Yazıya, bu deyimi, Ayça Söylemez ve Süleyman Arıoğlu arkadaşlarımdan ödünç aldığımı belirterek başlayayım.
Kapitalist sistemler faşizmi her zaman içerir (eski dille mündemiçtir). Yani faşizm, kapitalist sistemlere yabancı, dışsal bir şey değildir. Sistem burjuva liberal kurallara göre işliyor da olsa, faşizm sopasını yine sistemin teşvikiyle arada bir gösterir. Bunalım dönemlerinde bununla da kalınmaz, faşizm yedek bir destekleyici güç olarak devreye sokulur. Örneğin, Türkiye’de 1960-80 döneminde paramiliter faşist güçler, devletin desteği ve himayesinde sistemi savunmak ve payandalamak üzere devreye sokulmuşlardır. Özellikle Latin Amerika ülkelerinde de buna benzer çok sayıda örnek vardır.
Faşizmin açıktan bir diktatörlük olarak kendini ortaya soktuğu dönemler, daha çok devrim dalgasının geri çekildiği aşamalara denk gelir. Devrim yenilmiş ve geri çekilmektedir, öte yandan kapitalizmin bunalımı had safhaya çıkmıştır. İşte böyle bir aşamada faşizm, bir yandan kapitalizmin burjuva liberal sistem içinde çözümleyemediği sorunları çözmeye aday olur, bir yandan da yenilmiş devrimin kimi temalarını ve sloganlarını demogojik bir şekilde kendi diktatörlüğünü meşrulaştırmakta kullanır. Örneğin Mussolini eski bir sosyalistti ve iktidara yürürken sosyalizmin eşitlikçi sloganlarını kullandı; keza Hitler, komünist hareketin yoksullara ve işsizlere yönelik vaatlerini benimsemiş gibi görünerek yoksul kesimlerden epeyce taraftar topladı.
1960’lardan sonra yaygınlaşan askeri darbeler ve askeri rejimler, faşizm teorilerinde bir kargaşalığa yol açtı. Askeri rejimlerle faşist rejimler birbirine karıştırıldı ya da her baskıcı askeri rejimin faşizm olduğu düşünüldü. Kimi askeri rejimler faşizme fazlasıyla benzese ya da gerçekten faşist rejimler olsa da, kanımca baskıcı askeri rejimlerin çoğu faşizm ya da faşist diktatörlük olarak adlandırılamaz. Bu rejimlerin çoğu, burjuva liberal sistemi zor yoluyla restore etmeye çalışan restorasyon rejimleridir. Nitekim burjuvazinin kolektif örgütü devleti ve onun parlamenter düzenini restore ettikten sonra asli görevlerine geri dönerler. Evet, bugünkü deyişle vesayet görevlerini sürdürürler ama bu da faşizm demek değildir.
Faşizm konusundaki kafa karışıklığı, faşizm denirken, çağımızdaki en belirgin faşizm örnekleri olan İtalyan ve Alman faşizmlerinin değişmez modeller olarak görülmesinden kaynaklanıyor. Evet ama her canlı gibi faşizmin de evrileceğini ve aynı kökenden gelen böcek türleri nasıl farklılaşıyorsa günümüzdeki faşizm örneklerinin de tıpatıp orijinal örneklere benzemeyebileceğini düşünmek gerekmez mi? Bu hata, bir yandan, İtalyan ya da Alman faşizmlerindeki baskıcı ve diktatörce yöntemlere benzerlikleri dolayısıyla, her türlü askeri ya da diktatörlük rejimini faşizm olarak görmeye yol açmaktadır. İlginçtir ki, aynı hatalı bakış, bugün gerçekten faşist olan rejimleri, İtalyan veya Alman faşizm örneklerine tıpatıp benzemedikleri için faşizm olarak görmeme gibi bir sonucu da getirmektedir. Varılan sonuçlar birbirinin tamamen zıddıdır ama hatanın kaynağı aynıdır.
Günümüz faşizmi, çağın ve günün gereklerine uygun olarak, klasik faşizm örneklerinden oldukça farklı bir yönelim sergileyebilmekte ve hatta birçok bakımdan klasik faşizmlere benzememektedir. Günümüz faşizmlerinin en önemli özelliği, kapitalist sistem içinde parçalı bir yapı oluşturmaları ve burjuva demokrasisinin unsurlarını ortadan kaldırmak yerine bu unsurları kendilerine uydurmalarıdır. İşte bu yüzden bu tür rejimlere post-faşizm diyoruz. Post-modern dönemde faşizm de post-faşizm halini almıştır.
Nedir post-faşizmin özellikleri? Günümüz post-faşizmi, burjuvazinin genel konsensüs organı olan parlamentoyu ve çok parti sistemini ortadan kaldırmak yerine, oy çoğunluğu ile ele geçirdiği parlamentoyu fiilen kilitlemekte, muhalefeti etkisizleştirip bir süs haline getirmekte ve hatta parlamentonun varlığını kendi faşist diktatörlüğünü meşrulaştırmak için kullanmaktadır. Askeri rejimlerde olduğu gibi parlamentoyu ortadan kaldırmanın ya da Nazi rejiminde olduğu gibi parlamentoyu monolitikleştirip açık bir tek parti diktatörlüğü kurmanın hiçbir anlamı yoktur. Bu, gereksiz bir muhalefet cephesi yaratmak anlamına geleceği gibi, burjuvazinin sınıf konsensüsünün hâlâ sürmekte olduğu yanılsamasına da son verir. Böylece, iktidardaki faşist klik, parçalı bir rejim yaratmaktadır. Bu rejime bir yanından bakarsanız onun parlamenter bir demokrasi olduğunu bile düşünebilirsiniz. Seçim de dahil bütün parlamenter kurallar geçerli gibidir ama aslında, parlamentodaki çoğunluk aracılığıyla gerçekleşmiş parlamenter görünümlü bir tek parti diktatörlüğüdür bu.
Rejimin parçalı hali esas hukuk sisteminde son derece belirgindir. Burjuvazi, kendi hakimiyeti için gerekli gördüğü devleti kanunlarla sınırlar ki, aynı devlet günün birinde kendi hayatı, hatta mülkiyeti için bir tehdit haline gelmesin. İktidardaki faşist klik, bu bakımdan burjuvaziyi tedirgin etmek istemez, burjuvazinin, kendisinin de bir diktatörlük altında yaşadığı hissine kapılmasına izin vermez. Bu yüzden parçalı ve ikili bir hukuk sistemi yaratır. “Normal vatandaş” için ayrı bir hukuk, “terörist” adını koyduğu tehlikeli sınıflar ve muhalifler için ayrı bir hukuk. Bu hukuk bugün ABD’de bile yürürlüktedir. Normal Amerikan vatandaşı, polisin günün birinde evini basıp kendisine işkence yapabileceğinden endişe etmemelidir ama eğer üzerinde “terörist” kuşkusu varsa kendini Guantanamo’da bulabilir ve orada her türlü işkenceye uğraması kaçınılmazdır.
Bu konuda, aşağıdaki satırlar, Türkiye’nin de benzeri bir hukuk sistemi içine sokulduğunu göstermektedir:
“Dünyadaki genel siyasal eğilime paralel ancak benzer örnekleri aşacak nitelikte, ‘terör’, siyasal bir kavram olmaktan çıkarılarak hukukun temeline yerleştirilmiştir. ‘Terör’ üzerine temellenen bu hukuki yapıda, yargısal faaliyet giderek kolluk faaliyeti ile iç içe geçmekte; böylece soruşturmaya tamamen kolluk egemen olmaktadır. Böyle bir hukuksal ve siyasal düzende kimin ‘terörist’ olduğunu elbette kolluk belirleyecektir. Krimanilize etme konusunda polisi temel uygulayıcı haline getiren bu sistemin en iyi örnekleri kuşkusuz KCK ve Ergenekon soruşturması sırasında gözlemlenmiştir. Özel yetkili mahkemelerin dava pratiğinde de, kimin veya hangi oluşumun ‘terör’ örgütü olduğuna dair kolluktan alınan resmî görüş temel dayanak alınarak ona göre karar verildiği bilinmektedir. Örneğin İçişleri Bakanlığı, Türk İntikam Tugayı örgütünü terör örgütü olarak değerlendirmediği için özel yetkili mahkemeler bu örgütün işlediği suçları olağan mahkemelere gönderirken, Halkevleri üyelerinin terör örgütü olduğu yönündeki polis görüşü doğrultusunda Halkevleri üyeleri özel yetkili mahkemede yargılanmaktadır.” (Oya Aydın, Hukuk Devleti Nerede Biter, Polis Devleti Nerede Başlar?, Birikim, Ocak 2012, sayı: 273, s. 27)
“…gözaltına alma kararını daima polis verir, yargıç dava açıldıktan sonra haberdar olur ve soruşturma aşamasında polisin yürüttüğü çalışmadan önüne konan bilgilere göre karar verir; zira kişileri itham etmek zaten yargısal bir iştir.” (agy, s. 29)
Artık yargıyı yöneten polistir ama bu da “hukuk”a göre yapılmaktadır. Polis yargıya öylesine hakim olmuştur ki, artık işkence yapmaya bile gerek kalmamıştır. Eskiden, örneğin 12 Eylül döneminde polis sanıktan aleyhinde ifade almak için basardı işkenceyi. Çünkü bu ifadeyi alamazsa sanığın sıkıyönetim mahkemelerinde bile beraat etme şansı yüksekti. Oysa şimdi itiraf ifadelerine gerek yok. Daha doğrusu, sanığın şu ya da bu yöndeki ifadesinin bir önemi kalmamış bulunuyor. Yargı, cezayı sanığın ya da sanıkların ifadesine dayanarak değil, polisin raporlarına dayanarak veriyor. İşte örneği:
“Yargıçlar sizi dinlemediği, sonuca etki etmeyeceği için hamaset serbesttir yani bu mahkemelerde. Olağan bir ağır ceza mahkemesinde bu kadar yüksek perdeden konuşsanız yargıç sizi salondan çıkartır büyük bir ihtimalle. Siyasi ceza davalarında hamasete izin verilmiştir. Saatlerce konuşabilirsiniz. Sonucu etkilemeyeceği … için…” (Çağdaş Hukukçular Derneği Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı ile Söyleşi, “Olağanüstü Yargı Rejimi ve Polis – ‘Elastik ve Yapışkan Bir Ağ’”, Tanıl Bora, Birikim, Ocak 2012, sayı: 273, s. 39)
Aynı şey ideolojik alanda da söz konusudur. Burada da parçalı bir yapı oluşturulmuştur. Bir tarafından baktığınız zaman farklı seslerin kendini ifade etmesine, iktidardakileri eleştirmesine izin var gibi görünür. Ama esasen ekonomik güç yoluyla öyle bir sistem kurulmuştur ki, konuşanlar istedikleri kadar konuşsunlar, istedikleri kadar yazsınlar aslında seslerini duyuramazlar. Hatta belki de söz özgürlüğü, yukardaki mahkemeler örneğinde olduğu gibi, sonuca hiçbir etkisi olmayacağı için vardır. Ama bu da aldatıcıdır. Çünkü sözün ya da yazının etkili olma ihtimalinin belirdiği noktada derhal ekonomik mekanizmalar devreye girer ve istenmeyen yazar, istenmeyen muhabir, istenmeyen program yapımcısı anında kapının önüne konur.
Bir önceki yazımda (“Faşizm Konusu”) faşizmin üç temel şartını belirtmiştim. 1. Özel bir ideolojinin hakim kılınması; 2. Özel bir hukuk yaratılması; 3. Burjuvazinin genel konsensüsüne son verilmesi, yani aslında parlamentonun fiilen bir tek parti diktatörlüğünün meşruiyet aracına dönüştürülmesi.
Post-faşizmde bu üç koşul da, kendine özgü bir şekilde ve sistemin parçalı bir yapıya oturtulmasıyla gerçekleşmektedir.
Gün Zileli
18 Temmuz 2012
Komünist sistemler içermez mi faşizmi? Ya da yönetimler, örgütler? Kuzey Kore, Çin içermez mi örneğin? Kapitalist sistemle neredeyse aynı siyasal-ekonomik gücü kullanmanın biçimi değil midir Faşizm? Demokrasi ile eşit değil midir bu ölçüler içinde? Yani konjonktür gerektirdiği zaman demokrasi, konjonktür gerektirdiği zaman faşizmi kullanmaz mı bugün göz önündeki sistemler? Gevezeliğimi bağışlayın, soru sormayı seviyorum:))
Gün’ün yazısı, Otisabi sorusunu sordurmaya yönelik bir kışkırtma taşıyor. Bana göre, Faşizm çok ağır ve acımasız bir hakim sınıf diktatörlüğü. Gitmemek üzere planlanıyor. içinde, korporatizm, populizm ve genelde ırk ve milliyete dayanan fanatik bir ırkçılık var. Bana göre çoğu askeri darbe faşist değil faşizan. Şu surada AKP’nin bir kanadı ve Tayyip Erdoğan’ın düşlediği bir ebedi iktidar özlemi var.Bu ideolojinin giderek daha az özgürlükçü ve faşizan olacağı da açık.
Kuzey Kore ve Çin gibi rejimlerin faşist olarak adlandırılması bana kafa karıştırıcı geliyor. Bu konuda “Revolutionary Elites” diye iyi bir kitap olduğunu anımsıyorum. Bu rejimler (K.Kore, ÇHK) , kitleler içinde “whip”leri bulunan ve yukarıya çıktıkça iyice elitleşen tek parti diktatörlükleri. Onlara Küba’yı da dahil edebiliriz. Küçük ve sevimli gelse de!
Kapitalist sistem bir ilişki biçimi ve ilişkiler ağıdır. Yönetim sistemi ise dağıtım ve dönüşüm karar sistemlerinin ne kadar katılımcı veya despotik olduğu ile ilgilidir. Zıttına ve “öteki”ne hayat hakkı tanıma ve tanımama durumu net bir ayırımdır.
Ve evet, dünyanın bir yerlerinde koca çınarların gölgesinde oturan ve mali gücü elinde tutan bir takım adamlar çağın ruhuna komuta etmek için çok çalışıyorlar. Kitleler kitle olmaktan çıkar da birey/atom seviyesinde bir bilinç ve karar verme yetisi ve kararlılığı gelişirse bugünkü iletişim araçlarıyla çok hızlı örgütlenip tepki koyulabilir ve direnilebilir. her kurum duraganlığa ve gericiliğe gidiyor. İçinde hala Marksizm ve Leninizm’e bir sempati kıvılcımı taşıyan bir moruk olarak bunun çaresini nasıl bulacağımızı bilemiyorum. Anarşistleri genelde boş yere zıplayan şamatacılar ve miting bebeleri gibi görüyorum.
Sevgi ve dostlukla!
Sanıkları sonuna kadar konuşturmak sadece sonuca etkili olmayacağı için değil tüm bu hukuksuz yargılamaları eleştiren dış dünyaya karşı “savunma hakkını kısıtlamıyoruz sanıklar ne isterlerse söylüyorlar özgürce savunmalarını yapıyorlar” yalanını/savunmasını söyleyebilmek için. Avukatların ve sanıkların hiçbir talep ve savunmalarını kaale almadan sadece şeklen yargılama unsurlarını tamamlamak için yapılmış göstermelik hareketler.
