Şu Emperyalizm Meselesi…

Arkadaşım Yavuz Alogan, bir makalesi üzerine emaille yazdığım bir nottan hareketle Aydınlık gazetesinde ironik bir yazı yazmış. Aşağıdaki yazısında sözünü ettiği not bana ait. Bu vesileyle, bu konudaki görüşlerimi açıklama fırsatı vermiş olduğu için kendisine teşekkür ederim. İsterseniz önce Yavuz Alogan’ın yazısını okuyun:

KAFAYI SIYIRMAK
Yavuz Alogan
Geçen salı bu köşede yer alan “Hatırlayalım!” başlıklı yazı üzerine eski bir arkadaşım üç cümlelik bir e-posta gönderdi: “Yahu Yavuz, sen kafayı mı sıyırdın? 2003’ün koşullarıyla bugünün koşulları aynı mı? Bugün ABD’ye neden eskisi gibi tepki yok, sen üzerinde düşün biraz bakalım.”
Sıyırmış olabilirim gerçekten… Aslında uzun süredir düşünüyorum, fakat emperyalizm konusundaki fikrimi bir türlü değiştiremiyorum. Acaba bende bir emperyalizm saplantısı mı var? Gâvurların, “obsessive compulsion” dedikleri şeyden…

“Tık” yok!

Mesela postmodernizmden etkilenmeyi de, istediğim halde, bir türlü başaramadım. “Postmodernist burjuva liberalizmi”ni, hatta Frederic Jameson’ın “Siyasal Bilinçdışı”nı çevirdim. Elimden geleni yaptım. Hardt ve Negri’nin “İmparatoluk”unu dikkatle okumakla kalmadım, üstelik Negri”nin “Devrimin Zamanı” adlı 333 sayfalık kitabını bile her bir paragrafıyla boğuşarak çevirdim.

Fakat, “tık” yok!

Acaba gençliğimdeki Lenin okumaları zihnimi ele geçirdiği için mi kurtulamıyorum; “somut durumun somut tahlili/ kapitalizmin en yüksek aşaması” falan… Yoksa Che Guevara’nın kıtasal devrim düşüncesi, Simon Bolivar, José Marti, Latin Amerikalı devrimcilerin “Patria o Muerte” (Vatan ya da Ölüm!) sloganı gibi şeyler kanıma girdi de, ondan mı? Bilemiyorum… Siyasi coğrafyaya ve iktisadiyata her bakışımda emperyalizmi görüyorum.
Hayal kırıklığı da olabilir aslında… “İncirlik Mutabakatı’nın tam metni ve gizli anlaşmalar halka açıklansın” gibi bir talebin hiçbir siyasi hareket tarafından öne sürülememesi belki de beni rencide ediyor. Yoksa “incirlik mutabakatı” bana, canını dişine takarak TBMM’nin gündemine “Amerikan üsleri”ni getiren Aybar ile Boran’ı, Kürecik Radar üssünü basmaya giderken yüzlerce kurşunla vurulan Sinan Cemgil’i mi hatırlatıyor?
Bir de tabii İttihat ve Terakki, Kemalizm ve ulusalcılık meselesi var. Neredeyse bütün anarşist metinleri okudum, ayıptır söylemesi. “Anarşizmin Tarihi”nin 976 sayfasını tek tek türkçeleştirdim. Wallerstein, Mandel, Braudel falan da okudum, fakat bugünün dünyasında ulusal devlet’ten vazgeçmenin kölelikle sonuçlanacağı, sosyalizmin iktisadi ve toplumsal zeminini yok edeceği; ulus-devlet’in dağılmasının sosyalizme değil de barbarlığa giden yolu açacağı düşüncesinden kafayı sıyıramadım.

“İçi boş kabuk”: Kemalizm

Bu durum insanı yalnızlaştırıyor tabii. Mesela çocukluğunu bildiğim bir başka arkadaşım, günlük bir gazetedeki tefrikasında aynen şöyle diyor: “Halbuki bir ‘misakı milli’ tarifi, bir Türk milleti yaratma ve ‘milli bağımsızlık’ doktrini olarak Kemalizm çoktan tarih olmuştu (…) ‘Kemalizm’ ise içi boş bir kabuğa, solu darbelerle ezmenin doktrinine dönüştürüldü.” Bak sen şu işe!

N’oldu, Resneli Niyazi’ye? Borazan çalıp köy meydanına inen Aris Velochiotis yurtseverliğine ne oldu? Misak-ı Milli olarak Kemalizm çoktan tarih olmuşsa, gidip emperyalizmin yeni bölge haritasına katkıda bulunun!
Liberalizm cennetinin bekleme odasına alınmış, sınanıyorsunuz! ÖDP/HDP/Yeni Haziran’ın kapsayıcı kucaklayıcı, ötekileştirmeyici, kimlikçi, mezhepçi, çoğulcu, her şeye maydanoz, her şeyi söylediği için hiçbir şey söyleyemeyen, birleştirici taban temel çatı kubbe, aşkın ve şaşkın partilerinin son çıkıntısı olmuşsunuz da haberiniz yok!

Solu darbelerle ezen şeye biz Kemalizm değil, emperyalist kapitalizm diyoruz. Türkiye’de eskiden sosyalist olup da şimdi postmodernist liberal, kimlikçi, anarko-nihilist, Kürt milliyetçisi, acayip derecede “demokrat” vs olan herkes Kemalizm’in kabuğunu kırıp kanat çırparak işe başladı, işbirlikçiliğe aday birer civciv olarak korunup kollandı ve ödüllendirildi. Demek ki burada bir kriter var. Kemalizm’in gerisine düştüğünüz zaman kendinizi emperyalizmin yanında, her türlü işbirlikçinin içinde buluyorsunuz.

Modaya kapılarak Kemalizm’i tarif etmeyi bırakın da bir sosyalizm tarifi yapın bakalım, ne diyeceksiniz? Dünyanın bütün sosyalistleri ve bütün işçi sınıfları, tarihin her döneminde, burjuvazinin işbirliği yaptığı ya da tüydüğü yerde kendi yurtlarını, kendi misak-ı millilerini emperyalizme ve her türlü işgalciye karşı savunmuşlardır. Tek bir istisnası yoktur. Haziran Ayaklanması da özünde işbirlikçi gericiliğe karşı ulusalcı bir ayaklanmadır; o sırada iktidarı korkutan sol sloganlar değil, genç Mustafa Kemal’in resimleri ve askerleriydi. İçi boş kabukmuş! Hani derler ya, civciv yumurtadan çıkmış, kabuğunu beğenmemiş…

Haziran Ayaklanması’nın potansiyelini parçalayan, HDP’den ve onun gündeminden kendisini ayıramayan sosyalist sol olmuştur.

Neyse… Özetle, bir türlü sol liberal, postmodernist, kimlikçi entelektüel gibi bir şey, hatta anti-Kemalist bir “demokrat” bile olamadım. Onu söyleyecektim, konu dağıldı biraz… Olacak o kadar.
alogan@aydinlikgazete.com

***

Yavuz’un bu yazısıyla polemik yapacak değilim. Burada, kısaca yazdığım mesajla ilgili görüşlerimi açıklamaya çalışacağım.

Öncelikle, tarihteki örneklerden hareket ederek “emperyalizme karşı mücadele”nin sabit, değişmez bir şey olmadığını belirterek başlayayım.

Emperyalizm, aşağı yukarı kapitalizmin ortaya çıkmasıyla eş zamanlı bir olgu olmasına rağmen, esasen 20. Yüzyılın başlarında önce Hilferding, daha sonra da Hilfending’ten hareketle Lenin tarafından teorize edilmiş ve dünya çapındaki dünya devrimi stratejinde önemli, hatta tayin edici bir rol oynamaya başlamıştır. Bunun, Sovyetler Birliği’nin, kendini kapitalist ablukaya karşı savunmak ihtiyacını duyan “sosyalist” bir devlet olarak ortaya çıkmasıyla da bağlantısı vardır.

Ancak daha öncesi de var. Kapitalist devletler, 1914 yılında yeniden paylaşım için dünya çapında bir savaşa tutuştular. Bu andan itibaren emperyalizm, kapitalizmin dünyayı fethetmesinin adı oldu. Gerçi Rosa Luxemburg, bu olgudan hareket ederek emperyalizmi sömürülen ülkeler açısından dışsal bir olgu olarak görmeye daha o zamandan karşı çıkmıştı. Fakat 1917 devrimi ile Sovyetler Birliği’nin ortaya çıkması ve kapitalist ülkelerin bu ülkeyi ambargoya alması, Lenin’in emperyalizm vurgusuna bir haklılık temeli kazandırdı. Kapitalist-emperyalist devletler ya da ülkeler, hem “sosyalist” Sovyetler Birliği’ni ablukaya alıyorlardı, hem de sanayileşmede “geri kalmış” ülkeleri sömürüyorlardı. Bu durumda, Sovyetler Birliği ile bu “geri kalmış” ülkeler emperyalizm karşısında doğal müttefik konumuna geçiyorlardı. Dünya devriminin baş hedefi emperyalizmdi.

Bu konu, III. Enternasyonal’de çok tartışıldı. Hintli komünist Roy, Lenin’in, “geri kalmış” ülkelerin “milli burjuvazisiyle” komünistlerin ittifak yapması tezine temelden karşı çıktı. Ona göre, “milli burjuvazi” denen yerli sömürücülerle ittifaka gitmek, “geri kalmış” ülkelerin emekçi yığınlarını devrimden uzaklaştıracaktı. Lenin, Roy’un itirazları karşısında, tezinde bazı düzeltmeler yaptı ama temel bakış açısı değişmedi.

Bu tezin somut pratikte denendiği ilk mücadele alanı 1920’lerin Çin’i oldu. Çin komünistlerinin “milli burjuvazi”nin temsilcileriyle emperyalizme karşı ittifak yapma siyaseti, “milli burjuvazi”nin temsilcisi olarak kabul edilen Guomintang partisinin Çinli komünistleri kılıçtan geçirmesiyle sonuçlandı.

1930’larda faşizmin yükselişi, emperyalizme karşı mücadelede bazı değişiklikler yapılmasını gündeme getirdi. Evet, Fransa da, İngiltere de birer büyük emperyalist ülkeydiler ama nazizmin ve faşizmin temsilcisi Almanya daha tehlikeliydi. II. Dünya savaşında, hem Sovyetler Birliği hem de dünya komünistleri, emperyalist güçlerle müttefik konumuna düştüler. Böyle bir ittifak ne kadar doğruydu, ayrı bir tartışma konusudur ama görüldüğü gibi, Komintern tarihinde bile değişmez bir “düşman emperyalizm” tarifi yoktur.

