Otuz Yıllık Çeviri Serüvenim
Mesele dergisinin Mayıs 2015 tarihli 101. sayısında yayınlanmıştır.
Robert Conquest, Kirov Cinayeti ve Stalin, çev: Gün Zileli, h2o kitap, 2015
Otuz yıllık bir çeviri serüvenim var. Aslında çevirmen sayılmam, yani profesyonel bir çevirmen değilim. Dolayısıyla pek iyi bir çevirmen olduğumu da düşünmüyorum. Redaksiyon yaparken birçok çevirmen ya da İngilizcesi benden daha iyi olan arkadaştan yardım aldım bugüne kadar. Hepsine buradan toplu bir teşekkür yollayayım.
Beni çevirmenliğe sevk eden, özellikle 1980’li yıllarla birlikte yoğunlaşan ve genelde “sosyalizmin bunalımı” başlığı altında toplanabilecek, özelde de “Stalin Sorunu” olarak tanımlanabilecek ideolojik tartışmalar oldu. O zamanlar, bugün evrile değişe Vatan Partisi adını alan, emekli subaylar partisi olarak da tarif edilebilecek, o zamanki adı Türkiye İşçi Köylü Partisi olan partinin yöneticilerindendim. 1980’li yılların başlarında ideolojik sorunlarla ilişkim dolaylıydı. 1975-1980 yılları arasında bu partinin örgütlenme sorumlusuydum. Partinin legale çıktıktan sonraki (1978) ilk kongresinde (Ocak, 1980), bir görev değişikliğiyle Ajitasyon Propaganda bölümünün sorumlusu oldum.
“Sosyalizmin Sorunları” tartışması, daha 12 Eylül darbesinden önce başlamıştı. O zamanlar kendini Maocu olarak gören Parti’nin temel dayanağı olan Çin Halk Cumhuriyeti, 1970’lerin ortalarından itibaren büyük bir ideolojik değişim içine girmiş ve Batı’ya yaklaşmaya, kapılarını, o zamana kadar “kapitalizmle uzlaşmakla” eleştirdiği Sovyetler Birliği’nden bile çok daha hızlı bir şekilde kapitalizme açmaya başlamıştı. Kısacası, artık ÇHC’nin burçlarında kızıl bayrak değil, Coca Cola’nın bayrağı dalgalanıyordu.
Mao ve ÇHC paradigmasının çökmesi, ister istemez zihinlerde “bu yozlaşmanın daha eskilerde köklerinin olması gerektiği” düşüncesini doğurdu ve o zamana kadar dokunulmaz bir kült olan Stalin ve sosyalizmin diğer dokunulmaz kültleri tartışma gündemine geldi. Tartışmanın açılmasında ve yürütülmesinde en ateşli olanlardan biriydim. Hatta bu tartışmalarda başı çektiğim bile söylenebilir. Partinin, bugünkü Vatan Partisi’nin önde gelen yöneticilerini oluşturan kesimi ise tartışmada Stalinist kanadı oluşturdu. Bu açıdan, geleneği eskiden beri sürdüren, bugün Vatan Partisi adını almış parti yöneticilerinin artık tamamen milliyetçi oldukları için Stalin’i savunmadıklarını düşünmek hatadır. Onlar hâlâ Stalinisttirler. Stalinizm aşırı milliyetçilikle uyuşmayan bir şey değildir. Tam tersine.
1980 sonrası aranma koşullarında, kısıtlı olanaklar içinde okuyup yazmaya başlamıştık bu konularda. Bu okuma yazma faaliyetleri kaçınılmaz olarak Türkçede yayınlanmamış bazı kaynaklara yönelmeyi getirdi.
İlk çeviri deneyim Eugenia Ginzburg’un, 1960’lı yıllarda Batı’da yayınlanmış Journey into the Whirlwind adlı anılarıydı. 1980’li yıllarda kör topal İngilizcemle parça parça çevirip arkadaşlara okuduğum bu kitabı, 1990 yılında İngiltere’ye gittikten sonra yeniden çevirdim ve kitap, 1996 yılında Pencere Yayınları tarafından Anafora Doğru adıyla yayınlandı. Müthiş etkileyici bir kitaptı. Bu kitabı okuyan bir insanın hâlâ Stalin’i savunmaya devam etmesinin imkânsız olduğunu düşünüyordum. Ama bir hesap hatası yapmıştım. Yüreği olan bir insanın demeliydim.
Ginzburg’un anıları iki ciltti. Within the Whirlwind adını taşıyan 2. Cilt, Ginzburg’un tutuklanıp on yıl hüküm giydikten sonra gönderildiği Kolima’da yaşadıklarını ve buradaki çalışma kamplarında olup bitenleri anlatıyordu. Sağ çıkılması çok zor olan bu kamplardan tesadüfen sağ çıkan Ginzburg’un anıları, aslında Gulagları dünyaya ilk kez kapsamlı bir şekilde tanıtan kitaptı. Aleksander Soljenitsin, Gulag Takım Adaları (çev: Selim Taygan, Nebioğlu, 1974) kitabında sık sık Ginzburg’u referans veriyordu. Ginzburg’un çevirdiğim 2. Cildi, Anaforun İçinde adıyla, yine Pencere Yayınları tarafından 2000 yılında yayınlandı.
