Seçim Sosyolojisi: Modernlik, Ulusallık, Sınıfsallık
Artıgerçek
Seçim sonuçlarından sosyolojik analizler yapabilmek için buraya 14 Mayıs 2023 I. Tur C.Başkanlık seçimlerinden bazı rakamları aktarmam gerekiyor.
Şehir ve İlçelerin yanlarındaki (M) işareti “modern” şehir ya da ilçeleri, (T) işareti ise “taşra” şehir ya da ilçelerini imlemektedir. Bu işaretler, bir sonraki ara başlığın altında açıklanacak “modernist-taşra” çatışmasının anlaşılmasında belirleyici olacaktır.
Türkiye’nin 15 büyük ilindeki sonuçlar (seçmen sayısına göre sıralanmıştır):
- İstanbul (Kılıçdaroğlu %48.56) 10 milyon seçmen (M)
- Ankara (Kılıçdaroğlu %47.32) 4 milyon seçmen (M)
- İzmir (Kılıçdaroğlu %63.31) 3 milyon seçmen (M)
- Antalya (Kılıçdaroğlu %53.13) 1,5 milyon seçmen (M)
- Adana (Kılıçdaroğlu %50.89) 1,5 milyon seçmen (M)
- Mersin (Kılıçdaroğlu %57.18) 1.2 milyon seçmen (M)
- Diyarbakır (Kılıçdaroğlu %71.96) 900 bin seçmen (M)
- Muğla (Kılıçdaroğlu %62.90) 700 bin seçmen (M)
- Denizli (Kılıçdaroğlu %49.36) 700 bin seçmen (T)
- Bursa (Erdoğan%51.47) 2 milyon seçmen (M)
- Konya (Erdoğan %68.94) 1,5 milyon seçmen (T)
- Gaziantep (Erdoğan %59.76) 1,1 milyon seçmen (M)
- Manisa (Erdoğan %47.15) 1 milyon seçmen (M)
- Şanlıurfa (Erdoğan %62.00) 1 milyon seçmen (T)
- Kayseri (Erdoğan %63.33) 900 bin seçmen (T)
Kılıçdaroğlu’nun en yüksek oy aldığı beş il (oy oranına göre sıralanmıştır)
- Tunceli (%80.26) (M)
- Şırnak (75.85) (T)
- Hakkari (72.32) (T)
- Diyarbakır (71.96) (M)
- İzmir (63.31) (M)
Erdoğan’ın en yüksek oy aldığı beş il:
- Bayburt (%78.86) (T)
- Gümüşhane (74.47) (T)
- Rize (72.79) (T)
- Yozgat (72.70) (T)
- Çankırı (72.14) (T)
Kılıçdaroğlu’nun en yüksek oy aldığı ilçeler:
- Ardahan/Damal (%94.86) (T)
- Hatay/Samandağ (91.79) (T)
- Hatay/Defne (90.41) (T)
- Tunceli/Ovacık (%87.63) (T)
Erdoğan’ın en yüksek oy aldığı ilçeler:
- Çankırı/Orta (%88.13) (T)
- Giresun/Çamoluk (87.59) (T)
- Bayburt/Demirözü (86.63) (T)
- Hatay/Altınözü (84.44) (T)
İstanbul’da Kılıçdaroğlu’nun en yüksek oy aldığı beş ilçe:
- Kadıköy (%80.58) (M)
- Beşiktaş (80.48) (M)
- Bakırköy (73.52) (M)
- Adalar (72.21) (M)
- Şişli (68.67) (M)
İstanbul’da Erdoğan’ın en yüksek oy aldığı beş ilçe:
- Sultanbeyli (%65.17) (T)
- Esenler(62.15) (T)
- Arnavutköy (61.6) (T)
- Sultangazi (58.26) (T)
- Bağcılar (57.9) (T)
Ankara’da Kılıçdaroğlu’nun en yüksek oy aldığı üç ilçe:
- Çankaya (%75.00) (M)
- Yenimahalle (53.93) (M)
- Etimesgut (51.89) (M)
Ankara’da Erdoğan’ın en yüksek oy aldığı üç ilçe:
- Çamlıdere (%78.18) (T)
- Akyurt (72.04) (T)
- Çubuk (71.84) (T)
İzmir’de Kılıçdaroğlu’nun en yüksek oy aldığı on ilçe:
- Narlıdere (%82.91) (M)
- Karşıyaka (80.20) (M)
- Güzelbahçe (78.97) (M)
- Urla (76.58) (M)
- Balçova (74.59) (M)
- Dikili (73.43) (M)
- Çeşme (71.79) (M)
- Karaburun (71.75) (M)
- Seferihisar (69.54) (M)
- Konak (68.25) (M)
İzmir’de Erdoğan’ın kazandığı iki ilçe:
- Kiraz (%52.28) (T)
- Kemalpaşa (48.34) (T)
Muğla’da Kılıçdaroğlu’nun en yüksek oy aldığı ilçeler
- Bodrum (%75.49) (M)
- Datça (73.41) (M)
- Marmaris (64.43) (M)
Muğla’da Erdoğan’ın kazandığı iki ilçe
- Kavaklıdere (%57) (T)
- Seydikemer (55.56) (T)
Adana’da Kılıçdaroğlu’nun en yüksek oy aldığı ilçe:
- Çukurova (%62.92) (M)
Adana’da Erdoğan’ın en yüksek oy aldığı ilçe:
- Saimbeyli (74.49) (T)
Diyarbakır’da Kılıçdaroğlu’nun en yüksek oy aldığı iki ilçe:
- Lice (%83.91) (T)
- Kocaköy (83.57) (T)
Diyarbakır’da Erdoğan’ın kazandığı iki ilçe:
- Çermik (%57.88) (T)
- Çüngüş(57.05) (T)
Yurtdışı oyları
(Ö) öğrenci, (SM) oy haklarını kaybetmemiş siyasi mülteci, (İ) işçi ağırlıklı ülkeleri belirtmektedir.
Kılıçdaroğlu’nun en yüksek oy aldığı ülkeler
- Portekiz (%91.39) (Ö)
- ABD(80.41) (Ö)
- Kanada (79.65) (Ö)
- İngiltere (79.4) (SM)
- İtalya (73.85) (Ö)
- İsveç (53.45) (SM)
Erdoğan’ın en yüksek oy aldığı beş ülke
- Belçika (%72.31) (İ)
- Avusturya(%71.96) (İ)
- Hollanda (68.41) (İ)
- Almanya (65.49) (İ)
- Danimarka (58.22) (İ)
Tunceli (Dersim) milletvekili seçim sonuçları
- İl: YSP %42.79 CHP %32
- İlçeler:
- Merkez – YSP %53.89 CHP %26.91
- Mazgirt – YSP %53.24 CHP %28.65
- Pertek – YSP %42.83 CHP %27.36
- Pülümür – CHP %60.03 YSP %23.25
- Hozat – CHP %46.02 YSP %35.08
- Nazımiye – CHP %43.68 YSP %39.96
- Ovacık – CHP %43.25 YSP %40.24
- Çemişgezek – CHP %30.12 AKP %28.5 MHP %24.56
Modernist Büyük Kentler, Tutucu-Reaksiyoner Taşra ile Karşı Karşıya
Yukarıdaki rakamları dikkatle incelediğimiz zaman görünen manzara şudur:
Belkemiğini CHP’nin temsil ettiği Türk modernisti kent ve kasabalarla belkemiğini HDP’nin (YSP) temsil ettiği Kürt modernisti kent ve kasabalar Kılıçdaroğlu ismi çevresinde zımni bir ittifaka girmiş, AKP ile MHP’nin temsil ettiği, taşra muhafazakârlığının hâkimiyetindeki kent ve kasabaların ve aynı zamanda büyük kentlerin periferisini oluşturan kasaba kalabalıklarının idolü durumundaki Erdoğan’ın karşısında önemli bir ağırlık oluşturmuşlardır.