1950’lerde Amerikan emperyalist kapitalizmi gerçekten de dünyanın tek emperyalist hâkimi olmaya yöneldi ve bu tarihten itibaren dünya çapındaki devrimci mücadele Amerikan emperyalizmini hedef aldı uzun yıllar boyunca. Bu böyle olmasına rağmen, Kübalı devrimciler ve onların lideri konumundaki Castro, Küba’da Batista diktatörlüğüne karşı mücadelelerinde, ABD’den el altından epeyce yardım almıştır.

Bununla birlikte, özellikle 1960’lı ve 1970’li yıllarda ABD kapitalist emperyalizmiyle yoksul ülkelerin diktatörlükleri arasında sıkı bir bağ olduğunu söyleyebiliriz. Latin Amerika’daki bütün askeri darbelerin arkasında ABD emperyalizmi vardı. Keza, Fransız emperyalistlerinden devraldıkları Vietnam’da vahşi bir sömürge savaşını yürüten, yerli diktatörleri destekleyen ve sonunda yenilen ABD olmuştur. ABD destekli askeri darbelerin sonuncusu 1980’de Türkiye’de vuku bulmuştur. Bu bakımdan, bugün dünya çapında ülkelerin iç demokrasilerini sorgulama yetkisini kendinde gören ABD’nin geçmiş sicili demokrasi ve özgürlükler açısından hiç de parlak değildir.

Fakat ABD, bu tür yerli açık diktatörlüklere destek vermenin pek hayırlı sonuçlar vermediğini gördü ve politikasını değiştirdi. 1980’den sonraki yıllarda parlamenter görünümlü diktatörlüklere cevaz verildi daha çok.

Öyle ki, ABD, 1990’lı yıllardan itibaren, dünya çapında ve özellikle Ortadoğu’da kendi çıkarları doğrultusunda yönetimler kurmaya girişirken, “diktatörlüklere karşı demokrasiyi savunma” kartını da epeyce kullandı. Örneğin Irak işgalinde bu propaganda bir hayli kullanıldı. Kullanılmasına kullanıldı da bunu kimse yutmadı elbette. Çünkü her şeyden önce, demokrasiden o kadar söz eden ABD’nin başında, Bush gibi bir özgürlük düşmanı vardı. Bu yüzdendir ki, Irak’ın işgalinin hemen öncesinde Londra’da yapılan yürüyüşe, ABD’nin savaş politikasını protesto eden 1 milyon insan katıldı. Çok görkemli bir yürüyüştü bu.

Bununla birlikte, dünya yüzünde bir takım değişimler olmaya devam ediyordu. Bir kere, 1990’larda tek kutuplu olmuş gibi görünen dünyada yeniden iki kutubun ortaya çıktığı görüldü: ABD ve Avrupa bloku ile Rus-Çin bloku. Bu iki güç, dünya hegemonyası mücadelesinde bir kez daha karşı karşıya geldi. İkincisi, ABD’nin Irak ve Ortadoğu politikası (buraları iyice mahvettikten sonra) iflas etti ve ABD düzenli bir geri çekiliş içine girmek zorunda kaldı. Bu geri çekiliş kaçınılmaz olarak içerde Obama’yı iktidar yaptı. Kapitalist ülkeler, dış politikalarındaki her değişimi iç politikadaki değişimle tamamlamakta ustadırlar ve bu konuda son derece işlevsel mekanizmaları vardır.

ABD emperyalizminin Ortadoğu’da bir enkaz bıraktıktan sonra geri çekilişi, bu bölgede aşırı reaksiyoner, özgürlük düşmanı oluşumların palazlanmasını getirdi. İşte IŞID belası ABD’nin bu politikalarının, onun bıraktığı yıkımın ve politik boşluğun ürünüdür.

Şimdi yeri gelmişken, Yavuz Alogan’ın benden yaptığı alıntıya değineyim. Ona neden “kafayı mı sıyırdın” diye sordum? Bu sorumun nedeni onun anti-emperyalist tutumda ısrar etmesine değildi. Bu soruyu sormamın nedeni, Alogan’ın, bugün insanlardan, ABD’ye karşı 2004’teki Irak işgaline karşı gösterdikleri tepkinin aynısını göstermelerini beklemesiydi. Oysa o zamandan bu zamana Ortadoğu’da köprülerin altından çok sular akmıştı. Bir kere ABD, 2004’te olduğu gibi ülkeleri işgale hazırlanan değil, emperyalist hâkimiyetin kollanmasını “eğit-donat” yoluyla yerel işbirlikçilerine bırakmış bir güçtü. Daha önemlisi, bugün ABD, kendi çıkarları için de olsa, bölgedeki, IŞID gibi en reaksiyoner güçlere karşı bir konuşlanma içindeydi. IŞID’ın geriletilmesinde önemli bir rol oynamaktaydı, hatta öyle ki, Esat rejimi bile bu nedenle, kendisini devirmekten henüz vazgeçmemiş ABD’ye hayırhah mesajlar yollamaktaydı.

Bunları tespit etmek elbette ABD’nin emperyalist bir devlet olduğu, kendi içinde de çok sayıda özgürlük düşmanı ve ırkçı uygulamanın sorumlusu olduğu gerçeğini unutmamıza yol açmamalıdır. Zaten unutmadığımız içindir ki, ABD’de son zamanlarda meydana gelen anti-ırkçı kalkışmalara en büyük desteği anarşistler ve devrimci Marksistler vermektedir. “ABD aleyhtarlığından” o kadar fazla söz eden Aydınlık gazetesinin bu konuda pek istekli yayınlar yapmadığını da bir kenara not edelim.

Sonuç olarak bu konuda söyleyeceğim şudur: Marks, Lenin, Troçki, Mao, hatta hiç sevmediğim halde adını anmak zorundayım ki Stalin, emperyalizm konusunda hiç de değişmez, katı tutumlara sahip değildi. Değişen koşullar, emperyalist-kapitalizmin ne olduğunu unutmadan (Fikret Başkaya’nın deyişiyle, emperyalizme karşı mücadele kapitalizme karşı mücadeledir) emperyalizme ya da ABD emperyalizmine karşı kaçınılmaz olarak değişen tutumları getirir. Somutlayacak olursak, örneğin bugün Türkiye’de ya da Türkiye’nin güney sınırında ABD emperyalizmini baş hedef olarak almak, bizi, bugün Aydınlık hareketinin durumuna düşürür, IŞID’la, Türkiye’nin diktatörüyle aynı safa sürükler, hatta ve hatta “ABD’nin baş dayanağı olarak ilan ettiği PKK”ya karşı mücadele adı altında TSK’nın ve hükümetin ABD’ye açtığı İncirlik üslerini bile görmezden gelmemize yol açar. Yani, Aydınlık hareketinin ispatladığı gibi, aşırı “anti-emperyalizm” bizi ABD’yle iş kotaran TSK’yla açık, hatta ABD ile bile gizli ittifaklara sürükleyebilir. En net ispatı ise şudur: PKK’ya saldıran en Amerikancı güç olan MHP’nin bugün en yakın müttefiki (PKK ve HDP düşmanlığında aralarından su sızmıyor) Vatan Partisi’dir. Eğer Yavuz Alogan, gerçekten çok anti-emperyalistse, ABD’nin müttefiki TSK ve MHP’yle arasından su sızmayan bu halk düşmanı gazeteden derhal istifa etmelidir.

Aslında bu yazıda, değişen paradigmalar konusunu da ele almak istiyordum. Yani geçmişte, “sosyalist ülkelerin” varlığı nedeniyle özgürlüksüz bir “anti-emperyalizm” söz konusu olmuşken, bugün artık özgürlük paradigması ön plana geçmiş ve anti-emperyalizmi kendine tabi kılmıştır. Yani emperyalizmi unutan bir özgürlük nasıl sahte bir özgürlükse, özgürlüğü temel almayan bir anti-emperyalizm de diktatörlerin, ırkçılığın, hatta son tahlilde kapitalizmin ve emperyalizmin yedek gücü ve destekçisi olmak zorundadır. Bunu da başka bir yazıda daha etraflıca ele almayı düşünüyorum.

Gün Zileli
9 Ağustos 2015
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

49 Comments

  1. Anlaşılan y. Alogan kafayı Zileli’ye takmış. Daha doğrusu ‘aydınlık’ hayaletini Zileli’nin üzerine yıkmakla görevlendirilmiş gibi. Bir kaç hafta önce alogan’ın durumuyla ilgili soru sormuştum Zileli’ye. Bu soruyu kendisine yani alogan’a sormamın daha uygun olacağını söylemişti Zileli. Lafı fazla uzatmadan söylemeliyim ki ben cevabımı yavaştan almaya başladım. Tartışmanın süreciyle ilgili olarak ta söylemek istediğim şu olabilir. Sayın zileli ve devrimci aydınlar mhp eliyle susturulamaz.(belki fiziki olarak kaldırılabilir) o halde bu görevi yeni yetme Hitler(şimdiki adı Doğu perincek) sözcüleri vermek en mantıklısı. İlerleyen günlerde izlemeye devam edelim bakalım…

  2. Konu çok büyük. Bir iki not eklemek istiyorum.

    0- Emperyalizmin teorize edilişinde merkez-solcu çizgideki Hobson’u unutmayalım. Hobson’u Marksist anti-emperyalistlerden ayıran, emperyalizmin bir “politika” değişikliği yoluyla, mesela İngiltere içinde izolasyonist, halkçı bir iktidar kurulmasıyla sona erdirilebileceğini düşünmesiydi. Kapitalistlerin aşırı karlarını kısarsınız, yerel işçi sınıfının tüketim gücünü yükseltirsiniz, kapitalistlerinizin emperyalist yönelimlere girmesi için gereken aşırı birikim ve pazar arayışı sona erer. Emperyalizmin ekonomik “musluğu” kapanır. Tabii bunu %100 yapmak aslında kapitalizmi de sonlandırmayı gerektirir Hobson ise bu bağlantıyı kuramaz çünkü en temel Marksist kanun olan artı-değer meselesine dayanmayan bir yaklaşım kullanır.

    1- SSCB’nin dağılması ve devlet sosyalizmi resmen sona ermesine rağmen, beş on yıllık bir bocalamadan sonra görüldü ki ABD-Rusya çelişkisi aynen devam ediyor. Bu bütün tarihin sonu ve liberal tek dünyacı pozitif beklentileri hayal kırıklığına uğratan bir durum. Demek ki kavga “ideolojik” değildi.

