Site Logosu

Gün Zileli

Aşk ve Devrim

ogürsel / I MERKEZÎ İKTİDAR PARADİGMASI (3)

Devrim ve Sosyalizm Sorunları, Duyurular, Konuk Yazılar, O.Gürsel Yazıları

Geçen bölümlerden devam ediyoruz…1000 yıllık Doğu-İslam İmparatorlukları neden, o küçük Avrupa devletleri karşısında çöktü; sonra o küçük devletçikler Merkezî İktidar çatısı altında birer ulus-devlet oldu ve nasıl Doğu’yu sömürgeleştirdi. Ve Merkezî iktidarlar artık “parçalanmalıdır” meselesi…
***

b)Bilim ve Üniversite ve özgürlük
1200-1300’lü yıllara dek Doğu’nun, öncelikle Çin’lilerin, “bilimsel” çabada ve buluşçulukta Batı’dan üstün olduğu konusunda bir ortak kanaat var. Doğu uygarlıkları 1500’lere kadar Batı’dan daha ileri ve geniş ölçekli toplumsal düzenler kurmuş. Sonraki yüzyıllar içinde “bir başka fikre dönüşebilecek bir fikir” üretememiş.

Avrupa’da 18-19. yy.da doğmuş Endüstriyel Devrimin arkasında uzanan, dört yüz yıllık “embriyo” dönemi, yani Modernizasyon sürecinden pek söz edilmez. Özerk kentlerde bir kaç yüz yıl yaşanılmış siyasal-toplumsal-bilgisel ilişkiler, düşünsel ve teknik birikimin 17-18. yy. daki sonuçlarına odaklanılır. Oysa bir toplumsal-siyasal-kültürel modeli “taklit” etmek isteyenler için “eksik bilgi”, gerçekleştirilecek “deneyi” başarısızlığa mahkûm edecektir. Türkiye’de 1920’li yıllarda denenmiş modernite “taklidinin” başarısızlığı gibi.

“Avrupa’daki üniversiteler, yerleşik bilgilere karşı çıkan ve onları yıkan ilmi tartışmaları teşvik ediyordu, ki bu tür faaliyetler bilgeliğe manevî gelişim açısından değer veren Ortodoks Müslümanların inanışlarına son derece ters düşüyordu.” (1)

İmparatorluk topraklarını “nikahlı kadını” kabul eden Osmanlı hanedanı için mülkünde elbette her insan gibi birer “sığıntı” olarak yaşayan bilim adamlarının “ileri-geri” konuşacağı derneklerin varlığı düşünülebilir mi? Matbaanın yasak olduğu koşullarda. “Çarpıcı bir tezatla aynı dönemde Osmanlıların sağladığı hiç bir bilimsel ilerleme yoktu… Sultan 1. Selim 1515 tarihli bir fermanla matbaa kuranları ölümle tehdit etmişti… 18. yy sonlarına kadar bir Ortadoğu diline çevrilen tek Batılı kitap, frenginin tedavisini anlatan bir tıp eseriydi.” (2)

Bu sırada Batı Avrupa’da neler oluyordu?

“Diğer Avrupalı hükümdarlar da bu tür entelektüel kurumlar edinmenin statü açısından değerli olduğunu görünce, Paris ve Berlin gibi büyük şehirlerde kendi derneklerinin kurulmasına ön ayak oldular… On sekizinci yüzyılın sonunda, tüm Avrupa ve Kuzey Amerika’nın çeşitli yerlerine dağılmış … iki yüz kadar dernek vardı.” (3)

Doğu İmparatorları “ister asar, ister keserdi”. İmparatorların “çakma” torunları bugün bile üniversite özerkliğini istemiyor. “Özerk üniversitelere sahip Avrupa’nın tersine Çin’in yekpare eğitim sistemi istikrarı teşvik ediyor ve yeniliği engelliyordu…” (4) “1200 yıllarında Avrupa’nın … üç büyük üniversite olarak- övünç kaynağı vardı ve sonraki üç yüz yıl içinde …kentlerde yetmiş üniversite daha kuruldu. Üniversiteler hem Devlet, hem de Kilise ile müzakereye oturabilen güçlü kurumlar haline geldiler.” (5) Bugün hangi üniversite rektörü “ulema” ile ters düşen bir cümle kurabilir?