Eset’e destek ilaninin animsattiklari:
1968 çekoslovakya isgali: Destek ve utanç
1979 Afganistan isgali : Destek ve utanç
1989 Bulgaristan’da Türklere zulüm: Destek ve utanç
1995 Bosna katliami: Destek ve utanç
28 Subat: Destek ve utanç
Ergenekoncu fasit generaller: Destek ve utanç
Saddam: Destek ve utanç
Eset: Destek ve utanç
Kim-il-Sung: Destek ve utanç
Dünyadaki! tüm diktatörler, tüm pislikler, kan, siddet ve terör: Destek ve utanç
Son 40 yilda , Türk solu Türkiye’nin en cani, en insanlik düsmani, en asagilik ideolojisi oldugunu kanitlamistir. Fasizm filan Türk solunun zihniyeti yaninda çok yumusaktir. 80 sene öncesine gidip Stalin’i kitaplardan incelemeye ne gerek var Gün Zileli, sen önce kendine ve mensup oldugun çevrelere bak.
ğün zilelinin bu yazısına ve tespitlerine şapka çıkarıyorum ve tamamen katılıyorum., tabi ki birde post faşizme karşı neşriyatın, söylemlerin .,mücadelenin neler olabileceği yazısını bekleyerek. benlisoy* un yazısına itirazım tam bu yönde idi., çağımızda klasik faşizm tanımlamalarının bir anlamı kalmadığı., aksine oluşturulmak istenen kısıtlı mücadeleyi enğelleyici .,hatta konsolide edici yönleri olduğu ğörüşündeyim. özel buhranlı ğünler, kapitalizm ilişkisi içinde artı değer., yöneten ve yönetilenlerin krizi ğibi kavramlar.,,abartılarak., sanki ğodoyu bekler ğibi faşizmin yel değirmenleri bekleniyor., artık ğünümüzde faşizm., kendiniyinelemiştir., az bile olsa muhalefetten dolayı .lümpen proleterya desteği yoktur. yerine parlementerist sistemin uyğulamaları daha çok kullanılmaktadır., özel kanunlarla** terorist** başlığı altında uyğulamalar.,yürürlüğe konulmuştur.bankaların., burjuvazinin karları ortadadır., esas olan onlarca düzenin devamını sağlamak. demokrasi düşmanları edebiyatıyla muhalifleri bertaraf ederrek ., diktatoryalarını pekiştirmektir. bütün çaba .,muhalefet ve mücadele buna karşı olmalıdır. selamlar.
post-faşizm iktidarı zilelinin tarifi gibi halkını ezen diktatörlük olduğuna göre her seferinde halkın onları iktidar yapmasından yola çıkarsak halkımızında faşizan eğilimleri olduğunumu söylemeliyiz?bu seviyedeki kötülüklerin nedeni ve anası faşist iktidara alternatif yaratamayan toplumsal muhalefete dair asıl sorun olduğu neden hiç aklımıza gelmez?aklımıza geldiği zamanda asıl toplumsal muhalefet dinamiklerini egemen sistemin diliyle itibarsızlaştırıp post-faşizme hizmet etmek dahamı kolayımıza gelir bilinmez.hiçmi umut yok eskisi yenisi postu derisi bütün iktidar ve faşizmlerinde bir sonu olabileceği mümkünmüdür yoksa bunca çabamız boşunamıdır?bu seviyede umutsuzluk yazısı çıkarabilmek pahasına iktidarı eleştiriyorum sanıp aslında özgürlükçü toplumsal muhalefete kötülük yapacağımıza asıl sorunlu olanın iktidar faşizmi olmadığını onun işini yaptığını bizim ne yapıp yapmadığımızı asıl sorunun bize dair olduğuna odaklansak daha hayırlı bir iş yapmış olabiliriz.bu seviyede umutsuz yazılar yazanların aklına bu kötülükten kurtulmak için eski efendileri çağırmak gelebilirki yazıların amacı bumu diye endişelenmedim değil.bütün iktidarlar katil faşist ve özgürlük düşmanı olup işlerini yaptığını öğrenebilirsek belki sorunsuz iktidarın sahibi halka iktidarı vercek kural ve kurumların ne olabileceğine odaklanıp ceberrut faşizmlerden yorulmuş halkın gelecek beklentisinin programınıda yapabilip alternatif başarı siyaseti üretebiliriz sorunun bizde olduğunu bu gidişle hiç anlayamayacağız.zileliyi bilmem ama benim aklım kesiyor
Bir baska solcu, alevici, katliamci, Islam ve Insan düsmani rejim kalbinden vuruldu. Fanatik Alevici Sevket katliamlarinin cezasini ödedi, sira geldi daha da fanatik Alevici Hama ve Humus kasabi Mahir’e ( Esat’in küçuk kardesi, SS benzeri birliklerden kurulan Birinci Ordu’nun komutani). Bombayla ölmeyecek, o kadar kolay kurtulamayacak.
Ne yapacaksın? Bütün solcu ve Alevileri öldürecek misin? Niyetin öyle gibi görünüyor da.
Son 12 ayda Suriye’de çogu kadin ve çocuk 20 bin insan sirf Sünni olduklari için alevici (alevi degil) azinlik rejimi tarafindan öldürüldü. Tüsiad,sol hizipler, fasist generaller ve bazi alevici dedelerin 28 Subat komplolari gerçeklesseydi (Cevik Bir’in Cumhurbaskanligi) ayni senaryo Türkiye’de de görülebilirdi. Bütün bunlar uzak ve yakin tarihte Türkiye’de alevilere yapilmis olan (halen de devam eden) haksizliklari görmezlikten gelmemizi, ya da Eset rejiminin suçlarindan Türkiye’deki alevileri sorumlu tutmamizi gerektirmez elbette. Ancak, bazi insanlarin sirf mezhep dayanismasi nedeniyle Eset’i destekledikleri de bir gerçektir.
Gün Zileli’nin Ertugrul özkök’ün mazhariyetine tâbi olacagini sanki gelecegi bilirmis gibi yazmistik, bu da oldu. Bravo Gün Zileli, sana gittigin yolda hayirli basarilar mi diyelim, tilkinin dönüp dolasip dönecegi yer kürkçü dükkanidir mi diyelim? Neyse, burasi Türkiye, kendine anarsist diyen birinin, özkök
gibi birinden övgü aldigi memleket, hayra alamet degil bu gelismeler, mübarek ramazanda , tüh, tüh, tüh…”Doruktaki adam Cindoruk”tan sonra, ayni locadan Özkök’ten övgüler, peh, peh, peh. Yakinda sirada Altan ailesi de var, malum liberaller de benden söylemesi, yalniz merhum Hasan Yalçin vari kisisel saldiri yazilari buna tas koyabilir, bu da biline. Bu arada, Allah uzun ömürler versin, 2027’de AK Parti’nin yikilisini görürsün merak etme.
post faşizm ya da modern faşizm gıdasını hükmettiği toplumdan alır.bu olguların analizleri yapılırken bu gerçeklik gözden kaçırılıyor. hiçbir iktidar gücünü halktan almaksızın ne iktidara gelebilir ne de orada kalabilir.kişileri ya da kuramları şuçlu bularak bunu anlayamayız.
baba çocuklarını şiddet kullanarak susturur. anneleri onları birtakım hayali kişiliklerle korkutarak terbiye eder.öğretmenleri not dehtidi geleksizlik korkusu sıra arkadaşını tehtit unsuru olarak göstererek disipline eder.ve diğer kurumlardaki despotlar başka gerekçelerle bu kişileri hizaya sokarlar.bu süreçlerden geçerek kimlikleşen toplumun bireyleri otoriter sistemleri arzular hale gelirler.dolayısıyla yönetimdeki tekil kişiler zamanla değiştirilseler de topuma yedirilmiş tahakküm kültürü başkalarını çıkaracaktır.
Selamlar
Fazimin; kapitaliszmin oldugu her donem de mevcud olmasi, bazi donemlerde yuzu acip bazi donemlerde yuzunu kapatmasi durumunu turkiyede Mahir Cayan tarafindan dilendirildigini hepimiz biliyoruz. Demem su ki yeni birseyler bulmus gibi Mahir in bu dusuncesini yok sayip yeni yeni adlarla dusunce sunulmasi bence Mahire yapilan bir haksizlikdir. Tabiki Mahirin soyledigi bu tezi biz gelistirilmesi, gunumuze uyarli ilaveler edilmesi cok dogru bir politik yasam bicimidir.
Post fasizm yeni kapitalist sistemle es anlamli dir. Post veya global veya entreli kapitaliz fasizmin bu gunku versiyonlarini bizlere, daha da genis kitlelere yasam bicimi olarak sunulmaktadir. Fasizm dediginiz gibi Almanya, italya ve ispanyadaki uyguladigi bicim de yasamamaktadir . Ama aclik , yoksuluk yukseldigi ve cekilmez hal aldigi an iste fasizm yuzunu ortaya cikartir. hitlerin, frankonun , musolinin rejmini sahneye koyabilir. Motosikletlerle degil ozel cok BB guclu arabalariyla, Manyatorlu telefon yerine son gelismis iletisim araclarin kulanacakdir. ispiyoncu kulanma yerine uydudan takiple uzerimize coker. Kapali veya post donemde, domokratik soylemler ve nispi haklarla kitlere enpoze ederer fasizmin var oldugunu saklar. Basin sabloncular 1930 sonrasi avrupadaki fasist rejmi bu gune benzemedigi icin fasizm den bahsetmezler. Bahsedenleride ,cahil, tarih okumamis, bilgisiz, ” ne alakasi var canim” gibi agirdan konusma bicimiyle sistem dusmani olarak lanse ederler.
selamlar, **karer., mahirin hakkını teslim ederiz., ama mahir çayan doğmatik değil., değişkenlik ve bilim yanlısıdır., ğünün ve çağın koşullarını ele almak ğerekir.., daha 20 *li yaşlarında mahir bu değişkenliği kavramış., ve tespitlerini yapmıştır., asıl olan bu ğünkü koşulları ve somut ğerçekliği kavrayıp bu tespitleri ğünümüze uyarlamak ve ğeliştirmektir., ğörünen somut ğerçekler var artık., çağımız post faşiz min., neo – faşizmin parlemento yoluyla uyğulanma çağıdır.zilelinin dediği ğibi burjuvazi parlemento yoluyla kendi hukukunu uyğulamakta ve pekiştirmektedir. bu hukuk iki üç yönlüdür., hoşnutsuzlara ., muhaliflere yakıştırılan***terorist**damğasıdır., hukuku da bellidir., ğözdağı., baskı ve zulüm., başkaldırana demokrasi söylemleri altında., zindan ve mapusluk., işte bu ğerçeği kavrayıp ve baskıları ğöze alıp., çekinmeden, korkmadan ., beni de alın diyerek bir jarğon., mücadele ., hoşnutsuzlar birliği , halkın muhalefetini örğütlüyebilirsek.,,başarılı oluruz., yoksa ğeceleri yataklarımızda kıvranıp dururuz.işte tam burada ğün zileli *ile çatışırız., ben bir öncü ğücün varlığına ve ğerekliliğine burada inanırım ve elzemdir derim., bu her dönem böyle olmuştur., tabi bu öncü meselesi tartışılabilecek bir konudur…..işte bu yüzden zilelinin **artık ğemilerini yakıp., post- faşizme karşı ., mücadele., muhalefet., birlik., muhtemel yazılarını bekl,iyorum.yoksa entellektüel ğevezelik., boş teorik tartışmaların kimseye bir yararı olmayacağı ğörüşündeyim. —esenle kalın..,sevğiler.
suni denge….. 80 darbesinden sonra asker faşist cuntacılık görevini üstüne almışken şimki Türkiyede sivil hükümet (hiç bir düzen partisi bu ülkede iktidar olamaz) bu görevi yerine getiriyor. şu an 80 deki darbeden daha kötü koşulların hüküm sürdüğü bir Türkiye var
Şu anki koşulları Akp ye direk bağlamak hata olur o verilen görevi yapıyor üstündeki güce bakmak lazım oligarşi
Emekli orgeneral Dogan Güreş ”bu ülkeyi hükümet yönetmiyor oligarşi yönetiyor”
Herkese yeniden selamlar
Sait Tabak arkadas herhalde benim karisik yazimi tam olarak okuyamaissin. Mahirin tezi oldugu gibi durrmali sablonculukdan uzak durmak icin bizler fasiszmi gunumuzun koslarina gore gelistirmek ilave etmek , yenilemekden bahsttim. O halde sabloncu olarak dusunmedigim ortadadir. Fasizm ( Neo veya Post ) uygulamasi hukumetlerin ( Akp ) programlari ile aciklamak sanirim bizleri bu konuda daraltir. Demogojik kavramlardan uzak olarak soyliyecegim sudur ki Fasizm sermayenin ve iktidarin sentezidir. Hicbirsey mutlak degildir.
– Sermaye ozellerine olsa, devletinde olsa
– iktidar sosyal demokratlarinda, fundamentalistlerinde olsa, liberalerinde olsa, koservatiflerinde olsa sosyalistlerinde olsa nasyonalerin de olsa fasizm vardir. Sekli, siddeti ve uygulamasi degisikdir. .
Anka arkadas 80 darbesi bugunku kosular kadar olamadigini yazmissin ya o donemi yasamamisisn yada bilmiyorsun.
Sen yolada yuruken bir arkadasini gordugunde selamlasip sariliyormusun?. O donem tanidin , sevdigin arkadasin veya yoldasin la karsilastiginda , tanimamazliga verip ” nerden cikti bu ” diyerek yuzun bakmadan direk geciyorsun ve . dusunuyorsun simdi biriler gelip beni cevirecek diye korku ve urperek yola devam ediyorsun.
sana 80 donemini cok kabaca anlatim umarim yeterlidir.
herkese sevgiler.