    2- 1’i genelleyerek devam edeyim, 1 numaralı emperyalist güç olan (1 numaralı kapitalist güç olduğu için elbette) ABD için, ulusal bağımsızlık, yani yerel kaynakların üzerinde yerel yönetimin hükmünün geçmesi durumu başlı başına düşmanlık için yeterlidir. Bu “yerel yönetim”in formunun SSCB gibi Leninist bir devlet tekeli mi, Nazi Almanyası gibi Faşist bir rejim mi, Venezüela gibi sol-popüler bir yönetim mi, Kaddafi gibi otantik bir melez yönetim mi, İD gibi barbar dini bir hareket mi olduğu ikincil plandadır. Yarın öbür gün belli bir bölgenin kaynakları üzerinde anarşist bir düzen belirleyici olsa, aynı düşmanlık onlara karşı da harekete geçer. Sermaye genişlemek zorundadır, bunun önüne çıkan engel ister rakip bir sermaye olsun, ister komünistler veya yerliler veya çevreciler olsun, fark etmez. Uzlaşma sunmazsa yani tabi olmayı kabul etmezse, ezmeye çalışır.

    3- Bloklaşma Rusya-Çin ile ABD-Avrupa arasında 2’li bir düzen midir gerçekten? Yoksa, yine 1 ve 2’deki herşey değiştiği halde hiç bir şeyin değişmemesi gibi, asıl bloklaşma ABD ile Rusya arasında yine, Çin yine ABD ile Rusya arasında denge güdüyor ve Avrupa da ABD’ye yakın bir başlangıç noktasından hafif hafif Rusya’ya doğru denge konumuna mı salınıyor… Ve bu tektonik hareketler, Gorbacov ve Xiaoping’i önemsiz kılan, aslında 1945’ten beri süren ağır ve sessiz hareketler mi…

    4- Emperyalizm konusundaki en çiğ ve yozlaştırıcı yaklaşım, meseleyi emperyalist ülke kapitalistleri ile emperyalizmin nüfüz alanındaki ülke işçileri arasındaki bir çelişki olarak görmek yerine, iki devlet arasındaki çelişki gibi sunmaktır. Fakat meseleyi karmaşıklaştıran şey, ekonomik sistem göreli küresel olduğu halde, politik sistemin ulus ölçeğinde (ulus-devlet) sınırlı kalmış olmasıdır. Dolayısıyla sürekli olarak ulus devlet mekanizmasını emperyalizm aleyhine harekete geçirmeye çalışan eğilimler ortaya çıkar (ör. Alogan ve tüm renkleriyle milliyetçi “anti-emperyalistler”). En yakın örnekte Yunanistan halkı, SYRIZA vasıtasıyla ulus-devlet iktidarını harekete geçirerek Euro grubu yani Almanya emperyalizmine karşı çıkmaya çalıştı (ve şimdilik başaramadı. Belki yarın Sol Platform’cuları getirecek aynı görev için). Dolayısıyla kapitalizm, emperyalizm ve ulus-devlet arasındaki ilişki karmaşık bir düğüm ve teorik bir hamleyle kolayca bir kenara süpürmek kolay gözükmüyor. Enternasyonalist bir devrimci dalga, hem emperyalist merkezlerde, hem çevre ülkelerde eşzamanlı mobilize olmadığı durumlarda, ulus-devletin sınırları, gündemleri ve çelişkileri ile boğuşmaktan kaçış göremiyorum. Özgün canavarlığını es geçersek, İD’in Suriye-Irak sınırını fiilen ortadan kaldırması, solcu enternasyonalistler için dersler içermektedir mesela.

  3. Sevgili Yavuz Alagonun gözden kaçırdığım bir yazısını Sayenizde okumuş oldum,size bu Yüzden teşekkür ediyorum.ancak,ne Tür fedakarlıklar ve emek ile çıktığını iyi bildiğiniz,aydınlık gazetesini halk düşmanı olarak gördüğünüz için,üzüldüğümü bilmenizi istiyor,halk düşmanı görmek için şimdilerde,savunmaktan onurlandığınız Hdp ye bakmanızı öneriyorum

  4. soru? ozgurluk paradigmasi olarak tanimlanan sey emperyalizmle celisiyormu gercekten? celismiyorsa ozgurluk paradigmasinimi( ne bu ozgurluk paradigmasi ayrica? neden Adam gibi tanimlanmiyor) emperyalizmimi red edecegiz. kanimca guncel ozgurluk paradigmasi sahipleri anti emperyalizm ile celisiorlar,o Zaman anti emperyalist görünmeye neden calisiyorlar? durust ve gercekci olunmali…ayrica ozgurluk paradigmasi denen sey( bunu red etmiyor aciklanmasini istiyorum, hele hele anti emperyalist de olan bir ozgurluk paradigmasi varda biz mi begenmedik?)aktuel haliyle kürt hareketi sirtindan söleniyor, kürt hareketi ozgurluk paradigmasindan anarsizme sosyalizme devrimci halak savasina Kadar herseyle oynama ve kullanma hakkini kendinde goruyor( bunun uzerinede yazmali zileli) kurt ulusunun Kurtulus mucadelesi neden illaki anti emperyalizm icermeliki? tabu soru bu. emperyalizmde emperyalizm ,Uygun olursa ulusal kurtulusu (siyasal anlamda) saglar. buna sol kiliklar yukelemk neden?vs vs. Zileli de tipki perincek gibi, bazen gercegi, kendi soyut istencelerine gore carpitmaya basladi, APO kandil, Demirtas tahlilleri, gercegi degil umutlarini yansitiyor zilelinin…Demirtas zilelinin evindedemi saz caldi diy dusunmeden edemiyorum…Demirtas cizgisi diye bir sey yoktur..( o zileli gibilerinin ruyasidir istenciidri) APO kandil kurt halkinin tepkisi diye cizgiler olabilir, Demirtas sevimli cocugu oynayan bir adamdan ibarettir, isteyen ruya gormeye devam edebilir, bir 68 li bu Kadar capsiz tahliller yapmamaliydi zileli…

  5. iki carpitilmis tespitten birini tercih etmek zorunda kalsaydim, perincegin orduda son genel kurmay baskaninda anti emperyalistlik görmesiyle,zilelinin demirtasin APO akp kandil cizgisine karsi bagimsiz bir cizgi olusturmaya calismasina tespit etmesi arasinda tercih yapmak zorunda kalirdim. ne perincegin ne zilelinin durustlugune inanmadan ikincisini tercih edebilirdim,(daha insani bir yanilgi olurdu) ucuncusu seslendirilmediginden dolayi…

  6. Perihan Hanim, aydinligin karsi devrimci halk dusmanligi eskidir, simdi katliam iskence savunuculuguna soyunmustur, solla iliskilendirilmesi bile dusunulemez. uyaniniz vicdaniniz varsa…

  7. Vietnamda vitkonga karsi sadece isbirlikci siniflar, ve abd askerleri savassaydi , tarihi yazmak ne kolay olurdu..tarihte savasimsiz bir ezilen mucadelesi olmamistir, ve ne yazikki bu savasimda ezenin saflrinda savasanlarda genellikle ezilen sinifin igfal edilmis cocuklaridirlar. yoksa hersey cok kolay olurdu Perihan Hanim…

  8. 1
    “Simon Bolivar, José Marti, Latin Amerikalı devrimcilerin “Patria o Muerte” (Vatan ya da Ölüm!) sloganı gibi şeyler kanıma girdi…” yazmış Y. Alogan. Çok okumuş, çok çevirmiş ama Aydınlık’ta!
    İdeoloji bir “Akıl Tutulması”.. Yalnızca “kendini” okuyor …
    Simon Bolivar ile daha önce yaptığım bir alıntı… Yazar Bolivar’ın anılarından alıntı yapıyor…
    Bolivar “son bir umutsuz mektup yazmıştı”; ölmeden önce 1830’da “… Yirmi yıl başta kaldım ve bundan sadece birkaç kesin sonuç çıkardım. (1) Güney Amerika bizim için başa çıkılmazdır. (2) Bir devrime hizmet edenler havanda su döver. (3) G. Amerika’da yapılabilecek tek şey göç etmektir. (4) Bu ülke kaçınılmaz olarak dizginsiz kitlelerin ve ardından… her türlü ten renginden ve ırktan, küçük tiranların eline düşecektir. (5) Her türlü suça batmamızdan ve tam bir gaddarlıkla tükenmemizden sonra, Avrupa’lılar bizi boyunduruk altına alınmaya bile değer bulmayacaktır…” Bu sözler Latin Amerika tarihinin sonraki bir buçuk yüz yılına ilişkin acı ama doğru bir tahmindi.” (Uygarlık…149 )
    “Ona göre ABD Anayasasının işlemesi için “ermişlerden oluşan bir cumhuriyet gerekliydi. Böyle sistemin Güney Amerika’da işlemesi mümkün değildi… Sonuçta Bolivar’ın düşünün demokrasi yerine diktatörlük, federalizm yerine iktidarın merkezileşmesi olduğu ortaya çıktı.” (146-147)
    **********
    2
    …”fakat bugünün dünyasında ulusal devlet’ten vazgeçmenin kölelikle sonuçlanacağı, sosyalizmin iktisadi ve toplumsal zeminini yok edeceği; ulus-devlet’in dağılmasının sosyalizme değil de barbarlığa giden yolu açacağı düşüncesinden kafayı sıyıramadım…”
    Oysa tarihte görülen hep şu.. Ulus Devlet Barbarlığın ta kendisi… Fransa.. Napolyon.. Almanya.. Hitler… SSCB’de “Ulusallaşmıştı”… Bizim Ulus Devletimiz RTE’yi nasıl yaptı?
    ***
    İdeoloji ile aklı tutulmuş olan GZ’nin yazdığı şu “basit” diyalektiği göremiyor…
    “Yani emperyalizmi unutan bir özgürlük nasıl sahte bir özgürlükse, özgürlüğü temel almayan bir anti-emperyalizm de diktatörlerin, ırkçılığın, hatta son tahlilde kapitalizmin ve emperyalizmin yedek gücü ve destekçisi olmak zorundadır..”
    Doğrusu ben şu koşullarda “ant-emperyalist” IŞİD’den yana değilim!
    **
    3
    “Ortaçağın ortalarından hemen, hemen on sekizinci yüzyılın sonuna kadar ulusu meydana getiren tüm nüfus değil, yönetenlerden oluşan veya bir şekilde siyasette temsil edilen kesimdi. Burada halk uluslarından değil, aristokratların uluslarından bahsediyoruz.” ( Avrupa’da Ulus Devlet sf 105)
    Bugün de değişen bir şey yok! Yerli Aristokratlar halkı-işçiyi kendilerine köle yapmak için emperyalizmden “kurtaracaklardır.”
    4
    Türkiye’de demokrat, Seküler, aydın, kentli, sol, ülkede 30-40 YEREL-FEDERAL YÖNETİM sistemi projesi temelinde mücadele ederse HDP-PKK “kuyruğuna” takılmış olmayacak; kendi için “periferinin merkezi-merkezin periferiyi” denetlediği RASYONEL bir siyasal sistem önermiş olacak…
    Devrim mi.. Ne ilginç İKİ BÜYÜK DEVRİMİ de 1850’lerde yazılmış şu satırlar ne güzel anlatıyor..
    Halkın “…hangi olaylar, hangi yanlışlar, hangi düş kırıklıklarıyla ilk hedeflerini terk etme noktasına geldiklerini ve özgürlüğü unutarak, dünyanın efendisinin eşit hizmetkârları haline gelmekten başkaca bir şey istemediklerini; Devrim’in devirmiş olduğundan da daha güçlü ve çok daha mutlak bir hükümetin, o zaman nasıl bütün erkleri kapıp kendinde topladığını, onca yüksek bir bedel ödenmiş olan bütün o özgürlükleri ortadan kaldırdığını ve yerlerine nafile imgeler koyduğunu; ne aydınlanabilen, ne toplaşabilen ne de seçebilen seçmenlerin oy kullanmalarına halk egemenliği; susukun ya da köleleşmiş meclislerin boyun eğişine verginin özgürce oylanması adını vererek; ve bir yandan ulusun kendi kendisini yönetme yetisini, hukukun başlıca güvencelerini, düşünce, yazma ve konuşma özgürlüğünü, yani 89’un kazanımları içinde en değerli en soylu olan şeyi ortadan kaldırırken, bir yandan da kendini halâ nasıl o büyük adla süslediğini göstermeye çalışacağım.” sf 38