Bundan sonra, bir yandan anarşizm ve sol komünizm üzerine kitaplar çevirmeye devam ederken (Abel Paz, Halk Silahlanınca, Kaos, 1996; Gilles Dauvé-François Martin, Komünist Hareketin Güneş Tutulması ve Yeniden Ortaya Çıkışı, Sel, 1999; Herman Gorter, Yoldaş Lenin’e Açık Mektup, Günizi, 2001; E. H. Carr, Mihail Bakunin, Versus, 2006; Michael Seidman, İşçiler Çalışmaya Karşı) özel olarak Sovyetler Birliği ve Komintern tarihine ilişkin kitapları çevirmenin peşini de bırakmadım. Tarihçi Paul Avrich’in, Sovyetler Birliği’nin ilk kuruluş yıllarını ve Kronstadt ayaklanmasını inceleyen Kronstadt 1921 adlı tarih incelemesi (Versus, 2006) bir anı kitabı değil, tarihsel bir incelemeydi. Bu kitabın olağanüstü ayrıntılı ve objektif bir tarih incelemesi olarak müstesna bir yere sahip olduğunu düşünürüm.
Araya Avrich’in tarihsel bir dönemi ve çok önemli bir ayaklanmayı inceleyen kitabı girmişti ama aslında benim aklım fikrim anılardaydı. Anıların, tarihe birinci elden bir tanıklık olduğu kanısındayım. Ginzburg’un anılarını esas olarak Sovyetler Birliği’nin dışından tamamlayan Jan Valtin’in Out of the Night adlı, son derece ilginç Komintern anılarını Karanlığın Ötesinde adıyla çevirdim ve bu kitap da Kibele tarafından 2009 yılında basıldı. Alman Devrimi ve Komintern tarihi üzerine (kısmen Sovyetler Birliği de var) değerli bilgi ve aktarımlar içeren, tamamen içerden gözlemlere dayanan 840 sayfalık bu dev eser, yaptığım çeviriler içinde baskısı tükenen tek kitaptır. Eşber Yağmurdereli, maliyeti son derece yüksek bu kitabı yayınlayarak piyasa kurallarına adeta meydan okumuştur.
Kadınlar ve anılar… Kadınların anılarını yayınlamak özel seçimim değildi ama öyle oldu. Belki de toplama ve çalışma kamplarına düşen erkeklerin daha büyük çoğunluğu sağ çıkamadığı içindir. Ya da kadınların anı yazmaya daha yatkın olmaları da bu noktada önemli bir etken olabilir mi? Ginzburg’dan sonra çevirdiğim kadın anı kitabı Margarete Buber-Neumann’a ait. Orijinal adı, Under Two Dictators-Prisoner of Stalin and Hitler. Başlığa hiçbir yorum getirmeden olduğu gibi çevirdim: İki Diktatörlük Altında-Stalin ve Hitler’in Mahkûmu. 2012 yılında İmge tarafından basıldı. Aslında Margarete Buber-Neumann’ın izini Jan Valtin’in kitabından sürmüştüm. Valtin, Margarete’nin kocası, ünlü Alman komünisti Heinz Neumann’dan uzun uzun söz ediyordu. Çoğunlukla da olumsuz söz ediyordu ama 1930’lu yıllarda karısıyla birlikte Sovyetler Birliği’nde tutuklandıktan sonra yok edilen Heinz Neumann’ın ilginç bir karakter olduğu kesindi. Buber Neumann’ın anılarının en ilginç yanı ise, hem Sovyetler Birliği’nde hem de Nazi Almanya’sında, kamplarda kalmasıydı. İki yıl Sovyetler Birliği’nde, Kazakistan’daki Karaganda kamplarında kaldıktan sonra, Molotov-Ribbentrop Paktı’nın gizli bir maddesinin gereği olarak, diğer Alman komünistleriyle ve anti-faşistleriyle birlikte GPU tarafından Gestapo’ya teslim edilmişti Buber-Neumann. Beş yıl da Almanya’daki Ravensbruck toplama kampında kalmıştı.
Bunu bir başka Alman komünisti kadının anıları izledi. Erica Wallach’ın Light at Midnight’ı. Bu şiirsel başlık, kitap okunduğu zaman anlaşılmaktadır ki, Arthur Koestler’in Darkness at Noon’una (Gün Ortasında Karanlık) referanstır. Gece Yarısında Aydınlık adıyla, 2013’te, Ayrıntı Yayınları tarafından basıldı. Zaman olarak hepsinden geç bir zamanı anlatıyordu. Wallach, 1949 yılında, ortalıktan kaybolan manevi babası Noel Field’ı bulmak için gittiği Doğu Berlin’de tutuklanır. Uzun işkence ve sorgulamalardan sonra, götürüldüğü Sovyetler Birliği’nde idama mahkûm edilir. 1953 yılında Stalin’in ölümü üzerine değişen atmosferde öldürülmekten kurtulur. Beş yıl hapislikten ve ağır çalışma kampı deneyinden sonra, 1955 yılında serbest bırakılır.