Sait Tabak arkadasa yazdigim cevap da Mahirin tezi oldugu gibi durmali sozumu yanlis ve eksik yazmisim. devamini yazmamisim. mahirin tezi oldugu gibi durmamali demek istemisdim kelime hatami kabul edin Hata oldu ozurler
Bugün insanlar normal faaliyetlerinden ötürü tutuklanıyor, bırakın silahı muhalif olduğu için tutklanabiliyor ve tutuklanmayacağının da bu ülkede bir garantisi yok
80 öncesinde sol tehlike vardı 80 darbesiyle sol bitti
ama bugün muhalefet eden en küçük unsurlara bile taahammül yok devletin niteliğinde bir değişme yok
Beş binden fazla kck tutklusunu hagi ideolojik yanla bakacaz faşizm yokmu diyecez
yada tanklar yürüdüğü zamanmı faşizm var diyecaz
Ya siz biz hayatı açıklamaya, yorumlamaya çalışacağımıza, hayatı değiştirmek için bi takım somut öneriler getirsek daha bi katkı vermiş olmazmıyız hayallerimize…Yıllardır kapitalizmi açıklamaktan faşizmi değerlendirmekten gına geldi…Adamlar üstümüze sıçradıkça nefes alamaz hale geldikçe yeni yeni değerlendirmeler çıkıyor ortaya…”Faşizm sermayenin en kanlı diktatörlüğüdür..” Bitti…İki nokta üst üste….Faşizmi ve bu ideolojinin savunmuş olduğu kapitalizmi nasıl yeneceğiz….En etkin bi biçimde onları nasıl deşifre edeceğiz,onlara nasıl rahatsızlık vereceğiz….Bunlar tartışılsa ve en önemlisi tartışılırken de eylemselliklerin içine girilse nasıl olur daha iyi olmazmı diye de düşünüyor insan…Her birinin elinin altında emredeceği 100 insan olan 82 örgüt varmış Türkiye de….. 1082 örgüt olsa ne yazar….Faşizm o örgütlerin interlandlarının içine çoktan girmiş…Her birinin başındaki adam “Aga”…… Bu adamlar nasıl deşifre edilecek,etraflarındaki faşizmi,kapitalizmi tercih etmeyip,sosyalizmin sınırları içinde mücadele etmeye çalışan tertemiz gençlere dayatmada da bulunmadan “AGA”larının ne mal olduklarını nasıl göstereceğiz yada nasıl görecekler….Bunların yanıtını hayatın içinden geçerek bi bulabilsek,ne kadar yararlı olurdu…….
Gündelik hayatı degiştirmedikçe, üretim-tüketim mekanizmasını parçalamadıkça pek bişey olmayacağı ortada. Vergi vermiyorum, emeğimi satmıyorum vb. demek için kominal birlik tarzı yapılanmaları kurmadıkça insanlar birilerinden bişey beklemeye devam edecek
Sorun biziz aslında kapitalizmi hergün üretiyoruz günlük yaşantılarımızda bunu kırabilir ve işlemez hale getirebiliriz
Devrimci mücadele insana dayalı bir mücadeledir. En basitinden günlük haytta insanları ikna ettiğiniz sürece politik ve idelojik bir faliyet veriyosunuz demektir
sait tabak ın bu günün pratiğinde faşist baskı ve zülme direnebilip mücadele edebilmenin en temel yolunun yapılan baskılara rağmen yılmadan bende muhalifim bende özgürlükçü devrimciyim diyebilip toplumsal muhalefet ile birlikte hareket etme önerisine katılıyorum.hatta kendini ihbar dilekçesi verdim.öncü güç yada halkın devrimci öncüsü görüşüne katılmıyorum hatta bu günkü pratiklerimizde toplumsal muhalefetin alternatif başarı programı üretemeyip alternatif sorunu yaşamamızın nedenlerinden biride kendimizden kalkıp kendimizi sistemin mağduru halkın ve toplumsal muhalefetin yerine koyup onun için en iyisini bilip yaptığımızı sanmamızdır.böyle davranarak işin asıl sahiplerine yer veremeyen organizasyonlar görüntüsündeyiz
**tirit suyuna çorba**——not,,kişileri hedef almamıştır. kadıköyde 10 liraya barlar sokağında .,açık havada iki tane bira içebilirsin., veya patron özilhan ın kutu biralarından al , moda sahilinde içebilirsin. burjuvazi kutu biralar üretti., oh ne ğüzel özğürlük…..yadsımıyorum., kınamıyorum ama unutma yukarılarda birşeyler oluyor ki senide benide huzursuz ediyor., ince bıyıklı., ayran iç meyi erdem sayan birtakım insanlar., burjuvaziyle elele birşeyler yapıyorlar ., dayanamıyorsun., içkide içsen aklından çıkmıyor., boğuluyorsun., .,, katlanamıyorsun. isyan duyğuları ğeçiyor içinden., adamlar ideolojilerini pekiştiriyorlar elele., birbirlerinden memnunlar,kar ve rant ortaklığıpekişiyor. senin ölülerini., değerlerini , önderlerini basitleştirip., inceden veya açıktan karalıyorlar.,sana da kutu bira kalıyor., ne var yani., iki bira da içmeyelim mi diyebilirsin.,,,ama unutma sen **anarşist**sin. öyle öncü ğüç., önder falan tanımazsın., biryerlerde birşetler olsada ben de katılsam mı diyoprsun.,,,yoksa birşeyler oluştursak da hepberaber katılsakmı……………benim kastettiğim öncülük bir avuç kişinin başkaları adına düşünüp kendini feda etmesi değil.,aksine oluşabirlikten üretmek., çoğalmak., kürt ulusal hareketlerinin metropol kaynaklarında bu potansiyel ğözle ğörünür bir şekilde var., ama bence politik yönleri eksik., zamanla kaynaşılınabilinir amöa uzun ve tartışmalı bir ideolojik zaman süreci iştiyor ğörüşündeyim.hayatın her alanında , toplumsal muhalefette ğörüşmek dileğiyle. selamlar, sevğiler.
özğürlükcüye*****ihbar dilekcesine pul yapıştırmayı unutma sakın,,,ha ,,,,birde ihbar eden açık kimliğini de ekleyiversin olurmu…özğürlükcü***., selamölar.
“ince bıyıklı., ayran içmeyi erdem sayan birtakım insanlar” diyorsun, ince bıyıklı ve ayran içmeyi erdem sayan birtakım insanlardan nefret etmiyorsun Insaallah. Ince biyik bir tarzdir, insanlarin biyik tarzina saygi gösteriyorsun degil mi, eminim öyledir. Ayran, biraya göre sagliga daha yararlidir, protein içerir, laktoz alerjisi yapmaz, laktozu sindiricek enzimleri genetik olarak noksan bulunan asyali halkimiz için iyi bir içecektir; bu ülkede halk çocuklari ayran içer, bazi çocuklar da bira içer, afiyet olsun. Bu çocuklar Efes firmasini ve sevgili patronunu çok sever, festivallerinde tepinirler ve de kendilerine “solcu” derler. Bu arada mübarek ramazan ayinizi da kutlarim, hepinizin, manikürlü, pedikürlü olanlariniz dahil.
Hemen tüm türevleriyle, herhangi bir “sosyalist” perspektiften yapılabilecek kemalizm eleştirilerinin problemi de bu: Bizdeki marksistlerin kemalizmin kuyruğuna kolaylıkla takılabilmeleri, bu ikisinin ortak kökenleri olmasından kaynaklanıyor.
**
Son yıllarda sosyalizmin “Kemalizmin kuyruğuna takılmış”lığının çok eleştiri ve özeleştirisi yapıldı. Ama aksinin, “Kemalizmin kuyruğuna takılmayan” devrimci bir sosyalizm veya komünizmin nasıl olabileceğine; başka bir ifadeyle, komünizmin komünizm olup da nasıl Kemalizmin kuyruğuna takılmayabileceğine pek değinilmedi. Açık konuşmak gerekirse, orada problem Kemalizmden önce sosyalizmin kendisinde olageldi. Marksizm-Leninizm, demokrasi diye bir meselesi olmadığı; kendi nihaî, uzun vâdeli ütopyası, ideal toplumu demokratik olmadığı içindir ki, “tarihin yönü” içinde sosyalizmi Kemalist “demokratik devrim”in daha ileri bir konağı, bir sonraki istasyonu gibi düşünebildi.
“Kuyruğuna takılma”yı mümkün kılan, buydu bir “devrimci diktatörlük” hayalinin, başka bir “devrimcidiktatörlük” modeline sempati duyması ve ondan, kendisini yarı yola kadar çekerek götürmesini beklemesiydi.
http://www.duzceyerelhaber.com/kose-yazi.asp?id=9359&halil_berktay-bolu-ankara_hatti
Yalniz marksist-leninistler degil bütün sosyalistler ve de yalniz Kemalist tipi burjuvalarin degil genel olarak burjuvazinin pesine takildilar.
H.B bir de ittifaktan falan söz ediyor, kim bu adamlar yahu? Bilen biri varsa anlatsin, kaç kisiler, kendilerini ne sanmaktalar? AK Parti’nin AB ile ilgili projesi varken AB’nin nüfuz ajanlari olarak bazi islere yaramaktaydilar, AB projesi yine AB yüzünden iflas etti ve de H.B. ve saz arkadaslarinin isi bitti, Fethullah Hoca bilinen nedenlerle hükümete uyuzluk yapmak için biraz bunlara mama veriyor, bunlar da besleniyor. Özür dilerim biraz kaba konustum ama gerçek de bu (bir bilen konusuyor). Uyuzluk mevzuu ayri konu.
Herkes ne guzel konusdu ve yazdi. Bu kadar kararli ve kendinden emin devlet ve iktidar muhalifi varken neden devrim olmadi? Veya devrimin yollari acilmadi. En iyi yol aynaya bakmakdir. Ayna ayna guzel ayna soyle bana benden baskasi varmidir?
Azıcık kendine güvenip sesini çıkarırsan, olacak devrim. Ayna sensin. Dön gözlerine bak. Motton sensin. Kişi sen, fikir sen….
ince bıyıklı., ayran içen,,,,,,,,,,,,,anlamamış., sınıfta kalmışsın.,,,daha açik yazayım öyleyse. bunlar halkı soyar.,hem ahiretliklerini hem dünyalıklarını yaparlar., çevrene bak çok ğörürsün bunlardan.kendilerine mal mülk, fakirlere de . tevekkül tavsiye ederler., bakan., müsteşar, fabrikatör., iş adamı, başbakan olurlar., keseleri doludur., yedi sülalerinin ğeleceği teminat altındadır.biraz fitre verip öbür dünyayı da ğaranti etmenin peşindedirler. her neyse., kime anlatıyorum ki bunları……….ayran için verdiğin sağlık bilğisi dersi için .,sağol.ramazanı ve halk çocukluğunu tekeline almanı ise ğaripsediğimi ,yadsıdığımı söyleyeyim. ama anti- sol söylemlerin tam bir zırva. selamlar.
Karer arkadaş biz iktidarı istemiyoruz biz insanların beyninde devrim yapıyoruz
ve bu devrimler gün gelecek pratiğe dökülecek sen olmasanda
sait arkadaş selamlar eleştirmekten çok katkı için yorum yaptım.pul espirisine gelince endişeye mahal yok gizli saklıda bir şey yok dilekçeler adliyeye verilip açılan soruşturmada ifademizide verdiğimizden olsa gerek kck tutuklamalarında binlerce insanın bunu yapmasının sonucu bir azalma olduğunu sanıyorum.devlet-iktidarda filim bitmez muhakkak ama her halde bizimde yapabileceklerimiz olmalı
Kalin biyikli ve bira içenler çok dürüst, vicdanli, kimseyi sömürmeyen insanlar mi? üstelik ben Tüsiad üyeleri (en büyük holdingler, birkaç aile ve ekonominin yüzde 40’i) arasinda hiç ince biyikli görmedim.
Kardes sen açik açik söylesene ben müslümanlardan, zengin olsunlar, fakir olsunlar islam yasam tarzindakilerin hepsinden nefret ediyorum diye; söylesene ben dinsiz masonlari zengin de olsalar, sömürücü de olsalar sirf dinsiz olduklari için seviyorum diye.
Sen benim söylemime anti-sol diyene kadar , kendinle Tüsiad ve ABD ve AB’deki is çevreleri arasindaki paralellikleri izah et, sen de onlar gibi Islam’la bozmussun kafani; senin solculugun iste bu ve baska birsey degil ve Türkiye’deki yoksullarin hassasiyetinden zerrece haberin yok, sen birani içmene devam et, dikkat et biyiklarina köpügü bulasmasin, seni Stalin’e benzetebilirler.
Zaten yanlis bir kanaate göre Türk solu Kemalistler ve ordu tarafindan yönlendirilir. Oysa gerçekte Türk solunun iplerini oynatan Tüsiad’dir. Cumhuriyet gazetesi’nin finansörlerine bakin, ne demek istedigimi anlarsiniz. Fraksiyon liderlerinden kaç tanesi mason cemaati üyesi, isterseniz bir arastirin derim ben.
özğürlükcü.
pul meslesinin bir hiciv olduğunu., aslında korkacak ,çekinecek bbir durum olmadığını., böyle olunması ğerektiğinisanırım sen de kavramışsın., –sorun yok. selamlar.
kalın bıyık, ince bıyık.———-mesele bıyık şekilleri, din, inanç, yaşam tarzı değil. bira içip içmemek ise hiç değil.belki ilerde anlarsın deyip bu konuşmayı kesiyorum.,,bu kaçtığımdan değil., seviyenin düştüğünden ., ve ğün zilelinin güzel yazısının ğüme ğidip başka yönlere çekilmesinden.————-ğelelim bana. açık kimliğim ortada., ayrıca bıyığım yok., yaşım 62.stalin *uyğulamalarına eleştirilerim var., din bezirğanları .,rantcıları., sömürücüleri hariç, halkın dürüst islami inançlarına sayğılıyım. tüsiadı hiç sevmem.——–anlamadığım şu sen neden kimliğini ğizliyorsun. pek dürüst ve ahlaki ğelmedi bana. selamlar.
“Ince biyik, ayran vs. ” seklinde Emin Colasanvari konusup seviyeyi düsüren sensin, simdi de kalkmis seviyeden söz ediyorsun. Sana bir öneri , kendi fikirlerini savunacaksan istedigin yerde savun, ama müslümanlarin biyigiyla, ayraniyla hiçbir yerde ugrasma, o zaman ne benim kimligim seni ilgilendirir, ne de seninki beni.
Aclik ordusu yuruyor.
iktidari, otoriteyi ve devleti yikmaya ve yeniden kurmaya.
duvar yikildi, cocuklar yikilan duvarin molozlariyla oyun oynuyorlar. haberleri olmadan istem disi, yeniden molozlardan duvarlar insaa ediyorlar. iste bizlerin aynasi.
Beyin devrimi yetmiyor. Beyin ozurluleri ne olacak simdi? Devrimi yapamiyacaklarmi?
buradaki tartisma platformunda bile tahamul edemeyen, kizan, beyinler varken iyi ki bu kisilerin beyniyle devrim olmuyor? suan mutluyum sicak yatagimda.
kitlelerin beyninde bir değişim bir devrim isteme arzu ve kapitalizmi redetme süreci oluşmadıkça siz istediğiniz kadar devrimden bahsedin.
Bu yüzden bu suni dengeyi ancak sosyalistler kırap gerçekleri topluma sunabilirler. Bu hergün ama hergün dışarıda insanlara anlatılma vb.
Bu suni denge nasil kirilacak Pass i uyguluyarakmi? Bakiniz biz cok kalabalikdik tahmin edemiyeceginiz kadar. havada kus yerde karinca kadar degil tabi. hepimizin beynine devrim empoze edilmisti. her ay dergimiz ciksinda soyle bir okuyup karsi tarafi ( diyer sol gruplar) susturalim. Bakalim hangi bolge veya okulda secimi kazandik gibilerden. Bunlarin hangisi beyinde olusan devrim? o zaman sosyalist dik. Hemide sizde daha keski. Biyiklarimz bile stalin tarzi asagiya cekip duruyorduk. O zamanki biz hicde topluma devrim sunmuyorduk, iyikide sunmadik devrim sunulmaz. Senin soyledigin gibi hic olmaz. devrim ikramla veya buyrun sizde alinla olmaz. herkes kendi devrim yolunu bulur ve iradesiyle katilir. O donem birak kitlelere, bize bile dusunme sansi vermeden politik cizgilerini verdiler ( sunsalardi daha iyi olurdu, alip almama sansimiz olurdu)
suni dengeyi kirmak icin acilen yolara dusenler simdi nereye dusduler bilemiyorum. Devlet ve halk arasinda suni degil gercek bir ayrilik var.