Bugün büyük bir netlikle ortaya çıkan bu manzaranın, Türk modernizmiyle Kürt modernizminin el ele vermesinin 10 yıllık tarihi vardır. Bu ittifak, ilk ipucunu, 2013 yılındaki Gezi mücadelesi sırasında, Taksim Gezisi’nde, BDP bayraklı bir delikanlıyla Türk bayraklı bir genç kızın el ele vererek polisin attığı gaz bombalarından kaçmaya çalıştıkları ünlü fotoğrafla vermiştir. O sıralar Hükümetin “Kürt açılımı”ndan henüz umudunu kesmemiş olan Kürt hareketi, biraz ayak sürüyerek de olsa Gezi mücadelesinin tamamen dışında kalmak istememiş, daha önemlisi, BDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder, yıkıma gelen buldozerlerin önüne dikilmiş ve artık büyük şehirlerde yaşamakta olan Kürt gençleri, “politik rezervleri” de bir yana bırakarak Gezi mücadelesine tam destek verip bu ittifakın bir anlamda öncüleri olmuşlardır.
Daha sonra HDP Başkanı Selahattin Demirtaş’ın, 2015 genel seçimlerine gidilen ortamda “Seni Başkan yaptırmayacağız” sloganını yükseltmesi, büyük kentlerdeki Türk modernizmi taraftarı dinamik kesimlerde büyük yankı yapmış ve Türk modernizminin en hassas kesimleri, her türlü ulusalcı önyargıyı aşarak HDP’nin barajı geçmesi için Kürt hareketine destek olmuş, 2015 seçimlerinde HDP, bu desteğin yardımıyla barajı aşarak Meclis’de 80 sandalye elde etmiştir.
7 Haziran-1 Kasım 2015 dönemindeki, birçok cana mal olan, muhafazakâr AKP’nin örgütlediği terör dönemine ve Kürt bölgelerinde, büyük kentlerde girişilen kıyıma burada girmeyeyim ama şu kadarını belirteyim ki, bu terör dönemi, bundan sonraki süreçte kurulan AKP-MHP iktidarına ve blokuna karşı mücadelede CHP ile HDP’yi zımni bir ittifak içine sokmuş ve bu ittifak, son seçimde de net bir şekilde gözler önüne serilmiştir.
Seçim haritasına baktığımız zaman gördüğümüz manzara şudur:
Türk modernizmini temsil eden büyük kentlerin görece daha eğitimli, daha orta sınıf kesimleri (Ankara, İstanbul, İzmir, Antalya, Adana şehirleri; İstanbul’da Kadıköy, Beşiktaş, Bakırköy, Adalar, Şişli ilçeleri; Ankara’da Çankaya, Yenimahalle ilçeleri; İzmir’de Karşıyaka, Narlıdere, Urla vb. ilçeleri; Muğla’da Bodrum, Datça, Marmaris ilçeleri vb.); öte yandan Kürt modernizmini temsil eden Diyarbakır, Şırnak, Hakkari gibi yoğun yoksul Kürt nüfusunun bulunduğu kentler; ayrıca yukarda Dersim ile ilgili seçim sonuçlarında net bir şekilde görüleceği gibi, Türk ve Kürt modernizmini varlığında ilginç bir şekilde birleştiren Dersim (Tunceli) gibi iller (AKP’nin sadece sünni nüfusun ağırlıkta olduğu tek ilçe olan Çemişgezek’te kazanması ve MHP’nin bu ilçede kendi ortalamasının çok üstünde oy alması da modernizm-tutuculuk karşıtlığı tezimi güçlendiren ilginç bir göstergedir); öte yandan, Ardahan’ın Damal, Hatay’ın Samandağ gibi Kılıçdaroğlu’na %90’ın üstünde oy çıkan, Anadolu’nun kenar yerlerinde Anadolu muhafazakârlığına karşı direnen muhalif kaleler olarak ortaya çıkan kasabalar, Kılıçdaroğlu’na bütün gücüyle omuz veren yerlerin niteliğini ortaya koymaktadır.
Öte yandan, muhafazakâr reaksiyonun temsilcisi olan AKP ve MHP’nin, Türkiye’nin, yukarda işaret ettiğim dinamik modernist alanlarının tam tersine, gerek iç Anadolu’nun en durgun, en taşra yerlerinden, büyük şehirlerde de bu şehirlerin taşrası sayılabilecek kasabalardan yüksek oy aldığı görülmektedir (Konya, Urfa, Niğde, Rize, Trabzon şehirleri ve İstanbul’un taşrası sayılabilecek, Sultanbeyli, Sultangazi; Ankara’nın taşrası sayılabilecek Çubuk, Kızılcahamam ilçeleri). Tabii bu, örneğin 28 Mayıs gecesi İstanbul’un lüks semtlerinde her biri altı milyon fiyatındaki GMC jipleriyle şenlik yapan yeni sınıf mensuplarını gözden kaçırmamıza yol açmamalıdır.
Keza İstanbul ve Kocaeli’nin işçi ağırlıklı semtlerine baktığımız zaman bu semtlerin de esasen muhafazakâr-reaksiyoner Erdoğan’a destek verdiğini görüyoruz, ne yazık ki. “İşçi sınıfı” söylemini dilinden düşürmeyen solumuzun topluca üstünde derin derin düşünmesi gereken bir olgudur bu.
Haritaya genel olarak bakacak olursak, ülkenin Doğusu, güney kıyıları, batısı, yukarda Trakya ile birleşerek, ülkenin orta bölgelerini (Ankara, Eskişehir ve Dersim birer adacık gibi durmaktadır bu orta bölgede) ve kuzeyini adeta çevreden sarmaktadır. İllerin ve ilçelerin tamamına baktığımızda dinamik kent hayatı ile durgun taşranın tam bir karşıtlık içinde olduğunu görüyoruz.
Bütün bunlardan global bir sonuca varacak olursak, Türkiye’deki bugünkü saflaşmayı belirleyenin, dinamik modern kent ile durgun taşra olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bir anlamda bu, toplumun canlı dokusu ile ölü dokusu arasındaki mücadele olarak da görülebilir. Ölü doku, ismi üstünde ölü olduğu ve sinirleri uyuşmuş ya da ölmüş olduğu için, toplumsal gelişme ve değişmeler onu son derece sınırlı bir şekilde etkilemektedir. Canlı doku ise, bütün sinirleri canlı ve ayakta olduğu için toplumsal gelişmelerden fazlasıyla etkilenmekte, hatta ölü dokunun vurdumduymazlığına da fena halde sinirlenmektedir.
