Site Logosu

Gün Zileli

Aşk ve Devrim

Oslo Süreci mi, Kılıçdaroğlu Süreci mi?

Kürt Sorunu, Siyasi Tahlil

 

Günlük politikada yazmayayım diyorum, “cinler” rahat vermiyor.

Öğleyin, günlük rutin çevirimi bitirmekle uğraşırken, Ankara’dan birkaç günlüğüne ziyarete gelen Can ağabeyimle birlikte (ben genelde izlemem de, o oyalansın diye TV’yi açık bırakmıştım) Kılıçdaroğlu’nun bir beyanını izlemek bahtsızlığına uğradım.

Kılıçtaroğlu “Oslo süreci”nden hareketle hükümete yükleniyordu. Mealen aktarıyorum: Efendim, bu Oslo süreci nasıl bir süreçmiş ki, bu süreçle birlikte savaş yoğunlaşmış, ülke kan gölüne dönmüş.

Vah vah vah! Kılıçdaroğlu aklını kaybetmiş olmalı. Peki o aklını kaybetti diyelim, bütün danışmanları da mı aynı anda delirdiler? Gerçi politikacılıkla delilik arasında ince bir çizgi olduğunu biliyorum ama…

Neyse, yine de aklı başında olanlara bu deli saçmalarının saçmalığını açıklamak gibi bir görevimiz var.

Oslo süreci denen şey neydi? Hükümet, MİT aracılığıyla Oslo’da PKK yetkilileriyle görüşüyordu. Bu bir uzlaşma arayışıydı. O zaman hükümet, esasen Kürt sorununu uzlaşma yoluyla çözmenin yollarını arıyordu. Bu süreç devam ederken, hükümet çeşitli etkiler nedeniyle aniden rota değiştirdi ve uzlaşma çizgisini terk edip çatışma çizgisini benimsedi. Bu çatışma çizgisinin benimsenmesiyle birlikte de savaş kaçınılmaz olarak yeniden yoğunluk kazandı ve bugüne kadar devam etti.

Yani savaş, Oslo süreciyle birlikte yoğunlaşmış değil; tam tersine, savaşın yoğunlaşmasının belirleyici nedeni, hükümetin Oslo sürecini, yani uzlaşma çizgisini terk etmesidir.

Peki bu hakikat apaçık ortada olduğuna göre şimdi Kılıçdaroğlu neden kalkıp savaşın Oslo süreciyle yoğunlaştığını iddia ediyor? Çünkü Kılıçdaroğlu’nun niyeti üzüm yemek değil, bağcıyı dövmektir. Eh niyet bu olunca da, ister istemez olayları çarpıtıverirsiniz.

Kılıçdaroğlu, Baykal’dan sonra, bilinen ulusalcı çizgiden uzaklaşma sürecini başlatmıştı. Bu iyi bir şeydi ama buna o kadar da güvenilemeyeceği günümüzdeki gelişmelerle ortaya çıkmış bulunuyor. Kürt meselesiyle ilgili olarak CHP’de bir değişim eğilimi başlamış gibi görünüyordu ama şimdi anlıyoruz ki, politikanın kaygan zemininde bu değişime güvenmek doğru değilmiş. KCK tutuklamalarına karşı tutum alıyorlardı, CHP içinde görece olumlu bir tutum içinde olan Sezgin Tanrıkulu’nun Kürt sorunundaki beyanları umut vericiydi. Kılıçdaroğlu, Oslo konusundaki “yeni” politikayla bu olumlu gelişmeleri elinin tersiyle itmiş bulunuyor. Yazık çok yazık! CHP artık, Kürt gerillaları hakkında “leş” tabirini kullanacak kadar aşağılık bir çizgide seyreden Sözcü adlı varakpârenin dümensuyuna girmiş bulunuyor. Muhalefet mi, al sana muhalefet. Muhalefet olmak kimseyi kurtarmaz, bu iyi biline. Sözcü gazetesi elime geçtikçe, bu gazeteyle birlikte “muhalif” gibi genel bir kategoride yer alıyor olmaktan utanıyorum, inanın ki. İktidara muhalefet adı altında yaptıkları, gerçeklere muhalefet ederek akılları sıra hükümetin açıklarını yakalayıp istismar etmekten ibarettir.

Yarın CHP’nin İstanbul’da “barış” mitingi varmış. Adeta George Orwell’in 1984 romanının içinde yaşıyoruz. Bu romanın 1950’lerde yapılmış baskısının kapağındaki resmi hiç unutmam. Romanı o zaman okumamıştım ama o çocuk yaşımda kitabın kapağındaki resmi uzun uzadıya incelediğimi, tekrar tekrar o büyülü resme baktığımı hatırlıyorum. Resimde yüksek binaların arasında çok güzel ve seksi bir kadın yürümekteydi. Kadının göğsündeki yuvarlak bir rozette şu yazı vardı: “Seks düşmanları birliği.” Kadının arkasındaki yüksek binalara ise şu yazılar yazılmıştı: “Hürriyet esarettir”, “Sulh harptir”.

Yarınki mitinge ne kadar da uyuyor bu son slogan. CHP “barış” mitingi yapıyor ama bu mitingte konuşacağı bildirilen Kılıçdaroğlu şimdi elde kılıç savaş kışkırtıcılığı yapıyor.