  9. Alogan daha öncede bu minval üzere epey yazdı. belki de zileli arkadaşına şu soruyu sorabilir : Anti-emperyalizmi mütekait NATO generalleri ve sağcı/milliyetçi siyasetin kaşarları ile mi yürüteceksiniz ?
    Genelkurmay istihbarat dairesi eski başkanından bir Tuhaçevsky ya da eski bir ordu komutanından oosenko mu yaratacaksınız?
    Eski bir troçkist için ne hazin bir durum

  10. Gün arkadaş, emperyalizm konusunda Hilferding ve Lenin’den söz ederken, bu konuda Buharin’in, önsözünü Lenin’in yazdığı “Emperyalizm” kitabını gözden mi kaçırdın ya da görmezlikten mi geldin.

  11. haklısın. Ancak bu özetin özeti bir yazıydı, bu yüzden bu konudaki önemli saptamaları ve katkıları ister istemez atlamak zorunda kaldım. Bunu böyle yaptığımı belirtsem iyi olurdu sanırım.

  12. Emperyalist güçlerin birbirleriyle savaşmayı bırakıp, kapitalist karteller gibi ortaklaşarak tek bir sömürücü bütün oluşturmaları, yani süper-emperyalizm mümkün mü?

    Kautsky bunu bekliyordu, Lenin karşı çıkıyordu. 1. Dünya Savaşı’nın patlaması ile Lenin haklı çıktı. Reformist-Revizyonizme kayan sosyal demokrat Kautsky için zaten böyle bir barışçıl yeni dönem analizi doğal. Şaşırdığım ise aşağıdaki maddeden öğrendiğim kadarıyla Liebknecht’in de böyle bir durumun oluşabileceğini beklemesi.
    https://en.wikipedia.org/wiki/Ultra-imperialism

    Günümüz teorisyenlerinden Negri-Hardt’ın “İmparatorluk” kavramı da aslında tamamen süper-emperyalizm fikrinin güncellenmesi. Bu kitaba göre ABD’nin başını çektiği tüm askeri operasyonlar, emperyalistler-arası didişmelerden ziyade tek bir küresel kapitalist sınıfın iç-polis operasyonları idi. Fakat Irak savaşının patlak vermesi ve “eski Avrupa”nın ayak sürümesi, daha sonra Rusya ile yaşanan sürtüşmeler ve soğuk savaşın adeta light bir versiyonunun geri dönmesi ile bu yaklaşım pek de ciddi bir özeleştiri ve yeniden değerlendirme yapılmadan sessizce diyebileceğimiz şekilde terk edildi Negri-Hardt tarafından.

    Yukarıda görece küresel ekonomik sistem ile, esasen ulus-devlet ölçeğinde sıkışmış politik temsil sistemi arasında bir uyumsuzluk olduğundan bahsettim. 2 Dünya savaşı da, 1945-1970 arasında ileri ülkelerde oluşan Keynesçi sosyal devlet konsensusunun parçalanıp yerine neoliberalizmin gelmesi de kapitalistlerin bu boşlukta hareket etmesi ile ortaya çıktı. Sermaye “kaçabiliyor” ulus-devletin sosyal demokrat iktidarları kaçış şantajı karşısında çaresiz kalıyordu. Öyleyse bir kesim neo-Keynesçi ekonomist ve hatta aydınlanmış kapitalistler (Stiglitz, Soros vs.) ulus-devlet üstü mekanizmalar yoluyla tekrar daha üst seviyede Keynesçi uzlaşmayı canlandırma hayalleri kurmaya başladı. Bu soldan da daha sivri şekilde yankılanıyordu. Örneğin bir süre eurocommunism ve AB’yi “emeğin Avrupa’sı” yapmaktan bahsedilirdi. Hakikaten de, Yunan emekçisi, Yunan parlementosunda değil de, Reichstag’da kimin oturacağını seçebilseydi, bu durumda olur muydu? Kağıt üzerinde gerçekten de global-Keynesçilik ve bir tür Dünya devleti (Negri-Hardt’ın “yaşasın dünya vatandaşlığı” sloganını hatırlayalım) oluşsa, hiç olmazsa barış ve refah devletini tekrar kazanabiliriz gibi duruyor. Duruyor da her seferinde Kautsky değil Lenin, Negri değil Wallerstein haklı çıkıyor. Ulus-devlet’i yukarıdan aşmak bir türlü mümkün olmuyor, aşağıdan aşmaya çalışmak daha geçerli bir yol gibi duruyor.

  13. “Çin komünistlerinin “milli burjuvazi”nin temsilcileriyle emperyalizme karşı ittifak yapma siyaseti,” Çin Devrimiyle sonuçlandı.Koumintang’ın ana gövdesi Bayan Sun Yat Sen’in öncülüğünde komünistlerle birleşti… Gün bey bedenine uygun bir teori bulmuş, lakin tarihi gerçekler üzerine oturmayınca, ordan burdan biçmiş…

  14. Buharin’in, önsözünü Lenin’in yazdığı “Emperyalizm” kitabını gözden mi kaçırdın ya da görmezlikten mi geldin…”
    ***
    Buharin nedense benim de içimi titreten bir adam.. Ayrıntıları bilmiyorum.. Ama yaşadıkları.. eşine yapılanlar.. Başka koşullarda.. Belki bugün tam da ihtiyaç duyulan adam…
    Ama.. Ama! 1900’lerin emperyalizmi ile günümüz emperyalizmi arasında onca farklılıklar meydana gelmişken..
    Sanki “abi, Azizul İbn-i xyz” hazretlerini gözden mi kaçırdın” olmuyor mu bu?
    Lenin’in Emperyalizm kitabını uzun yıllar önce okumuştum; hatmederek.. Aklımda kalan.. Olağan üstü.. gözlerimi açmıştı.. 35 yıl önce!
    Ama şimdi Emperyalizm olgusuna o gün baktığım gibi bakamam..
    Örneğin, şimdi kabaca söylenirse Emperyalizm % 49 suçludur; % 51 suçlu olan yerli işbirlikçiler ve onların yardakçıları…
    Afrika’da 1500 lü yıllarda bir kabile varmış. Amerika’ya köle toparlanan yıllarda. Hiç kimse o kabileden köle alamıyormuş! Kuşkusuz ki o kabile yok olmuştur; ama bu bize bir şey anlatır..
    Emperyalizm diye sızlanan, ağlayan; salt emperyalizmi “günah keçisi” yapanlar, kendilerini bu denli “mazlum-masum” göremez.. Köle efendi ile var!
    **
    Emperyalizme karşı 100 yıldır mücadele ediliyor ve hep o galip…
    Bu konuda hala Buharin vd. den yardım beklemek bana tuhaf geliyor; sorun Buharin’de olamaz; o da tarihsel bir varlık.. Ama galiba biz hala “tarih öncesiyiz”.. Ve hala patinaj yapıyoruz…
    Emperyalizm-Kapitalizmin gücü “yaratıcılığından” geliyor.. Ama artık değil.. İşte tam da burada “daha yaratıcı” bir organizasyon öneremiyorsak, yalnızca ağlayan, sızlayan insanlar oluruz… Ve hep kaybeden, hep ağlayan; eski “şeyhlerinden” yardım isteyen..
    ***
    100 yıldır böyle olmadı.. Demek böyle olmayacak!
    Not…
    (Kimseye ve Buharin’i (okumadım), haksızlık etmek istemiyorum.. Sezgisel bir karşı çıkış bu; yanıltın beni, kolayca ikna olabilirim. Özür dileyeceğim.. O kitaptan emperyalizme karşı mücadelede bugün kullanılabilecek bir “yorum” getirin… Hem şimdi tam da IŞİD’le kapışan emperyalizm gerçekliğinde… Ezberi bozan bir analiz.. Yalvarırım!)

  15. Öyle bir şey yok. Bayan Sun Yat Sen falan palavra. “Milli burjuvazi” diye bir takım kukla temsilcileri ortaya çıkarır ve hatta halk meclisinde yer verirsiniz, olur biter. Guomintang’ın ana gövdesi Formoza adasına kaçarak orada milliyetçi Çin’i kurmuştur. MAo, kitaplarda tersi yazılmasına rağmen daima iç reaksiyoner güçlerle (Guomintang vb) iç savaş yürüterek (Stalin’in teslimiyetçi politikalarının tersine) devrimi başarmıştır. Çin devrim tarihi, Guomintang’la iç savaş tarihidir.