Sonuç olarak bugün halâ toplumsal olarak Türkiye “Modernizasyon sürecine” ait önemi halâ kavramış görünmüyor.

c) Asya Tipi Mülkiyet ve Despotik Merkezî İktidar

İsmail Cem, dönemin “devletçi sosyalizm” rüzgarına da kapılmış, Osmanlı Devletini 17. yy sonlarına dek çağına göre “çok iyi” bir “devletçi”, bir merkezî idare sistemi olarak anlatıyor.

“17. yy.a kadar geçerliliğini koruyan bu temel nitelikler şöyle özetlenebilir. 1) Her alanı kapsayan güçlü bir devletçilik uygulaması. 2)Tek büyük üretim aracı toprakta devlet mülkiyetinin kaide, özel mülkiyetin istisna olması, ‘Kanun-î Osmanî’nin temel ilkesi, ‘… reâyâ ve toprağın Sultan’a ait olması’dır.” (6) “Osmanlı ekonomik düzeninde devlet bütün ekonomik faaliyetin tek ve mutlak hakimidir.” (7) “Prof. İnalcık’ın verdiği bilgiye göre, 1528 yılında toprağın % 87’si devlet mülkiyetindedir.” (8)

Toprakta özel mülkiyetin, devrinin-satışının bulunmadığı üretim biçimine Asya Tipi Üretim Tarzı denildi. İki temel üretim aracı “Reaya ve toprak Sultan’a aitti.” Bu “tekçi” yapı ideolojisini de bulmuştu. “… dinle devletin İslam doktrininde bir ve tek olmasıdır… İslâm aynı zamanda bir dünya görüşü, devlet felsefesidir.” (9) ve bu düzen tek, tek her insanın duygu ve düşünce hayatını da belirlemişti. Osmanlı Ekonomik düzeninin “… varolması ve yürümesi için, insanların herşeyden önce ekonomik açıdan ferdiyetçi olmamaları gerekmektedir. … onun hırs sahibi olmamasıdır. … işbölümüne sadık kalmalı, kendini tek başına bağımsız bir güç olarak” görmemelidir.”(10)

Toprağa-tarıma dayalı üretim biçimi ve ticaret, yalın bir toplumsal-siyasal hayat vareder; kolayca gözlenebilir, denetlenebilir. Güçlü ve hırslı göçebe, aşiret-kabileler ve önderleri, uygun toplumsal, coğrafi koşullarda 4-5 bin yıl boyunca bir diğerini yıkan büyük İmparatorluklar kurdu.
Osmanlı İmparatorluğunun Sultan-Devlet-Din üçlemesi üzerinde yükselmiş Tek’çi yapısı, günümüz terimiyle Merkezî Despotik İktidarları, 1600’lü yılların sonuna kadar hem de kendini o döneme dek “başarılı” kılmış aynı sebeplerden dolayı inişe geçti. Modernizasyon kaçırılmış, Moderniteye varılamamıştı.

Osmanlı’yı çöküşe sürükleyen Batı Avrupa ülkelerinde de aynı Mutlakıyetçi, Merkezî iktidarlar olduğunu söyleyenler, onların üç-dört yüz yıl sürmüş özerk kentler “deneyimi” üzerinde yükselmiş olduğunu görmezden gelir. Bu özerk kentlerde “demokratik” gelenekleri yaşamış toplumların Modern Devlet’ler olmaya doğru yol alan Mutlakıyetçi yapısı yanısıra hem tek ortak dil hem de homojen toplumlar üzerinde kurulmuş olması bakımından Osmanlı İmparatorluğu Merkezî İktidarına hiç benzemediği unutulur. Bu “unutkanlıkta” ısrar edenler, Modernite Taklidi’nin neden başarısız kaldığını da açıklayamayacaktır.