Yurtdışı Oylarının Kısa Analizi
Yukarda bazı örneklerini verdiğim yurtdışındaki ülkelerde kullanılan oylara baktığımız zaman da benzer bir manzara görüyoruz:
Büyük kentlerden gittikleri tahmin edilebilecek öğrenci oylarının ağırlıkta olduğu ülkelerde (ABD, Kanada, İtalya) ve siyasi mültecilerin yoğun olduğu ülkelerde (İngiltere, İsveç) Kılıçdaroğlu büyük fark atmıştır. Buna karşılık, Türkiye’den gidip iki üç kuşaktır işçilik yapan nüfusun yoğun olduğu ülkelerde (Belçika, Avusturya, Hollanda, Almanya) Erdoğan daha çok oy almıştır.
Bu da gösteriyor ki ülke dışındaki işçiler, sınıfsal durumlarına göre değil, kültürel durumlarına göre oy veriyorlar. Üstelik, bulundukları ülkelerde, kendi sınıfsal çıkarları açısından sosyal demokrat partilere oy verdikleri halde.
Bu durumu, uzun yıllardır Belçika’da siyasi sürgün olarak yaşayan, arkadaşım Doğan Özgüden de, Facebook mesajlaşmamızda şu şekilde doğrulamaktadır:
“Sağın, özellikle de AKP ve MHP’nin yüksek oy aldığı Belçika, Almanya, Fransa, Hollanda ve Avusturya, 60’lı yıllarda ucuz emek gücü olarak Türkiye’den ithal edilmiş göçmen işçilerin ve onların ikinci, üçüncü, hattâ dördüncü kuşaktan çocuklarının ve torunlarının yoğun olduğu ülkeler… Özellikle 80’li yıllardan sonra gelen siyasal göçmenlerin oranı hayli düşük. Bittabi, bu ülkelerde Türk Devleti’nin diplomatik misyonlar, DİTİB camileri, dinci ve ırkçı örgütlenmelerin göçmenler üzerindeki etki ve hattâ baskılarını da göz ardı etmemek gerekir.”
MHP ve Ülkücüler Olayı
MHP, 2010’ların ortalarından itibaren nitelik değiştirdi ve aşırı milliyetçi bir partiden, Devlet Bahçeli’nin mutlak iktidarı altında, kadrolarıyla devlet organlarında Cemaatçilerden boşalan yerleri dolduran, AKP ile ittifak içinde, onun sağında konuşlanan, AKP’den daha da sağa kaçan reaksiyoner taşra tutuculuğunun ve dinciliğinin, Rusya’daki “karayüzler”e benzeyen partisine dönüştü. Böyle bir süreç, daha Bahçeli’nin 1997 yılında parti başkanlığına getirilmesiyle birlikte başlamıştı. Bu sürecin, Bahçeli’nin istediği gibi ilerlemesi için, bu partinin militan gücünü oluşturan, anti-komünist, solla ve ardından Kürt gençleriyle militanca savaşan ülkücülüğün partinin kesin disiplini altına alınması gerekiyordu.
Ülkücülerin birinci kuşağının bayrağı olan anti-komünizm ve sol karşıtı militanlık, Sovyetler Birliği’nin 1990’ların başlarında çökmesiyle işlevini yitirdi. “Komünizm” çökmüş, ülkücülüğün en büyük ülkülerinden biri olan, çöken Sovyetler Birliği’ndeki “esir Türkler” (yani Türkî halklar) kendi küçük ve bağımsız devletlerini kurmuş, dolayısıyla ülkücülüğü var eden en önemli faktörlerden biri olan anti-komünizm tarih sahnesinden çekilmişti. 1990’larda, Türk devletinin Kürt gerilla mücadelesine karşı verdiği savaş ülkücülüğün imdadına yetişti ve bu sefer ikinci kuşak ülkücülük, “Türk devleti için savaş”ta, okullarda ve mahallelerde Kürt gençlerine ve solculara karşı mücadelede rol alarak var oldu. 2000’li yıllarda Türkiye solunun okullardaki ve mahallelerdeki militan gücünün azalmasıyla ve Kürt gerilla mücadelesinin konsolide olup şehirlerdeki taraftarlarının geri çekilmesiyle birlikte, ikinci kuşak ülkücülük de süreç içinde okullardaki ve sokaklardaki militan mücadeleden peyderpey çekildi ve işlevsiz kalarak anakronik bir görüntü vermeye başladı. Hatta o zaman liberal sol aydınlardan bazıları, ülkücülüğü disiplin altına alıp sokaklardan çektiğini söyleyerek Bahçeli’ye olumlu bir misyon bile biçmeye kalkışmıştı.
Bu gelişmeler, neredeyse kırk yıl boyunca militan mücadele içinde şekillenmiş olan ülkücülüğü bunalıma soktu. “Uslandırılan” militanlar bir süre MHP’nin tekdüze parti çalışmalarıyla uyum sağlamaya çalıştılar. Ne var ki, Devlet Bahçeli, “uslanan” ülkücülükle yetinmek niyetinde değildi. Onun uzun vadeli amacı, gençliklerini geride bırakıp artık orta yaşta kadrolar haline gelmiş ülkücülerin içinden kendisine rakip liderler çıkmasını engellemek üzere ülkücü hareketi parti içinde tamamen disipline etmek ve eritmekti. Kısacası, artık MHP’yi, özellikle Erdoğan’ın Kürtlerle “barış süreci”ni sonlandırmasıyla ve Cemaati tasfiye etmesiyle birlikte tamamen AKP’nin dümen suyuna sokan ve taşrada AKP’den daha sağ bir “AKP” yaratarak iktidara tırmanmayı planlayan Bahçeli, tarihin bir ironisidir ki, eski ülkücü militanlara “ya sev, ya terk et” demiş ve ülkücülükten geriye, Bahçeli’nin zayıf ve güçsüz parmaklarıyla sağa sola sallamaya çalıştığı bozkurt işaretinden başka pek bir şey kalmamıştır.
Sinan Ateş cinayeti, partiyi tamamen AKP’nin dümen suyuna sokan ve ülkücülüğü bu politikanın basit takipçileri haline getirmek isteyen Bahçeli’yi sevmeyen ama partiyi de terk etmeyen, yani eski militan iddialarını sürdüren ülkücülüğün Sinan Ateş’in şahsında katledilmesiydi bir anlamda. Bu cinayet, açıkça MHP’nin mafyatik elemanları tarafından örgütlenmiş, göstere göstere işlenmiş ve sonrasında da MHP yönetimi ve Bahçeli, cinayeti lanetlemeyerek ve ailesine taziyede bulunmayarak, bilerek ve isteyerek cinayetin kendi eserleri olduğunu ülkücü camiaya alenen ilan etmişlerdir. Mesaj şudur: “Eski ülkücülükte ısrar edenin sonu budur, ya bize teslim olursunuz ya da aynı akıbete uğrarsınız.”
Böylece, AKP’nin sağında konuşlanıp aşırı reaksiyoner bir parti olarak, AKP’den soğuyan muhafazakâr kesimden güç toplamayı hesaplayan MHP, eski ülkücü militanları tasfiye sürecine girişti. MHP’nin “AKP’lileşme sürecine tepki Meral Akşener liderliğindeki İYİP’i doğurdu ama MHP’de sular yine durulmadı. MHP’nin Sinan Ateş’in katlindeki rolüne tepki duyan eski ülkücü militanlar ve ülkücü hareket, C. Başkanlığı seçimlerinde çoğunlukla Zafer Partisi’ne ve Sinan Oğan’a oy verdi ama Oğan’ın 1. turdan sonra Erdoğan’ı destekleme kararı alması onlar için ikinci bir hayal kırıklığı oldu. Kısacası, hâlihazır MHP ile eski ülkücü hareket arasına kan girmiş bulunmaktadır. Eski ülkücülerin birbiri ardından HalkTV’ye çıkarak 2. tur için, Sinan Ateş’e sahip çıkan Kılıçdaroğlu’na destek çağrısı yapmaları bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Peki, eski ülkücülerin kopuşuna, içinden İYİP gibi %10’lara varan bir parti çıkartmasına ve seçim öncesi anketler %6-7’lerde göstermesine rağmen MHP nasıl oldu da bu son seçimlerde %10’a varan oy alabildi?