Oslo süreci değil önemli olan, Kılıçdaroğlu’nun bugünkü süreci.

 

Gün Zileli

21Eylül 2012

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

 

10 Comments

  1. çıracı

    Oslo görüşmelerini “barış için yapılmış müzakere”, “diyalog arayışı” vs. şeklinde okumak, eksikli bir yorum olacaktır. Oslo sürecini daha iyi anlayabilmek için, onu KCK tutuklamalarıyla birlikte değerlendirmek gerekir. Oslo görüşmeleri ve KCK tutuklamaları, birbirine son derece ters uygulamalarmış gibi görünse de aslında aynı bütünün iki parçasıdır. Çünkü iktidar, bu iki hamle yoluyla Kürt halkının sivil/demokratik/meşru/silahsız temsilcilerini tasfiye ederken silahlı olanları muhatap almış; yani daha fazla silaha sarılmayı ve şiddeti tırmandırmayı objektif olarak teşvik etmiştir. Konu hakkında, eski ama yeniden güncel birkaç faydalı yazı:
    http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1186995376&news_code=1316267052&year=2011&month=09&day=17
    http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1186995376&news_code=1316872177&year=2011&month=09&day=24
    http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1186995376&news_code=1330163407&year=2012&month=02&day=25

  2. ömer

    CHP tabii ki bu konuda net değilldir ve olması da zordur ama benim izlediğim bir beyanatı da görüşmeye karşı değiliz ne görüştüğünü soruyoruz mealindeydi. Yukardaki yorumun kaynaklarını inceleme olanağım olmadı ama bana fazla polisiye gibi geldi, belki cahilliğimdendir, affoloa….

  3. özgürlükçü

    osloda görüşülenleri merak edenlerin aklına protokolleri kürt tarafının onaylayıp görüşen devlet heyetinin onayına rağmen hükümetin onaylamayıp reddetip asıl masayı deviren olduğu neden aklınıza gelmez?geriye doğru son bir yıldır bütün medyada ‘hükümetin iyi niyetli görüşmesine rağmen masayı deviren pkk’propagandasının yalan olduğu asıl masayı devirip imha siyaseti izleyenin hükümet olduğu sorusunu sorması gereken kılıçtaroğlu tam tersine görüşme içeriğinin protokollerdeki kürtlerin doğal haklarının ihanet olduğu eleştirisini yaparak kadim devlet-iktidar siyasetinin red-inkar-imha anlayışını savunmuştur.karayılanın açıklamasındanda anlaşıldığı gibi 3 yıl süren görüşmeler sırasında pkk kandil,mahmur ve avrupadan defakto gurupları türkiyeye gönderip müzakerelerde samimi olup güven artırıcı katkıda bulunurken iktidarın bu jestlere kck tutuklamaları ve siyaseten bdp ye en ağır dille saldırıp terörist ilan etmelerin devam etmesi bile hükümetin oslo sürecindeki asıl amacının çözüm değil pkk ile bdp işlevlerini bir birine geçirerek ayrışma ve çatışma üretip öğrendiği bilgilerle pkk yi imha etmek olduğu şimdi daha iyi anlaşılmıştır.hala tv lerde devlet-iktidar efendilerinin hizmetkarları çözümü ve barışı istemeyenlerin kürtler pkk ve kürt özgürlük hareketi olduğu yalanını utanmadan söylemektedirler.güneşin altında yeni bir şey yok geçmişteki gibi devlet-iktidar hegemonyasının bütün söylediklerinin yalan olup söylediklerinin tam tersi olduğu anlaşılmıştır

  4. m.aliŞér

    muhaliflik, başlangıçtaki selefin yerine oynarken,iktidardaki hasımıyla didşenler için kullanılması uygun bir sözcüktür, diye biliyorum. sözcü ve kılıçdaroğlu gibiler muhaliftir.
    anarşist ise devrimcidir çünkü devleti mülkiyetiyle birlikte yok etmek ister…
    yanlış mı biliyorum acaba?