  16. Siyasi iktidar sahipleri daima ölenlerin dul karılarını siyasi amaçları için kullanmışlardır. örnek: Stalin’in, Lenin’in dul eşi Krupskaya’yı kullanması.

  17. 1. İncirlik Mutabakatı’ndan hemen sonra Kandil’e yapılan hava operasyonları hakkında ne düşünüyorsun? Bu operasyonlar emperyalizmin bilgisi ve onayı dahilinde değil midir?
    2. Haseke’de Suriye ordusu ile ortak operasyon yapan, Kobani’de ÖSO ile ateşkesi sonlandıran, Suriye rejim güçlerine katılacağını beyan eden, KYB vasıtası ile İranlı yetkililerle görüşen YPG ve PKK güçlerini ABD’nin doğrudan veya dolaylı olarak (TSK yoluyla) hırpalamayacağını garantileyebilir misin? Bu bağlamda, Kandil’e yapılan hava harekatı ABD’nin PKK’ye uyarısı değil midir?
    3. ABD’li yetkililer kısa vadede IŞİD’i vurduktan sonra uzun vadede Esad rejimini de hedef alacaklarını ilan ettiler. Bu konuda ne düşünüyorsun?
    4. ABD, Türkiye, Katar, Suudi Arabistan ve İsrail tarafından “eğit-donat” yöntemiyle palazlandırılan Fetih Ordusu, El-Nusra, Ahrar-u Şam vb. yaratıkların İŞİD’den farkı var mıdır?
    5. ABD emperyalizmi olgusu fasa-fiso ise Libya, Suriye ve Yemen’e yönelik askeri operasyonları, Ukrayna’daki iç savaşı, Çin’in komşu pasifik ülkeleri aracılığıyla kıskaca alınması vb. politikaları neyle açıklayacağız?

  18. Bu kadar günlük taktiklerin içine girmesem iyi olur. Her emperyalist güç, her devlet, her örgüt, günlük taktikler uygular. bir gün önce desteklediğini bir gün sonra hedef alır, hatta aynı zamanda hem destekler hem hedef alır. Bunları siyasi stratejistlere bırakıyorum. Çok da akıl kârı bulmuyorum bu ince işlere gömülmeyi. Çok daha kuşbakışı bakmak gerekir.

  19. Benim anlamadığım yukarıda ki yazıya bile mesela Fidel Castro’nun ABD den destek aldığı palavrasını nasıl sığdırabildin? Üstelik bu palavra CİA kaynaklarında bile yok. Sanırım bu kendi yaratıcılığın!

    Bir de amerikan emperyalimini İŞİD’e karşı destekleyeceksen destekle ama Stalin’i niye şahit gösteriyorsun? Stalin’in dış politikada yaptığı en büyük yanlışlardan birisi ile müttefiklerle ittifak politikasını abartmasıdır. Senin de Stalin den savunduğun tek şey bu! Bu politika gerek savaş sırasında gerekse sonrası sosyalistlerin aleyhine işlemiştir, ama en önemlisi emperyalist ülkelerin demokratik ülkeler olduğu kanısını uyandırmıştır. Düşünsenize o zaman Ne İngiltere de ne de ABD de herkesin oy hakkı vardı ama 3. enternasyonal demokratik ülkeler deyimini kullanmaya başlamıştı bile. Bu algının devamını hala görüyoruz. ABD Türkiye anlaşmış, Türkiye kandili bombalıyor, NATO toplanmış Türkiye’ye destek için ortak bildiri yayınlıyor, ( BU bildirinin tek anlamı vardır; Kandili NATO bombalıyor) bu arada ne kadar solcu örgüt varsa toplanmış ( bir iki istisna hariç) Barış bloğu kurmuşlar, bu bileşenin en önemli örgütünün lideri Demirtaş AB ve NATO ya çağrıda bulunuyor; Türkiye yi barışa zorlasınlar diye. Birader sen belki farketmiyorsun ama seni bombalayan NATO zaten. Seni geçmişte de hep NATO bombalamışdı. NATO bombalamaya devam edecek. ABD ve NATO güçleri ortadoğu dan çekilmedikçe barış bir hayaldir. Demokrasi bir hayaldir, kürtlerin de özgürlüğü içinde özgürlük bir hayaldir. Emperyalist politikalar ulusal ve dinsel sorunları çezmek yerine kangrenleştirmektedir. Filistin meselesi buna sadece bir örnektir. Bu kafa ile giderse kürt meselesi de kangrenlesecektir ama çözülmeyecektir.

  20. Bombalayanın NATO olduğu doğru, bir anlamda. Türkiye NATO üyesi olduğuna göre.

  21. Hayır Türkiye NATO üyesi olduğuna göre değil. Kararın NATO kararı olduğu açık olduğu için. NATO bunu saklamıyor kİ; adamlar toplanmış karar almış ve bunu tüm Dünya’ya yayınladılar. PKK nin bombalanmasına dönük tüm olaylar aynı anda gelişti. ABD incirlik’i kullanmaya başladı. NATO toplandı ve Türkiye’ye destek açıklamasında bulundu. Bu karar bile başlı başına bu bombalama kararının NATO olduğunu gösterir. Üstelik PKK bombalaması olayı çok daha geniş kesimlerin işbirliği ile alınmış bir karar. Davutoğlu Barzani’nin de saldırıyı desteklediğini söylüyor, ki Barzani nin tavırları ve demeçleri de bunu teyit eder yönde.

    Elbette Erdoğan yönetimi bir süredir PKK ya saldırmak çin uğraşıyordu ama NATO tarafından tasması salınmasa yapacağı bir şey yoktu. NATO şimdi onun tasmasını salmış durumda sadece o kadar. Demirtaş ve Barış bloğu sürekli bağırıyorlar ”barışı kuracağız” diye. Bakın sloganlara tek bahsedilen AKP hükümetinin Kandili bombalaması. Peki ya diğerleri. ABD Türkiye’den ve Körfez’den hem Irak’ı hem de Suriyeyi bombalıyor binlerce insanı öldürüyor. (aslında sadece onları değil Yemen Libya bir dizi ülkeyi daha) Geçenlerde Tel Afar olayında ABD uçakları 180 den fazla köyü halı bombalama yaptı yüzlerce sivil kadın çocuk öldü. Onbinlerce arap türkmen hatta kürt Türkiye’ye sığınmaya çalıştı. Kaçtıkları ABD bombardımanı idi. Ama bizim necip solcu basın bu kişilerin İŞİD den kaçtıklarını iddia etti. Peki bu savaşı ne yapacağız. Sırf bu halk Faşist bir yapı olan İŞİD bölgesinde diye bu katliama ses çıkarmayacak mıyız? Ne yazik ki ne solcular ne de anarşistler ve troçkistler bir iki istisna dışında bu katliamda ABD rolünü es geçtiler.

    Haberleri tarafsız yayınlardan izleyin, Şu an Suriye de en fazla sivil öldüren gücün ABD ve müttefikleri olduğunu görürsünüz. Irak’ı bahsetmiyorum bile. Orada ABD ordusu çekilirken öldürülen sayısı bir milyondan fazla idi. Amerikan ordusu öldürdüklerini saymadığı için bu rakamın daha da yüksek olduğu düşünülüyor. ( Bu arada sanmayın ki bu tavır sadece diğer ülkeler için ABD kendi ülkesinde polis tarafından öldürülen sivilleri de saymıyor; Bir de bizim solcular anarşistler bu devletten barış ve özgürlük bekliyorlar. )

    Barış bloku destekçilerinden ise tanesi bile İncirlik üssünden bombalanan Suriyelilerden bahsetmiyor. Sivillerin bombalanmasını durdurulması talep etmiyor. Peki bu savaş değil mi? Biz kendimize barışçi başkasına cellatmıyız? Bu bir savaş değil mi?

    Değişik haber kanallarında Tel afardan kaçan mültecilerle yapılan röportajları okudum. Hepsi de ABD uçaklarından kaçtığını söylüyordu. İŞİD li faşistler bunu dünyaya ABD nin bölgede etnik temizlik yaptığını ve bölgeyi YPG ye ve mütefiklerine devrettiğini söyleyerek duyurdular. YPG ve destekçileri ise Hiç ABD bombalamasından bahsetmeyerek, kendilerinin etnik temizlik yapmadıklarını soyleyerek cevap verdiler.Hatta Celal Başlangıç gibileri bu mültecilerin İŞİD den kaçtığını iddia etti ve bir çok sol site bu iddiaları aynen kullandılar.( İnsan her habere atlamadan insan bir düşünür, iki yıldır hiç isyan etmeden İŞİD yönetiminde yaşayan bu insanlar İŞİD bölgeden kaçarken niye kaçsınlar?) Doğru YPG liler etnik temizlik yapmadılar ama ABD yaptı ve onlar da boşalan köylere kuruldular. O köylerin ahalisi şimdi YPG yi ABD nin taşeronu olarak görüyor ( Hemen saldırmayın o köylülerinn ne düşündüğünü söylüyorum size. Mülteciierin çoğu kadın ve çocuk idi, doğal olarak köyleri yerle bir edilen bu insanlar kitleler halinde İŞİD’e katılıyorlar. Savaşın kangrenleşmesi dediğim olay bu. ABD bombalaması sürdükçe ve solcuların ABD bombalarına verdiği zımmi destek sürdükçe o bölge halkı giderek daha fazla İŞİD ya da diğer faşist gruplara katılacaktır.

    Barış ancak emperyalizmin yaptığı katliamlara karşı mücadele edilerek kurulabilir. Ancak o zaman ABD bombaları altında katledilen değişik milletlerden ve dinlerden emekçilerin birliği sağlanabilir ve bu da barış için zorunlu koşuldur. Ancak o zaman emekçiler İŞİD ya da El NUSra ya da Şİİ faşist örgütlere yönelmekten vazgeçerler. Geri kalanı boştur. ABD emperyalizmi ve NATO yu ve onların katliamlarını görmezden gelmek, hatta savunmak halklar arasında düşmanlığı artırır. Bu durumda barış bir hayaldir. 1975 sonrası Lübnan ya da Filistin İsrail meselesi ya da İkinci Dünya savaşı öncesi balkanlar bu kangrenleşmeye bir örnektir.

  22. 5. sorunun içinde “Ukrayna iç savaşı” sözü etmişsin, ben sadece buna bir tespit yapayım..
    Ukrayna’da iç savaş yok diğer emperyalist güç olan Rusya’nın işgali var..
    Kırımı’ı güç ile ilhak ettikten sonra karadan ulaşma girişiminin yani tarihte de örnekleri olan klasik Rus emperyalizminin yarattığı işgal..