Hile meselesine hiç girmeyeyim. Van gibi bir ilde bile, kimi sandıklarda YSP 0 oy alırken, MHP’nin 300’lerde oy alır gözükmesi, kenar kuytu yerlerde MHP lehine epey oy çalındığını gösteriyor. Fakat bunun ötesinde, son seçimde Bahçeli, aniden ve tartışmaya bile zaman bırakmaksızın her yerde MHP olarak kendi adayları ile seçime gireceklerini açıklayarak, “müttefiki” AKP’ye esaslı bir kazık atmıştır. Bu rekabetin AKP’ye epeyce oy ve sandalye kaybettirdiği ve MHP’ye de kazandırdığı açıktır. MHP’nin bugüne kadar uyguladığı “taktik ittifak yap, müttefikinden çal” politikası son seçimde epey ürün vermiştir. MHP’nin %10 civarında oy alması, AKP’den hoşnut olmayan aşırı reaksiyoner bir boşluğu doldurduğunu gösteriyor.
Ülkücü hareketten ve muhalefetten iyice arınmış (yani onları kovalamış) olan MHP, bundan sonra da aşırı reaksiyoner bir parti olarak tezgâhını AKP’nin yanı başında kuracak ve Türkiye’de hayatiyet göstergesi ne varsa, modern olan ne varsa bunlara saldırarak Anadolu muhafazakârlığının aşırı sağı olarak güç toplamaya çalışacaktır.
MHP, eskiden de reaksiyoner, aşırı sağcı bir partiydi. Fakat ne olursa olsun, onda, modern çağın ürünü olan milliyetçilikten modernizm adına bir nebze bir şeyler olduğu düşünülebilirdi (Hitler’de de vardı). MHP, İYİP ve Zafer Partisi gibi partiler doğurmasının ardından, Ülkücülerin şahsında milliyetçiliği de tasfiye ederek modern çağın ürünü milliyetçilikten tamamen arınmış bulunuyor. Artık Hüdapar’la da rahatça ittifak yapabilir, orta Anadolu’daki taşra karanlığında modernizmin her türlüsüne düşman olan tarikatlarla da istediği gibi sarmaş dolaş olabilir. Artık MHP “milliyetçi-mukaddesatçı” bir parti değil, Anadolu sağcılığının aşırı reaksiyoner-dinci “karayüz” partisidir.
TİP’in ve Sol’un Analizi
TİP’in analizine girmeden önce, bu partinin, bir genç kızın, güzelliğini göstermek için güzellik yarışmasına katılmasına benzer bir şekilde, gücünü göstermek için, birçok ilde, aynı ittifakta yer aldığı YSP’den ayrı olarak seçime girmesinin YSP’ye zarar verdiğini, oy oranını düşürdüğünü; ayrı bir incelemeyi gerektirir ama belki de birkaç milletvekili kaybına yol açtığını saptamak zorundayım. Böyle bir şeye hiç gerek yoktu. Hem Emek ve Özgürlük İttifakı’na girerek bu ittifak sayesinde (kısacası HDP’nin oyları sayesinde) barajı aş, hem de müttefikine zarar verecek bir seçim stratejisi izle! Evet, anlıyorum, TİP yönetimi ya da üyeleri, iyi niyetle, “biz şu şu yerlerden girecek olursak ittifak’ın oyunu arttırabiliriz, çünkü özellikle bazı bölgelerde YSP’ye değil ama bize oy verecek seçmenler var” diye düşünmüş olabilirler. Ne var ki, seçim sonuçları bu argümanı pek haklı çıkartmıyor. TİP’in, ayrı girdiği illerin birçoğunda özel bir başarı elde ettiği gözlenmiyor. Belki, Hatay (TİP %11.81; YSP 3.25) ve Muğla’yı (TİP 5.62; YSP 3.55) bunun dışında tutabiliriz. TİP’in, bu iki ilde YSP’yi geride bırakarak belki de YSP’ye oy vermeyecek bir seçmen kitlesine ulaştığı düşünülebilir. Sadece bu iki ilde YSP seçime girmeyip TİP’i destekleyebilirdi. Her şeyin bu kadar pamuk ipliğine bağlı olduğu bir seçimde müttefikler arası güç yarıştırmalar olumlu bir sonuç vermemiştir.
TİP’in ne olup ne olmadığına geçecek olursak, adındaki “işçi” sözcüğüne rağmen bu partinin henüz bir işçi partisi olmadığını saptamalıyız. Bu isim, eğer bu partinin hedeflediği sınıfa ya da kitleye işaret ediyorsa sorun yoktur. Partiler çoğunlukla ideallerini ve hedeflerini isim olarak benimserler. Gerçekle yüz yüze gelmeyi göze alacak olursak, seçim sonuçlarının gösterdiği gibi, gerçek işçi sınıfının bugün halen sağ-gelenekçi partilere oy verdiğini saptamamız gerekir.
Gerçek durum bize gösteriyor ki, hızla gelişmekte olan TİP, genç sol entelektüellerin, öğrencilerin, beyaz yakalıların partisi görünümündedir. Türk modernizminin güçlü olduğu bölgelerde, CHP ile yetinmeyen genç ve dinamik bir kesimin bu partiye yönelmesi ve bu bölgelerde TİP’in sol kitleyi kendine çekmesi bunun göstergesidir.
Bir anlamda TİP, Gezi mücadelesiyle Türkiye toplumsal ve siyasal hayatına ağırlığını koyan “Gezici” kitlenin partisi olarak da kabul edilebilir bugün. Bu da az başarı değildir. Bugün seçimlerde epeyce geride kalan, Dev-Yol geleneğinin partisi Sol Parti, 2010’lu yıllarda “Haziran Hareketi” adlı bir oluşum örgütleyerek bu kitlenin desteğini kazanmaya çalışmış, fakat ne yazık ki başarılı olamamıştı. TİP bunu başarmış görünüyor.
Doktriner bir geleneğin temsilcisi olan TKP’den koptuğu halde doktrinerlikten uzak duruşuyla, sekter olmayan kucaklayıcı tutumuyla ve önemli bir nokta olarak, deprem sırasında özinisiyatife dayanan örgütlenme tarzı sayesinde önemli başarılar ve görünürlük kazanmasıyla TİP’i, bundan birkaç ay önce yazdığım “TİP Meselesi” (https://artigercek.com/makale/tip-meselesi-245285) ve “Kitleler ve Partiler” (https://artigercek.com/makale/kitleler-ve-partiler-247969) başlıklı yazılarımda daha ayrıntılı ele aldığımdan burada tekrarlamayacağım.