  5. çıracı

    Dökülen kanda Erdoğan’ın payı – Kadir Cangızbay

    23 EYLÜL 2012

    Oslo süreciyle AKP elini taşın altına koymuş, akan kan dursun diye büyük bir siyasî risk almışmış: Gerçekte yapmak istediği, 12 Eylül’ün getirdiği anonim faşizmi Erdoğan diktatörlüğüyle taçlandırmak.
    “Ne iş olsa yaparım, abi” lumpenliğinin verdiği cesaretle, Kürtleri de kafaya alırım diye ‘açılım’a soyunuyor. İçeride TRT Şeş, Habur, Norşin türü birkaç horoz şekeri; kapalı kapılar ardında ise PKK ile doğrudan pazarlık.
    Kürt meselesini çözmeyi, Ofer’le iş bağlamak falan gibi bir şey sanıyor: Ufku, çapı o kadar. Daha doğrusu, meseleyi çözmek gibi bir derdi yok; derdi, referandumda, seçimde en fazla oyu alabilmek; bunun için de her türlü hile ve desise, boş vaad, dezenformasyon, göz boyama; hepimize karşı.
    Hepimize karşı; ama, birincil hedef DTP/BDP’yi etkisiz kılmak, marjinalize etmek, mümkünse linçe uğratmak: Oslo’da güya barış görüşmeleri sürdürürken, iyi ve samimî Müslüman olan Kürtleri ‘zerdüştler’e karşı tavır alıp tepki göstermeye çağırıyor, hem de tam seçim öncesi.
    Oslo/İmralı, aslında seçimlere kadar silahsız kürt siyasetini PKK üzerinden iyice etkisiz kılıp, seçim sonrasında da SriLanka modelini uygulamaya koymak. Silvan baskını, aslında bahane; belki de böyle bir saldırının önünü kendisi açıyor, bahane olarak kullanmak üzere: Her şeyi, hep karanlıkta, hep kaçak-kaçamak yollardan kotaran bir iktidar ortada dururken, sırf Silvan değil, İstanbul’da Serap’ın yakılmasından Antep katliamına kadar, işin içinde ne ölçüde kimler var; aklı başındaki herkes için meşkûk. Bu arada, Fidan’ı kurtarma yasasının ne büyük bir telaş içinde nasıl alelacele çıkartıldığını hatırlamak da, bayağı zihin açıcı.
    Güya her şey Silvan’la kırılıyor. Oysa, Silvan’dan sonra başlayan süreç çok önceden tasarlanmış. ‘Nasıl olsa devleti ele geçirdik, oyların da neredeyse yarısını aldık’ın verdiği güven var; bir de, gerçek anlamda üretken hiçbir maharet sahibi/etkinlik içinde olmayıp varlıklarını pazar üzerinden ‘al-ver’lerle sürdüren insanlara mahsus, emeğe ve uzmanlığa düşman ‘her şeyden en iyi ben anlarım, her şeyi en iyi ben yaparım’ inanç ve iddiası; yani, bir bakıma cahil cesareti. Ancak en önemlisi, uyanık Avrupalıların yanar dönerli birkaç cam parçası karşılığında bir sürü zenginliklerine el koyduğu ilkel kabile reisleri misali, medeniyete katkıda bulunmamışlık ve rasyonel düşünceye ulaşamamışlıkla düz orantılı olarak, teknolojiye doğa üstü sihirli bir güç atfetme eğilimi: Uludere katliamından en fazla bir hafta önce, bir AKP milletvekili “ah!” diyordu, “elimizde birkaç tane daha predatör olsa, biz bu işi iki günde çözeriz”. Kısacası, bunlar sandılar ki, Kürecik türü tavizler ve Orta Doğu’da taşeronluk hizmetleri karşılığında Amerika’nın vereceği birkaç gelişmiş silah ve istihbarî-siyasî destekle PKK’yı iyice hırpalarken, silahsız siyasîleri de hapse atarsak , halkın geri kalanı iyice sinip kurtuluşu bizim eteğimizin altına sığınmakta bulur.
    Oysa, sivil siyaset alanını darbecilerin bile yapmadığı kadar daraltırken, aynı bir siyasetin silahlı unsurlarıyla -isterse, oyalamaya yönelik bir aldatmaca olsun- siyasî müzakere masasına oturmakla, AKP, PKK’ya ister istemez devlet statüsü tanımış olur; zira, devletlerin muhatabı yine ancak bir devlet olabilir. Fiilen tanıdığı bu statüyü, resmen kabûl etmeyi reddettiği anda da, şimdi Türkiye’de neler oluyorsa işte onlar olur: Elindeki silah sayesinde masaya oturabilmiş bir yapının, masa devrildiğinde yapacağı tek şey, elindeki silahı daha önce hiç kullanmadığı kadar şiddetle kullanıp kendi pazarlık gücünü arttırmanın peşine düşmek olacaktır; hem de, bu yolda başarılı olup olmayacağını fazla -hatta, belki de hiç- hesap etmeden; zira, bu yolda başarısız olursa belki yok olacaktır ama, bu yola hiç girmemesi de yok sayılmayı peşinen kabûl etmesi demektir.
    Bugün, her an artarak dökülmekte olan kanın temelinde, Erdoğan’ın siyaseti halktan çalarak tek adam olmaya yönelik örtülü-örtüsüz manevraları yatmaktadır. Yapılacak şey ise, mevcut iktidarın, üzerine tüy dikmeye çalıştığı pisliği; yani, 12 Eylül’ün getirdiği yasa ve yasakları, kesinlikle pazarlık usûlüne başvurmaksızın, dolayısıyla en temel insan hakları konusunda bile toplumun farklı taraflar hâlinde kutuplaşmasına yol açmaksızın, ortadan kaldırmaya girişmektir; tabiî, en başta seçim barajı olmak üzere

    ( http://www.birgun.net )

  6. çıracı

    (Kılıçdaroğlu’na ve Yeni-CHP’ye umut bağlamış olan naif ve sığ sosyalistler bu yazıyı okusun…)

    Y-CHP’nin “C”si… – Onur Aksoy
    07 Ekim 2012

    1940’lı yılların sonları…

    2. Dünya Savaşı sonrası Türkiye, savaşa girmemesine rağmen ekonomik açıdan etkilenmiş, yavaş yavaş soğuk savaş döneminin temelleri atılırken safını ABD’den yana almıştı. Ekonomik darboğazdan çıkmak adına ilk adımlar, ABD tarafından sadece 2 ülkeye, Yunanistan ve Türkiye’ye verilen ve ‘’Komünizm Tehlikesini’’ bertaraf etmek amacı ile sağlanan Truman doktrini ile atılmıştı. Bu yardımla açılan yarık, Marshall planı ile biraz daha büyüyecek ve ekonomik bağımsızlığa elveda denilen bu yolda bir adım daha atılmış olacaktı.

