme gücü mü… Çağdaşlaşmak, elbette ki Avrupalılaşmaktır. Avrupalılaşmak, yani yok olmak. Avrupa bizi çağdaş ilan etti, Avrupa, daha doğrusu onun yerli simsarları. Zira, apayrı bir medeniyetin çocuklarıyız, düşman bir medeniyetin, bambaşka ölçüleri olan, çok daha eski, çok daha asil, çok daha insanca bir medeniyetin. İki yüzyıldır bir “anakronizm”in utancı içindeyiz, sözümo-na bir anakronizm. Bu ‘çağdışı’ ithamı, ithamların en alçakçası ve en abesi. Haykıramadık ki, aynı çağda muhtelif çağlar vardır. Çağdaşlık, neden Hıristiyan ve kapitalist Batı’nın abeslerine perestiş olsun? Fâni ve mahallî abesler. Bu, kendi derisinden çıkmak, kendi tarihine ihanet etmek ve köleliğe peşin peşin razı olmak değil midir? Çağdaşlık masalı, bir ihraç metaı Batı için, kokain gibi, LSD gibi, frengi gibi. Şuuru felce uğratan bir zehir. Çağdaşlaşmanın halk vicdanında adı asrileşmektir, asrîleşmek yani maskaralaşmak, gavurlaşmak.

    İlhan, çağdaşlaşmak “sorununu”, “çağdaş yöntemlerle ulusal uygarlık bileşimi yapmak” diye alıyor. Çağdaş yöntem ne demek kuzum? Başka bir medeniyetin hazırladığı, başka bir medeniyetin hâkimiyet kurmasına yarayan karanlık güçlerin bütünü değil mi? Bu yöntemler, ülkeden ülkeye aktarılabilir mi? Çok titiz, çok sabırlı bir ayıklamadan geçirilmeleri, ehlileştirilmeleri gerekmez mi? “Ulusal uygarlık” ağacına nasıl aşılayacağız bu yöntemleri? îki yüzyıldan beri aşılamaya çalışmıyor muyuz? Çağdaşlaşmak belli tedaileri olan bir kelime, cıvık, sinsi, kaypak.

    Sevimli şair, felaketlerimizin kaynağını araştırırken “Tanzimat ve sonrası, bize, Batılıların önerdiği ve denetlediği bir batılılaşma düzenidir,” diyor., “bu düzen imparatorluğu batırmıştır, çünkü endüstrileşmeyi sağlayan değil, engelleyen bir tutum içermektedir”.(2) Şüphe mi var? Dört kıtayı sömü-rerek palazlanan kapitalizm canavarı, bindiği dalı kesecek değildi ya!

    Sonra, hatalarımızın altını çiziyor İlhan: “Bir kere yaptığımız batılılaşmak değildi, ikincisi Batı bizim sandığımız gibi değildi, üçüncüsü Batı’nın ulaştığı yer özenilecek bir yer değildi”.(3) Bu şahane tesbitlere bazı müdahaleler yapalım: yaptığımız batılılaşmak değildi, çünkü batılılaşamazdık. Bir medeniyetin başka bir medeniyete istihale edemeyeceği, Danilevski’den beri bir kaziye-i muhkeme. Batı bizim sandığımız gibi değildi, iddiasına gelince hem doğru hem yanlış. Biz kimiz? Atıf Efendi mi, Sadullah Paşa mı, Fuat Paşa mı… Emin Bülent mi, Celal Nuri mi, Abdullah Cevdet mi? Üçüncü cümle, ‘Batılıperestler’e ithaf olunur, mahza hakikattir.

    Batı’nın çıkmaza saplandığını isbat için, Batı yazarlarından fetva getirmeye lüzum var mı? Ne de olsa İlhan da bizden, yani Avrupalı. Önsözün kefere isimleriyle bitmesi hastalığın vehametini göstermiyor mu?