TİP’in dışında, seçimlere “Sosyalist Güç Birliği İttifakı” adıyla giren TKP, Sol Parti ve THK’nin başarısız olmaları ise belki bir başka yazının konusu olabilir. Geçerken, Kadıköy’de yürürken duvarlardaki afişleri gözüme takılan THK’nın “Orak Çekiç’e Oy ver” afişlerinin halka hiçbir şey ifade etmeyen olağanüstü anakronizminin, bu partilerin başarısızlığındaki önemli unsurlardan biri olduğunu belirtmekle yetineyim.
Yoksulluk ve Deprem Seçimlere Neden Yansımadı?
Solda, ekonominin kötü gitmesinin, yoksulluğun artmasının ya da deprem gibi büyük felaketlerin halkı değişim eğilimine sokacağı gibi bir ön kabul vardır ama bu yanlıştır. Bazı durumlarda böyle bir eğilim gelişse de, ekonomik kriz, yoksulluk ve felaketler, özellikle en yoksul kesimlerde, uçurumun kenarında yaşayanlarda endişenin artması ölçüsünde hâlihazır duruma daha fazla sarılma eğilimini de körükleyebilir.
Seçimlerde en yoksul ve depremin en ağır darbesini yemiş bölgelerin iktidar partilerine bağlı kalmalarında şaşacak bir şey yoktur. Uçurumun kenarında yaşayan insanların kendilerini her an uçuruma düşecek gibi hissetmeleri onlardaki tutucu eğilimleri daha da körükler genellikle. Ellerinde her şeye rağmen yaşama umudundan başka bir şey kalmamıştır. Değişim acaba onlara ne getirecektir, bu meçhuldür. Var olanlara sıkı sıkı tutunmak, bu umutsuzluk ortamında onlara daha çok hitap eder. Yoksulluğun dayanılmaz boyutlara ulaşması ise aniden ve can havliyle ileri atılmalarına yol açabilir ama Türkiye henüz bu noktaya gelmiş değil.
Son bir nokta ise şudur: Büyük şehirlerin yoksullarını hariç tutacak olursak, küçük Anadolu kasabalarında ekonomik yıkım henüz o kadar da hissedilmemektedir. Kiralar anormal bir yükseliş içinde değildir. Ekmeği katık ederek az bir parayla karınlarını doyurabilmektedirler. Henüz açlık sınırına gelinmemiştir. Durgun kasabalarda paranın kaybettiği değer büyük şehirlerdeki kadar hissedilmemektedir. Bu yüzden, küçük Anadolu kasabalarındaki yoksulların henüz mevcut düzene ve iktidara sırt çevirmemiş olmasını normal kabul etmek gerekir.
Gün Zileli
28 Mayıs 2023
Bu gidişatta gelişen koşullarda, ne eğitim ne sağlık ne kültür ne sanat, ne de kalkınma ve çağdaş toplum kalır. Karambol ve Kaos düzeninde de yaşayabiliriz mi demeliyiz? Kapitalizm acımasız çarkıyla faşizm ile kol kola devleşirken!
“DİP, Cumhurbaşkanlığı pusulasına çarpı atarak protesto oyu kullanma çağrısı yaptı. Pek çokları bu tutumu Erdoğan’ın işine yarayacak bir politika olarak gördü. Erdoğan gitsin diye oylar Kılıçdaroğlu’na verilmeliydi. Bu yorum yanlıştır. Çünkü sosyalistler CHP’nin de Kılıçdaroğlu’nun da seçmeni değildir. Sosyalistlerin bunlara oy vermemesi otomatik olarak Erdoğan’ın işine yaramaz. Çünkü bu tutum Kılıçdaroğlu’na olduğu kadar Erdoğan’a da oy vermeme çağrısıdır. DİP’e yapılan eleştirinin altında örtük olarak, sosyalistlerin Erdoğan’a oy veren seçmenlere seslenmeyeceği varsayımı yatmaktadır. Bu, sosyalizmi bir kimliğe indirgeyen ve bu kimliği de CHP’nin etrafında konumlandıran bir anlayıştır ve son derece yanlıştır.
Sosyalizm kimliği değil, sınıfı esas alır. İşçi sınıfına seslenir. İşçi sınıfına güvenir ve işçi sınıfından güç alır. Bu anlamda örneğin DİP, fabrikalarda emekçi mahallelerinde CHP’liler kadar ve hatta pek çok yerde daha fazla AKP’li MHP’li seçmen olan işçilere seslenmektedir. Bu açıdan bakıldığında Kılıçdaroğlu’na açık çek veren ve Millet İttifakı’nın programına güven oyu veren sosyalistler işçi sınıfına ulaşması gereken bağımsız sesi kısarak esas Erdoğan’a yarayan tutumu almışlardır.“
https://gercekgazetesi1.net/politika/apolitik-suskunluk-ve-acik-cek-politikasi-izleyen-sosyalistlerin-hezimeti
“Sosyalistler çoğunlukla faşizm gelmesin diye savundular Kemal için topladıkları oyları. Hani faşizm vardı zaten? Daha kaç defa gelecek bu faşizm? Sosyalist hareketin tarihinde faşizme karşı “halk cephesi”, “işçi cephesi” tartışması önemlidir. Bu tartışmanın içeriğine uzun uzadıya girmeye gerek yok. Biz işçi cephesinden yanayız. Ama şimdiki mesele bu da değil ki! “Faşizme karşı faşistlerle cephe!” Meral Akşener’i faşistten saymadılar Ümit Özdağ geldi… Yüzde 50+1’i toplamak için sustular yol verdiler. Nasıl olsa Kemal solcu diye düşündüler. İki tur arasında solcu Kemal’in içinden çıkan faşisti gördük değil mi? Avrupa’nın değme faşistlerinin cesaret edemeyeceği kadar ırkçı-faşist bilbordlarla donattı dört bir yanı.
Erdoğan bir gitsin de sosyalizmi o zaman savunuruz dedi pek çokları. Çok mantıklı geliyor insanlara biliyorum. Bir sağduyu var bu söylemin altında. Baskının daha az olduğu bir ortam, kitlelerin zihninin şovenizmle, mezhepçilikle, dogmalarla daha az yıkanması fena mı olur? Olmaz elbette de gerçek hayat öyle değil işte… İnsanlar zihinleri dogmalarla dolu olduğu ya da iktidarın ideolojik hegemonyasının etkisinde olduğu için mücadele etmiyor değiller tam tersine mücadele etmedikleri için bu gerici ideolojilerin etkisi altında kalıyorlar.”
https://gercekgazetesi1.net/politika/nefes-almak-icin
“Önemli olan, procenin ne sonuç elde ettiği. Berrak yazalım ki Porof Zihni Sinir de anlasın:
(1) CHP’nin %25 + İyi Parti’nin %10 + HDP’nin %10’unu toplayın. Zihni Bey kendisi birinci turda bu kadar oy aldı. Altılı Masa’nın ortaklarından ne geldi, Allah bilir. İkinci turda oyu biraz arttı. O da faşist Zafer Partisi’ne Kürtlerin yaşadığı bölgede seçilen belediye başkanlarının terörist sayılacağına söz verdiği için geldi. Haliyle oy yetmedi. Erdoğan yine seçildi.
(2) İyi Parti dışındaki partilerden kendisine ihmal edilebilir oranda oy geldi ama CHP’den onlara 40’a yakın milletvekili gitti. CHP bu proce sayesinde mecliste çok daha zayıf temsil ediliyor. Sinir hocamız İyi Parti’ye ödünç milletvekili vermişti. Şimdi ötekilere hediye paketinde milletvekili verdi.