    Tüm bu olayların eşliğinde artık ‘’Tek Parti’’ içinde de yarıklar başlamıştı. Parti içi muhalefet 1945 bütçe görüşmelerinde su yüzüne çıkmış, asıl kırılma ”Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu” görüşülürken yaşanmıştı. Bunun üzerine, en sert tepkileri veren Aydın Milletvekili Adnan Menderes ve beraberindeki heyet partiden ihraç edildi ve kendi partilerini kurdu. 1946 yılında Demokrat Parti kurulmuş, bir yandan dönemin ekonomik sıkıntılarını, bir yanda da dini siyasi bir araç olarak kullanıp güçlü bir şekilde alternatif bir odak haline gelmişti.

    Bu girişi ve süreci kısaca anlatmamın asıl nedeni ne Demokrat Parti, ne de Adnan Menderes’tir aslında. Asıl değineceğim konu, bu süreçte CHP iktidarının takındığı tavırdır. Bu bağlamda 17 Kasım 1947’de toplanan 7. Kongre bir kırılma noktası olmuştur. Çünkü bu tarihten itibaren ‘’Tek Parti’’ de modaya uyacak ve kendilerine, din tüccarları tarafından dile getirilen iddiaları boşa çıkarmak için! dinsel eğilimli politika rotası çizeceklerdir.

    Süreç şu şekilde işleyecekti;

    1948 (19 Şubat): TBMM, İlkokulların 4. ve 5. sınıflarına program dışı (isteğe bağlı) okutulmak üzere Din Bilgisi dersleri konulması kararı aldı.

    1948 (30 Aralık): Maarif Vekilliği Milli Talim ve Terbiye Heyeti’nin 247 sayılı kararı ile 10 haftalık İmam ve Hatip Yetiştirme Kursları açıldı.

    1949 (9 Mayıs): Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nin açılması TBMM’nce kabul edildi.

    1949: 10 ilde 10 ay süreli İmam-Hatip kursları açıldı.

    1950 (4 Mart): “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Reddine ve Türbedarlıklarla Birtakım Unvanların Meni ve İlgasına Dair olan 677 Sayılı Kanunun 1. Maddesine Bir Fıkra Eklenmesine Dair Kanun” kabul edilerek türbelerin yeniden açılması, yeniden türbedarlıklar kurulması yasa ile gerçekleştirildi.

    1950 (23 Mart): 5634 sayılı “Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilat ve Vazifeleri Hakkındaki 2800 Sayılı Kanunda Bazı Değişiklikler Yapılmasına Dair 3665 Sayılı Kanuna Ek Kanun” kabul edildi. Bu kanunla birlikte; Teşkilatın adı “Diyanet İşleri Başkanlığı” şeklinde değiştirildi. Camilerin ve cami görevlilerinin idaresi Diyanet’e iade edildi. Bütün vaizler maaşlı kadrolara geçirildi. Gezici vaizlik kadroları ihdas edildi. [TBMM TD, Dönem 8, C.XXV-I Toplantı 4, Bileşim 57, 1 Mart 1950, Oturum 1, S. 36 ve Türkiye’de Cumhuriyet Dönemi Din Eğitimi ve Öğretimi Kronolojisi (1923’den Günümüze)]

    CHP, özellikle tek parti döneminin sonlarına doğru, propagandasında dinsel vurguya karşı liberalizmi öylesine öne çıkarmıştır ki, nerdeyse Atatürk devrimleri yeniden yorumlanıyordu. Bu vurgu, Demokrat Parti ve öteki muhaliflerin İslamcılık sesine karşı bir anlayışı temsil ediyordu sözüm ona. Yükselen İslamcılık vurgusunun karşısında liberal laiklik! Ancak bunların hiçbiri yarar sağlayamayacak, 14 Mayıs 1950 seçimlerinden Demokrat parti zafer ile ayrılırken CHP ağır bir darbe alacaktı. ( Eğitim ile Türbelerin, dinin ne gibi bir ilişki içinde olacağını o güne kadar anlamayanlar, bugün içinde bulunduğumuz dönemi, cemaat-biat kültürünü ve okullarıyla, yurtlarıyla, binlerce vakıf ve dernekleri ile Türkiye’nin, Cumhuriyet’in tavsiyesine girişmiş yapılanmayı yıllar sonra anlayacak ve tadacaktı.)

    Şimdi gelelim en önemli kısma: Bu yaşanan süreci ele alın ve bugüne gelin. Ne fark görüyorsunuz? Ben göremiyorum…

    O gün muhalefet uğruna dini siyasete alet ederek propaganda yapan Demokrat Parti varsa, bugün de her alanda onun takipçisi olduğunu söyleyen bir AKP iktidarı var. Üstelik arkasında, o günlerde emeklemeye dahi gücü yetmezken bugün ülkede ‘’at koşturan’’ bir cemaat desteği ile.