Ülkeler arasında karşılıklı toprak işgalleri, “fethe” dayalı bir dünyada “birlik” olmak, “tek” olmak dışarıya karşı askerî gücü artırsa da nihaî olarak bu yeterli gelmemiştir. Toprak mülkiyetinin Sultan’a ait oluşu; Sultan’ın istediği an bu mülkü geri alabileceği; kullananların ailesine miras olarak bırakmadığı; sermaye birikimine izin vermediği; iktidarını tehdit edebilir korkusuyla “yeniliklere” izin vermemesi, yerel güçlerin gelişmesi önlenerek zanaat-bilim-ekonomik ve kültürel rekabetin yeşermemesi gibi bir diğerini koşullayan sebepler, “Neolitik İmparatorluk” nizamının sonunu hazırlamıştır.

Sonuçta çöken bir Hanedanlıktır; insanları kul, tebaa gören kibirli toprak ağalarının çöküşüne üzülenler, 11 yaşında, masal tarih anlatılarıyla koşullanmış bir çocuğun duygularını taşır. (Bakınız, Çerçeveli Yazı 1)

Merkeziyetçi Yönetim kişileri yıldırır, şevklerini kırar, sorumsuzlaştırır.
“Merkeziyetçi bir hükümetin, merkeziyetçi bir yönetimle bütünleşmesi onu güçlendirir. Ama bu birleşim kişinin iradesinden tümüyle vazgeçmesine neden olur, bu yalnızca bir noktada ya da bir defaya has olmak üzere değil, her zaman için geçerlidir. Bu güç bileşimi kişilerin boyun eğmesine neden olur, ayrıca günlük yaşantılarını etkiler, onları yalnız kılar ve her birini de birey olarak olumsuz etkiler…. Kanaatimce merkeziyetçi yönetim uygulandığı toplumlarda kişileri yıldırır, şevklerini kırar. Gerçi savaş ya da kargaşa sırasında başarının sigortası olabilir ama zamanla kişilerin güç ve heyecanlarında kırıcı bir rol da oynar. Kişileri geçici olarak yüceltebilir. Ama bir toplumun kalıcı zenginlik ve yüceliğini sağlamaz… Özetle, eylemde zayıf ama engellemede olağanüstü başarılıdır.” (11)

Yukarıdaki alıntı 1832’de yazılmış. Biliyoruz ki, ölüler ölmemiştir! Kalanlar ölülerle de yaşar! Bir de yalnızca “ölüleri” ile yaşayanlar vardır.
Örneğin, üçüncü boğaz köprüsüne verilen ad bir rastlantı değildir; bir çocukluk hayaline ait olabilir; “Akdeniz’in Türk gölü” ve Yavuz S.Selim’in de ilk Türk halifesi olması gibi! (Bakınız, yine Çerçeveli Yazı 1) 1512-20’de, hem de 8 yılda “şahsî” topraklarını fetih yoluyla, iki kattan daha fazla büyütmüş bir Osmanlı Sultanının hırsı ve iktidar algısı, günümüzde geleceğe ait bir dünya tasarlayamayan, geçmişin hayallerine saplanıp kalmış “anakronik”, çağını şaşırmışlar arasında paylaşılabilir!

Ve 1832’de Tocqueville’nin yazdıkları evrensel bir insanlık halidir. Çağımızda daha çok Doğu’da görülen despotik Merkezî İktidarların öncelikle kendi iktidarını kollayarak, “halkını”, “kullarını”, “reayasını”, insanlarını sindirdiği; kişiliksizleştirdiği, “sorumsuzlaştırarak” sömürdüğü; çıkacak ekonomik, siyasal ve toplumsal bunalımlarda birbirine öldürtmeye de hazır olduğunu biliyoruz; yaşıyoruz! Merkezî iktidara ait “olumsuzlukları” 183 yıl önce görmüş Tocqueville bugün bize yaşadığımız gerçekliği anlatmaktadır.