Çevirdiğim son kitap olan ve yukarıda künyesini verdiğim Kirov Cinayeti ve Stalin (Stalin and Kirov Murder) ile birlikte yeniden başlara dönüyoruz. İlk çevirdiğim kitap olan Anafora Doğru, Ginzburg’un şu cümlesiyle başlıyordu:
“1937 yılı, aslında 1934’ün 1 Aralık’ında başlamıştı.”
Bu cümleye Robert Conquest de atıfta bulunuyor. Çünkü gerçekten de 1930’lu yılların Büyük Temizlik’i 1 Aralık 1934 günü, Leningrad Parti örgütünün karargâhı olan Smolni Enstitüsü’nde, Nikolayev adlı parti üyesinin, Leningrad Parti şefi Kirov’un başına arkadan tabancasını ateşlemesiyle başlamıştı. Kurşunu sıkanın Nikolayev olduğu açıktı. Zaten olay yerinde, vurduğu Kirov’un yanı başında, baygın yatarken yakalanmıştı. Ama Nikolayev’in ardında kimler vardı? Nikolayev’i ilk sorgulayan, Moskova’dan heyetiyle birlikte alelacele gelen Stalin olmuştu. Stalin’in, “Kirov’u neden öldürdün?” sorusu karşısında Nikolayev, çevresindeki NKVD görevlilerini göstermiş ve “onlara sorun” demişti. Bunun üzerine Nikolayev yaka paça oradan uzaklaştırılmıştı.
Robert Conquest, Kirov cinayetinden sonra açılan gösteri davalarını anlatıyor kitabın büyük bir bölümünde. Muhalifler, sadece kendi “itiraf”larına dayanılarak Kirov’un katili olmakla suçlanıyor ve idam ediliyor. Sonunda sıra, Kirov öldürüldüğünde NKVD şefi olan Yagoda’ya geliyor. Yagoda ve ona bağlı NKVD görevlilerinin cinayeti planladığı ortaya çıkıyor ve hepsi kurşuna diziliyor. Fakat ortaya çıkmayan bir tek şey vardır. Yagoda’ya bu cinayeti planlaması emrini veren kimdir? Bunun, “Buharinci Sağcılar” davasında yargılanan ve kurşuna dizilen Yenukidze olduğu ileri sürülür ama bu hiç inandırıcı değildir. O sırada çok daha büyük bir otoriteye sahip olan Yagoda’nın, partide daha alt sıralarda yer alan Yenukidze’den emir alması için hiçbir neden yoktur.
O sırada Yagoda’ya cinayeti örgütleme emrini verebilecek otoriteye sahip tek bir kişi vardır, o da Stalin’den başkası değildir. Stalin’in siyasi cinayetler örgütlemekte usta olduğu, sonraki yıllarda meydana gelen çok sayıda esrarengiz cinayetle ortaya çıkacaktır. Kirov cinayeti, belki de bunların ilkidir.
Gün Zileli
15 Nisan 2015
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com
What a waste!
Keske 30 yil boyunca bir tane –numunelik olsun– karin doyuracak konularda bir sey tercume etmis olsaydiniz..
sizin de parti de yönetici yapısı içinde olduğunuz dönemde kendi parti organınızda devrimcileri isim ve adreslerini vererek polise ihbar ettiğiniz söyleniyor.
siz o dönem bunlar olurken ne düşünüyordunuz, bunu doğru buluyor muydunuz?
Bkz. Havariler (iletişim, 2002), s. 300-301
şu an imkanım olmadığı için o kitabı alıp bakamıyorum. zahmet olmayacaksa o açıklamanızı burada paylaşır mısınız?
teşekkürler!
24 HAZİRAN 2015 İTİBARİYLE TÜRKİYE EKONOMİSİ NE DURUMDA?
İlk önce tabloları aktaralım:
(Bütün veriler 1980-2015 arasını kapsamaktadır.
IMF, WEO Database April 2015 kaynağındaki veriler temel alınarak tablolar hazırlanmıştır.)
1. tablo:
Kırmızı renkli olan Türkiye’nin, mavi renkli olan Yunanistan’ın verileridir.
Türkiye’nin ve Yunanistan’ın: Yatırım/GSYH (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla) ve Tasarruf/GSYH
Türkiye’nin ve Yunanistan’ın: Ekonomik büyümesi (%)
http://bit.ly/1IyFp9f
2. tablo:
Kırmızı renkli olan Türkiye’nin, mavi renkli olan Yunanistan’ın verileridir.
Türkiye’nin ve Yunanistan’ın: İşsizlik (%)
Türkiye’nin ve Yunanistan’ın: Enflasyon (%)
Türkiye’nin ve Yunanistan’ın: Bütçe açığı/GSYH (%)
Türkiye’nin ve Yunanistan’ın: Kamu Borç Stoku/GSYH (%)
http://bit.ly/1TNeyiu
3. tablo:
Kırmızı renkli olan Türkiye’nin, mavi renkli olan Yunanistan’ın verileridir.
Türkiye’nin ve Yunanistan’ın: Cari açık/GSYH (%)
http://bit.ly/1QPWQvG
ANALİZ YAPARKEN DİKAT EDİLMESİ GEREKEN HUSUSLARI BİR KEZ DAHA DİKKATİNİZE SUNUYORUM:
1. Kriz çıkmış bir ekonomiyle kriz çıkmamış bir ekonomi aynı kolaylıkla incelenemez. Bu ikisi arasındaki fark; bitmiş bir olayla devam eden bir olayın incelenmesi arasındaki fark gibidir. Bitmiş bir olayı incelemek kolaydır, devam eden bir olayı incelemek o kadar kolay değildir.