    O gün iktidar uğruna bu oyuna ortak olarak dini siyasallaştırmaya çalışan, laikliği yeniden yorumlayan bir CHP varsa, bugün de laikliğin tehlike içinde olmadığını söyleyen bir CHP muhalefeti var.

    Çok geriye gitmeye gerek yok, son zamanlarda AKP’nin halka dayattığı ve toplumsal alanda dinsel içerikli dönüşümü uygulamaya çalıştığı birkaç örneğe bakmak yeterli;

    1) 4+4+4 eğitim sistemi ile İmam Hatiplerin orta kısmını açmaya yönelik hamleler. Eğitimde dini-gerici hamleleri arttırma çabaları. Bu uğurda ‘’zorunlu’’ seçmeli ders olarak Kuran öğretimi.

    2)Kadınlar üzerinden dinci kuşatmanın sürmesi. Kürtajı yasaklama çalışmaları ile ‘’vajina bekçiliğine’’ soyunma. ‘’Tecavüze uğrayan doğursun gerekirse devlet bakar’’ gibi akıl dışı açıklamalar. Tüm bunları topluma dayatmak için Diyanet İşlerinden fetva beklentileri.

    3)Bekir Bozdağ’ın açık ve net olarak Diyanet İşleri Bakanlığının laiklik ilkesine göre değil İslami ilkelere göre çalışması gerektiğini açıklaması ve toplumun da dinsel gerçeklere göre şekilleneceğini duyurması.

    Pekiyi, tüm bunlar olurken Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP’li yöneticilerin zaman içinde yaptıklarını yukarıdaki olguların altına sıralayalım. Ne yaptı CHP?

    Kemal Kılıçdaroğlu çıktı ve “Anayasa Mahkemesi’nin AKP konusunda verdiği bir karar var, laiklikle ilgili. Ben bugün için laikliğin tehlikede olduğunu düşünmüyorum’’ dedi. Böylece tarihte ilk kez bir CHP başkanının ağzından laiklik konusunda teslimiyetçi bir itiraf duyduk.

    Aynı Kılıçdaroğlu “Eğer laiklik tehlikede dersek bunun altını doldurmak lazım, askıda kalır, gerekçelendiremem’’ diye buyuruyordu. Kemal bey AKP’nin yukarıda maddeler halinde saydığımız marifetlerine baksın da neyi askıdan almak istiyorsa alsın ya da neyin altını doldurmak istiyorsa doldursun! “Yargıda cemaat kadrolaşması vardır diyemem” açıklamaları yapan Y-CHP genel başkanının, hem Yargıtay hem de Danıştay başkanlıklarına ne hikmetse sınıf arkadaşları seçilen ve “Kurban olduğum Allah’ım verdikçe veriyorsun” şeklinde sevinç çığlıkları atan Bülent Arınç ve kol kola girdiği cemaat ile savaşabilmesi mümkün mü? Zamanında AKP’liler tarafından hep yetki aşımı ile eleştirilen ancak gerekli ‘’düzenlemeler’’ yapıldıktan sonra aynı AKP tarafından sahiplenerek muhteşem yetkiler vermeye kalktıkları Anayasa Mahkemesi’nin ‘’bağımsız’’ bir hal alabilmesi için Kemal bey ne yapabilir?

    Partinin diğer yöneticileri de bu süreç içinde yeniden yapılanan CHP için başkanlarından geri kalmıyordu. CHP Parti Meclisi üyesi ve Ankara milletvekili Bülent Kuşoğlu, Zaman gazetesine verdiği röportajda Tekke ve zaviyelerin kapatılmasının toplumu yozlaştırdığını aktarıp bu kurumların tekrar açılmasını istiyordu. Kuşoğlu ayrıca “cemaatlere karşı olmanın, dünyayı tanımamaktan, bilgi ve algı eksikliğinden kaynaklandığı” iddia ediyordu. Doğrudur, hâlbuki değişen dünyayı, ılımlı İslam projesini, hoca efendinin ABD’deki faaliyetlerini daha iyi anlayabilirsek hem cahillikten kurtulur hem de AKP’nin rolünü çalabiliriz!

    CHP’nin ilahiyat kökenli vekili olan Muhammet Çakmak bu süreç içinde yandaş medyanın gözdesi haline geliyordu. CHP üst kadrolarının dahi laiklik konusunda liberalleştiği, özgürlük gibi kavramların anlamlarını saptırarak açılımlara gittiği bir dönemde ilahiyat kökenli birinin ne diyeceği tabii ki iyi bir malzeme olacaktı. Çakmak, Akşam gazetesine verdiği röportajda şunları söylüyordu: “Fethullah Hoca Türkiye’de bir fenomendir, kimsenin görmezden gelemeyeceği bilge bir adam. Fakir halkın çocuklarının okuması için sonsuz gayret gösteren biri. İyi şeyler yapıyor. İnsanlar mesailerini, paralarını bireysel dünyanın görkemlerine harcarken, Fethullah Hoca Türkiye’nin ve dünyanın her yerinde okullar açıyor. Önce eğitime hizmet veren herkesi sonsuz saygıyla selamlıyorum. Fethullah Hoca, Türk toplumunun temel değer sistemine ve milletin, devletin daha da güçlenmesine katkı yapan bir kişidir. Saygıyla izliyoruz’’ Bu açıklamaları ile önce hoca efendiye selam çakan Çakmak, sonra da cemaatin bu kadar büyümesinin arka planında ABD’nin olduğunu söyleyenlere de laf çakıyordu: ‘’Bunlar klasik eski Marksist jargona dair, geri kalmış kafaların ürünü olan söylemler. Komik şeyler. Türkiye’de Karl Marks anlaşılsaydı sol bu kadar sefil duruma düşmezdi.’’