1789 devrimini incelediği “Eski Rejim Yeni Rejim” kitabında, ölmeden kısa süre önce 1856 yılında da Merkezî İktidarın, “dediğimdedikçiliğine” ait bireysel ve toplumsal olgular konusunda düşünceleri aynı kalmıştır. “Yalnızca dediğimdedikçilik, gözüdoymazlığı keyiflendiren, onursuzluğa meydan okuyarak onursuz çıkarlar elde etmeye imkan veren gizliliği ve karanlığı insanlara sağlayabilir. Dediğimdedikçilik olmasaydı, bu tutkular yalnızca güçlü olacaklardı; onunla birlikteyse, saltanat sürmeye koyuldular…. Gerçekten de, yurttaşları birbirleriyle yakınlaşmaya zorlamak üzere, koşullarının bizatihi bağımsızlığı sayesinde içinde yaşadıkları yalnızlıktan çekip çıkarabilecek, onları canlandıracak ve her gün, uzlaşmanın, ortak çalışmaların pratiğinde, karşılıklı olarak birbirlerini ikna etmenin ve birbirlerinden tat almanın zorunluluğuyla biraraya toplayacak tek şey, yalnızca özgürlüktür.” (12)

Merkezî İktidarın Karakteri ve Yalanları
“Tarih bize tekrar, tekrar göstermiştir ki, iktidarı ustaca kullanmayı bilenler, ancak aynı yeteneğe sahip olanlar tarafından yerinden oynatılabilirler ve bu da aynı sistemin sürüp gitmesine hizmet eder.” (13)

Ülkemizde de “aynı yeteneğe sahip” adamların iktidarı “aynen” devr-aldıkları” ve tahakküm ve sömürüden faydalananların yalnızca ad olarak değiştiği, zorbalık ve hısızlığın “devlet yönetimi” sanılmasını, adalet ve kalkınma olarak görülmesini sağlayan “ideoloji” denilen “illüzyonun” değiştiğini görüyoruz. Bencil, acımasız, komplocu ve benzer yalancılık “yetenekleri” taşıyan adamlar, “gösterişçi” Ulusçu-Laikçilerin ellerinden iktidarı kolayca aldı. Bir kaç tetikçi “savcı” ve “gazeteciye” eklenmiş “medya sürüsü” tezahüratı eşliğinde. Hem de “total” olarak. Bu bir “el çabukluğu” idi; başarılı bir operasyondu; tür olarak “kara-komedi” sınıfına girecek filmi yapılacak denli seyirlik!

Merkezî İktidar bu topraklarda her zaman kırılgandı; o denli korkulu; korkusuyla halka uyguladığı şiddet arasında uyum kaçınılmazdı.

a) Despotik Merkezî İktidarlar, Hakîm İdeolojileri ile Diyalektiğe kafa tutar ve beyin travması geçirir, Tebaa’sı ile birlikte.

Geçen yüzyılda Avrupa’da “tabandan, tepeye çıkılarak” kurulmuş Ulus-Devlet, Merkezî İktidarları karşısında yenik düşmüş İmparatorluktan, kalan son “çekirdek” parçaya “can havliyle” sarılmak, o kalan “son” parçayı olsun kurtarmak için çare ararken ister istemez sorulur, araştırılır; “düşmanım neden benden daha güçlü?” İlk ve “yüzeyde” görülen Modern Ulus-Devlet ve Merkezî İktidar yapısıdır. Merkezî İktidar, “…savaş ya da kargaşa sırasında başarının sigortası olabilir…. Özetle, eylemde zayıf ama engellemede olağanüstü başarılıdır.” (A.Tocqueville) O dönem açık ki, işgali, saldırıyı engellemek için de Merkezî İktidar zorunluydu!
Kurtuluş Savaşının önder kadrosu Osmanlı subayları ve Anadolu halkları için imparatorluğun bilinen katı merkeziyetçiliği bir gelenekti zaten. Devraldılar. Avrupa egemenlerinin Ulus-Devlet modeli içinde kurdukları Merkezî İktidarların başarıları “gözalıcıydı”; “ithal” edilmeliydi. Taklit edildi!