    Birinci bölüm: “Neuüly’de bir Pencere”. Bir şiir başlığı değil mi? Vaitkâr ve cazip. İlhan bir hatırasıyla giriyor bölüme: “Genç bir ozan hatırlıyorum. Yumruğunu göğsüne vura vura ‘Ben, demişti, Türk olmak istemiyorum. Çevremde gördüğüm her şey kızgın bir demir dehşetiyle etime yapışıyor. Sanatımla ve duygulanma gücümle başka ve Batılı bir ortama aidim ben'”. Bu parçalanışın başka bir milletin tarihinde benzerine rastlayamayız. Sadullah Paşa’nın Paris sergisindeki aptalca hayranlığıyla başlayan bir dramın son perdesi… Genç Osmanlılardan, genç sosyalistlere kadar bütün Türk aydınları bir hıyanet psikozu içindedir.. Bu bir alınyazısı mı? Yani, haşin ve kaçınılmaz bir muayyeniyet mi söz konusudur? Elbette. İmparatorluğun yükseliş devrinde aydın, toplumun herhangi bir ferdidir, zevkleri ile, zilletleri ile, mukaddesleri ile, acıları ile… Kadıdır, müftüdür, tahrirat kâtibidir vs. Toplumun herhangi bir ferdiyle aynı camide namaz kılar, aynı kahvede dinlenir, aynı sofrada yemek yer. Ne imtiyazı vardır, ne imtiyaz peşindedir. Tanzimattan sonra durum değişir. Aydın, kendi tarihinden koptuğu ölçüde aydındır; kendi tarihinden, yani kendi insanından. Batı’nın temsilcisi olduğu ölçüde aydın. Batı medeniyetine bağlanmak, deri değiştirmekle olmaz. Daha köklü, daha uz-vî bir istihale gerek. Aydın, bu istihaleyi başardığı, yani ihanette muvaffak olduğu ölçüde benimsenir Batı tarafından. Padişah halktır. Gerçi, o da hastalığa yakalanmıştır, “frengi hastalığına, ama yine de halk. Babıâli, Reşit Paşa’dan itibaren Avrupa’yı temsil eder. Saraydan da, halktan da kopmuş bir bürokrasi. Aydın da bir bürokrattır; o da mütevazı bir temsilcisi bulunduğu içtimaî zümre gibi şöhret ve itibarını yeni efendilerine, yani Avrupa’ya borçludur.

    İdeoloji, hâkim sınıfların, hâkim sınıfın ideolojisidir, diyor kitap. Hâkim sınıf: İngiliz, Fransız burjuvazisi. Padişah,

    son mukavemet kalesi. İstese de istemese de, kalabalığı korumak mecburiyetindedir. Babıâli, bir hân-ı yağma grubu. Halkla en küçük bir teması yok. Batan bir gemide… Ve ufukta rüyaların en muhteşemi: Avrupa. Aydın, kadın gibidir, hercai, kaprisli, tembel. Plekhanov, Kleopatra’ya benzetir efendiciğimi. Azgın iştihaları vardır. Avrupa, memnu meyveleriyle karşısındadır, dudaklarında büyüleyici bir tebessüm, şarkılar fısıldar ona, davetkâr şarkılar. Yüzlerce mektep, binlerce keşiş, elçiliklerle balolar, ekalliyetler, ikide bir Beyoğlu’nu zevk panayırı haline getiren şuh aktrisler ve… mürebbiyeler (Hasan Sabbah’ın cenneti kaç para eder?). Bu kesif hücum karşısında, o dev cüsseli ve dev işti-halı intelijansiyamız nasıl dayanabilirdi?

    Halk maziye çivili. Bu, ahmakça bir taassup değil, insiyakî bir nefis müdafaası. Aydınların ihanetini biliyor. Korkuyor ve seziyor ki, hayatını idame ettirmenin tek şartı hareketsizlik. Bir başka lisan konuşmaktadır aydınlar, halktan nefret etmektedirler. Padişahı, kendilerini dünya zevklerinden ayıran bir hâil olarak görmektedirler. Padişah olmasa, Avrupa’nın emrinde ve Avrupa’nın inayetiyle Türkiye’yi kendileri yönetecek. Kalabalığı savaşa hazırlamak mı, ne savaşı? Kalabalık Caliban’dır, sevimsiz, pis, ahmak Caliban.(4)