(3) Bu muhteşem proce sayesinde mecliste din tüccarı ve faşist ve faşist kökenli partilerin milletvekili sayısı 400’ün üzerine çıktı. Böylece, bu partiler artık Anayasa’yı halka gitmeden de değiştirebilecekler!
(4) Zihni Sinir problemin kendisi olduğunu sezmiş olacak ki emekliye ayrılmayı da procenin parçası yapmış. Procenin en şaşmaz yönü şuydu: Millet İttifakı kazanırsa Ekrem İmamoğlu Cumhurbaşkanı yardımcısı oluyordu, kaybederse Ekrem İmamoğlu CHP Genel Başkanı oluyordu.
“Kazan-kazan” dedikleri bu olsa gerek!”
https://gercekgazetesi1.net/politika/zihni-sinir-projesi-kazandi
“Türkiye’de burjuvazinin her iki kesiminin de körüklediği yapay kutuplaştırma politikasının, AKP iktidarı ve devamındaki faşist rejim tarafından azdırılıp körüklendiğini biliyoruz. Bu bölünme esasen kültürel-ideolojik karakterlidir. Dibinde kır-kent, taşra-metropol, eğitimli-eğitimsiz ayrımlarının yer aldığı bu bölünmüşlük, AKP’nin dört bir yana kök salmış örgütlü ağları sayesinde ayakta tutulmaktadır. Tarikatlar, cemaatler, vakıflar, din esaslı kurs ve okullar, muhtaçlaştırma esasına dayanan sözde sosyal dayanışma ağları ile örülü bu alan, “gerçeklerin” yukarıdan sunulduğu teşhir ve propaganda ile kırılamaz. Burjuvazinin bir kesiminin ya da “orta sınıfların” din teşhiri, laiklik, modernlik propagandası burada sökmez. Dahası bu kesimlerin ağzından çıktığı ölçüde yolsuzluk, hayat pahalılığı propagandası da pek işe yaramaz. Sınıf kimliğini esas alan dişli bir örgütlenme çabasıyla bu alanlar tırnakla sökülüp kazanılmalıdır. Özellikle sanayi havzalarında bu çalışmanın yapılması hayati önemdedir. Böylesi bir çalışma emekçilerin milliyetçilik zehrinden arınması için de şarttır.”
https://marksist.net/marksist-tutum/secimin-ortaya-koydugu-temel-gercekler
Bu rejimin dinci söylemlerine aldanarak destek olan Müslüman görünümlü muhafazakar kitlelere birileri çıkıp da şunları söyleyemiyor;
“Erdoğan ve AKP rejimi, tıpkı 1400 yıldır peşinden gittiğiniz bütün liderler ve devletler gibi birer Firavun ve Nemrut’tan başka bir şey değildir.
Sadece bu Asya despotizmleri değil, “devlet” denilen illetin bizzat kendisi İslam’a aykırıdır.
Peygamber ve ilk halifeler zamanındaki toplumsal örgütlenme bir “devlet” değil, görece eşitlikçi bir kabile konfederasyonu idi.
Kıymetli “Diyanet İşleri”niz de dininize tamamen aykırıdır.
İslam’da böyle bir ruhban sınıfı, maaşlı devlet memuru statüsünde imamlar, müezzinler, vaizler, Kur’an’ı yorumlama tekeline sahip bir ilahiyatçılar zümresi yoktur.
Karşı olduğunuzu sandığınız CHP, Kemalizm ve Kılıçdaroğlu, gerçekte bu despotik Firavun’lar ve Nemrut’lar düzeninin bir devamı ve mirasçısıdır.
Onların AKP’nizden ve Erdoğan’ınızdan farkları teferruattadır.
İslam, “Allah’a teslimiyet” demektir. Siz ise Allah’ı bırakıp birtakım yaratılmış varlıklara teslim olmuşken kendinize Müslüman diyorsunuz.”
Eh o zaman işçi bölgelerinde işçilere çarpı konmuş oy attırsaydınız da AKP ve Tayyip’e giden oyları azaltsaydınız bari. Bunu bile yapamadınız. Yaptığınız sadece, muhalefete oy verecekleri caydırarak akp diktatörlüğünün değirmenine su taşımak.
işçi cephesi stalinist bir politikadır ve 1930’ların başında sosyal demokrasiyi hedef
alarak faşizmin iktidara gelmesine hizmet etmiştir. Kılıçdaroğlu elebeette eleştirilmeli ama göçmen düşmanı politikaya yol verdiği için hemen faşist diye nitelemek insafsızlıktır.
hadi hadi, otokrasinin kazanmış olmasına epeyce sevinmişsiniz, sevincinizi gizleyemiyorsunuz bile.
tırnaklarınla yap o zaman, seni tutan mı var!
maşallah, siz de müslümanlık yolunu tutmuşsunuz. Bakın ileride D. Perinçek sizi bekliyor.
https://gercekgazetesi1.net/politika/milyonlarca-oy-da-alsa-ve-meclise-milletvekilleri-de-soksa-duzen-siyasetinden-kopmayan
Arkadaşınız Demir Küçükaydın da benzer düşünüyorken neden aklınıza hemen Perinçek geldi?
Perinçek’e Küçükaydın’dan daha yakın olduğunuz için mi acaba?
Öte yandan, bir insanın devlet ve kapitalizm karşıtı, hatta anarşist olabilmesi için ateist ve materyalist olmak zorunda olması gerektiğini de ilk kez sizden duyuyorum.
Bir aralar bu sitede de savunduğunuz “Anti-Kapitalist Müslüman” arkadaşlarınızla kavga mı ettiniz yoksa?
Öte yandan bu gerçekler diğer dinler için de geçerlidir. Hıristiyanlık da İsa’nın dini değildir mesela. Çünkü bu dinde önemli olan İsa değil, Kilise’dir.
“Proleterya diktatörlüğü” denilen rejimlerin, gerçekte proleteryanın diktatörlüğü olmaması gibi mesela. Daha güncel ve “modern” bir örneği tercih ederseniz.
“Gezi direnişinden bu yana yapılan kuşak güzellemeleri tamamen palavradır. O zamanki Y kuşağı gibi, Milenyum sonrasında doğmalarıyla tanımlanan Z kuşağının da genelleştirilebilecek ya da ortaklaştırılabilecek olumlu anlamda kayda değer bir yanı olmadığını söyleyebiliriz. Yukarıda belirttiğimiz siyasal ve iktisadi sorunlar neredeyse tamamının ortak derdi olsa da, bunların çözümü hakkında, yani siyasal yönelim ve davranışları hakkında ortak bir unsurdan bahsetmek mümkün değildir. Teknolojiyle ilgili olmaları ve ellerindeki araçlarla tüm dünyadan anında haberdar olmaları, kimi aklıevvellerin vurguladıklarının aksine, onları çok bilgili ve ilgili değil, kafası çöp değerindeki bilgilerle şişip karmakarışık hale gelmiş, okumuş cahiller haline getirmektedir. Dahası, içinde yaşadıkları ülkenin ve dönemin özelliklerini yansıtırcasına, fikirlerinde ne bir iç tutarlılık ne de demokratik değerlerle ilişkilenme söz konusudur. Post-truth denilen dönemin kara propaganda ve manipülasyon yöntemlerine tümüyle açık durumdadırlar. Sorgulamak, ispatlamak, edindikleri bilgiyi teyit etmek, sağlamasını yapmak gibi refleks ve alışkanlıklar yok denecek kadar zayıftır. Bu onların suçu değil, egemenlerin bilinçli olarak mahvettikleri eğitim sisteminin büyük başarısıdır aslında!”