Seni karamsarliga itmek istemem hatimde degil. Sen bildigin yolda ilerle kurmak istediginiz sosyalist devlete birgun sende karsi cikarsin.
ben sosyalist devlet istemiyorum olması gerekeni istiyorum ve olması gerekenide sen, ben değil, dünyanın lanetlileri kara verecek
Ama bu pasla olur, suni dengeyle olur, halk savaşıyla olur, kominal birliklerle olur vb. bunu tarih gösterecek ve gene söylüyorum insanllar kapitalizmi redetmedikçe biz konuşmaya devan edecez
İktidarın, faşizme toplumsal dayanak arayışı:
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=46757
Ek haber: http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=46756
“İktidarın, faşizme toplumsal dayanak arayışı” konusundan devam: http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/ayazagada-kurt-iscilere-once-fasistler-sonra-polis-saldirdi-haberi-57726
http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/akpnin-vatansever-evlatlari-is-basinda-kurtler-ve-aleviler-itina-ile-linc-edilir
“İktidarın, faşizme toplumsal dayanak arayışı” konusundan devam:
http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1262359858&news_code=1343981995&year=2012&month=08&day=03
(Bizim polis-masasının “reisinden” inciler…)
Sağın tüm pisliği bir söyleşide
06 Ağustos 2012
Erdoğan bir söyleşisinde sağcılığın, mezhepçiliğin, faşizmin, kadın düşmanlığının, militarizmin ve ABD’ye sadakatin eşsiz örneklerini sergiledi. Erdoğan’ın dilinde işkenceci tecavüzcü polis “arkadaşımız”, sopalı Obama “saygıdeğer”, yandaş olmayan medya “malum medya”, eski komutan Büyükanıtla ilişkisi “mahrem”, camiye gitmeyenler “ayrımcı, bölücü”, cemevi “ucube” olarak tanımlandı
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 5 Ağustos Pazar gecesi A Haber’e özel bir söyleşide tam anlamıyla “döktürdü”. A Haber Ankara temsilcisi Murat Akgün moderetörlüğünde Gündem Özel’de gazeteci Elif Çakır, Sabah gazetesi Genel yayın yönetmeni Erdal Şafak, Star yazarı Elif Çakır, Sabah yazarı Sevilay Yükselir, Star gazetesi Yayın yönetmeni yardımcısı Yusuf Ziya Cömert’in sorularını yanıtlayan Erdoğan sağcılığın, mezhepçiliğin, faşizmin, kadın düşmanlığının, militarizmin ve ABD’ye sadakatin eşssiz örneklerini sergiledi
İşlenceci-Tecavüzcü: Arkadaşımız
İstanbul’a Terörle Mücadaleden Sorumlu Emniyet Müdür Yardımcılığı’na atanması tepki çeken Sedat Ay’la ilgili soruyu ise şöyle yanıtladı: “Kusura bakmasınlar. Biz de yani bazı medya grubunda bunu yazacaklar, köşe yazarları böyle yazdı diye polisimizi öyle bir terörle mücadele etmiş savaş vermiş bir arkadaşımızı da onlara yedirtmeyiz. İspat edilirse meslekte tutmayız. Hayır orada değil, meslekte tutmayız. Bakın çok ilginçtir, ismi geçen bayan terör örgütünün mensubu. Ve kendisi pişmanlıktan istifade etmiş. Belli bir süre geçtikten sonra işkenceyle ortaya çıkıyor. Çok ciddi tezgahlar var burada.”
İlker Başbuğ: Paşamız
Başbakan Erdoğan, İlker Başbuğ’a da şu sözlerle sahip çıktı: “İlker Paşamıza yapılan benzetmeleri doğru bulmuyorum. Bir örgütün mensubuymuş gibi yaklaşımları çirkin buluyorum. TSK’da, Genelkurmay Başkanlığı görevine gelmiş biri için bu yakıştırmaları doğru bulmuyorum. Tutuklu yargılanmasını dahi doğru bulmuyorum. Tutuksuz yargılanmasından yanayım”.
Başbakan tutuklu yargılanan diğer askerler arasında NATO görevlerinden gelerek tutuklandığını hatırlatarak tutuksuz yargılanmalarını istedi: “Silahlı kuvvetler mensuplarının tutuksuz yargılanması gerekir. Ben kolay kolay bir silahlı kuvvetler mensubunun bu ülkeden kaçacağına ihtimal vermiyorum. Sivillerden kaçanları biliyoruz da ama şuana kadar TSK’dan ayrılıp bir tane kaçan var. Bunun dışında olmadı. Hatta hatta NATO’da görev yapan, yurtdışında görev yapan personellerimizden bu süreç içerisinde olanlar, bakın çağrılmışlardır ailelerini bırakmak suretiyle gelmişler ve tutuklanmışlardır. Bu bir inceliktir. Bir hassasiyet var. Öyleyse tutuksuz yargılarsınız.”
Büyükanıtla sırrı: Mahrem
Başbakan Erdoğan dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’la Dolmabahçe’de yaptığı görüşmenin sorulması üzerine şunları söyledi: O 27 Nisan ardından bir görüşmeydi, o zaman böyle bir görüşmeyi burada yaptığımızda kendisine ben şunu söyledim. ’Bakın’ dedim, ’Bu aramızdaki görüşme sizde kaldığı sürece bilesin ki benimki de benimle mezara gider’. Ama sizden bir şey çıkarsa çıktığı anda ben de söylenmesi gerekeni söylerim. İki insanın kendi arasında mahremi olmaz mı? Hele hele bir Başbakan’la Genelkurmay Başkanı’nın mahremi olmaz mı?”
Sopalı Obama: Saygıdeğer arkadaşım
“Ben tabi Obama’nın benimle konuşması esnasında hangi pozisyonda olduğunu ya da elinde ne tuttuğunu bilemem. Benim Oval Ofis’te gördüğüm konuştuğum Obama gayet saygılı ve bu saygınsını da ifade eden bir insandır, arkadaşımdır. Ben o medyadaki komik ifadeleri ciddiye almıyorum. Benim tanıdığım Obama, arkadaşım olan Obama saygılıdır ve saygıya değerdir.’
Yandaş olmayan medya: Malum medya
Şemdinli’deki savaş hali ile ilgili konuşan Tayyip Erdoğan, TSK’nın ve hükümetin günlerce açıklama yapmadığı olaylarla ilgili medyaya yüklendi: “Şemdinli’de biliyorsunuz 23 temmuz itibariyle başlayan bir süreç oldu. Yine ifade ettiğimiz medya Şemdinli’de adeta psikolojik harekatı başlattı. Çok çirkin bir harekattı. Bu silahlı kuvvetlerimizde gerek Genelkurmay Başkanım gerekse diğer arkadaşlarımızı moral noktasında etkiliyor, bizi etkiliyor. Orada karada, havada sürekli mücadele sürdüren bizim güvenlik güçlerimiz var. Artık polisle de özel harekat iç içe müşterek bu harekatları yürütüyorlar. Bugüne kadar olmayan bir şey. Bu da tabii iftihar bizim için. Şu ana kadar bütün istihbarat bilgileri olarak söylüyorum. Şemdinli olayında 23’ünden itibaren bizim 2 şehidimiz var fakat 115 terörist etkisiz hale getirildi. Ölen asker sayısının fazla olduğu söylentilerinin hepsi yalan. Malum medyaları var ya. Bu söylentileri bunlar çıkarıyor. Twitler oralardan alıp haber yapıyorlar. Bunlar çok komik şeyler. Silahlı kuvvetler kalkar da şehit olan silahlı erini gizler mi? Ya da şu kadar helikopter düşmüş bunu gizler mi? Buna alet oluyorsunuz. Bu kimin medyası diye soruyorum bu soruyu? Terör örgütünün yayın organları var biliyoruz. Bir de bunlarla ilişkisi olmadığını söylediği halde bilerek veya bilmeyerek onları tezgahına odun taşıyanlar var. Bunları nereye kadar kabulleneceğiz. İsmen mi bunları ifşa edeceğiz. Artık bunları okuyanlar benim vatandaşımın aklı selim ile değerlendirmek suretiyle gereken tavrı takınması lazım. Bunlara gereken tavrı koymamız lazım.”
Hatay: CHP’nin işi
Konunun iki boyutu var aslında. Bir defa orada o ilçede benim gençlik kolları başkanının oradaki kantinde çalışması bir yanlıştır. Bu birincisi. İki, milletvekili oğlunun oraya gitmesi ve orada da tartaklanma olayının olması maalesef o da söz konusu. Burada tabii polislerin karşısında bu şekilde çıkarılması yanlış bir olay. Polislerle böyle bir tespit gerecekse şikayetçinin onları görmesi fakat onların görmemesi gerekiyor. Burada çok ilginç bir düzenleme yapılıyor. Bu tezgahın içinde maalesef bir CHP milletvekili var, içerden de ona servisi yapanlar var. Oradaki durumu emniyet müdürü arkadaşımız maalesef iyi yönetememiştir. O tablo üzüntü vericidir. Gerekli kararı arkadaşlarımız verecektir.
Cemevi: Ucube
Başbakan Erdoğan Karacaahmet Mezarlığı yanındaki cemeviyle ilgili olarak “O cemevi bir ucube olarak yapıldı orada. Hala kaçaktır. Ruhsatı yoktur. Karacaahmet Türbesi’nin yanında ucube olarak durur” diye konuştu.
Erdoğan CHP Genel Başkanı’nın Alevi olduğunun altını çizerek şunlar söyledi:“Alevi olduğu için alevi bir topluluk Kılıçdaroğlunu destekliyor. Olabilir, destekleyebilir. Gönül arzu eder ki, hizmet politikası prim yapsın. Ben Alevi kardeşi ayırmıyorum, hizmeti götürüyorum. Beni Alevilik düşmanı gibi gösterenler var. Ben Aleviliği Hz. Ali’yi sevenler olarak biliyorum. Şimdi Hz Ali’yi sevmekse, Aleviyim diyenlere baktığım zaman hepsinden daha Aleviyim.”
Camiye gitmeyenler: Ayrımcı, bölücü
Erdoğan Aleviler’in de camiye gitmesi gerektiğini savunarak “Eğer biz Müslüman’sak, bir Alevi olarak Müslüman’ın ibadethanesinin tek olması lazım. Cemevine karşı olduğumu söylemiyorum. İbadethanesinin tek olması gerektiğini söylüyorum. Aksi takdirde bu ayrımcılık olur, bölücülük olur. Mesela Türkmen Alevileri camiye gelir ama şu anda bu gündemde bağıran çağıran tipler var ya bunların camiyle mamiyle alakası yok. Cemeviyle de alakası olduğunu zannetmiyorum” dedi.
Sendika.Org
‘arabın saçı’ diye yazıp ırkçı eleştirisi almamak için solun saçı yazmış bulundum. Her zülum, dayak, işkence , kötü muamele, tutuklama vb olaylar oluyor diye faşizm var sonucuna varırsak o zaman dünyanın her yerinde faşizm var demektir. Beğenelim ya da beğenmeyelim Türkiye de sendikalar, kitle örgütler, siyasi partiler-sol, sağ, komünist, liberal her ne ise- bir parlemonto, seçimler vd olguları görmezlikten gelemeyiz. Yoksa bütün kavramlar bir birine karışır ve ne dediğimiz anlaşılmaz. Öyle de oluyor sonuçta..
AKP-Devlet terörü bu sefer Hatay’da:
http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/hatayda-turkiye-suriye-kardestir-diyenlere-polis-saldiriyor-haberi-59704
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=47875
Hatay’daki halk direnişinden detaylar:
http://twitter.com/i/#!/search/realtime/%23HatayAyakta
Ajan, ayrica “yezit”, “emevi soyu” vb gibi kökten dinci, alevi fondamentalisti jargondan alinmis sözlerle Eset rejimine karsi sanli bir halk direnisi sürdüren devrimci Suriye halkina hakaretler ediyor. Bu komedi artik bitmeli: Alevi dinciligi, ilkel dedelerin pesinden gitme, babadan ogula geçen bir mezhep aidiyeti…bütün bu saçmaliklar artik halkimiza sol ve sosyalizm olrak yutturulmamali. Devekusu gibi, isine geldiginde ateist, isine geldiginde alevi olma numarasi artik bayatladi.
Bu eylemde de, sitedeki polis beyefendinin küfür, iftira ve hakaretleri iyi birer turnusol işlevi görmüştür. Hatay halkına bin selam!!!
Hatay halki derken diktatör Eset’in isbirlikçisi ya da mezhepçilik amaciyla onu desteklemeye yelteten birkaç tane Nusayri’den söz ediyorsun. Eset’in katlettigi çogu kadin ve çocuk 30 bin masumun kanindan sen de sorumlusun. Eset’in ülkeden kovdugu 300 bin insanda ve sinirlarda bekleyen yüzbinlerce kisiden sen de sorumlusun. Senin Eset katillerinden ne farkin var, iste turnesol kagidi bu, sen katilleri destekliyorsun ve bedelini sen de ödeyeceksin. Eset sonunda diger diktatörleri takip edecek ve maalesef belki de senin bilmem hangi nedenle kiskirttigin Nusayri’ler bu kez sinirlara dayanacak ama Türkiye’nin gerçek halki ve demokrat insanlar sizin gibi Polpotçular gibi yapmayacaklar, onlara da kucak açacaklar.
http://haber.sol.org.tr/medya/hatay-ayakta-basin-uykuda-haberi-59718
Fasit diktatör Eset’in yardakçligini yapan ajan, Aydinlik fasist çetesinin yayin organini ve totaliter kapitalist Cin basinini öve öve bitiremiyor. Stalin hayatta olsaydi ajanin yanagini oksar ona Sovyet tenekesinden bir madalya verirdi. Tabii ki hatay’daki sefalet ve rezalet basinda yer almaz, insanlarin bu kadar alçalamaz. Hele bu malum basinda çikan su haber çok ilginc: “AKP hûkümeti AIDS virüsü tasiyan Afrikali zenci El-Kaida militanlarini Hatay’da hastanelerde tedavi ettirip Suriye’ye savasmaya yolluyormus” Bir cümlede birkaç rezillik
1. Eset destekçiligi
2. Afrikali düsmanligi
3. Islam düsmanligi
4. Yabanci düsmanligi
5. AIDS ayrimciligi
Zaten bu ilkel yaratiklar 68 adini verdikleri Kemalist darbecilik dönemlerinde de sözde ABD aleyhtarliklarini “vurun gavura”, “gavura karsi milli mücadele” gibi irkçi-fasist sloganlarla yürütmekteydiler, ilkel bile degil bu zevat resmen iptidailer.
http://www.serbesti.net/forum/showentry.php?sNo=28049
Ajan ismini de degistirerek “anonim” adi altinda “serbesti” sitesindeki süper söven ve ulus-merkezci analizlerle her ne pahasina olursa olsun Müslüman Tayyip Erdogan’a çakarak Islamofobya’nin hakkini vermeye çalisiyor. Tayyip’in Eset’le iliskileri uluslararasi iliskilerdir ve bundan Eset’in diktasini destekledigi anlamini çikarmak için bir ajan kadar önyargili olmak gerek, ayrica Tayyip ve Emine’nin Eset çiftiyle olan samimi pozlari Türkiye’deki Alevi mezhepçilerini kiskirtmak isteyen oportünist ilkel solculari açiga düsürmekte.