    întelijansiya, ülkesiyle her türlü bağlarını koparmış bir “desenchante”ler topluluğu. İlhan doğru söylüyor. Okumak kopmaktır. Okuduğumuz ölçüde yabancıyız. Şairi dinleyelim: “Yeni Türk sanatçısı, kendisini Batılı diye alır. İçinde yaşadığı toplumu doğulu diye küçümser. Küçük aydınlar, hatta biraz gözü açık mahalle kızları, yalnız çeviri roman okumakla, Türk filmlerine gitmemekle, basbayağı övünürler. Büyük şehirlerimizin, o Allah muhafaza, sanat çevrelerinde Fransız resmi, İngiliz şiiri, Rus müziği, İtalyan sineması herhangi bir Türk sorunundan önce konuşulur”.(5)

    Sonra, Pondichery’den, Antiller’den söz ediyor yazar. Ve oklarını aydın kardeşlerinin iman tahtasına saplıyor insafsızca: “Antilli yazar, halkına olmayan bir geçmiş bulmaya çalışadursun, biz rahatça var olan, hem de nasıl var olan, koskoca bir geçmişe sövmekteyiz. O kadar ki, yeni, Batılı, üstelik de ilerici sandığımız bir yazara, elin Bulgari sizin klasikleriniz nedir, diye sorunca bizim klasiklerimiz yoktur, cevabını alır”.(6) Konuşan şiirin ta kendisi, şiirin yani maşeri vicdanın. Var ol İlhan! Sonra yine nesre geçiş, nesre yani ukalalığa. Bir alay kefere ismi, sevimsiz ve lüzumsuz. Şahin, hep aynı yükseklikte kanat çırpamıyor. Ama bir kanat darbesiyle tekrar yükselebiliyor hakikata: “Yok, yok, genç sanatçı Batılı olmanın Türk olmamak demeye gelmediğini anlamalıdır. Uygarlığımızı değiştirmek ne lâf? Türk’üz, Türk kalacağız. Uygarlığımızı çağdaş ölçülerle yeniden değerlendirmesini bileceğiz (biraz karanlık değil mi?). Batılılık bu (neden Batılılık olsun, insanlık). Yoksa yarım yırtık bir yabancı dil belleyip bir yabancı uygarlığın kuyruğuna eklenmek değil”.(7)

    Arkasından, gerçek Paris’i bütün tezatlarıyla sergileyen birkaç sayfa. Orada “umutsuz çırpınışlar ve çizgi dışı arayışlar var” diyor İlhan. Yabancıları büyüleyen de Paris’in bu tarafı, ama “Paris’in iç yaşantısıyla, organik yaşamasıyla kendi düşlerimizi” karıştırmayalım. Çok doğru. Ortalama Fransız, bugün de baba Flaubert’i tiksinti ile öğürten o dar kafalı, o şaşı tecessüslü papağandır. Fransızm cihanşümul hamakatine ayna tutmak isteyenler, Flaubert’in Dictionnaire des îdees Reçues’ünü uzatıversin hazrete. Fransa, ne devler ne cüceler diyarı. Kapitalizmin bütün ihtişamını ve sefaletini vitrinleştiriyor sadece. İlhan, fazla konuşuyor belki, ama ne yapsın? Yurdunun afyonlanmış intelijansiyasını uyarmak için İsrafil’in sûr’una sarılsa hakkı var.

    Az sonra, şairin çok şairane bir hayretiyle karşı karşıyayız. Bir orta mektep tarih kitabında, Sümerleri, Hititleri, hatta Etrüskleri bulamayınca afallıyor. Unutuyor ki, tarih düpedüz bir ideolojidir. Avrupalının yazdığı tarih, Hıristiyan Avrupa’nın gururunu okşayacak bir masallar yığınıdır. Hele orta mektep seviyesindeki tarih! Sayın İlhan, Anatole France üstadımızın Penguenler Adası’m hatırlasın, bilhassa önsözünü. Her içtimaî sınıfın, her milletin, her medeniyet camiasının kendine göre bir tarihi vardır, hatta her tarihçinin diyecektim.