2. Benzer yanları olsa da her ekonomi farklı özellikler taşır. Toplumlar arasındaki kültürel, geleneksel farklılıklar, insanların davranış ve algılama farklılıklarına neden olur. Öte yandan her toplumun ekonomik yapısı benzerlikler kadar farklılıklar da taşır. Dolayısıyla bir toplumun yaşadığı deneyimi mutlaka ötekinin de aynı biçimde yaşayacağını düşünmek her zaman doğru sonuçlar vermeyebilir.
3. Krize girmemiş bir ekonominin gidişini değerlendirirken geçmiş birikimler ve içinde yaşanan durum kadar geleceğe ilişkin tahminler de önem taşır. Ayrıca dış dünyada neler olduğu, bu gelişmelerin o ekonomiyi nasıl etkilediği de önemlidir.
ŞİMDİ TABLOLARIN İZAHINA BAŞLAYALIM:
2000’lere kadar bütçe açığıyla büyüyen Türkiye ekonomisinin, 2000’lerden başlayarak cari açıkla büyümeye yöneldiği yolundaki tezim doğrulanıyor. Buradan hareketle; Türkiye ekonomisinin “uzun vadeli kalıcı çözümler” yerine “kısa vadeli geçici çözümler”le durumu idare etmeye yönelen bir yapı içinde olduğu iddiası artık kanıtlanmış oluyor. Yunanistan ile karşılaştırma yapıldığında bizim düşük “bütçe açığımız” ve düşük “Kamu borç stoku/GSYH” oranımızın önemli bir avantaj olduğu söylenebilir. Bununla birlikte; bir ekonomik krize girmemiz hâlinde “elimizde özelleştirilecek varlık kalmamış olması” ciddi bir dezavantaj. Başta işsizlik ve enflasyon olmak üzere Türkiye’deki bazı oranların gerçeği yansıtmadığını, bu nedenle de mesela Yunanistan’ın bugünkü durumuyla yapılacak karşılaştırmaların gerçekçi olmayacağını ileri sürenlerin haklılık payı oldukça yüksek. 2007 sonu 2008 başında küresel krize girince Yunanistan’ın çok ciddi bir kriz yaşamasına karşın Türkiye’nin o kadar etkilenmediğini dile getirenler; Türkiye’nin Yunanistan’ı sarsan şiddette bir krize girmeyeceği görüşündeler. “Yatırım–tasarruf farkı”nın (bir başka deyişle “cari açığın”) bizde Yunanistan’dan daha büyük olduğuna ve dolayısıyla ileride bizi daha da sıkıntılı bir duruma sürükleyeceğini vurgulayanlar var.
En çok dikkat çeken konunun:
Her iki ülkedeki “yatırım-tasarruf farkı”nın yüksekliği (yani cari açığın bozuk görünümündeki benzerlik) olduğunu bir kez daha vurgulamalıyım.
1. “Yatırım/GSYH” ve “Tasarruf/GSYH”:
Genel görünüm itibariyle tasarruf ve yatırımlarımız azalma eğiliminde. 1980’den 2000’lere gelirken, zaman zaman birbirlerinden sapmalar yaşasalar da genel görünüm itibariyle tasarruflar ile yatırımların birbirleriyle dengeli biçimde ilerlediğini görüyorum. Fakat 2000’den günümüze kadar olan kısımda gözle görülür bir biçimde “tasarruf-yatırım dengemizin” tasarruf aleyhine bozulduğu görüyorum. Bu da bize; dışarıdan tasarruf ithal ettiğimizi gösteriyor. Keza 2000’lerden sonra dünyanın ekonomik konjonktürüne bakarsak; genişlemeci para politikalarının hakim olduğunu ve bu sıcak parayı yüksek reel faiz vererek çektiğimizi; böylelikle “tasarruf-yatırım açığımızı” bu şekilde telafi ettiğimizi görebiliyoruz.
2. “Ekonomik büyüme”:
Grafikte gördüğüm kadarıyla büyüme oranımız yukarıda değindiğim yatırım oranımızdaki düşüşe paralellik göstermiş olup son yıllarda düşme eğiliminde. Ve grafikte olmayan fakat benim görüşlerim çerçevesinde bu düşüş eğilimi devam edecek! Çünkü 2000’lerden itibaren dünyada süregelen ucuz para dönemi; FED’in (ABD Merkez Bankası’nın) para musluğunu kesip, 2015 sonunda artırması muhtemel olan faizlerle son bulacak! Bu durum; bizim gibi sıcak paraya muhtaç bir ekonominin üstünde Damokles’in kılıcı gibi sallanmakta!
3. “İşsizlik”:
Yatırım ve buna bağlı olarak ekonomik büyüme oranımızdaki düşüş; son yıllarda, (grafikten de görüleceği üzere) işsizlik oranında artış olarak yansımakta.