  23. (ABD hava kuvvetleri destekli) Rojava devrimi anlatısının hayalinden uyandığımız günler bunlar. Sünni Arap çoğunluklu Tel Abyad’ın YPG’ce fethi ile PYD savunma savaşından fetih savaşına geçti. ABD şemsiyesi altında kantonları birleştirme ve toprak bütünlüğü olan bir devletimsi kurmaya yöneldi. Oysa bu oportünist hamle bir lanetti ve taşları yerinden oynattı. Bugünlerde bedeli ödenmeye başlandı. TR aşırı agresifleşti ve ABD’ye İncirlik’i açmayı göze aldı. ABD de karşılığında PKK’yi yani PYD’nin yarısını sattı. ABD hava kuvvetleri gölgesinde demokratik modernite çelişkisinin sonucudur bu.

  24. İD ve Irak-Suriye’deki son 2 yılda ortaya çıkan ve henüz yüzleşilemeyen bir rahatsız edici gerçeği paylaşmak istiyorum. Kanımca bundan 5-10 yıl sonra ancak üzerinde kalem oynatılmaya cesaret edilecek:

    İD fenomeninin kökünde ABD’nin Irak’ı işgaline Sünni Arap çoğunluğun tepkisi var. Ey vasati solcular, bugün lanet yağdırdığınız adamlara 10 yıl önce Felluce’deki direnişleri nedeniyle sempati duyuyordunuz hatırlayın! Size tek bir link ile özet: Grup Yorum’dan “Felluce Direnişi” https://www.youtube.com/watch?v=tZqNQAB5xXU

    ABD emperyalizmi, bu bölgenin içine ede ede, İD özelinde kendine düşman öyle bir özne yarattı ki, barbarlıkta (geriye doğru) çağ atladılar. Şimdi İD’den de nefret ediyoruz. Ve o kadar nefret ediyoruz ki, vasati solcuların paradoksunu açıklıyorum, evet sonunda bütün Marksizm’e, anti-emperyalizme, bilmemneye rağmen, TAMAM DİYORUZ: “BUNLARA ABD BOMBARDIMANI İYİDİR.” Anarşistler daha da kafası bulanmış durumda. Açın Worker Solidarity Movement’ın twitter’daki paylaşımlarını, İD’e karşı ırkçı sınırlarda gezen yorumlar dönüyor. Büyük anarşist antropolog David Graeber’ın paylaşımlarını takip edin, utanç verici noktalarda, hiç fark etmeden geziyor. En sonunda, öyle bir ABD düşmanı unsur yükseldi ki, anarşistinden solcusuna kadar herkes pis bir keyifle ABD’nin bunlara vurmasına sevinebilir, ABD’nin şoven korosuna katılabilir hale geldi. Bu zehri akıtmak o kadar zor olacak ki. Rojava devrim değil diyene ırkçı, ama ABD ne oluyor diyeni odun olmakla suçlayan vasat kafanın hegemonyası ağır bedeller olarak geriye dönecek.

  25. Şimdi bütün soğukkanlılığımızla şu gerçekle yüzleşelim: Irak demek petrol demek. Saddam, petrol üzerinde kendisi hakimdi. ABD bunun için burayı işgal etti ve petrolün kontrolünü ele geçirdi. İD, kontrol ettiği alanlarda petrole hakim ve ABD buna dayanamıyor. PYD, tüm retoriğine rağmen, Bookchin’ci, kooperatifçi yaldızlarının altında, kontrolündeki bölgelerde petrolü ABD ve batı şirketlerinin işletmesine izin VERMEYE NİYETLİ. Çünkü, kaka devlet sosyalizmini reddetti, tarla, park, bahçe kooperatifçiliği (büyük resimde hiç bir önemi olmayan üretim araçları ve müşterekler) ile “toplum yararına (vergilendirilmiş) özel girişim”e bir arada izin veren bir model sunuyor. Bunu da saf batı anarşizan-liberal-soluna yepyeni bir sosyalizm, demokratik modernite, Bookchin’ci anarşizm, sosyalizmi aşan vs. şekilde sunuyor. Siz de bunu eleştirmeden yutuyorsunuz.
    Kavganın ana parametresi şu: İD yönetimi demek, ABD’nin bu kaynaklardan dışlanması demek. PYD yönetimi ise, erişebilmesi demek. Yönetimlerin iç-formları, en barbar islamcılığından en post-modern solculuğuna kadar ne olursa olsun ana parametre budur. Bununla yüzleşmeden yol almak mümkün değildir, oradan oraya duygusal şekilde savruluruz.

  26. Gün Bey,

    1 Dolar = 2,84 TL’yi test etti. Umurunuzda mı?

    İthalat bağımlısı bir ülke olduğumuzdan, döviz kurlarındaki her dalgalanma maliyetlerimizi arttırıyor. Ve bunun sonucunda topun ağzındaki ilk kitle, yani “emekçiler” işyerlerinden şutlanıyor! Tabii siz Kınalıada gibi bir yerde, bir eliniz yağda bir eliniz balda yaşadığınız için, “emek” & “emekçi” gibi kelimelere uzaksınız!

    “Sabah 4’ten akşam 4’e sömürülen emekçiler” hakkında bir tek yazı bile yazmaz mı insan! Bu soruları yine dönüp dolaştırıp Marksizm’e, “proleterya diktatörlüğü”ne ve yine Stalinizm’e bağlarsanız, bütün ümidimizi tüketeceğiz!

    Yukarıda “anti-kapitalizm”den ve hatta “özgürlük”ten bahsedip, “emekçi”yi pas geçmeniz, “mücadele çağrısı”nı pas geçmeniz tam gaz devam ediyor! “Anarşizm” bu mu! Eğer buysa, ölmüşüz de ağlayanımız yok!

    1. http://www.evrensel.net/haber/258316/sabah-4ten-aksam-4e

    Traktör, kamyonet kasalarında tarlalara çalışmaya giderken kaza geçirip öldüklerinde gündeme gelen tarım işçisi kadınlar aynı koşullarda tarlalarda çalışmaya devam ediyor. İzmir’in tarım yapılan ilçelerden Menemen’de tarım işçisi kadınlarla görüşmek üzere birlikte yolculuğa çıktık. Musabey köyüne domates toplamaya giden kadınlarla 15-20 dakika süren yolculukta sohbet ettik.

    Henüz gün doğmadan sabah 04.30’da araca bineceğimiz noktaya geliyoruz. Her gelen tarım işçisi kaldırıma oturup acele acele ya ekmek peynir ya da gevrek yiyor. Bir taraftan da kamyoneti gözlüyorlar. Şalvar giyen kadınlar, güneşten korunmak için de şapka takıp üstüne “tartamak”larını bağlamışlar. Zayıf, kısa boylu, tarlada güneşin altında çalışmaktan yanmış teniyle, 50 yaşlarındaki Hayriye ablaya ne kadar zamandır tarlada çalıştığını soruyoruz. “10 yaşından beri” diyerek cevaplıyor. Yol kenarlarındaki tarlaları göstererek ekliyor; “Yıllardır çalışıyorum bu tarlalarda, ne sigorta var ne emeklilik.” Kamyonetler gelmeye başlayınca işçiler de hareketleniyor. Çok kıvrak, alışılmış ve hızlı hareketlerle biniyorlar kasalara. Biz de biniyoruz. Ayşe’ye kasaya binerken elimi uzatıyorum, “Alışığız biz” diyor. Bindiğimiz araçta 8 kadın işçi var. Domates toplamaya gidiliyor, biz de yol boyunca sohbet ediyoruz.
    Ayşe 17 yaşında, 2 yıldır gidiyor tarlalara çalışmaya. Okulu bırakmış. “Babam cezaevinde, çalışmam gerekiyordu, okumak isterdim ama olmadı” diyor.

    ATANAMAYAN ÖĞRETMEN DE TARLADA!

    Seher 24 yaşında, Coğrafya Öğretmenliği bölümü mezunu, atanamamış öğretmenlerden. “Ben de her sabah 4’te uyanıp, tarlaya domates toplamaya gidiyorum. Bu arabaların arkasında gidiyoruz. Sigorta, yemek ya da emeklilik yok” diyor. Coğrafya Öğretmenliği mezunu olan Seher sınav sonuçlarını bekliyor.

    Kadınlarla daha uzun zaman geçirmeyi, tarlaya gitmeyi planlarken dayıbaşı köy kahvesinde indiriyor bizi, kadınlarla tarlaya gitmemizi istemiyor.

    Biz de köye göçle gelen ve tarım işçiliği yapan ailelerin evlerine doğru ilerliyoruz. 8 ailenin kaldığı 8 odanın açıldığı bir avluya giriyoruz. Yoğurduğu hamurdan topaklar koparmakla meşgul olan Cemile karşılıyor bizi. Cemile 38 yaşında Urfa Suruç’tan göç etmiş. Evli ve 7 çocuğu var. Aileden 5 kişi gidiyor domates tarlasına. Günde 35 lira alıyorlar. Çalışma süresi sabah 4’ten öğlen 4’e kadar. “Patron öğlen 1’de bizi bırakması gerekirken daha fazla çalıştırıyor, madem öyle çift yevmiye versin” diyor. Belindeki fıtıktan dolayı çalışmakta zorlanan Cemileyi eve geldiğinde hamur yoğurup ekmek yapmak, çamaşır, bulaşık gibi işler bekliyor.

    2. http://www.evrensel.net/kategori/2/isci-sendika

  27. “TURGUT ÖZAL” İSİMLİ KİŞİ NE YAPMIŞTI!
    VE
    İNŞAATA DAYALI “BÜYÜME MODELİ”NİN SONU!

    1961 Anayasasıyla planlı kalkınmayı bir model olarak benimsediğimizde seçtiğimiz öncü sektör imalat sanayi idi. Bu seçim doğruydu, çünkü Türkiye’nin gelişmiş ekonomilere yetişebilmesi için üretimde kullanılacak makine, alet ve teçhizatı üretmesi gerekiyordu. Ya söz konusu makine, alet ve teçhizatı ithal ederek onlarla üretim yapacaktık ya da o makine, alet ve teçhizatı da burada üreterek iki aşamalı büyüme etkisi yaratacaktık. Türkiye, ikinci yolu seçmişti. O zamanın sloganı ‘kalkınmamızın lokomotifi imalat sanayi olacaktır’ biçimindeydi.