    Şairin elinde kelimeler zaman zaman, karanlıkları aydınlatan birer şimşek pırıltısı oluveriyor: Yeni roman, gerçeküstücülük vs. hep belli bir bünyenin hastalıkları. Biz mecbur muyduk bunları ithale? İlhan doğru söylüyor: “Türk edebiyatının en önemli sorunu, bugün için bir öz kişiliğini bulma sorunudur”.(8)

    İkinci bölüm: “Kuşku Kapısı”. Yalanla beslenen bir neslin ızdıraplarıyla karşı karşıyasınız; ızdırapları, isyanları ve arayışlarıyla. “Yirmi yıldır her toplumsal sınavda çaka çaka başımız döndü” diyor şair. Sonra, intelijansiyamızı Baytekin’in uşağı Kolu’ya benzeterek faciayı bir mizahla beşeri-leştiriyor. Severek okuyacaksınız o sayfaları.(9) Asırlık bir faciayı üç kelimeye hapsetmiş: “Uşaklaşmayı uygarlaşmak sanmak”. “Hangimiz Batı’dan bizim toprağımıza gelmiş bir yaman Baytekin’in sağ kolu değiliz?.. Filanın Baytekin’i Bertold Brecht’dir, falanmki Andre Breton’dur, feşmekanın-ki Sartre, Joyce ya da Garaudy!” Sonra coşuyor ilhan ve yeniden bir vicdanın sesini duyuyorsunuz: “Çinhindi’nde tam Fransızlaşmak, tam Amerikanlılaşmak için nasıl birtakım Kolu’lar çekik gözlerini ameliyatla düzeltmeğe uğraşıyorlarsa, sen de tut dilini iğdiş et, sanatının imge düzenini boz, ses uyumunu kır, sonra da artık Batılı oldum diye övün! Seni beğense beğense tek kişi beğenir: Avcı Baytekin”.(10) Nur ol aziz şair!

    Birden Metternich’in öğüdünü hatırladım; tarihin derinliklerinden gelen bir dost sesi:

    “Devlet-i Aliyye günden güne zayıflamaktadır. Niçin sak-lamalı: Onu bu hale düşüren sebeplerin başında Avrupalılaşma gelir. Temellerini III. Selim’in attığı bu zihniyeti, derin cehaleti ve sonsuz hayalperestliği yüzünden, II. Mahmut son haddine vardırır. Babıâli’ye tavsiyemiz şu: hükümetinizi dinî kanunlarınıza saygı esası üzerine kurun. Zamana uyun, çağın ihtiyaçlarını dikkate alın. İdarenizi düzene sokun, ıslah edin. Ama yerine, size hiç de uymayacak olan müesseseleri koymak için eskilerini yıkmayın. Batı kanunlarının temeli Hıristiyanlıktır. Türk kalınız. Avrupa’nın şartları başkadır, Türkiye’nin başka. Avrupa’nın temel kanunları, Doğu’nun örf ve âdetlerine taban tabana zıttır, ithal malı ıslahattan kaçının. Bu gibi ıslahat Müslüman memleketlerini ancak felakete sürükler”.(11)

    ———————————————————————————————————————————————————–

    1-Attila İlhan, Hangi Batı, ikinci basım, Bilgi yayınevi, İstanbul 1976.
    2-a.g.e., s. 15.
    3-a.g.e., s. 17.
    4-Shakespeare’in “Fırtına”sında adı geçen kahraman. Bir büyücü ile Şeytanın oğlu. Daha büyük bir güce boyun eğmek zorunda kalır ama daima başkaldırır.
    5-agc, s. 28.
    6-a-g-e., s. 30.
    7-a-g-e., s. 30.
    8-a.g.e., s. 83.
    9-a.g.e., s. 91 vd.
    10- a.g.e., s. 94.
    11- Engelhardt. Ed. La Turauie et le Tanzimat, Paris, A. Cotillon, 2 cilt, 1882-1884, c. 1, s. 48 vd. Türkçe çevirisi Ali Reşat, Türkiye ve Tanzimat, Kanaat Kütüphanesi, 1912.
    Cemil Meric’in konuyla ilgili diğer bazı yazılan için bkz. Bu Ülke, “Avrupa’nın Yeni bir ihraç Metaı”. iletişim Yayınları, 7. baskı, 1992, s. 97-98. Mağaradaki-ler, “Kültür ve Emperyalizm”. Ötüken Yayınları, 1. baskı, 1978, s. 38 vd. “Sola Göre Kültür Emperyalizmi”, a.g.e., s. 46 vd. Kırk Ambar, “Avrupalılaşma mı Avrupahlaştırüma mı?”. Ötüken Yayınları, 1980, s. 263 vd.

    (Umrandan Uygarlığa,24-31)

    http://www.sadabat.net/index.php?title=makaleler&menuid=3&mk=150

Comments are closed.