4. “Enflasyon”:
Grafikte gördüğüm üzere enflasyon oranımız 1980’lerden 2000’lere kadar zaman zaman artıp azalsa da; aşırı yüksek seviyede! Bu oran 2000’lerden sonra gözle görülür biçimde bir azalma eğilimine girmiş. Hattâ bu durum; zamanın AKP iktidarı için bir övünç kaynağı olmuş. Kısmen de olsa doğru. Fakat bu dezenflasyon süreci sadece bizim ülkemize has değil; dünyanın genelinde görülen durum. Çin’in 2001 yılında WTO’ya (Dünya Ticaret Örgütü’ne) üye olması nedeniyle dünyanın; “maliyeti düşük ürünlere kolayca ulaşabilmesi” ve 2000’lerdeki “ucuz para trendi” sayesinde ürünlerin dolar bazında değerlerinin düşmüş ve ülkelerin katlandıkları maliyetlerin azalmış olması; bu görünümü yaratmış. Bütün bunlara rağmen hâlen hedeflediğimiz enflasyon oranlarını yakalayabilmiş değiliz. Bunun birçok dış sebebi olsa da (petrol, doğalgaz fiyatları vs.) aklıma gelen bir iç sebebi; siyasilerimizin Merkez Bankası’nı (TCMB’yi) zor durumda bırakacak ve baskı altına alacak söylemleridir! Politika ve araç bağımsızlığına sahip olan Merkez Bankamızın üstündeki bu baskı; gereken durumlarda gereken kararların alınamaması olarak ülkemize bir maliyet yüklemekte! Bu maliyetlerden bir tanesi de enflasyondur!
5. “Bütçe Açığı/GSYH”:
Grafikte görüldüğü üzere 1980’lerden 2000’lere kadar bütçe açığı artma eğiliminde olup, 2001’den sonra azalma eğilimine girmiş (“Küresel Ekonomik Kriz”in tüm dünyayı vurduğu 2008-09 yılları hariç). Bütçe açığımızdaki bu azalmanın en önemli sebepleri; özelleştirmeler ve 2B arazilerinin satışı olmuş. İşin kötü tarafı; bu gelirler bir seferlik olup geri dönüşü yoktur!
6. “Kamu Borç Stoku/GSYH”:
Kamu borç stokumuz eskiyle kıyaslandığında; AKP dönemiyle beraber azalma eğilimine girmiş. Buna karşılık; “özel kesim borç stoku/GSYH” oranı ise artıyor (Yukarıda aktarılan tablolar arasında olmamasına rağmen). Yani eskiden “kamu kesimi aracılığıyla” borçlanırken; şimdi “özel kesim yoluyla borçlanmayı” tercih ediyoruz.
7. “Cari Açık/GSYH”:
Tasarruf açığımızın ne denli düşük olduğunu bize hatırlatan belki de en önemli ve çarpıcı grafik bu! Grafikte görüldüğü üzere cari açığımız 1980’lerden 2000’lere kadar iniş çıkışlar yaşasa da belli bir bant aralığında salınmakta. AKP dönemi ile beraber; cari açığımız gözle görülür biçimde negatif olarak artış göstermekte. “Karşılandığı (yani “finanse edildiği”) müddetçe cari açık sorun değildir!” gibi bilimsel olmayan bir yaklaşımla bugüne kadar önlem alınmamış olan cari açık sorunumuzun akıbeti asıl bundan sonra önemli! Çünkü artık kolay (sıcak!) para dönemi bitmekte (FED’in para musluğunu kapatmış ve faiz artırımına 2015 sonunda başlayacak olması), ve devasa bir enkaz bizi beklemekte!
SONUÇ:
Yukarıda aktarılan tabloların hemen hepsinde gördüğüm üzere; olay iki parçaya ayrılıyor:
1. parça; 1980’lerden 2000’li yılların başına kadar olan dönem.
2. parça ise AKP’nin iktidarda olduğu 2003’den günümüze kadar olan dönem. (Kasım-Aralık 2002 dönemindeki ekonomi hamlelerinin sonuçları sonradan kendini göstermeye başladığı için 2003 tarihini baz aldım.)
Sıkıntısız görünen göstergeler “bütçe açığımız” ve (kısmen!) enflasyon.
Fakat bunların iç yüzünü ise yukarıda elimden geldiği ve bilgimin yettiği ölçüde açıklamaya çalıştım. Ve buradan kişisel olarak çıkardığım sonuç; yapısal reformların acil olarak hayata geçirilmesidir. Çünkü grafiklerde gördüğüm; tüm bu olumsuzlukların temelinde, çürümüş olan ve reforme edilmesi gereken birçok mesele olduğudur!
TÜRKİYE EKONOMİSİ NE DURUMDA?
Son olarak başlıktaki soruya yanıt vereyim:
“İyi durumda değil!” diye bitirebiliriz!
Eğer bu kötü gidişatı kendi hâline (saldım çayıra, mevlam kayıra) bırakırsak bu durum bizi bir ekonomik krize sürükleyebilir!
Eğer bu durumu ciddiye alır da yapısal reformlara girişirsek krize girmeden yeni bir çıkış yakalayabiliriz!