    Türkiye, 1980’lerde Özal ile birlikte, dünyada yavaş yavaş egemen olmaya başlayan başka bir öncü sektör seçme modasına kapıldı: İnşaat sektörü. Çok daha az yatırım gerektiren, çok daha kolaylıkla teknolojiye adapte olabilen, hemen sonuç verebilen ve büyümeyi derhal sıçratan bir sektördü inşaat sektörü. Her bir apartman dairesinde yaklaşık 150 sanayi ürünü kullanılıyordu (çimento, demir, kum, boya, cam, pencere, kapı, fayans, parke, lavabo, musluk, elektrik teçhizatı vb.) Dolayısıyla bir daire inşa ederken bu kadar sanayi ürünü üretimine yol açılıyordu. Oysa imalat sanayi, sonuçta üretimde kullanılacak bir ürün (örneğin bir torna tezgâhı) üretiyordu. İlk görünüm böyleydi ve bu ilk görünüm siyasetçinin gözlerini kamaştırıyordu. Çok daha basit, çok daha kolay bir yoldan giderek ekonomi canlandırılmış ve büyüme sağlanmış olacaktı. Ama önce üretilen konutlara talep yaratmak gerekiyordu. Bunun için de devlet teşvikleri, destekleri devreye girmeliydi. Özal, bu sektörü devlet teşvikiyle canlandırabilmek için Toplu Konut İdaresini kurdu. Modern bütçe yaklaşımının temel ilkelerinden olan ‘adem–i tahsis’ (devletin gelirlerinin belirli giderlere tahsis edilememesi) ilkesinin çiğnenmesine aldırış edilmeksizin, devletin vergi ve benzeri adlarla aldığı gelirlerin bir bölümü kurulan fon kanalıyla bu idareye aktarılmaya başlandı.

    Ne var ki bu ilk görünüm bir illüzyondan ibaretti. İnşaatı yaptığınızda fiziksel üretim büyümüş olur, hepsi o. Oysa imalat sanayisine dayalı bir büyüme modeli uyguluyor olsaydık her üretim bir başka üretimin alt yapısını oluşturacaktı. Örneğin torna tezgâhı üreten bir fabrika düşünelim. Bu fabrika bir torna tezgâhı ürettiğinde büyümeye katkı yapmış olacaktı. O torna tezgâhını satın alan işletme o tezgâhta otomobilin bir parçasını ürettiğinde o da büyümeye katkı yapmış olacaktı. Otomobil parçasını alıp yerine takan firma da büyümeye katkı yapmış olacaktı. İnşaat sektörü ilk üretimden sonra büyümeye çok kısıtlı katkı yapar. Oysa imalat sanayi büyümeye çok seferlik katkı yapan bir sektördür. Hatta inşaatta kullanılan birçok ürün de o imalat sanayisinde yapılan tezgâhlar aracılığıyla üretilir.

    İmalat sanayisi sofistike emek isterken inşaat sektörü düz emekle işi yürütebiliyordu. Bu da inşaat sektörünün çekiciliğini artıran bir başka faktördü. Ülkenin önde gelen sanayicileri zaman içinde bütün bu çekiciliklerin etkisinde kalarak inşaatçı olmaya başladılar.

    Başlangıçta hızlı büyüyen Türkiye, bir yandan AB ile müzakereye başlamanın verdiği itici güç bir yandan da reel faizin de yüksekliğinin yarattığı ortamla yabancı fonları çekiyor, TL yabancı paralar karşısında güçlü durumda kalabiliyordu. TL’nin gücü enflasyonun ve dolayısıyla faizlerin düşmesine yol açıyor, bankalar uzun vadeli ve düşük faizli konut kredisi vererek inşaata olan talebi artırıyorlardı.

    Küresel konjonktürün yükseldiği, likiditenin bol ve akışkan olduğu ortamda bu gidiş son derece normaldi. Sonra birden küresel kriz patladı. Çeşitli nedenleri var krizin. Ama en önemli nedenlerinden birisi de gelişmiş ekonomilerdeki konut balonuydu. Derken bize gelen yabancı para miktarı azalmaya başladı. Bunun ilk etkisi TL’nin değer kaybında ortaya çıktı. Bu gelişme, imalat sanayisini geliştiremediği için sermaye malı ithalatının yüksek olduğu Türkiye’de, ithal malı maliyetlerini ve dolayısıyla enflasyonu artırmaya başladı. Bunu faizlerdeki artış izledi. Artık bankalar eskisi kadar kolay ve ucuz kredi veremiyorlar.

    Konuta talep hala oldukça yüksek bir düzeyde görünüyor. Bu, kimseyi şaşırtmasın. Çünkü bugün Türkiye’de konut ve dolar dışında yatırım yapılabilecek alan yok. Mevduatın reel faizi sıfıra yakın, altın, dolar artarsa yükseliyor, borsa inişte. Bu durumda paranın değerini korumak için geriye kalıyor gayrimenkul ve dolar. İnsanlar da onlara yöneliyor. Bunun sonsuza kadar sürmesi mümkün değil. Hiçbir yerde sürmedi. Onun için bugün konutta yaşanan şaşırtıcı talebe karşın inşaata dayalı büyüme modelinin sonuna geliyoruz. Tıpkı aynı politikayı izlemiş olan ve 1997’de krize giren uzakdoğu ülkeleri gibi, yakın dönemde krize giren ABD, İspanya ve İngiltere gibi.

    Görünümüne aldanıp da inşaat sektörünü lokomotif sektör yaparsanız yokuşa gelince lokomotifin treni çekemediğini, trenin lokomotifi geri çekmeye başladığını görebilirsiniz!

    Mahfi Eğilmez
    Hazine eski müsteşarı
    Kadir Has Üniversitesi öğretim üyesi

    10 Ağustos 2015 Pazartesi
    http://www.mahfiegilmez.com/2015/08/insaat-onderliginde-buyume-modelinin.html

  28. Dünya toplumlarına(pazarlarına) hakim olmak isteyen dünya çapındaki dev-tekellerin politikalarına ve onların askeri(devlet) şiddetine karşı mücadele edersek hem sınıf mücadelesi yapmış oluruz hem de anti-emperyalist mücadele..

    Bu hem Türkiye için hem de emekçiler için iyi bir şey.

    Fakat; mesele, bu mücadeleyi kimle,.hangi toplumsal-sınıfsal güçlerle birlikte yapacak oluşumuzdur. Biz bu mücadeleyi,ücretli-çalışanlarla mı,emeklililerle mi; dul ve yetimlerle mi; esnafla mı? köylüyle mi? toprak ağalarıyla mı?memurlarla mı? etnik,mezhepsel,dini hareketlerle mi? silahlı kuvvetlerle mi,liberallerle mi..Kürtçülerle mi.. Kuvva-yı milliyecilerle mi… vatanına düşkün sermaye gruplarıyla mı….halkın hangi kesim(ler)iyle, .kim(ler) ile yapacağız?

    Önce,birlikte iş ve ittifak yapacağımız;gücünden yararlanabileceğimiz kesimleri tespit edersek sıra onları ikna etmeye, davaya inandırmaya ve peşimize takmaya kalıyor..Peki; biz onları hangi tez(ler) ile, fikirlerle, duygularla,davranışımızla ikna edebiliriz? Asıl üzerinde durmamız gereken konu budur. Onların dünyasına nufuz edemeyenler İktidar mücadelesinde etkili olabilir mi? Bin “kavram kavrama karşı” tartışmasındansa, yoksulları,hakkı yenenleri, sömürülenleri, baskı görenleri, devrimcileri, düzen muhaliflerini birleştirici olmak yeğdir.

    İşçi sınıfı hareketimiz dağınık ve parçalanmış bir durumda.Niçin onların durumunu tartışmıyoruz? Niye enerjimizi onların bilinçlenmesine ve örgütlenmesine harcamıyoruz mesela.

    Yukarıda saydığım halk kesimlerinin çoğunluğu bizim gerçeklerimize ve doğrularımıza uzak.. İAma onları, dünya çapındaki dev tekellerin ülkemizi ve halkımızı sömürme ve baskı altına alma politikalarına karşı mücadelede örgütleyebiliriz. İktidar mücadelesinde söz sahibi olmak ve İktidarı fetih etmek istiyorsak işçi sınıfı hareketinin ülke siyasetine ağırlığını koymasına çaba harcamalıyız. Bunları yapabilmemiz için de,her şeyden önce, bizim bunları yapmaya yetenekli kadrolarımızın ve örgütlü gücümüzün olması gerekiyor. Aksi halde şanlı devrimcimiz Hikmet Kıvılcımlı’nın dediği gibi “kavram kavrama karşı” savaşlarında habire kavramlarımızı birbirleriyle tokuşturur dururuz.. Oysa bu rüzgarları toplamak gerek!

  29. pissstz nerdesiniz ege Akdeniz:) lan memlekette ozerklik ilan edildi yaaa:)

  30. Bayburtlu Zihnigibigülen, mesele tam da ortaya koyduğun gibidir. Kavramlar tokuşması da zaten bu meseleden çıkıyor. Bir çok sınıf ve katman ile birlikte ideolojik, kimlik gruplaşmalar ile toplumsal gruplar da saymışssın. Ben diyorum ki bunlar içinde sadece sömürücü olmayanlar ile birlik olup mücadele edebiliriz. Yani sosyalist/komünist devrimi yapacak olanlar ile anti-emperyalist mücadele yapabilecek olan kesimler aynı ve birdir. Veya şöyle de denilebilir: sömürücü “anti-emperyalistler”in kendi sömürülerini mutlaklaştıracakları bir “zafer” hiç de ilerici olmayacaktır, faşizan bir düzen olacaktır.

  31. Yavuz Alagon, Kemalizme karşı olan herkesi emperyalist gibi göstermeye çalışmış.

    Bu bakış açısı bir kere doğru değil. Doğru olmadığı gibi oldukça sığ ve epey sorunlu bir bakış açısı.

    Örneğin Kemalist olmayan anarşistler de emperyalizme karşıdır. Ama anarşistler sömürüye, köleliğe, diktatörlüğe, faşizme ve kapitalizme de karşıdır. Bu yüzden onlara anarşist diyoruz, Kemalist demiyoruz. Ama Kemalistlerin bunlarla ilgili ciddi sorunları yoktur. Üstelik Kemalizm sömürüyü, kapitalizmi ve buna bağlı olarak kölelik düzenini destekleyen, emperyalizmi bahane ederek tüm bu yaptıklarını haklı çıkarmaya çalışan ideolojinin adıdır. Ayrıca Kemalizmin kapitalist bir ideoloji olması ve oportünizme dayanmasından, yani aslında egemen sınıfın çıkarını öncelikli savunmasından dolayı bugünkü şartlarda emperyalist olması da mümkün değildir. Sadece emperyalizmin kölesi ve gönüllü işbirlikçisi olabilirler, bugünde olup biten budur.