İki Hatay, iki Türkiye – Fatih Yaşlı
18 Eylül 2012
Şöyle bir önermeyle başlayabiliriz sanıyorum: “Hatay, yakın geleceğin Türkiye’sidir.” Bu, iki anlamda böyledir. İlkin, AKP rejiminin mantıksal sınırlarına vardığı yer olarak ve ikincisi bu rejime karşı direnişin, mücadelenin alanı olarak.
Hatay, yeni rejimin kendisini hangi idari ve söylemsel mekanizmalarla kurduğunu, bir savaş halinde bu mekanizmaların nasıl da bütün bir ülkeyi kapsayacak şekilde genişletileceğini ve rejimin otoriter niteliğinin varacağı sınırın neresi olabileceğini açık bir şekilde göstermiştir.
Bir süredir Hatay’da anayasal hakların askıya alınması anlamında fiili bir olağanüstü halin yürürlükte olduğunu söyleyebiliriz. 1 Mayıslarda, işçi-memur eylemlerinde ya da Newrozlarda rastladığımız, toplantı, yürüyüş ya da seyahat özgürlüğü gibi temel anayasal hakların kısmen ve bir ya da birkaç günlüğüne askıya alınması, Hatay’da süreklileştirilmiştir. Basın açıklamalarına dahi müdahale edilmekte, kente giriş ve çıkışlar keyfi bir şekilde engellenebilmektedir. Dolayısıyla söz konusu olan ilan edilmemiş ve süreklileşmiş bir olağanüstü haldir, yeni rejim kendisini Hatay’da böylesi bir olağanüstü hal üzerinden var edebilmiştir.
Olağanüstü halin Hatay için devreye sokulması iktidar açısından kaçınılmaz görünmektedir; çünkü Suriye’de devam eden küresel savaşta yeni rejim çok açık bir şekilde emperyalist güçlerin yanında saf tutmuş, Hatay’ı da bu savaşın askeri ve lojistik üslerinden biri haline getirmiştir. El Kaide unsurlarının da aralarında bulunduğu silahlı muhaliflerin Suriye’ye Hatay’dan geçtikleri ve muhaliflere para ve silah akışının Hatay üzerinden yönlendirildiği artık herkesin bildiği bir sır niteliğindedir.
Ancak, Hatay söz konusu olduğunda, olağanüstü halin devreye sokulması kadar kaçınılmaz bir olgu daha vardır: Hatay halkının direnişi!
Bu direnişin nüveleri ve işareti ilk kez bütün çıplaklığıyla 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde yapılan eylemde görülmüştür. 1 Eylül eyleminde Hatay halkı hedefe AKP ve ABD’yi yerleştirmiş, emperyalist bir müdahaleye karşı çıkmış ve Suriye ile dayanışmasını ilan etmiştir. Zaten valiliğin fiili olağanüstü hal ilanıyla her türlü gösteri, yürüyüş ve basın açıklamasını yasaklaması da bu eylemin arkasından gelmiştir. Eylem, iktidarı fena halde korkutmuştur da diyebiliriz.
16 Eylül eylemini ise tarihsel bir an sayabiliriz. Halk fiili olağanüstü hali elinin tersiyle iterek en doğal haklarını kullanmış, buna izin vermeyen kolluk kuvvetlerine karşı ise kararlı bir şekilde direnmiştir. 16 Eylül bu açıdan hem bir kırılma noktasıdır hem de ders çıkarılması gereken bir toplumsal hadisedir; çünkü Hatay’ın ve Türkiye’nin emperyalist projelerin öyle kolayca hayata geçirilemeyeceği bir yer olduğu ve savaş bahanesiyle tüm ülkeyi kapsayacak bir olağanüstü hal ilanının karşısına dikilecek toplumsal bir dinamiğin mevcudiyeti 16 Eylül günü net bir şekilde görülmüştür.
16 Eylül günü Hatay’da yaşananlar Türkiye siyasetindeki kutuplaşmayı bir kez daha ortaya koyması bakımından da son derece önemlidir. Liberallerin sağlı sollu bir şekilde, eylemi ulusalcıların organize ettiğini, mültecilerin hedef alındığını ve ırkçılık yapıldığını bağıra çağıra dile getirmeleri önemlidir. Aralarında kendilerine sosyalist ya da devrimci diyenlerin de bulunduğu bu kesim Suriye meselesinde de emperyalizmin ve gericiliğin yanında yer aldığını 16 Eylül eylemi vesilesiyle bir kez daha göstermiştir.
Liberallerin başlattığı “Suriyeli Sığınmacılar Kardeşimizdir” başlıklı imza kampanyası bu durumu mükemmel bir şekilde örneklemektedir. Mülteci kamplarının İslamcı militanlar tarafından üs olarak kullanıldığının anlaşılması ve solun bu duruma tepki göstermesi üzerine liberal sol çevrelerde üretilen “ulusalcı sosyalistler mülteci düşmanlığı ve ırkçılık yapıyorlar” şeklindeki argüman, bu imza kampanyasıyla ve 16 Eylül itibariyle güçlü bir şekilde dolaşıma sokulmuştur.
Liberal sol, “insancıl emperyalizm”in bütün kavramları tersine çevirerek kendi emellerine hizmet eder hale getirmesi yöntemini kullanarak müthiş bir çarpıtmaya ve demagojiye imza atmış, Angelina Jolie ve Ahmet Davutoğlu ile aynı saflarda durarak kendisini mültecilerin hamisi, sosyalistleri ise “ırkçı ve yabancı düşmanı” ilan edebilmiştir. Bu ilanın teorik temelleri için ise Foti Benlisoy, Doğan Tarkan ve Melih Altınok’un son bir ayda yazdıklarına bakmak yeterli olacaktır.
16 Eylül direnişi medyanın halini de bir kez daha olanca çıplaklığıyla ortaya sermiştir. Saatlerce süren olaylarla ilgili olarak yandaşı ve yandaş olmayanıyla merkez medyada herhangi bir habere rastlamak mümkün olmamış, günün ilerleyen saatlerinde ise “1500 kişinin katıldığı izinsiz gösteri” Hatay’la ilgili haberlerin ana temasını oluşturmuştur. Oysa eylemde 1500’ü kat kat aşan bir kalabalık toplanmıştır ve eylem izinsiz değildir, çünkü anayasal bir hak olarak eylem yapmak için izin almaya gerek bulunmamaktadır.
16 Eylül günü Hatay’da birbirine tamamen zıt iki Hatay tasavvuru göğüs göğüse gelmiştir. Bir tarafta komşu bir ülkedeki iç savaşı besleyen ve büyüten, CIA ajanlarının cirit attığı, El Kaide militanlarının terör estirdiği bir Hatay; öte yanda barıştan ve kardeşçe bir arada yaşamaktan söz eden, emperyalizme ve müttefiki gericiliğe karşı direnen, yeni rejime teslim olmayan bir Hatay.
Onlar tüm Türkiye’yi kendi tasavvurlarına uygun bir şekilde Hataylaştırmak istiyorlar, biz ise kendi tasavvurumuza göre. İki Hatay’ın mücadelesi aynı zamanda iki Türkiye’nin de mücadelesi olacak.
(soL Haber)
30 bin müslümani sirf müslüman olduklari ve Nusayri olmadiklari için öldüren katil Nusayri diktatörlügünün mezhepçi ajani yine basin taramasi yapmis.
Kanlı 1 Mayıs’ta ilk kurşun otelden
Geçtiğimiz Mayıs ayında Taraf gazetesinin 1 Mayıs 1977 katliamını sol içi çatışma olarak gösteren haberleri ve özellikle tarihçi Halil Berktay’ın iddiaları gazete içinde çok ciddi tartışma yaratmış, bunun sonucunda da Ümit Kıvanç ve Nabi Yağcı gazeteden ayrılırken, gazetenin bir başka yazarı Alper Görmüş de gazetesini eleştirmişti.
TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu’na Emniyet Genel Müdürlüğü’nden gönderilen bir kroki 1977’deki ‘Kanlı 1 Mayıs’a ışık tutan çok önemli bir ayrıntıyı ortaya koydu.
Olaydan sonra hazırlandığı anlaşılan belge, yıllardır tartışılan ‘ilk kurşun nereden ateşlendi’ sorusuna da yanıt veriyor; Inter Continental Otel’den.
İşte o kroki:
Akşam gazetesinden Yelda Gökdağ’ın haberine göre, olayın ardından hazırlandığı anlaşılan ve ilk kez gün yüzüne çıkan 35 yıllık krokide ilginç detaylar var. Bunlardan biri de kanlı 1 Mayıs’ta ‘ilk kurşunun nereden ateşlendiği’ne ilişkin ifadeler. Zira krokide, ilk kurşunun ateşlendiği yer olarak ‘Inter Continental Oteli’ gösteriliyor.
Birçok tanığın ifadesini doğrulayan krokiyle polisin olaylara ilişkin tutanak ve raporları arasındaki çelişki dikkat çekiyor. Emniyet görevlilerinin 1 Mayıs 1977 olaylarına ilişkin tutanak ve raporlarında, ilk kurşun sesinin geldiği yer olarak Tarlabaşı Caddesi ile Taksim Meydanı’nın kesiştiği mevkiye işaret ediliyor.
AYRINTILI DEĞERLENDİRME
Emniyet’in gönderdiği belgeler, 1 Mayıs 1977’nin ayrıntılı olarak değerlendirildiğini göstermesi bakımından dikkat çekiyor.
Dosyada 34 kişinin yaşamını yitirdiği olayların yaşandığı gün, 1 Mayıs 1977’nin hangi anlamları içerdiğinden basının 1 Mayıs kutlamalarını nasıl değerlendirdiğine, kutlamalar öncesi ülke genelindeki gelişmelerden kanlı 1 Mayıs’ta yaşananların perde arkasına kadar pek çok açıdan mercek altına alınıyor.
İslamcı aydın İhsan Eliaçık Habertürk’te Balçiçek İlter’in konuğu oldu. Eliaçık, hükümetin Kürt politikalarına çarpıcı eleştiriler yöneltti.
Kürt meselesinden müslüman ülkelerdeki protestolara kadar gündemi yorumlayan Eliaçık çarpıcı açıklamalarıyla dikkat çekti.
Kürt meselesinde tırmanan şiddet dalgasını yorumlayan İhsan Eliaçık, hükümetin politikalarını eleştirdi. İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in “şehitlik nasip işidir” şeklindeki sözlerini eleştiren Eliaçık, Kürt sorununda İmralı’dan Kandil’e, BDP’den MHP’ye kadar herkesin çözümün bir parçası haline getirilmesi gerektiğini, kimsenin dışlanmaması gerektiğini söyledi.
“ŞEHİTLİK NASİPTİR” SÖZÜ HÜKÜMETİN HATALARINI PERDELİYOR
“Bunlar yanlış sözler. Böyle konuştuğunuz zaman olayı konuşulmaz hale getiriyorsunuz. Belki ölen askerlerdedir hata, belki askeri politikalar yanlıştır… Bunları konuşamaz hale geliyoruz. Şehitlik dini bir kavramdır ama bakanların dilinde pelesenk haline gelmiş durumda. Şehitlik ve kader gibi dini kelimeler hükümetin politikalarındaki hataları perdeleyen bir amaçla kullanılabiliyor. Bu olanlar kader değil. Bunca insan yanlış politikalar nedeniyle ölüyor olabilirler. Göçükler de buna dahildir. Buna iş kazası diyemezsiniz.”
HÜKÜMETİN İZLEDİĞİ KÜRT POLİTİKASI YANLIŞ
“Bana göre hükümetin izlediği Kürt politikası yanlıştır. Örgütü muhatap almayacağız, Kürt halkını yanımıza çekeceğiz, dağa bomba yağdıracağız, Kürt halkına çiçek vereceğiz diye bu sorunu çözmeye çalışıyor. Onlar da 30 bin kişi öldü, 5 bin kişi dağda savaşıyor. Sen beni muhatap almadan sorunu çözemezsin diye eylemlerini arttırıyor.
Peygamberimiz ortaya bir bez seriyor ve herkes gelsin ucundan tutsun diyor. Aksi halde kabileler arasında kavga çıkacak. Yani bir bez serilmesi gerekiyor. Bu bezin bir yanından herkesin tutması gerekiyor. Ama herkesin tutması gerekiyor. Bunu söylediğimde infial gösterenler oluyor. Kardeşim Genelkurmay da Başbakan da Kandil Dağı da İmralı da BDP de MHP de bu bezin etrafından birlikte tuttuğunda mesafe kat edilebilir. Bir Muhammed çıkarsa tutabilirler. Bu memleketin böyle bir potansiyeli var. Bir El Emin diyelim. Bir güvenilir kimse. Çünkü o zaman güvenilir Muhammed deniyor. Bu iş tepede bitiyor. Öyle öfkeyle bağırarak çağırarak, 500 terörist öldürdük derseniz bataklığa doğru gidersiniz.”
PKK’Lİ CENAZESİ MEZARDAN ÇIKARILIYORSA HALK ZİHNEN BÖLÜNMÜŞTÜR
“Ölümlerle övünülüyor. Bunun karşılıklı kışkırtıldığını düşünüyorum. Bu ölümdür ve hiçbir zaman çözüm olmaz. Taraflar çatışıyor ancak ölen insanların yakınları yeterince sesini çıkarmıyor. Sessiz çoğunluğun ses yükseltmesi gerekiyor. Bir halk acılarını paylaşamıyorsa ölenler rahmetle anılmıyorsa bir mahallede bir cenaze PKK’li diye mezardan çıkartılmak isteniyorsa, o halk zihnen bölünmüş demektir. Bunun dinde yeri yok. Hem ülkeyi bölmek istiyorlar diyorsunuz hem de bu mezarı buradan alın götürün. Mezarları paylaşamazsanız ülkeyi nasıl paylaşacaksınız? Adam da derki ben ölülerimin rahat yatacağı bir ülke istiyorum”
DİN KARDEŞLİĞİ KÜRT SORUNUNDA ÇÖZÜM OLABİLİR Mİ?