(http://www.mahfiegilmez.com/2015/06/turkiye-ekonomisi-ne-durumda-interaktif.html)
Sizin gibi bu konuyu bu kadar merak eden birinin 13 yıl boyunca bu imkânı bulamayışı ilginç. Yine de ilgili bölümlerden birini yolluyorum (harflerde uyumusuzluk var. Kusura bakmayın. Çünkü copy/past yaptım):
Günlük gazete Aydýnlýk’ýn çýkarýlmasý hazýrlýklarý fiilen baþlatýlmýþtý. Aslýnda ben, günlük gazetenin yayýnlanmasýna karþý çýkmýþ, Merkez Komitesi’nin bu yönde karar aldýðý toplantýda, “henüz zamaný deðil” diyerek, aleyhte oy kullanmýþtým. Bu karara tek karþý çýkan kiþi bendim Merkez Komite’sinde. Bu karþý çýkýþýmýn, sembolik olduðunu, kararý etkilemeyeceðini biliyordum aleyhte oy verirken, ama yine de büyük bir gururla bu oyu kullandým. Bunun iki nedeni vardý. Arnavutluk kongresi’ni izlediðimden beri, “oy birliði” ile alýnan kararlara karþý bir alerji oluþmuþtu bende. Bir karar alýnýrken, birkaç muhalifin bulunmasýnýn partinin hayrýna olduðunu düþünüyordum. Daha önemli bir neden ise, günlük gazete çalýþmasýnýn, dar-kapýcýlýða karþý mücadele kampanyasýndan beri sorumluluðunu aldýðým örgütlenme iþini aksatacaðý, kurduðum iskambilden þatolarý yýkacaðý kaygýsý içinde bulunmamdý. Bu anlamda, artýk örgütçülük fetiþizmine kapýlmýþ bir parti bürokratýna dönüþtüðümü söyleyebilirim. Öte yandan, benim “þatolarým”, Doðu’nun umurunda bile deðildi. “Büyük güçler platformu”na çýkmak için günlük gazete þarttý, bu yüzden bütün güçler, kadrolar toptan bu iþe sevk edilmeliydi. Partinin “merkezi görevler”i, diðer görevleri her zaman silip süpürürdü.
Nitekim, “örgbüro”nun o zamana kadar onca zahmetle inþa ettiði “þato”lar, büyük bir fýrtýnayla yýkýlýverdi, üzerine titrediðimiz kadrolar, bu fýrtýnayla günlük gazeteye savruldu. Þimdi, partinin ne kadar eli kalem tutan elemaný varsa, Caðaloðlu’ndaki, günlük gazete için kiralanmýþ binaya doluþmuþtu. O günlerde büyük bir kargaþalýk hüküm sürüyordu bu alanda. Kadrolar, karmakarýþýk bir þekilde günlük gazeteye sevk edilmiþti, ama kimin ne görev yapacaðý belli deðildi. Üstelik, bu þaþkýn kalabalýða ne yapýlacaðýný söyleyen bir yönetici de yoktu ortada henüz. Bunun üzerine “örgbüro” olarak bu iþe bir düzen vermenin, yine bize düþtüðünü hissedip, bazý kararlar aldýk. Günlük gazeteye ne kadar muhalif olursam olayým, böyle bir kargaþalýða “izin veremez”dim. Gazete için acilen bir yönetici atamamýz gerekiyordu. Kim olacaktý bu kiþi? “Örgbüro” üyelerinden Oral Çalýþlar’a önerdim bu görevi. Oral, o zamana kadar yazý çizi iþlerinde pek baþarýlý çalýþmalar ortaya koymuþ deðildi. Ancak, yönetici yetileri iyiydi. Bu iþi kotaracak en yerinde aday, o gözüküyordu. Oral da teklifi yerinde bulunca, tarafýmýzdan, günlük gazete çalýþmasýnýn yönetilmesi iþine atanmýþ oldu.
Oral’ýn gazetenin baþýna geçmesinden sonra, bu alanda süren kargaþalýk büyük oranda giderildi. Artýk günlük gazetenin prova sayýlarýnýn hazýrlanmasýna gelmiþti sýra. Aþaðý yukarý bir ay süreyle, piyasaya çýkarýlmayan prova nüshalar yayýnlanacaktý her gün, böylece, gerçekten günlük gazete çýkarma düzenine girilmiþ olunacaktý.
Bu prova döneminde, ara sýra gazetenin Caðaloðlu’ndaki idarehanesine uðruyordum. Oldukça büyük bir yer tutulmuþtu. Birkaç idare odasýnýn dýþýnda, kocaman bir salona yerleþtirilmiþ masalarda çalýþýlýyordu. “Muhalifliðimi” filan unutmuþ, prova sayýlarý zevkle inceliyordum.