  32. Edit: Yanlışlıkla “egemen sınıfın çıkarını öncelikli savunmasından dolayı bugünkü şartlarda emperyalist olması da mümkün değildir.” yazmışım.

    Doğrusu: “egemen sınıfın çıkarını öncelikli savunmasından dolayı bugünkü şartlarda anti-emperyalist olması da mümkün değildir.” olacak.

  33. Edit 2: 35. nolu iletide “Yavuz Alagon” değil Yavuz Alogan olacak.

  34. Hocam, komünistlerin emperyalizm ile işbirliğine iki örneğiniz var:

    Biri Castro’nun ABD tarafından el altından desteklenmesi. Bu gerçekse bile, ABD’nin Küba’daki ana politikası olmasının bu olması akla yatkın görünmüyor. Batista diktatörlüğü ABD’ye ülkenin önemli kaynaklarının yarıdan fazlasını sunuyordu. Dolayısıyla ABD’nin komünistleri tercih etmesi söz konusu olamaz. Ancak Batista’dan daha da fazlasını koparmak için fazla şansının olmadığını düşündüğü komünistlerle ikili oynaması gibi bir durum mümkün olabilir. Bu durumda Castro’nun ABD’nin tarihsel bir hatası kullanması söz konusudur. Tayyip Erdoğan da belki şu anda ABD’yi kullanmaya çalışıyor ancak bunu ne halk yararına bir iş için yapıyor ne de sonunda ABD’ye karşı net bir tavır alması beklenir.

    İkincisi Stalin’in ikinci dünya savaşında Nazilere karşı İngiltere ve ABD gibi emperyalistlerle işbirliği yapması. Bu örneği verirken o tarihte Stalin’in emperyalizme boy ölçüşebilecek bir güce sahip olduğunu unutmamak gerek. Türkiye veya Kürt Ulusal Harekteti ile ABD’nin arasında kurulacak bir birliktelik buna hiç benzemeyecektir.

    Bu iki örnek de bugün NATO ile işbirliği yapılmasını haklı çıkarmıyor.

    Ayrıca ABD’nin gerçekten değişen bir ortadoğu politikası olduğuna inanmak için ABD’nin resmi açıklamalarına inanmak gerekiyor.

    NATO’nun Suriye’den hemen önce Libya’da nasıl bir işgal iştahına sahip olduğunu hepbirlikte gördük.

    Eğit-Donat vb. yoluyla vekalet savaşına ağırlık vermeden önce batı medyası ve siyasetçileri Esad’ın kimyasal silah kullandığına dair iddiaları çok dillendirdi. Libya’daki gibi bir saldırıya hazırlandılar. Ne var ki Esad BM heyetine inceleme olanağı tanıdı ve heyet kimyasal silah iddialarını doğrulamadı (hatta tam tersine batının beslemesi muhaliflerin kullandığına yönelik emareler raporladı). Yani işgal etmediylse işgali meşrulaştıracak BM kararı almak mümkün olmadığından.

    Suriye iç savaşının aynı zamanda kutuplar arası bir vekalet savaşına dönmüş olması aynı İspanya iç savaşını andırıyor. İspanya’da saldırgan kutup Almanya idi, Suriye’de ABD. Anarşistler İspanya’da saldırgandan değil halktan ve hükümetten yanaydılar. Suriye’de de böyle olmalı.

    ABD’nin hedefinin yalnızca IŞİD olduğunu düşünmek naif bir yaklaşım. ABD’nin ‘uzun bir savaş’ yürüteceğini en baştan ilan ettiği IŞİD’i hızlı biçimde yok etmek istemediğini; ancak bölgeye müdahil olabilmek için bir bahane olarak kullandığını düşündürecek çok sayıda sebep var. Hemen aklıma gelenleri sıralayayım:
    -Irak ordusunun birkaç defa IŞİD’in İsrail yapımı silahlarına el koymuş olması
    -Üst düzey bir yetkilinin İsrail’in Nusra militanlarını tedavi ettiğine dair itirafı
    -IŞİD’in elinde Amerikan TOW anti-tank misillerinin bulunması (bu silahlar doğrudan iletiliyor olmasa bile hiç değilse bir ‘let it happen’ durumu söz konusu olmalı)
    -IŞİD hakkında 2012 yılında yazılan istihbarat raporlarının görmezden gelinişi
    -IŞİD’in esaretinden kaçan Deyr Ez Zor’luların ABD’ye IŞİD’lilerin koordinatlarını tam bildirmelerine rağmen vurmamış olması vs.
    Bu örneklerden daha çok bulunur. Ayrıca İncirlik ve diğer üslere yığılan güçlerin sadece birkaç on binlik kuvveti olan IŞİD için çok fazla olduğu da ifade ediliyor. Dolayısıyla ABD’nin sadece IŞİD’i temizleyip, bölgeyi kendi çıkarları doğrultusunda (yani halkın aleyhinde) dizayn etmeye (BOP vb.) çalışmayacağını düşünemiyorum.

    NATO’nun Esad’ı devirmekten sonsuza dek vazgeçtiğini düşünsek bile ABD’nin silahlı İHA’larının Pakistan ve Yemen’deki performansından ötürü İncirlik’ten kalkmalarına izin verilmemeliydi. The Bureau of Investigative Journalism, İHA’larının öldürdüğü hedeflerin yalnızca %4’ünün el-Kaide militanı olduğunu koydu. Bu öldürülen her IŞİD militanı için 24 Suriye’linin de öleceği anlamına gelir. Yani İncirlik’i üssünün kullanımını reddetmek için sadece insan hakları perspektifi yeterli.

  35. Tabii ki her türlü emperyalist faaliyete karşı olmak gerekir.

  36. isci sinifi hareketimiz dagilmis ve parcalanmis durumda mi,? isci sinifi hareketimiz varmi? öyle bir hareket varmi, ha mao cular cin kosullarini zamana ve mekana tasimislar, ha uvriyeristler 1800 ler sonu 1900 ler basini ulkeye tasimislar, sosyalist icerikli bildiriyi dagitan cocuklari dovmeye meyilli iki grev olmasin, ahanda bizim gundemimiz bu diye 1905 hayalleri gören uvriyeristlere nazaran mao cular cok modern görunuyolar bana, haydi isci sinifina gidelim:)
    sen siyasal Politik teshir faaliyetini siyasal platformda seslendircen, ozgurlugun propagandasini butun siniflarin mucadele ettigi ortak platformda yapcan, programini ortaya koycan, sinifi oraya cagirican, ve o sinif yavas yavas 1800 sonlari ve 1900 baslari gibi degil gayet yavas bi sekilde mucadele icinde yer alacak, simdi ben buraya suni denge felanda karistiririm ama, birak uvriyerist ruyalarinda kalsin. dergide yaz. kurt halki direniyor, ama isci sinifida iki yerde grev yapti bizim arkadaslarda onlara solcu solcu bakti, yasasin sinifin silkinisi. ..oncu asamasindasin kardes, mahirci olmana gerek yok,elini silaha surmeyede gerek yok, bilinc tasima asamasindasin, ne Kadar surer takvimle degil eeylemle basarinla olculur yuz yilda surer, oncu asamasindasin, siyasal mucadele alaninda programinla ve ffilinle olacak oraya sinifi cagiracaksin ,ekonomik mucadeleyi siyasal mucadeleye donusturmeye calisan tarihe karsi is yapiyordur, Ulan bu ne yapmaliyi Lenin den bi benmi okudum:) isin budur, sinifin arkasina saklanma, bolunmus sinif hareketiymis, duyanda 1848 sonrasi fransasindayiz sanir:) ah isci sinifi hareketi bölünmese idi , hdp ye kapagi atip kendimizi orada yasatmak zorunda kalmazdik.. tüm uvriyeristlerin sonu emep in sonudur.

  37. II. Dünya savaşında, Sovyetler Birliği, emperyalist güçlerle müttefik konumuna düştü ama bu insanlığın yararına, Nazileri yenmek içindi. ABD, IŞİD’e karşı gerçekten mücadele ediyor mu? ABD neden IŞİD’i kurdu? Irak ve Suriye’de etnik ve mezhep çatışması çıkarmak için. Neden? Orta Doğu’yu ve Orta Asya’yı kontrol edebileceği kukla bir devlet kurmak için. Bu durumda elbette ABD emperyalizmine karşı bir tavır beklenir. ABD’nin IŞİD’e karşı sözde mücadelesi stratejiktir. IŞİD, ABD’nin istediği bölgeleri işgal ediyor, ABD IŞİD’i bombalıyor, işgal edilen bölgeyi “kurtarıp” kukla devlet kurulsun diye PYD’ye veriyor, Suriye’yi bölüyor. PYD, IŞİD’den kaçan Arapların ve Türkmenlerin evlerine dönmesine izin vermiyor, sadece Kürtlere izin veriyor. Evet, Esad, IŞİD’e karşı ABD ile işbirliği yapmak istedi, peki bu oldu mu? Olmadı. Esad’ın Rus basınına dediği gibi “Hükümet ve Suriye silahlı kuvvetleri ile ABD arasında hiçbir koordinasyon veya temas yok. Onlar, karada IŞİD’e karşı savaşan tek güç olduğumuzu kabul etmek istemiyor”. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, ABD’nin terör örgütü IŞİD’e ait mevzilerin yerini bildiğini ancak bu bölgeleri vurmadığını söyledi. Bu konularla ilgili haberleri Google’den araştırırsanız bulursunuz. Siz eksik bilgilerle yanlış değerlendirme yapıyorsunuz ve AKP’den kurtulacağınızı zannederek bir başka ABD kuklası HDP’yi destekliyorsunuz, o HDP ki BOP projesinin bri parçası olan bölücü açılım durdu diye AKP’ye tepkili.

  38. Peki, AKP ile el sıkışan VP’ne ne diyorsunuz. Açık ittifak var.

  39. “ABD emperyalizmi fasa fisodur” diyenler onrayn mı? Bir de bu somut verilere bakın hele: http://www.wsws.org/en/articles/2015/12/29/pers-d29.html

Comments are closed.