    Demek ki neymiş, klasik eski Marksist jargona takılıp geri kafalılığın ürünü olan şeyler söylemek yerine Marks’ı gerçekten anlamaya yönelmeliymişiz. Ne yapmalıymışız, Marks’ı gerçekte anlayanların! Yaptığı gibi “yaşayan en büyük 100 entelektüel” arasında gösterilen! Fethullah Gülen Hoca Efendi iktisadını okumalıymışız.[1]

    Gürsel Tekin genel başkanlık yolunda Kılıçdaroğlu’nun en büyük destekçisi idi. Dolayısı ile bu açıklamaların ardından o da geri kalamazdı. Tekin cemaat tabanına oynayarak önce CHP yüzde 40 oy alır diyordu sonra da baklayı ağzından çıkarıyordu: “CHP’nin lider, yönetici kadrolarının yaşamlarında İslami kurallara ters düşecek bir şey yoktur’’. Gürsel Tekin genel seçimler öncesi Vatan Gazetesi’ne verdiği röportajda ise AKP’nin türbanlı aday gösterebileceğini belirtip ” Merve Kavakçı’ya yapılan muameleyi yapmayız” diyordu ve Ecevit’in tarihteki çıkışını üstü kapalı olarak eleştiriyordu. CHP bu çıkışıyla üniversitelerden sonra TBMM’de de türbanın önünü açabileceğini açıkça ilan ediyordu ve sıranın tüm kamusal alanda ‘’özgürlükçülüğe’’ geleceğinin sinyallerini veriyordu.

    CHP Genel Başkan Yardımcısı Sena Kaleli ise bu arada, cemaatleri yok saymayı sivil toplum anlayışına uygun olmayan bir davranış olarak nitelendiriyor, ‘’sivil toplumcu’’ liberallerimize taş çıkarıyordu.

    Uzatmaya gerek yok, ağızlarını her açtıklarında cemaat tabanına oynayan, cemaat ve tarikatlara saygılıyız diyerek selam çakan, AKP adım adım toplumu dinci bir faşizme, her konuda ayrışmaya yönlendirirken sadece izleyen Y-CHP ve yöneticileri de bugün içinde bulunduğumuz durumdan en az AKP ve Erdoğan kadar suçludur. (“Eskisi’’ sanki AKP’yi çok mu frenliyordu diye soracak olursanız cevabım tabii ki hayır, sadece, artık ‘’uyumluluğunu’’ daha açık ifade ediyor ve gösteriyor)

    Bugün Erdoğan ‘’Her kürtaj bir Uludere’dir’’ açıklamaları yapabiliyorsa…

    Bugün Sağlık Bakanı olacak kişi ‘’Tecavüze uğrayan doğursun devlet bakar’’ diyebiliyorsa…

    Bugün diyanet işleri başkanı çıkıp ‘’Kürtaj cinayettir’’ fetvaları verebiliyorsa…

    Bugün Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, dinin bütün toplumsal yaşamı şekillendirmesi gerektiğini buyurabiliyorsa…

    4+4+4 eğitim sistemine geçiş çalışmaları sürerken, bu sistemle yeniden açılması mümkün hale getirilen imam hatip ortaokullarına talep patlaması yaratmak için sanal âlemde kampanyalar düzenlenebiliyorsa; Milli(Aslında Dini) Eğitim Bakanlığı ‘’İmam-hatip ortaokullarının bağımsız ortaokul olarak kurulmasına öncelik verilecek, bunun mümkün olmadığı durumlarda imam-hatip liseleri ile birlikte kurulabileceklerdir’’ şeklinde genelge yayınlayabiliyorsa; Afyonkarahisar’da AKP valisi ‘’açıktan alkol kullanımı ve alkol satışı yasağı’’ ilan edebiliyorsa; dinci-gerici iktidar Kur’an kurslarını açma ve denetleme yetkisini Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan alıp 12 olan yaş sınırı kaldırmaya çalışıyor ve tarikatlara Kur’an kursu açma yetkisi verebiliyorsa; Fazıl Say gibi ülkenin aydın sanatçılarına linç kampanyaları başlatılıyorsa, tüm bunların sebebi AKP’nin başarısı (kendi bakış açılarından) kadar CHP’nin başarısızlığıdır!

    Sorulması gereken bir diğer ve en önemli soru da şu: Önümüzde tekrar seçimler var, yazının başlarına dönelim ve soralım; 1940’lı yılların sonunda olanlar tekrar yaşanır mı? CHP ne zaman üzerine sinmiş olan algılamayı kırmak için(!) dinsel manada tavizler verip, birilerine yaranmak üzere açılımlara kalksa sonu hep hüsran olmuşken, izlenilen bu program CHP’ye oy kazandırır mı?