Gazeteye uðradýðým bir gün, yeni çýkmýþ prova sayýyý gözden geçiriyordum. Birinci sayfadaki bir haber dikkatimi çekti. O günlerde, Ümraniye’de beþ “saðcý” iþçinin, TÝKKO örgütü tarafýndan kurþuna dizildiði iddiasý yer alýyordu gazetelerde. Bu, saçma sapan, vahþice bir eylemdi. Emekçi insanlarý, sýrf “saðcý” ya da “grev kýrýcý” olduklarý gerekçesiyle kurþuna dizmek olacak þey deðildi. Kim yaparsa yapsýn bu tür bir eyleme karþý çýkmak gerekirdi gerçekten de. Ancak, Aydýnlýk’ýn o günkü prova nüshasýnda, böyle bir kýnamayla yetinilmiyor, gazete, polis hafiyeliðine heveslenip, iþçileri kurþuna dizdiðini iddia ettiði TÝKKO’cularýn isimlerini açýklýyordu. Dehþetle irkildim. Devrimci bir gazetenin, kýnamanýn ötesine geçip, olayý “gerçekleþtiren”leri polise açýk açýk ihtar etmesi türü bir tutumla ilk kez karþýlaþýyordum. Elimde gazete, o sýrada yoðun iþleri dolayýsýyla saða sola koþuþturan Oral’a yaklaþtým. “Yahu Oral” dedim, “bu haber ne böyle? Burada açýk açýk isim veriliyor. Üstelik, bu insanlarýn bu iþi yaptýðýna ne kadar eminiz.” Baþýný kaþýyacak zamaný olmayan Oral, bana alelusul bir yanýt verdi. Edindikleri bilgilerin doðruluðuna inanýyordu. Üstelik, iþçi katillerini, kimlikleri ne olursa olsun, açýklamak boynumuzun borcuydu. “Sahte solcu”lardan çektiði neydi bu milletin! Elimde gazete orada öylece kalakaldým. Acaba ben mi “geri” kalmýþtým? Örgütsel iþlere fazlaca dalýp siyasetten kopmuþ, dolayýsýyla olaylarý deðerlendiremez hale mi gelmiþtim? Kusuru her zaman kendinde arayan mizacým, zaman zaman objektif deðerlendirmeler yapmama hizmet etse de, bu noktada elimi kolumu baðlayan bir etki yapmýþtý. Oral’a daha fazla itiraz etmedim. “Geri kalmýþlýðým” dolayýsýyla kendimi azarlayarak oradan uzaklaþtým. Bu olay, daha sonraki dönemde benim de dahil ve sorumlu olduðum, Aydýnlýk gazetesinin, solcularý, polise ve devlete ihbar etme siyasetinin, hatýrladýðým ilk örneðidir.
cevirmen gunes bozkaya ya nasil ulsabilirim?
Çev-Bir’e sormalısınız…
Ben de Gün niye bu istihbarat elemanlarını çevirip duruyor diye düşünüyordum, meğerse adam SSCB tarihini öğrenmeye Ginzburg ile başlamış. 1 Mayıs katliamını da MESS yayınlarından öğrenmişsindir kesin.
Ahmet Türkçe karakter kullanmaya başlamışsın. Ne oldu Türkçe klavye mi aldın kendine? London nasıl? Ne var ne yok oralarda?
Bukadar uzun yorumlar neden yayınlanıyor anlamıyorum… git ahkamını başka yerde kes anonim kardeş
Türkçe klavye değil, sadece windowstan türkçe fontları kullanıyorum.
Ahmet nereden başlamalı sence? Direk Stalin’i destekleyen yazarlar ya da ona benzer şeyler deme şimdi. Çünkü onlar da aslında MESS vb. ile aynı kulvarda. (Sadece sözlü olarak öyle olmadıklarını söylüyorlar ama uygulamada birçok konuda ortak oldukları söylenebilir. Ortak noktaları işçiyi ve doğayı sömürme, baskı, hiyerarşi, özgürlük düşmanı olmaları.)
Uzun yorum derken ne kastediyorsunuz sayın Kedikara?
Standart ve utanma bilmez “gergedan tekniği” uygulayıcıları için, GZ’nin sevgili “istihbarat elemanlarına” ait belgeler, mutlaka bktn br xyzw yazarın anılarında görülmüştür. Asılları bilahare çok geçmeden, örneğin yüz yılcık sonra ortaya dökülecek ve hepimiz de okuyacağız… azıcık sabır…
*
Temel demiş ya “lan bu Londra’daki tüm temizlik işçileri İngilizce biliyor!”
Stalin’in pisliklerini temizlemek daha zor; daha iyi İngilizce bilmeli elbette…
*
Bu batı karşısında ezikliğin İngilizce okur-bilmez sözcüleri beyinlerini fazladan yormadan hem de anlamadığı kitapları önümüze bir Egemen Bağış yüzsüzlüğüyle atar… Okuyamayacağız ya!
Andığım ezikliğin “negatifi” ruhlarıyla kendi akıl-idrak kapasitelerinin hiçliğini maskelerler…
Görme engellisinin bile sezgileriyle kavrayabilecekleri hakikatleri çarpıtmak için bu ülkede yabancı dil zorunludur; bu koşulu da yerine getirmişlerdir…
10 numaralı anonim arkadaşa, bu konularda başlanması gereken şey birincil derece kaynaklardır. İkincisi bu kaynakları detaylı kullanan araştırmacılardır. Elbette bu konuya ilgi duyan insanlar bu konuda ki propaganda kitaplarını da okuyacaktır. Ama hangi kaynağı okursanız okuyun, eleştirel okumak zorundasınız. Yoksa tıpkı Gün’ün yaptığı gibi gerçekleri öğrenmek için değil ama kafanızdakileri ispatlamak için okursunuz, bu da sizi Conquest gibi ingiliz istihbaratının maaşlı adamları ile aynı yere götürür. Ya da tam tersinden birçoklarının yaptığı gibi Stalin’i tanrılaştırırsınız ama iki durum da sizi gerçeklerden uzaklaştırır. Tabii gerçek diye bir derdiniz varsa!