“Dinin iki yüzü var. Bir afyon yüzü bir de vicdan yüzü vardır. Afyon yüzü uyuşturur, parçalar, mezhep kavgalarına yol açar. Yaygın olan afyon yüzüdür… Ben vicdan yüzünü anlatmaya çalışıyorum. Aslolan insandır. Eğer bir din insanları mutsuz ediyorsa, sizi nefrete sürüklüyorsa o Allah’ın dini değildir. Çünkü din insanları mutlu etmek ve birleştirmek için vardır” diyen Eliaçık, dinin tek başına soruna çözüm olamayacağını söyledi.
İMAM HATİPLİLER BAL GİBİ DE ANARŞİST OLUR
Başbakan’ın İmam Hatip Liselerinden anarşist ve ‘terörist’ yetişmeyeceği yönündeki açıklamalarını değerlendiren Eliaçık, “İmam Hatipliler bal gibi de anarşist olur” dedi. İmam Hatip Liselerinde okutulan müfredatı da eleştiren Eliaçık, “İmam Hatiplerde okutulan müfredat Emevi dinidir. Gençler İmam Hatip yoluyla uyuşturuluyor” diye konuştu.
GENÇLİK İMAM HATİP YOLUYLA UYUŞTURULUYOR
“İmam Hatipli terörist olamaz ama anarşist olabilir. Hem de bal gibi olur. İmam Hatipli sosyalist olabilir mi? O da olur. Hem de bal gibi olur. Hatta devrimci İmam Hatipliler olmalı… Şimdi imam hatiplerin kökten sorgulanması gerekir. İmam hatipte öğretilen din müfredatının sorgulanması gerekiyor. Hem diyanetteki hem de imam hatiplerde okutulan müfredat Emevi dinidir. Dinin afyon yüzüdür. Halk diyanet yoluyla uyuşturuluyor, gençlik de imam hatip yoluyla uyuşturuluyor.”
KAFASI ÇALIŞAN İMAM HATİPLİ ATESİT OLUR
“Kaynaklar gözden geçirilmeksizin Kuran kurslarında İmam Hatiplerde anlatılıyor. İmam hatiplerin tepkisi ateizmdir. Şimdi bu kitaplarda yer alan yanlış rivayetler var, kafası çalışan bir imam hatipli bunlara bakıyor bakıyor sonunda bir yerde patlıyor. İsyan ediyor. Sorgulayanlar, kafası çalışanlar ateist oluyor.”
http://ip.org.tr/lib/pages/detay.asp?goster=haberdetay&idhaber=4531
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=48532
Yeni-feodal yerel yönetimler düzenlemesi konusundan devam: http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/akp-belediyeler-yasasinda-acele-ediyor-haberi-60943
Salla salla salla…
Eylem çağrısı:
http://haber.sol.org.tr/sonuncu-kavga/disk-kesk-tmmob-ve-ttb-20-ekimde-alanlarda-haberi-61181
(Yeni-Ortaçağ yerel yönetimleri meselesinden devam…)
Küçüğü ezip yok etmek AKP’nin alışkanlığı oldu
22 EKİM 2012
L. DOĞAN TILIÇ/BİRGÜN
ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi ve Kent Plancısı Doç. Dr. Tarık Şengül, BirGün’ün Büyükşehir Belediyeler Kanunu Tasarı ile ilgili sorularını yanıtladı.
Şengül, “İçinde yaşayanlara sormadan yerleşmelerin tüzel kişiliklerini değiştirmek Türkiye’nin de imzaladığı Avrupa Yerel Özerklik Şartı’na aykırı. Yeni düzenlemenin ilk etapta kaybedeni belediye statüsü sona erecek olan küçük belde ve yerleşimler. Büyükşehir statüsünde olmayan çok sayıdaki belediyenin gelirleri önemli miktarlarda düşecek” diyor
TBMM gündeminde olan Büyükşehirlerle ilgili yasa teklifi birçok çevrede büyük rahatsızlık yarattı. Tasarının içeriğinde ne var; niçin bu derece rahatsızlık yarattı?
Genel hatlarıyla, Tasarı mevcut 16 Büyükşehir’e ek olarak nüfusu 750. 000’i geçen 13 ilde yeni büyükşehir oluşturuyor. Ayrıca söz konusu 29 büyükşehir belediyesinin sınırı il sınırı haline geliyor. Öte yandan, büyükşehir statüsündeki 29 ilde İl Özel İdareleri’nin tamamı ve 1591 belde belediyesi yok ediliyor. 16.082 köy statüsündeki yerleşme mahalle haline gelirken, köy statüsü sona eren bu kırsal yerleşmelerin mera alanları ve diğer varlıkları da ilgili belediyelere devrediliyor. Bu yerleşmelere hizmetlerin belediyeler tarafından sağlanması öngörülüyor.
Yapılmakta olan değişiklik oldukça köklü ve çok önemli sonuçları olacak nitelikte. Eleştiriler çok farklı çevrelerden ve farklı nedenlerle geliyor. Yönteme olduğu kadar içeriğe yönelik olarak da kaygılar ifade ediliyor.
Yöntem derken yasanın hazırlanış biçiminden mi söz ediyoruz?
Bir ölçüde öyle; tasarı, birçok başka örnekte olduğu gibi, kapalı kapılar ardında hazırlandı. Tümüyle iktidarın mantığını taşıyor. Düzenleme ilgili taraflar ve demokratik kitle örgütleri ile paylaşılmadı.
Ancak, yönteme ilişkin sorun çok daha büyük. Değişiklikten etkilenecek belediye ve köy statüsünde binlerce yerleşme ve bu yerleşmelerde yaşayan çok sayıda insan var. Yerel yönetimlerin önemli ayakları olan belde belediyeleri ve köy tüzel kişilikleri gerek kurulurken, gerekse de ortadan kaldırılırken, bu beldelerde yaşayanların görüşüne başvurulması gerekirken, iktidar bu konuda en ufak bir zahmete girmedi. Tabiri caizse, 11 yıl önce kurulan iktidar partisi kapalı kapılar arkasında birçoğunun kuruluşu yüzlerce yıl geriye giden yerleşmelerinin tüzel kişiliklerini sona erdirdi. Bu yerleşmelerde yaşayanların görüşüne başvurmadan tüzel kişiliklerin sona erdirilmesi Türkiye’nin de altında imzasının bulunduğu Avrupa Yerel Özerklik Şartı’na da aykırılık taşıyor.
İçerik açısından ne tür olumsuzluklar görüyorsunuz; yeni düzenlemenin kaybeden ve kazananları kimler?
Düzenleme, her ne kadar bu ayrımı tümüyle görmezden gelse de, kentsel ve kırsal alanlarda yol açacağı sorunlar çerçevesinde değerlendirilmeli. Kentler açısından baktığımızda yeni düzenlemenin ilk etapta kaybedeni kuşkusuz belediye statüsü sona erecek olan küçük belde ve yerleşimler. Düzenleme, 29 büyükşehir belediyesindeki toplam 1022 belde belediyesinin kapatılarak mahalle statüsü kazanmasını ve diğer 52 ilde nüfusu 2 binin altına düşen 559 beldenin de köye dönüşmesini öngörüyor. Türkiye’deki 2950 belediyenin yarısından fazlasına karşılık gelen 1591’i kapanmış olacak. Diğer bir anlatımla, büyüklerin küçükleri yuttuğu bir senaryo ile bir kez daha karşı karşıyayız.
Kaybedenlerin ikinci sırasında 29 ilin dışında kalan 52 il sınırı içindeki belediyeler vardır. Büyükşehirlerin vergi ve diğer gelirlerden aldığı pay diğer belediyelere göre daha yüksektir. Merkezi yönetimin kendi kaynaklarından fedakârlık etmediği bir durumda, yani belediyelere aktarılan kaynakların oranının aynı kalması durumda, bu değişikliğin anlamı büyükşehir statüsünde olmayan çok sayıdaki belediyenin gelirlerinin önemli miktarlarda düşmesidir. Yani, iktidar bu düzenleme ile ağırlığını görece büyükşehirlerden tarafa koyup, hali hazırda ekonomik ve sosyal sıkıntılar yaşayan küçük yerleşmeleri biraz daha kenara itmiş, gözden çıkarmış olacaktır. Bu sürecin sonunda bu yerleşmelerden daha büyük yerleşmelere olan göçün daha da hızlanması kaçınılmazdır.
Kırsal kesim ve köyler açısından nasıl bir kayıp söz konusu?
Düzenlemeden büyükşehir statüsü kazanan illerin bir bütün olarak olumlu etkileneceği sonucu çıkarılmamalıdır. Bu illerin dikkate değer bir bölümü metropol kentlere atfedilen özelliklerden çok kırsal-tarımsal yapı özellikleri ile öne çıkıyor. Büyükşehir statüsü ile köy niteliğini yitirecek bu alanlarda yaşayan geniş kırsal kesimin de yeni düzenlemenin kaybedenleri arasında yer alacağı açıktır.
Daha önceki uygulamalarda, büyükşehir statüsü verilen yerleşmelerin köy tüzel kişilikleri mahalle statüsüne dönüşmüştür. Bunun parçası olarak da kırsal-tarımsal ekonomilerin merkezinde yer alan meralar da belediyelerin denetimine geçmiştir. Bu durum dinamik gelişme gösteren ve metropollerin gelişme alanında yer alan köyler açısından anlaşılabilirdir. Beğenelim beğenmeyelim, kazanılan imar hakları bu yerleşmelerde kayıpları belli ölçülerde dengeleyici bir rol oynamıştır.
Ne var ki, bu durum düzenlemeye konu olan 13 il çerçevesinde çok sınırlı bir alan için geçerlidir. Böyle olunca bu kırsal nitelikte yerleşmelerin önemli kayıplarla karşılaşması kaçınılmazdır. Bunun en iyi örneğini pergel yasası ile büyükşehir sınırlarına dâhil edilen yerleşmelerin geçtiğimiz dönemde karşı karşıya kaldığı olumsuzluklar oluşturmaktadır. Bu nitelikteki kırsal yerleşmelerin çok büyük bölümünün büyükşehir hizmetlerinden yararlanamadıkları yönündeki şikâyetler gazete haberlerine sıkça yansımıştır. Ankara gibi kaynakları görece zengin belediyelerin bulunduğu alanlarda bu tür şikâyetler söz konusuyken, sınırlı bütçe ve teknik donanımla, Mardin, Urfa, Kahramanmaraş gibi belediyelerin tüm ile hizmet götürmesini beklemek gerçekçi olmayacaktır.
Dahası bu yerleşmelerin emlak vergisi ve diğer hizmet bedellerinin tespitinde kentsel alana dâhil olmalarından dolayı çok daha yüksek düzeylerde ödemeler yapmaları da kaçınılmaz hale gelecektir. Bu düzenlemenin söz konusu illerde tarım ve tarıma dayanan kırsal nüfusu da gözden çıkardığı açıktır. Yıllardır bitmeyen GAP’ın merkezinde yer alan Urfa’da köy statüsünün ve tarımsal ekonominin merkezinde yer alan mera varlığının sona ermesinin başka ne anlamı olabilir ki?
Öte yandan bu düzenlemenin kamu finansmanı açısından da önemli sonuçlarının olacağı açıktır. Yapılan hesaplar belediye açma ve kapama işlemlerinden kaynaklı biçimde 4 milyar lira civarında bir yükün kamu maliyesine bineceğini göstermektedir. Kuşkusuz bu vergi yoluyla topluma yansıyacak bir maliyet olacaktır.
Bazı çevreler bu tasarıyı federalleşme olarak görüyor; ya da o yönde önemli bir adım olarak değerlendiriyor?
Milliyetçi çevreler dikkate alındığında, bunun iyi niyetli bir okuma olmadığını söyleyebilirim. Sol çevreler içinse, federalleşme hatalı bir değerlendirme ve oldukça büyük bir strateji hatasına götürüyor. Federalleşme diyenler sorunun merkezine Kürtlerin özerlik projesini koyup, düzenlemenin bu projeye hizmet edeceğini öne sürüyorlar. Dikkatler hızla bu konuya yoğunlaşıyor. Oysa düzenlemenin hedefinde çok başka bir kaygı ve proje var. Bakılması ve kaygı duyulması gereken yer çok açık biçimde, AKP etrafında inşa edilen yeni hegemonik yapı ve buradan kaynaklanan niyetlerdir. Bu çerçevede federalizm tezini dillendirenler bilinçli ya da bilinçsiz, iktidarın niyetlerine odaklanılmasını engelliyorlar.
Nedir bu niyet; iktidar büyükşehirlere ilişkin bu düzenlemeden ne umuyor?
İktidarın niyetlerini anlamak için temel bir takıntısından, bir semptomdan başlamayı öneriyorum; birçok otoriterleşen iktidarda da şahit olduğumuz “büyük ve ihtişamlı” arayışı AKP için de geçerli. İktidar “en büyük biziz, en büyüğü bizim olacak” diyor.
Ancak bu stratejiyi basit bir takıntı ve patolojik durum olarak değerlendirmemek gerekiyor; karşımızda kendine giderek daha fazla güvenen bir iktidar var; ulus-ötesi alanda kendini dünya devleri liginde görüp, Büyük Orta Doğu Projesi’nin liderliğine soyunuyor; Suriye üzerinden dışarıda ve içerde liderlik mesajını veriyor. Bu konum için dev bir nüfus ve bunu destekleyecek en az üç çocuklu büyük aileler istiyor. Bu konumun fiili başkenti olarak İstanbul’u görüp, kentin büyüklüğüne büyüklük katacak Yenişehir kurma kararını Resmi Gazete üzerinden ilan ediyor. Dünya’nın en büyük havaalanı da, Çamlıca Tepesi’ne dikilmesi öngörülen en büyük camii de, Kartal’da en büyük adalet sarayı da aynı mantığın ürünü. Devasa Kanal-İstanbul bu büyüklüğü tartışılmaz kılacak son müdahale. Bu devasa projelerin eşliğinde merkezini İstanbul’da kuran ya da kurduğunu düşünen iktidar şimdi Anadolu’ya doğru yola çıkıyor; kendi taşrasını bu imaja uygun olarak yeniden yapılandırıyor, orada da büyüğünü istiyor.
Ancak bu taşra esnafa dayanan eski taşra değil. Öyle olmadığını yine İstanbul’da dev alışveriş merkezini açarken, Başbakan’ın küçük esnafa gönderdiği “devir büyüklerin devri, sizin devriniz kapandı” mesajı kanıtlıyor. Daha önce mevcut büyükşehir sayısını bile fazla bulan Başbakan, gelinen noktada küçük yerleşmelere, tıpkı küçük esnafa söylediği gibi, “sizin işiniz bitti” diyor.
Kısaca ifade etmek gerekirse; Türkiye AKP iktidarının öncülüğünde, otoriterlikle bezenmiş bir merkezileşme ve tekelleşmeye doğru koşar adım ilerliyor. Yargı, Üniversiteler, Ordu ve Demokratik Kitle Örgütleri’ne çeki düzen veren iktidar, şimdi de yönetsel yapıya çeki düzen veriyor. Büyükşehirlere yönelik yapılan düzenlemeyi bu genel merkezileşme stratejisinin taşrasındaki karşılığı olarak değerlendirmek yerinde olacaktır.