https://marksist.net/oktay-baran/genclik-icin-tek-cikis-yolu-devrimci-mucadeledir
Şu yazı arada kaynadı galiba, tekrar yolluyorum:
https://yarinlar.com.tr/isci-sinifinin-siyasi-tavri/
Anti-kapitalist müslümanları severim. Bu, müslümanlığı sevdiğim anlamına gelmez. Ateist olma zorunluluğu diye bir şey yok. SB tarihini incelediğim kitabımda, Gulaklarda inananlara yapılan baskıları da ele almıştım. Kısacası öyle bir bağnazlığım yok. Ancak bugün dine ilişkin referanslar vermek doğrudan iktidarla gizli uzlaşmaların yolunu açtığı için buna değindim. Demir Küçükaydın’la aramızda elbette ayrılıklar vardır ama onu yoldaşım olarak görürüm. Çok eski arkadaşımdır. Doğu Perinçek’e ne kadar uzak olduğumu anlatma zahmetine girmediğim için kusuruma bakmayın…
Gün abi,
Konu anarşizm-din ilişkisinden açılmışken, Taoizm’le ilgili de bir şey sormak isterim. Taoistlerin ütopyası da devlet aygıtının minimize edildiği bir toplum tahayyülüne dayalıdır. Ursula K. Le Guin gibi meşhur bir anarşist Taoizm’e derin bir sempati duymuş, hatta bizzat kendi politik görüşleri doğrultusunda yeni bir Tao Te Ching çeviri/yorum kitabı yazmıştır. Bu konuda sizin (ve sitenin okurlarının) görüşlerini merak ediyorum.
Ek olarak: Heraklitos ile aynı yüzyılda yaşadığı iddia edilen Lao Tzu, meşhur eserinde şaşırtıcı bir şekilde Heraklitos’un diyalektiğine benzer fikirler (zıtlarının birlikteliği, doğada ve toplumdaki döngüsel hareketler, özne-nesne ilişkisi vb) de ortaya koymuştur. Bu yüzden, Marksist gelenekten gelip de özgürlükçü olan kesimler de Tao Te Ching’de kendilerine yakın düşünceleri kolayca bulabilir.
benim bu konudaki bilgim sıfıra yakın. Belki başka arkadaşlar yazabilir.
Sayın Sans
Taoizm hakkında hayli bilgim var sayılır ama bu konuda bir yazı yazmak sanırım yıllarımı alır ve zaten yazmasını bilen bir kimse bile değilim. Üstelik benim asıl gönlümü kazanan Chuang-tzu oldu.
Yazdıklarınız bende Ursula K. Le Guin ve Heraklitos ile ilgili bazı hatıralar canlandırdı.
Le Guin’in Tao Te Ching (Lao Tzu) için söyledikleri.
– Hükümdarlar için bir el kitabı olarak Tao Te Ching’in akademik çevirileri, Tao’nun eşsizliğini vurgulayan bir kelime dağarcığı kullanır. Taocu “bilge”, onun erkekliği, otoritesi. Bu dil çoğu popüler versiyonda devam ettirilir ve aşağılanır. Ben bir Yolun Kitabı, ezoterik sırlar peşinde koşmayan günümüzün akılsız, güçsüz ve belki de erkek olmayan okuyucusu için erişilebilirdir. Ruha seslenen bir sesi dinlemek. O okuyucunun, insanların bu kitabı neden yirmi beş yıldır sevdiğini görmesini isterim.
Not: Reagan bile Taoist oldu.
Not: Hem ben her türlü “-izmcilik ve –istçiliği” politikacılık sayıyorum, bir çeşit meslek bence. Elden kaçırılanın hasreti mi, yoksa ele geçiriliceğin ümidi mi? Her halükarda devletli medeniyetlerin hepsinde bir KURTARICI arama saplantısı var.
-Zaten “Taoizm” kelimesi Batı’da kütüphanecilerin işlerini kolaylaştırmak için yaptıkları sınıflandırma ile doğdu.
– Le Guin “ilk şiir kitabın tümü” der. Aynı fikirdeyim.
– Diğer Reagan-vari biri de Heraklitos. Eğer devletli Medeniyetleri diğer tüm insanlardan ki bunlar insan tarihinin %99,5’i” ayırt edecek bir kıstas ararsak, en güzel kıstas şu: %99,5 için BİZ, geri kalan (son 10 bin yıl) %0,5 için TEK. Heraklitos TEK savundu.
Not: TEK genel olarak Saray sakini ama futbolcu, şarkıcı, bilim adam veya kadını, yazar, filozof falan filan da olabilir. Günümüz toplumuna boşuna seyirci toplumu denmedi.
Devletli medeniyetlerde sayılacak kadar az düşünürler arasında tapacak kadar beğendiğim Chuang Tzu ve William Blake aşağıda bir arada.
Günümüzün en iyi Sinologlarından biri olan A. C. Graham tarafından yazılmış bir kitaptan alıntı:
“Arthur Waley’in, ‘dünyanın en nükteli ve aynı zamanda en derin kitaplarından biri’ olarak tanımladığı en uzun Taoizm klasiği kitabın özünü yazan Chuang-Tzu hakkında çok az bilgimiz var. Taoizm felsefesi, Çin medeniyetinin içten doğan, sezgisel, kişisel, alışılmamış düşünceleri dile getirir. Rakibi Konfüçyüs’çülüğün karşıtıdır. Konfüçyüs’çülük ise Çin medeniyetinin ahlaki, resmi, saygın tarafını temsil eder.
Sorun Chuang-tzu’nun olağanüstü bir düşünür ve yazar olması değildir; Chuang-tzu, William Blake gibi kesinlikle korkusuz bir göze sahip biridir. Geleneksel düşünce biçimlerine karşı isyan etmekten ziyade, onlardan bağımsızlığını doğuştan getirdiği hissi vererek insanın tüylerini diken diken eder. NESNELER, ALIŞKIN OLDUĞUMUZ GÖRECELİ DEĞERLENDİRMELERE TABİ DEĞİLDİR: HAYVANLAR DA, AĞAÇLAR DA İNSANLAR KADAR ÖNEMLİDİR; DİLENCİLER, SAKATLAR VE UCUBELERE ACIMAKTANSA PRENSLER VE BİLGELER KADAR İLGİ VE SAYGI GÖSTERİR, ölüme de yaşama da aynı soğukkanlılıkla bakar. Her ikisi de kendi yerlerine ve zamanlarına sıkı sıkıya bağlı olsalar da, Blake gibi başka bir İngiliz ya da Chuang-tzu gibi başka bir Çinli asla olmamıştır.”
Diğer bir iltifat daha.