Konuya ilişkin, farklı siyasi görüşlere ait yazarlar tarafından gerçekleştirilmiş bir çok objektif araştırma var. Kirov meselesine gelince , propagandacılar arasında bile Stalin’in Kirov’u öldürdüğü iddiasını tekrarlayan pek kimse kalmadı artık. Çünki bu cinayet Zinovyevciler arasında bulunan bir kişi tarafından işlenmiş, olayı ört bas eden kişi İçişleri Bakanı Yagoda, olay daha sonra mahkemede ayrıntıları ile anlatılmış ve kabul edilmiş. Ama daha sonra Kruschev bu cinayeti aslında Stalin’in işlediğini iddia etmiş. Zaten Conquest gibileri topa oradan dalıyorlar. Ama yukarıda dediğim gibi bırakınız tarafsız araştırmacıları, bir çok anti komünist araştırmaci bile artık Kruschev’in bu tezini reddediyorlar. Tek diyebildikleri, Tamam Stalin’in Kirov’u öldürttüğüne ilişkin tek bir delil yok ( bunu açılan arşiv kayıtlarına göre söylüyorlar, zaten bu kesimler türküyü arşivler sonrası değiştirdi.) ama Stalin bu cinayeti muhaliflerini tasfiye etmek için kullandı. Gerçi bu da palavradır ama bu başka bir tartışma konusu.
Kruschev’e gelince; Kruschev bunu bir iddia olarak attı, hatta iddiasını kanıtlamak için birden fazla soruşturma komisyonu kuruldu ve bu komisyonlari kendi arkadaşları yönetti. Ama bu konularda arşivlerden hiç bir şey bulamadığı için, bu komisyonların sonuç raporlarını yayaınlatmadı. Bu raporları biz şimdi arşivler açıldığı için biliyoruz. Zaten anti komünistler bile türküyü o yüzden değiştirdiler. Gün bu noktada hala eski türküyü söylüyor.
Yahu Ahmet, bu senin ulu önder Stalin aptal mı ki arşivlerde belge kanıt bıraksın? Pis işlerini yaptırdığı adamlarını da temizleyerek geride tanık bırakmamış işte. Az delikanlı ol. Yaptıysak sovyet devletini kurtarmak için yaptık de. Tutarlı ol canımızı ye. Belki o zaman Gün Zileli de seni sevmeye başlar.
Emcet Olcaytu bildiğiniz üzere vefat etti. Nasıl hatırlardınız, tanırmıydınız? Ve eski bir Aydınlıkçı olmaktan pişmanmısınız?
14 Numarali anonim,
Stalin”in aptal olup olmadığı konusunda konusunda bir yorum yapmak istemem ama senin plakta iğne kırılmış aynı türküyü çalıyor.
Pişmanalık doğru bir şey değildir. Ama insanın kendi hayatına ve geçmiş mücadelesine eleştirel bakması gereklidir. emcet, dürüst bir devrimciydi, hepimizin yaşadığı tüm yanılgılar bir yana…
Gün Abi
Çevirileri boşlama ben çevirilerinin büyük kısmını keyifle okumuş biriyim. Troçkiyi troçki eleştrilerinden öğrenmiş bir kuşak olarak direk karşıt görüşün kaynaklarından doğrudan fikirlerini öğrenmenin önemli olduğunu mukayese şansını arttırdığını düşünüyorum. Bu konuda yorum yaparken zarfa değil içindekine bakmak daha objektif olmamızı sağlayabilir
Konuyla alakası olmayan (belkide doğrudan alakalı karar senin) bir soru sormak istiyorum. Emin ol bu soruyu en güzel sen cevaplarsın diye düşündüm gün abi. Yavuz Alogan’ın son durumu hakkında ne düşünüyorsun? Yani aydınlık çevresine geçmesi konusunda şimdiden teşekkür ediyorum…
Yavuz alogan arkadaşımdır. Kendisini dürüst, bilgili bir insan olarak bilirim. Yaptığı çevirilerle büyük hizmet vermiştir ömür boyu. Bu konuda ne düşüneceğimi bilemiyorum. En iyisi kendisinin cevaplandırmasıdır.
Yaptığı çevirilerin öneminin farkında olduğum için şaşkınım. Ve çevirdiği kitapların nerdeyse tamamı stalinizme ideolojik karşı duruş içeriyor. Aklıma parasal nedenlerden başka bir şey gelmiyor. Niyetini sorgulamak belki bana düşmez ama hayat çok enteresan gelişmeler gösteriyor. Bence bu konu kamu oyu önünde tartışılmalıydı yada hala tartışılması gerekiyor. Senin gibi uzun yıllar arkadaşlık yapmış birinin bu durumdan rahatsızlık duyması gerekirdi diye düşünüyorum. Susmak yada sineye çekmek onaylamak anlamına geliyor kanımca.
Biraz önce görüştük sayın Alogan’la verdiği cevap şöyle: Aydınlığı da beni de anlamamışsın 🙂
Ve seni daha iyi anlıyorum şimdi Zileli. İktidar çürütür. Başka açıklaması yok. Ve insan lanetli bir yaratık…
hiç de sineye çekmiş değilim.