    Ya da şöyle sorayım, Amerikan karşıtlığını dengelemeyi amaçlayan[2] CHP, tüm bunlara rağmen, Che Guevara pankartlı kongreler düzenlemek, Deniz Gezmiş parkı açmak ve 1 Mayıs’a 68 kuşağı afişleri ile katılmak gibi ‘’çok güzel hareketlerde’’ bulunarak, izlenen bu din eksenli politikaları da dengeleyebilir mi?

    Sonuç ortada…

    Zaten yarım yamalak uygulanan laiklik ilkesinde her geçen gün bir delik açılırken bunları görmezden gelen, muhafazakâr sağ kadroları parti içine alarak bu alana açılmak isteyen CHP, muhafazakâr kesimden destek bulamamış, aynı zamanda mahalle baskısından uzak durmak isteyen, laiklik ilkesine bağlı bölgelerde kan kaybetmeye başlamıştır.

    Bu partiye oy veren seçmen kitlesinde, CHP’yi ‘’Cumhuriyetten’’ yana bir alternatif olarak görme dürtüsü biraz da AKP karşıtı bir politika izliyormuş gibi algılanmasından gelmektedir. İzliyormuş gibi dedim çünkü bu tamamen toplumda oluşmuş suni bir bakış açısından meydana gelmektedir. Açık ve net gözükmektedir ki yeni CHP de, tıpkı eski CHP gibi birçok konuda; Avrupa Birliği konusunda, NATO konusunda, ABD’ye karşı oluşan antipatiyi dengelemek konusunda, emekten değil sermayeden yana bir politika izlenmesi konusunda AKP ile aynı yolu paylaşmaktadır. Sonuç olarak sınıfsal bir temele dayanmayan, tamamen uygulanan politikaların el değiştirmesine yönelik bir yenileşme süreci Cumhuriyet Halk Partisi içinde uygulanmaktadır. Devletçi-ulusalcı kadroların çoğunlukta olduğu dönem ile Y-CHP’nin düzene karşı konumlanışında bir değişiklik olmamakla birlikte, CHP’nin “eski” Kemalist şablonundan uzaklaştırılması birçok konuda iktidar ile ortak zemine oturtulması için aşılması gereken bir engeldi. Bu engeli aşan bir CHP ileriki yıllarda uluslararası sermaye ve güçler gözünde doğabilecek olası bir alternatif konumuna daha kolay angaje olabilir. Zamanında MHP’ye kasetlerle uygulanmaya çalışılan “yenilenme” çalışmaları CHP için başlama sürecini çoktan geçmiş ve ilerlemektedir. Anayasa görüşmelerinin ve AKP ne zaman sıkışsa kurtarıcı rolüne bürünerek ona ilk desteği veren CHP’nin bize anlattığı ve “Yeni” CHP’den kasıt da budur!

    O vakit soralım, Y-CHP’nin ‘’C’si neyi temsil edecek? Cumhuriyeti mi, Cemaati mi? Yoksa Cemaatler Cumhuriyeti olarak her ikisini birlikte mi?

    Notlar:
    [1]: Bilim ve Gelecek Dergisi 98. sayısında (Nisan 2012) ve “Hoca’nın İlmi” kitabında, Cemaat A.Ş.’nin teorik temellerinden birini, “Hoca’nın İktisadı”nı inceliyor. Dergi ve kitapta, Uğur Erözman’ın “Cemaat A.Ş.’nin teorik temeli: Hoca’nın İktisadı” ve Baha Okar’ın “Dindarlık söyleminin perdelediği iktisadi gerçek” başlıklı yazıları var. Hoca ne diyor kısaca; “Kapitalizmde serbest rekabet vardır. Binaenaleyh, bu serbest rekabet bir bakıma ferdin aşırı kazancını önler, topluma itidal ve denge vaad eder. Çarşı-pazarda herkes rahat ticaret yaptığı, emtiasını açıkça pazara sürdüğü, reklam edebildiği ve vitrinleştirebildiği için bu sistemde rekabet normaldir. Rekabet ise, gelişigüzel bir insanın sivrilmesine meydan vermez, hatta bir ölçüde bunu önler. Aynı zamanda bu sistemde işçi-patron münasebeti de gayet müspet ve tabiîdir.” Kapitalizm ideologları bile böyle övgüler düzemedi!

    [2]: CHP’nin seçim bildirgesinde yer alan maddelerden biri şöyle idi: “Türkiye’de artış gösteren Amerikan karşıtlığını dengelemek için öğrenci, iş adamı, yerel yönetici değişimi yapılacak, ortak kültürel ve sanatsal etkinlik düzenlenecek.”

    ( http://www.sendika.org )

  7. çıracı

    Malum reformist-sosyalistler bu yazıyı da okusun:
    http://www.iscimucadelesi.net/index.php?option=com_content&task=view&id=1009&Itemid=69

  8. çıracı

    Pespayeler zinciri – Kadir Cangızbay

    17 Kasım 2012

    Yüzde on barajı; yetmedi, hazine yardımına da yine baraj engeli; en pespayecesi ise, bağımsız adaylık harcının tam on yedi misli (dört yüz elli milyondan sekiz milyara) arttırılması, hem de tam seçim arifesinde: Her şey demokratik siyasetin, ama özellikle de DTP/BDP siyasetinin önünü kesmek için.