“Konfüçyüs’çüler genel olarak Chuang Tzu’yu eleştirmişlerdir. Hsün Tzu (fl. M.Ö. 298-238) onun ‘Doğa lehine önyargılı olduğunu ve insanı tanımadığını’ söylemiştir. Ünlü tarihçi ve Chuang Tzu’nun ilk biyografi yazarı olan Ssu-ma Ch’ien (M.Ö. 145-86?), onun çalışmalarını ‘gerçeklere dayanmayan boş konuşma … öncelikle kendini memnun etmeyi amaçlayan ve İNSANLARIN YÖNETİCİLERİ için yararsız’ olarak nitelendirdi. Ve önde gelen Neo-Konfüçyüsçü Chu Hsi (1130-1200), ‘LAO TZU HALA BİR ŞEYLER YAPMAK İSTİYORDU AMA CHUANG TZU HİÇBIR ŞEY YAPMAK İSTEMİYORDU. Hatta ne yapacağını bildiğini ama sadece yapmak istemediğini söyledi.”
Sayın Sans-culotte (09 Haziran 2023)
İlk önce bazı düzeltmeler:
1. “Sayın Sans”, “Sayın Sans-culotte” olmalı.
2. Le Guin’in kitabına girişinde yazdıkları tam olmamış, düzelttim.
” Hükümdarlar için bir el kitabı olarak ‘Tao Te Ching’in’ akademik çevirilerinde, Tao’nun eşsizliğini vurgulayan bir kelime dağarcığı kullanır. Örneğin Taocu “bilge”, erkekliği, otoritesi. Bu dil çoğu popüler versiyonda devam ettirilir ve böylece yozlaştırılır. Ben ise ‘Tao Te Ching’ yazımda ezoterik sırlar peşinde koşmayan, günümüzün akılsız, güçsüz ve belki de erkek olmayan okuyucusuna erişmek istedim. Amacım kitabın insan ruhuna hitap etmesiydi. Böylece okuyucunun, insanların neden 25 yüzyıldır bu kitabı sevdiğini görmesini arzu ettim.”
Bir de ek olarak, Karl Marks’ı etkileyen ibn Khaldun’dan bir alıntı.
“Savagery has become their character and nature. They enjoy it, because it means freedom from authority and no subservience to leadership. Such a natural disposition is the negation and antithesis of CIVILIZATION.
Ibn Khaldun (1332 – 1406) on nomads
Çeviriyi belki gerekir diye ekledim:
“Vahşilik karakter ve doğaları olmuş. Bu, onlara zevk verir ve aynı zamanda onlar için otoriteden uzak durma, liderliğe boyun eğmeden zevkli yaşamak demektir. Onlara özgü olan bu doğal yaradılışlık MEDENİYETİN reddi ve antitezidir.
Göçebeler Üzerine, İbn Khaldun (1332 – 1406)
İbn Khaldun bedevilere gönderme yapmakta. Muhammed “Bedeviler inanır gibi görünüyorlar ama inanmıyorlar” diye müritlerini uyardı. Ne var ki, Emevi ve Abbasi saray şairleri özgürlük lafıyla daima Bedevileri çağrıştırdılar.
Bu konuyu deşelemek isterseniz, Toshihiko Izutsu’nun “Sufism and Taoism: A Comparative Study of Key Philosphical Concepts” (1985) kitabına da bir bakınız.
Sayın sans-culotte,
Sanırım Taoizm hakkında bilgi edinmeyi belki devrimciliğe bir yararı olur diye merak etmiştiniz. “Benzerleri” bir araya getirip bir kelime ile temsil etmek kaçınılmaz olduğu kadar, Lao Tzu’nun ima ettiği gibi, kelimeler ayaklarımıza zincir de olabilir. Bu nedenden Le Guin, “ilk şiir tüm kitabı içerir” dedi. Bence “-izm”ler ve “-ist”ler benzeri zincirlerdir.
Tarihsel rivayetlere göre, sınırları genişleyen Çin daha henüz kendileri gibi Medeni olmamış insanlara rastlayınca ilhamını o insanlardan alır ve Taoizm doğar. Yazdıklarımda daha çok “-ist” ve “-izm” tuzaklarına düşmeyenleri odak almıştı. Ama düşen Taoistler bile, bir bakıma, şimdiki “-ist” ve “-izm”cilerin tersine, öz eleştiri yapabilirlerdi. Çekiciliğinin kaynağı bu olabilir.
Lao Tzu’nun Tao Te Ching öğretisinde temel olan “başkalarına öğüt verme!” Ama bu bir öğüt! Bunu gören Taoist müritler düzeltiler: Lao Tzu Çin’i terk etmek ister. Sınırdaki görevli, “eğer Tao Te Ching öğretisini yazmazsan sınırı geçmene izin vermem” der.
Bir köylü Taoist akıl hocasına, daha doğrusu uzmanTaoist müride/rahibe gider ve yardım ister, “hocam herkes Taoizm’den bahsediyor, ben hiç bir şey anlamıyorum, bana anlatır mısın?” der.
Uzman mürit anlatmaya başlar ama daha bir dakika geçmeden köylü horlamaya başlar. Uzman mürit derslerine iyi çalışmış bir rahip. Taoizm’e göre başladığın işi iyi yapacak ve bırakacaksın. Uzun uzun anlattıktan sonra uyuyan köylüye döner ve “işte en mükemmel Taoist, beni dinleyeceğine kendini dinledi!” der.
Daha önce yazdığım nedense sansürü geçmedi, bu fırsattan yararlanıp bir tane daha ekledim.
Kuantum fiziğin en büyük babalarından biri olan W. Heisenberg, “The Physicist’s Conception of Nature “adlı kitabının ilk bölümünde bir Taoist hikayeyi beğenerek anlatır:
“Tzu-Gung (Benden Not: günümüz Çin’i idare edenlerin çoktan benimsediği konfüçyüsçü) Han nehrinin kuzeyindeki bölgelerde seyahat ederken, sebze bahçesinde çalışan yaşlı bir adama rastlar. Bir sulama hendeği kazmıştı. Adam kuyuya iniyor, kabı su dolduruyor kazdığı bir hendeğe döküyordu. Çok çaba harcasa da elde ettiği çok yetersizdi.
‘Tzu-Gung, “Bir günde yüz hendeği sulayabileceğiniz ve az çabayla çok şey yapabileceğiniz bir yol var. Bunu duymak istemez misiniz?” Bunun üzerine bahçıvan ayağa kalktı, ona baktı ve “Peki bu ne olabilir?” diye sordu.
‘Tzu-Gung cevap verdi, “Arkası ağır, önü hafif tahta bir kaldıraç alırsın. Bu şekilde suyu o kadar hızlı yukarı çekebilirsin ki su fışkırır. Buna çekme kuyusu denir.”
“O zaman yaşlı adamın yüzünde bir öfke belirdi ve şöyle dedi: “Makine kullanan kişi tüm işlerini bir makine gibi yapar. İşini bir makine gibi yapanın kalbi makineleşir ve kalbi makineleşen sadeliğini kaybeder. Sadeliğini yitiren kişi ruhunun çabalarından emin olamaz. Ruh çabalarındaki belirsizlik de dürüst duygulara uymaz. Bu tür şeyleri bilmediğimden değil; onları kullanmaktan utanıyorum.” ‘
Bu hikayenin asıl önemi, yirminci yüzyıldan önce gelen bilim adam-kadınlarında mekanik (daha doğrusu bilim-teknik) yöntemlere karşı böyle bir şüphenin yer almasının imkânsızlığı.
Bence günümüz solcu devrimci çoğunluğun inancı şu: “Şimdi dünya en iyi günleri yaşıyor ama daha da iyi olabilir!” Ne var ki, en iyi günlere Kapital ve Kapital’in en sadık hizmetkârları bilim- teknik adam-kadınları sayesinde varıldı.