Küçük ve çok sayıdaki yerleşme ve bunları temsil eden yerel yönetimler hızla büyük birimlerin parçası haline getiriliyor. Merkezileşmeye karşı olduğunu söyleye gelen iktidar, en büyük merkezileştirme hamlelerinden birini daha yapıyor. Çünkü kendisi merkezde oturuyor. Kendi büyüklüğüne uygun görece büyük ve merkezileşmiş bir taşra oluşturuyor.
Bu değerlendirmeden söz konusu düzenlemelerin sadece siyasal düzlemde anlamlandırıldığı sonucu çıkmamalıdır. Birikim stratejileri açısından bakıldığında da, finansallaşma sürecinin görece büyük yerleşmelere odaklandığı gerçeğini hatırlamak gerekir. Kentsel rantların merkezinde yer aldığı mevcut ekonomik yapı İstanbul’dan taşraya doğru bakarken karşısında görece büyük kentleri görmek istemektedir. Merkezileşme ve tekelleşme siyasal alanda olduğu kadar, ekonomik alanda da baskın eğilimdir.
Sol muhalefetin konumu ve izlemesi gereken strateji ne olmalı?
Etkin muhalefet iki önemli özellik üzerine inşa edilir. Birincisi iktidarın zayıflıklarını ve zaaflarını tespit etmek ve ortaya koymak, ikincisi bütün bu zayıflıkları ve çelişkileri kullanan ancak ötesine geçip alternatif öngören bir projeyi siyasal alanda tartışılır kılmak.
Büyükşehir düzenlemesine dikkatli baktığımızda birçok başka önemli düzenlemede olduğu gibi görece güçsüz konumdaki kesimler ve yerleşmelerin gözden çıkarıldığı bir durumla karşı karşıyayız.
Bu çerçevede söz konusu düzenleme temel bir paradoks ve ironinin altını çizmektedir. AKP’nin yola çıkışını hatırlayalım; yerelleşme ve demokratikleşmeyi savunduklarını söyleyip, küçük esnafı, kırsal kesimi, güçsüzleri temsil ettiklerini, mağdurun yanında olduklarını iddia etmişlerdi. İktidarları büyüyüp, merkeze yerleştikçe, yerelin, küçük ve güçsüz olanın düşmanı olmaya başladılar. Şimdi büyük merkezi temsil edip, sadece büyük olanı seviyorlar.
Diğer bir anlatımla, karşısında küçük görmeye tahammülü olmayan bir iktidara sahibiz. Küçüğü ezip, yok etmek AKP iktidarının bir alışkanlığı oldu. Son düzenlemenin öngördüğü değişikliklere bakıldığında, baştan sona “büyük” ve güçlüyle özdeşleşip, “küçük” ve zayıfa kaybettiren anlayışın damgasını taşımaktadır. İktidarın yaptığı tercihler hızlı biçimde kendi toplumsal tabanını bile feda etmeye götürmektedir. Muhalefetin bu paradoksu gözler önüne sermesi açısından yerel yönetimlere ilişkin bu düzenleme iyi bir fırsattır.
( http://www.birgun.net )
‘Terörle mücadele’ adıyla yaşatılan terör
03 Kasım 2012 – Kadir Cangızbay
Geçen haftaki yazım şu sözle başlıyordu: Yüzde on barajında ısrar ihanettir. İhanettir, zira bu baraj sadece gayri adil ve anti-demokratik değil, fiiliyatta Kürtlere karşı ayırımcı, dolayısıyla bölücü, sonuçları itibariyle de kin ekici/kan dökücüdür: Seçim barajına karşı çıkıp tümüyle kaldırılması için mücadele vermeden ‘akan kan dursun’, ‘akan kanı durduracaksa herkesle görüşürüz’ gibi laflar edip silahların susmasından, barıştan, kardeşlikten, birlikten söz etmek en pervasızından bir ikiyüzlülüktür. Hele ‘kardeşlik ve birlik’i projeyle kurmaya kalkmak, ancak ve ancak Amerikan işi modern bezirganlık formüllerini bilim zannedecek ölçüde gravyerleşmiş beyinlerin tasavvur edebileceği bir iştir. Etnik/dinsel/mezhepsel kimlikler temelindeki ‘açılım’lar ise, ilk bakışta çoğulcu ve demokratik adımlarmış gibi görünür; oysa, insanlığı Aydınlanma’nın gerisine götürme peşindeki Yeni Dünya Düzeni hokkabazlarıyla, zaten hiç Aydınlanma görmemiş ilkellerin buluştukları noktadır bu tür açılımlar.
Yeni Dünya Düzeni’nin hayali, insanlığı alt-insan türleri temelinde farklı farklı kafeslere doldurup, dünyanın tümünü, bütün cadde ve sokakları sadece büyük kapitale açık global bir hayvanat bahçesine çevirmektir; çok-hukukluluk, inancına göre yaşama özgürlüğü, çok-kültürlülük vb… gibi ‘insan’ın türsel tekliğini ve haklarının evrenselliğini inkar eden post-modern ‘cennet taamları’nı birer yem gibi kullanarak. Başka bir anlatımla, her türlü kimliksel ‘açılım’, vatandaş kavramıyla birlikte hukukun tekliğinin parçalanıp cumhuriyetin imkansız hâle getirilmesidir; zira, cumhuriyet (res-publica), ancak ‘her şey herkese eşit derecede ait ve açık’ ise cumhuriyettir. Tam bu noktada, karşımıza ‘kollektif haklar’ sorunu çıkar ki, bu da yine neo-liberalizmin insanların dikkatini emek-sermaye çelişkisinden kaçırmaya yönelik sahte bir sorundur: Eylem hâlindeki insanlığın sorunlarını çözecek olan, insanları ‘ne oldukları’ temelinde kategorize eden kolektif haklar değil, yeni kollektiviteler kurma yolunda sınırsız örgütlenme hakkıdır.
Açılım adı altında yapılanlar arasında en vahim olanı Habur oyunudur: Habur, dağdan inenlere/kamptan gelenlere kucak açma görüntüsü altında, Erdoğan’ı hukuk-üstü bir konuma yerleştirme teşebbüsüdür. “Pişman değilim, liderin talimatıyla buraya geldim” diyene ‘etkin pişmanlık’ uygulatan iradeye tutulan alkış, aslında eline hiç silah almamış olanı terorist diye zindana atacak despotizmin kalesine tuğla taşımaktan başka bir şey değildir. Açılımın bir diğer ayağı olarak sunulan sözde müzakereler ise, yine siyaseti halkın elinden kaçırıp, hepimizin geleceğini bizim bilgi, irade ve müdahalemizden bağımsız olarak tayin etme peşindeki despotik bir manevradan başka bir şey değildir. Ancak daha da önemlisi, sivil siyaseti sonuna kadar boğarken, silahlı olanı muhatap almak barış ve çözüm yönünde değil, her şeyi silahlı güç gölgesinde biçimlenir hâle getirmesi mukadder bir tercihtir. Hep tekrar ediyorum ama, elindeki silah sayesinde muhatap alınanın, elinden bırakacağı en son şey de yine silahı, siyasal olarak muhatap alınmak isteyenin de yapacağı tek şey de ya silaha ya da silahlılara sarılmak olacaktır.
Bu denli feraset yoksunu bir iktidarın, açlık grevi ve ölüm oruçlarının ölümcül sonuçlarının hepimize nelere mal olacağını da kesinlikle hesap edemeyeceği açıktır. Yapılacak olan ise, belediye başkanı veya bakan ıslıklayanı bile terorist ilan eden, terorist ilan ettiğini de içeri attıran bir iradenin terörle mücadele adına yaptığı her şeyin bizatihi terorizm olduğunu haykırmaktır.
( http://www.birgun.net )
RED dergisinin yeni sayısı: “Türkiye faşizm kokuyor!”
http://www.red.web.tr/site/haber_detay.asp?haberID=1854
Faşizm, herhangi bir ideoloji değildir, modern devletin bizzat içinde varlığını sürdüren bir eğilimdir. Amacı devleti halkçılaştırmak, onu toplumla bütünleştirmek ve bütün toplumu devletle bütünleşmiş bir organizma olarak, devletin amaçları adına seferber etmektir; Mussolini’nin ifadesiyle totalitarizmdir.
Devletçi düzenin bütün ideolojileri, devleti toplumla bütünleştirme çabası içerisinde olduklarından ve aynı şekilde seferberliği amaçladıklarından; başka bir çok şey olduğu kadar faşisttir de; tıpkı çağımızda deneyimlenen tüm devlet biçimleri gibi.
Batı demokrasileri faşisttir, “hür dünyaları” çerçevesinde bir seferberlik isterler. Medya onların şok birlikleri, iletişim üzerindeki denetim, gen havuzları ve istihbaratları gestapolarıdır. Demokrasiye, yani devlete karşı olan herkes, topluma karşı ilan edilir ve baskı altına alınır.
Ulusal ekonomiler ve otonom milliyetçi rejimler faşisttir. Kendilerini “halk”la birleştiren bir popülizmleri, “gelişme” çizgisinde bir seferberlikleri vardır. Bu seferberliğe karşı olan herkes, halka karşı ilan edilir, baskı altına alınır ve yok edilir.
Ploreterya diktatörlükleri faşisttir. Onlarda devlet, işçi sınıfı iradesinin bir ifadesi olduğundan, devlete karşı olanlar işçi sınıfına karşı olarak fişlenir ve yok edilir. Yarattıkları şey, “totalitarizmle” yer değiştiren şey, “komünizmdir”.
Bütün bu rejimlerin kendi aralarında ve geleneksel faşist(Musolini İtalyası, Nazi Almanyası vb.) ve istisnai/doğrudan neo-faşist(Pinochet diktası, 12 eylül rejimi) rejimlerle farkları saklıdır ve bu yüzden bu rejimlerin savunucuları çoğu zaman “anti-faşist” kampta kalırlar. Ama, bu rejimlerle benzeşen eğilimleri ve “istisna halleri” vardır, ki faşizm verimli zemini tam da bunlardan bulur.
Faşizmin bireysel boyutu ise ayrıca tartışmaya açılması gereken bir konu. Bu konuyu şu an tartışmayacağımdan geleneksel “anti-otoriter” eğilimlerin eleştirisini es geçiyorum. Örneğin “istisna hali” durumunu her koşulda sınırlandıracak bir sosyal bilinç ve hukuk sistemi savunan ya da doğrudan Gramscici bazı sivil toplumcuların ileri sürdükleri de birer “çözüm” olduğundan, “anarşi”nin tek “çözüm” olduğunu ileri sürmeyeceğim. AKP’yi anlamak için, herşeyden önce naziler nasıl iktidara geldi diye bakmak değil, 2000lerin “yeni cumhuriyetçi” olarak genellenebilecek hareketler yığınını anlamak gerekir. Umarım bu konular ilerde detaylı olarak tartışılma şansı bulur.
Bütün devletler bir şekilde faşistse, Yunanistan Altın Şafak’ı faşizm kare midir, küp müdür? MHP, BBP, İngiltere’de BNP, Holanda’da PVV nedir? Bütün eğilimleri aynılaştırıp, her önümüze geleni aynı çuvala tıkarsak, analizlerimiz hiç bir şeyi açıklamaz hale gelir.
O zaman da, nasolsa Hindenburg faşist, Hitler’in gelmesi pek fark etmeyecek bile diyebiliriz. Bu Alman stalinistlerinin bakış açısıdır. Ve son bakabildikleri şey de bu olmuştu zaten.
” **başka bir çok şey olduğu kadar*** faşisttir de; tıpkı çağımızda deneyimlenen tüm devlet biçimleri gibi.”
“Bütün bu rejimlerin kendi aralarında ve geleneksel faşist(Musolini İtalyası, Nazi Almanyası vb.) ve istisnai/doğrudan neo-faşist(Pinochet diktası, 12 eylül rejimi) rejimlerle farkları saklıdır ve bu yüzden bu rejimlerin savunucuları çoğu zaman “anti-faşist” kampta kalırlar. Ama, bu rejimlerle benzeşen eğilimleri ve “istisna halleri” vardır, ki faşizm verimli zemini tam da bunlardan bulur.”
Sanırım çok açıklayıcı olamamışım ama yukarıdaki ifadelerimde zaten sözünü ettiğiniz ayrımları vurguladım. 20ler ve 30ların devrimci literatüründe faşizmin herhangi bir görüş değil, egemen güçlerin içinde gizli kalmış ve devrimlerin yenilgisi sonucu açığa çıkan bir canavar olarak görüldüğü söylenebilir. Egemen bloğun parçası bir mekanizma olarak devletlerin, bu gün bu canavarı gizlemiyor olması için bir gerekçe yok.
Faşizmin nihai amacı totalitarizm olarak belirlenmiştir. Bu, devlet-toplum bütünleşmesi demektir. Modern devletin buna benzer eğilimleri içinde taşıdığını söylüyorum.
Bu arada devletin -geleneksel zor aracı olarak- öneminin ne olduğu belirsizdir. Karteller-tekeller-db-imf tarzı kurumların kazandığı güç “devlet” soyutlamasının anlamını sorgulatır oldu, belki 30lar geleneksel devletin bu anlamda zirvesiydi; pek çok argüman bunu söylüyor. Bu konudaki fikirlerinizi merak ediyorum.
Sanırım öncelikle metod sorununu ele almak gerek. Yani biz bu tahlilleri nasıl hareket edeceğimizi bulabilelim diye yapmaya uğraşıyoruz. Sonuçta gerçek güçlere karşı savaşıyoruz. Bu bizim kalkış noktamız olmalı, diye düşünüyorum.
Eğer karşımıza bizim ülkeye, ekonomiye vs. istikrarsızlık getirdiğimizi düşünen yoğunlukla şehirlerdeki çalışan olmayan unsurlardan, mahallelerde esnaflardan vs. birileri çıkartılıyorsa ve bu güçler istikrarsızlığı bastırmak için kendi terör yöntemlerine başvurmaktan kaçınmıyorlarsa, bunun için mesela burjuvaziden para vs. alıyorlar ve sistem tarafından yaptıkları görmezden geliniyorsa, buna faşizm diyorum. Bu gibi bir hareket karşımıza çıkarsa, gücümüz varsa yapacağımız şey, onlarla uzlaşmak olamaz, onları ezmemiz gerekecektir. Nasıl? Bana kalırsa çalışanların birleşik gücüyle. Yani sistemin istikrarsızlığının nedeninin sistemin ta kendisi olduğunu gösterecek yollarla. İktidara gelip, bizim tüm gücümüzü silindir gibi ezip geçerlerse, yapılacak şey daha farklı.
Ya da mesela bir ülkede askerler iktidara el koydu, terörün bini bir para, işkenceden geçilmiyor diyelim. O noktada çalışanların birleşik gücünü yaratmanın olanağı yok. Çünkü ortada güç yok. Gösteriler tamamen işe yaramaz, yalnızca insan kaybı olabilir örneğin. Bu durumda yapılacak şey sabırlı ve uzun erimli bir şekilde yeniden güçlenmek için çalışmak. Darbeciler içindeki çatlakları kollamak. Yanlış anlaşılmasın, ittifak neyin için değil, propaganda olanakları için. İlk ortak karşı çıkma olasılığı ortaya çıkınca buna yüklenmek için vs.