    Bütün bu engellere rağmen siyasete devam edenlerin, ama sadece bunlar değil yazan, çizen, konuşanların, hatta sadece ortalıkta görünenlerin başına gelenler ise ortada: Kitlesel tutuklamalar; on binden fazla insan, yüzlercesi milletvekili, belediye başkanı ve diğer seçilmişler olmak üzere. İçeri atılmayanlara da her gün dışlama, hakaret, tehdit, tekme, yumruk, cop, biber gazı, gaz bombası, tazyikli su vb…

    Sivil siyaset bu şekilde boğulmaya çalışılırken PKK’yla müzakere masasına oturulması: Barışa götürmesi kesinlikle mümkün olmayan bir yol; ama, zaten iktidarın da böyle bir hedefi yok. Tek hedef, sivil siyaseti kendi dışındaki bütün aktörlerden temizlemek: Açılım soytarılığı da, KCK tutuklamaları da 2009 yerel seçimlerinde AKP Kürt illerinde umduğunu bulamazken DTP’nin doksan dokuz belediyeyi kazanmasının ardından başlatılmıştır ve bazı gafiller, Haburu’yla Oslo’suyla ‘açılım’ın AKP’in barış yolunda attığı cesurane bir adım olduğunu hâlâ savunabilmektedirler. Ancak, gerek ahlak, gerekse zekâ seviyesi açısından bana en tiksinç gelen, sivil siyaset mevcut iktidar tarafından bu denli boğulup, silahlı siyaset ise devletin doğrudan muhatabı olarak alınırken Kürt siyasetini tek sesli ve silahlıların gölgesinde kalmakla suçlayanların ve bundan PKK’yı sorumlu tutanların, eğer iki yüzlülük değilse mutlak beyinsizlikleridir.

    Bugün bu kadar kan dökülüyorsa bunun baş sorumlusu, mevcut iktidardır. Devletlerin muhatabı yine devletler olur; devletle aynı masaya oturmuş bir örgüt, devletin toprağı ve halkından ya da hükümranlığından bir pay almadıkça o masadan anlaşmayla kalkmayacaktır; aksi takdirde içinden çıkıp kendisinden destek aldığı toplumsal grubun örgütü, yani o grubu kuşatır ve yönlendirir olmaktan çıkacak, kısacası tabanına hakim olamayacaktır. Muhatap alınmasını elindeki silaha borçlu olduğuna göre, masadan anlaşmadan kalktığında yapacağı ise, silaha eskisinden de daha fazla sarılmak olacaktır.

    İktidarın bu süreçteki en büyük günahı, vatandaş kavramını fiilen yürürlükten kaldırıp kendi halkını Türk ve Kürt diye iki farklı ve karşıt taraf olarak kabûl etmesidir: Bir yandan, cumhuriyet zımnen inkar –zira, cumhuriyetin hukuksal molekülü, vatandaştır- edilmekte, diğer yandan da, PKK bütün Kürtlerin tek temsilcisi konumuna yerleştirilmekle devletle örgüt arasındaki mücadele, etnik temelli bir iç-savaşa doğru yönlendirilmiş olmaktadır.

    Ama, ne gam: Başbakanın cumhuriyet değerleri –özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve her üçünün de hukuksal temeli olarak laiklik- gibi bir derdi olmadığı gibi, kendi tek adam diktatörlüğünü tesis etme konusundaki stratejik tercihi de sayıca çok olanı az olana karşı kışkırtarak insanları sürekli linç tehdidi altında tutup sindirmektir.

    Uludere katliamından, düşürülen F-4’e, ardı ardına gelen helikopter ‘kaza’larından, asker-polis katliamlarına, kaçırılıp da peşine düşülmeyen milletvekili, siyasetçi, kaymakam, asker, polis ve sivillerden, sivil yolcular arasına karıştırılarak gizlice nakledilen askerlerine, işin içine silah girdi miydi hiçbir şeye hakim olamayıp her şeyi karanlıklaştırırken, karşısında silahsız insan buldu muydu gaddarlığın doruklarında dolaşmayı marifet bilen bu iktidarla gidilebilecek yolun sonuna gelinmiştir: Bundan sonrası, ancak daha fazla kan, daha fazla ölümdür. Şöyle de söyleyebiliriz: Leyla Zana’sından, böbrek nakli oldu diye emeklilik hakkı elinden alınan memuruna, herkes her türden probleminin çözümünü aynı ve tek bir kişiden bekler hâle geldiyse, bu, o kişinin problem çözme gücünü değil, tam tersine, her türlü çözümün önündeki en büyük engel hâline geldiğini gösterir.

    ( http://www.birgun.net )

  9. Pespayeler ittifaki

    Ahmet Hakan,ulusalcilar, pekeke,komünistler, MHP,CHP,kendini entel sanan ne idügü belirsiz birileri ölüm orucu ittifaki yaptilar, netice ?

© 2025 Gün Zileli

Theme by Anders NorenUp ↑