Ya da varsayalım öyle bir ülkedeyiz ki, bir parti sistemin eski sahiplerini geri plana itmiş, yerlerine yine aynı sınıfın daha farklı temsilcilerini geçirmiş. Karşısına hiç kimsenin çıkamamasının verdiği güvenle içeride baskıcı ve dışarıda savaşçı bir pozisyon almış. Buna karşılık muhalefet henüz gücünü tam olarak yitirmemiş. Bana kalırsa bu noktada yapılacak şey bir taraftan aynı askeri darbe altında inim inim inleyen o ülkedeki gibi sabırla güçlenmeye çalışmak ama bir taraftan da birleşik bir mücadele olanaklarını kollamak.
Anlatmaya çalıştığım şu yani: Eğer rejimlerin ortak özelliklerini ön plana çıkarırsak, her bir rejim, durum, konjonktür vs. içinde nasıl mücadele edeceğimizi kaçırabiliriz.
Bu sebeple “Faşizmin nihai amacı totalitarizm olarak belirlenmiştir.” sözü tamamen doğru bir söz olmasına rağmen, totaliterizmi amaçlamış bütün rejimlere faşist dersek, o zaman bu yukardaki üç rejimde de aynı davranışları göstermek zorunda kalırız. Daha doğrusu tabi ki, aynı davranışı gösteremeyiz. Onun yerine reel politik yapmaya başlarız, anlamsız ittifaklar, devamlı mantıksız ödünler vs. vermek zorunda kalırız, diye düşünüyorum.
Geleneksel devletin 30larda zirve yaptığı, 1945’le faşist kanadın, ardından 1980’lerle keynesyen, 1989’la stalinist kanadın çöktüğü fikrine ben de katılıyorum. Ama çökmeyen ve hatta dip diri ayakta kalıp, dünyanın neredeyse dörtte birini “başarıyla” yöneten bir kanat hala orada duruyor. Hatta kapitalizmi kurtarmak onlara düştü. 2009 krizini hafifleten başlıca unsur oldular. Hatta şimdi o rejimin özentileri tüm dünyada benzer yerlere ulaşmaya çalışıyorlar. Üç çocuktur, ucuz işgücüdür, finansal olarak güçlü devlettir vs. Ama unutmamak gerek ki, finansal olarak ultra-güçlü devlet fikri, devlet mülkiyeti taraftarlarından değil, tam tersine monetarizm taraftarlarından, Milton Friedman’dan, Hoover Institution’lardan çıktı.
DHF’ye gözaltı terörü
13 Kasım 2012
Bu sabah Türkiye çapında DHF üyelerini hedef alan baskınlarda 50’nin üzerinde kişi gözaltına alındı
Bu sabah erken saatlerde Demokratik Haklar Federasyonu’na (DHF) yönelik olarak Dersim, Ankara, İzmir, İstanbul, Çukurova ve Isparta’da eş zamanlı olarak gerçekleştirilen operasyonlarda 50’yi aşkın DHF üye ve taraftarı gözaltına alındı. Çok sayıda eve ve derneğe baskın yapıldığı öğrenildi. Gözaltına alınanlar arasında DHF merkezi temsilcileri, üyeleri ve taraftarları ile Halkın Günlüğü Gazetesi İzmir temsilcisi bulunuyor.
İlk gelen bilgilere göre gözaltına alınanların isimleri şöyle:
Ankara: Ahmet Kerim Gültekin, Ertan Sinan Şahin, Selda Turan, Zelal Karataş, Mertcan Önal ve soyadları öğrenilemeyen Sinem ve Eyüp isimli kişiler.
Dersim: Avukat Uğur Yeşiltepe, İbrahim Yolcu, Hasan Doğankulu, Deniz Efecan, Barış Taylak, Zafer Güven, Erbil Gözüaçık, Yıldız Ataş, Zafer Doğan, Yaşar Oğuz, Mustafa Aytaç, Ali Mükan.
İstanbul: Eylem Yıldız, Tekin Yıldız, İsmail Gürbüz, Onur Yeşil.
İzmir: Erol Hanbayat, Halkın Günlüğü Gazetesi İzmir Temsilcisi Deniz Kısmetli, Uğur Tepe, Şenol Akyıldız, Fatma Akgül, Mine Sargın, İsmet Çelik, Binali Yıldız, Murat Karaman, Aslan Sultan, Yeşer Aydın, Başak Öztaş, Evrim Demirpençe, Fevzi Demirpençe.
Isparta: Başar Tür
Gözaltıların bu isimlerle sınırlı olmadığı, DHF’nin konuya dair ilerleyen saatlerde bir açıklama yapacağı öğrenildi. Mersin başta olmak üzere, Çukurova bölgesinde de çok sayıda kişinin gözaltına alındığı bildiriliyor.
”MKP İl Binası” derken?
Bu arada Doğan Haber Ajansı (DHA) operasyonun MKP’ye (Maoist Komünist Parti) yönelik olarak yapıldığını savunurken ilginç bir habere imza attı. DHA’nın haberinde “MKP İl binasında polisin aramalarının devam ettiği bildirildi” cümlesi yer aldı.
Haber Günlüğü/DHA/Sendika.Org
Bursa’da, Kürt mahallelerine saldırılardan sonra, “faşizme taban yaratma” politikasının yeni bir halkası: Grev kırıcılığı!
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=49241
“Grev kırıcılığı” konusundan devam:
http://www.yurtgazetesi.com.tr/metal-iscisinin-tokadi-makale,2557.html
Yusuf Cemal’e arkadaşa katılmadığım noktalar var;
-Birincisi şu çalışan unsurlar/çalışmayan unsurlar meselesi. Ülkü ocakları tarzı yapıların pekala yoksul kesimler içinde örgütlendiği doğrudur. Ancak bu yoksul kesimlere, pekala işçiler de dahildir; örneğin meslek liselerinde, örneğin sendikal harekette MHP’nin ve benzeri ırkçı şebekelerin güçlü olduğunu görüyoruz. Ya da örneğin Nazilerin işçi hareketi içinde bir unsur gibi hareket etmeye çalıştığını… Mesele işçilerin işçi olarak fikir üretmesidir; Türk, Müslüman, Sünni ya da hristiyan,AKPli , CHPli , ulusalcı vb. değil. Ayrıca , işçileri somut konumları sebebiyle doğal olarak anti-faşist ve düzen-dışı saymak kaba bir uvyerizm olacaktır. Ayrıca kent yoksulları gibi neoliberal toplumda önemli yeri olan “çalışmayan unsurları” düşman safa ait görmenin de doğru olmadığı kanısındayım.
-İkincisi, yaşanan süreçleri “stalinistlerin” , “keynesçilerin” v. cemaatsel soyutlamaların tasfiyesi olarak görme üzerine.Kanaatimce;ne Sovyetler birliği bir 19. yüzyıl falansteridir ne de belirli grupları tasfiye eden bir görünmez el vardır. Olaylara yön veren iradi projelerden ziyade sosyal evrimdir: yaratılan sosyal/teknik icatlar ve bunların ortaya çıkma/dağıtılış şekilleri gibi. Kendi halinde soyutlamalar sadece birer şablondur ve davranışları uygulama sonucunda gelişir/ortaya çıkar. Devlet kapitalizminin geliştiği bir çağda stalinist, kenesyen , ulusal veya faşist/kooperatist ekonomilerin gelişmesi ve düşüşe geçtiği bir dönemde ardı ardına çökmesi gibi.
Toplumsal süreçleri daha karmaşık ele almamız gerekir.
Şimdi kavramlarla değil de gerçeklikteki durumla konuşacak olursak, ilk bakışta fikirlerin çalışanlar/işçilerin kafasına sızmasıyla, çalışmayanların içine sızması arasında hiç bir fark göremeyiz. Yani bir insanın çalışmasıyla, faşist ideolojiyi taşıması arasında ne ilişki var değil mi? Eğer ortada mayalanan da olsa sınıf mücadeleleri olsaydı, belki bir şeyler çıkabilirdi. Ama şu anda o da yok. Ama problem onların kafası değil. İnsanların ne düşündüklerini bir an için askıya alalım. Gerçekte ne yaptıklarıyla ilgilenelim.
Esnafımızı ele alalım. Zaten bütün gün, müşterisinden yandaki tükkanın sahibine herkesle bir muhabbet kurmak zorundadır. Muhtemelen televizyonu da açık. Sabahtan akşama propagandanın alasını yiyor yani. Ama asıl önemlisi istediği zaman tükkanını kapatır gider. Arabası da altında. Sokakta gösteri mi var? Gösteri onun için ekmek parasının mahvedilme olasılığı. Camlar çerçeveler felan. Arabasının yakılması olasılığı tüylerini diken diken ediyor. İlk müdahale eden zaten o olur. Hele hele de diğer esnaflarla bir oldu mu… Kaç zamandır bunlar oluyor Kasımpaşada. Aynen bu saiklerle.
Ya da sokakta işsiz genci ele alalım. Kimse saygı duymuyor, herkes iş bul, evlen, aile geçindir baskısında. Zaten liseyi zar zor bitirmiş. Üniversite hayal. Ama arkadaşta dandirikte olsa bir işe girip, biraz çalışıp, biraz çevre edinip başka bir işe atlama düşüncesi yok. Hem iş yok. Hem de olan işler hep emret-yap üzerine. Askere gidip gelmiş de, orada TC’nin zorla verdiği dersi almamış kafası. Yapmaz yani, ta parasızlık canına tak edene, baba ölüp emekli parası buna kalana ya da mafya gel senin yeteneklerinden de yararlanalım diyene kadar. Mahallenin namusu da ondan sorulur, mahallede 70 yaşındaki bilmemnehanımteyzenin çarşıdan gelirken torbalarını taşıma da.
Pozitif örnekler arttırılabilir. Yoksul semtlerde, aynen bunlar gibi daha ne kadar çok boş hayat heba oluyor. Ama negatif örnekler de mevcut.
Adam çalışıyor diyelim. Rami’de satılık ilanı olan bir fabrikada, iş sıkı ama mesailerle 1200 liraya çıkıyor maiş. Ortalama 12 saat gidiyor günde. Evine varıyor yorgun argın. Varsayalım kafatasçı faşist bu adam. E? Ne yapacak? 9’da kahveye giriyor, o gün orada olmuş gösteriyi duyuyor, küfrediyor. Hadi evine gitmiyor diyelim, gidiyor gece sokakta Kürt avına çıkıyor. Ama yapabileceği bu kadar. Ne bir grevi ezebilir, ne gündüz vakti o gösteriye müdahale edebilir, ne adam öldürebilir, ne mafyaya girebilir. İmanı sağlam da, pratik olarak o sokak birliklerinin içinde fiili olarak yer alması çok zor.
Ama sokakta fink atan işsiz genç de, istediği zaman kepengi indirip çıkan mahalle bakkalı da, soluğu matbaacılar sitesinin önündeki gösteriyi engellemeye gidebilir halde. 80 öncesinde, faşist fabrika sahipleri, çok önemli olduklarını düşündükleri yerlerde, kendi fabrikalarındaki işçileri faşist gösterilere gitmeye zorladıkları bilinir. Ama günümüz, rekabet dünyası. O siparişler bir gün gecikse, iptal manyağına döner fabrika sahibi. Yani çalışanların fikirlerini askıya alırsak, faşist sokak birliklerinin özellikle büyük şirket çalışanlarını massetmeleri fiili olarak imkansız. Pascal, inanmadığın halde diz çök, duanı et, ritüeli yerine getir, bir bakacaksın inanmışsın diyordu. Çalışanlarsa, inansalar bile ritüeli yerine getiremedikleri için eksik kalıyorlar hep.
Ama pratikte olan dışında düşünsel olanda da bir eksiklik var. Kapitalizmin Lacancı anlamda “gerçek”i, yani simgeleştirilemeyen “demir leblebisi” emek gücünün satın alınıyor olması. Bu hep simgeleştirilmeye çalışılır ama her seferinden yeniden başka türlü ortaya çıkıverir. O sebeple de bastırılır. Üzerinde konuşulmaz, bahsedilmez. O gerçeği direk yaşayanlar, yani işyerinde emirden hakarete kadar yaşayan, bunların olmadığı nezih beyaz yakalı ortamlarında kibarca uyarılan, durmadan yapacağı iş başına kakılan, işverenle kendi arasındaki mesafeyi durmadan gören, ama üretmeye devam etmek zorunda olan çalışanlar. Kafalarında faşist fikirler dolu olabilir. Ama asla patronun haklılığını tam olarak kabullenemezler. Bu da bir şekilde hep muhalif bir damarın bir yerlerden fışkırmak durumunda olduğu anlamına gelir. Bu damar illa faşizm karşıtı olmak zorunda değil. Avrupa’da işsizlik korkusunu faşistler kullanıyor mesela. Ama iş, o gerçek’e gelince, yani işyerinde işin nasıl yapıldığına gelince faşistlerin sıradan kapitalistlerden farklı söyleyebileceği bir şey yok.
Dolayısıyla “somut durumları sebebiyle doğal olarak anti-faşist” değiller. Yalnızca potansiyel olarak karşıtlar. Burada potansiyelle, fiiliyatın farkı da politikanın alanı oluyor işte. Ama zaten ben 1930’lardaki Almanya’daki durumu anlatıyordum. Orada çalışanların ezici çoğunluğu Nazi partisine üye değil. Nazi partisinin (NSDAP) A’sı, yani Arbeiter sözü, Nazilerin “Alman İşçi Ulusu” retoriklerinin bir parçası. Spinoza Problemi’nde, Hitler’in NSDAP’a ilk katılış öyküsünde, hafiften o Arbeit lafının ne işe yaradığını anlatıyor Yalom. 🙂
Çalışmayan unsurları düşman olarak görmememiz gerek. Yepyeni toplumsal ilişkiler ağıyla birleşmiş bir tarihsel blok yaratacaksak, belki de burjuvazi dahil, herkesi bir yerlere yerleştirebilmemiz gerek. Zaten çalışanlarla bu kadar geçişli bu diğer katmanları, işsizleri, kent yoksullarını, küçük işletmelerde çalışanları vs. kenara atamayız. Atarsak, toplumun çoğunluğunu “yeni düzen”e nasıl ikna edeceğiz ki?
İkinciye itirazım aslında anaya ile aynı. Toplumsal süreçler daha karmaşık. O sebeple devlet kapitalisti olan Çin, özel sektörü devlet mülkiyetiyle harmanlayarak, monetarist kapitalizmin yapamadığını yaptı. Yani devlet kapitalizmi çağı “geçti”, toplumsal evrim onu “aştı”, ama fiilen ana itkisi hala devlet kapitalizmi olan bir ülke bu güce erişti. Benim burdan çıkardığım sonuç, o çağın eğilimlerinin mutlak olmadığı, olasılıkların hala canlı olduğu.
http://www.yurtgazetesi.com.tr/yurtun-sesi/demek-ki-neymis-h25280.html
http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/hani-akp-fasistti