Geçen yüz yıl çok ülke bu “batılı” ulus-devlet modeline öykündü. Başarısız oldular. 1950’lerden sonra bu “modele”, bir SSCB tipi “sosyalizm sos’u” katılmak istendi. Bolşevik Sosyalizm yani bir “Modern, Ulusal ve Osmanlı Devlet Kapitalizmi” yani işçinin bir “reaya” olduğu bir “Devlet kapitalizmi!” Bu “yamalar” elbette tutmadı.

MODERNİZASYON süreçlerinin değil sonuçlarının yani MODERNİTENİN, ister kapitalist, ister “sahte sosyalist” biçimler altında ithal çabası hep başarısız oldu. (Japonya hariç!) Büyük trajediler yaşandı; bu başarısızlıklar, yeni trajedilere yol açtı. Sonuçta “tüm dünya” az ya da çok “Batı’nın” sömürgesi oldu. Ucuz hammadde, tarım ürünleri satan; pahalı teknolojik cihazları satın alan, işbirlikçi hainlerin kahraman, büyük devlet adamı, “usta” olarak anıldığı ülkeler…

19. yy pozitivizmi, endüstriye ait ürünler ve fikirler, Avrupa’nın kentleri ve hayatı, kısaca MODERNİTE, “kuş bakışı”, binlerce yılın algısında birikmiş “cennet” betimlemelerini bile aşan bir manzara yarattı. İçinde olanı “kibirle sarhoş”, dışarıdan bakanı kıskanç bir öfkeyle “berduş” ediyordu.

Modernite vücudu ele geçiren “kanser hücreleriydi”. “Hastalık” beyinde barınamıyor ama “gövdeyi” kontrol ediyordu; Doğu’lu zihinlerde bu hastalık “kendi” gibi yaşamak, gövdesi ise “batılılar” gibi tüketmek, üretiminde en küçük bir bilimsel-teknolojik katkısı bulunmayan malları hem rahat yaşamak, hem de dogma dünyasının betonuna harç yapmak isteyen, bu arada bu cihazları üreten Moderniteye küfretmekten da kendini alamayan şaşkın, hırslı insanları üretiyordu.

Yüzlerce milyon Müslüman bu “hastalığın” kaderi ile boğuşurken, geçen yüzyılda bu “hastalığı” teorize eden, onu bir hastalık değilmiş gibi anlatmaya çalışan “ideolojik reçeteler” yazıldı; “Devletçi Ekonomik model”, “İslamcı Sosyalizm”, “Muhafazakâr Devrimcilik”, “Yeşil Kitap”, “ekonomik liberal ve mezhepçi totaliter” modeller! Ama tümü de Merkezî İktidar tahakkümü öneriyordu. Merkeziyetçi İktidarlar eskiden farklı düşüneni ortadan kaldırarak; kamplara, hapishanelere tıkarak tüm sorunları çözebiliyordu! Şimdi ise “sorun var” diyeni susturarak, asıl muhalefeti duyulmaz-görünmez yaparak, “şeytanlaştırarak”, “sorunun” sorun gibi görünmeyeceğini öğrenmişler; bu “teknik” son yıllarda Türkiye’de deneniyor!
*
Çoğulcu, özerk, farklı düşünce ya da hayatlara izin vermeyen, Tek’çi, Merkezî İktidarlar bireyi, farklı düşünceyi, farklı kültürü eziyor. Özgürlüklere ve dolayısıyla bilime, sanata ve nihaî olarak toplumsal gelişmeye izin vermiyor. İletişim ve bilgiye erişme kolaylığı karşısında “hakikati” değersizleştirmek amacıyla tarihte görülmemiş alçakça ve korkunç yalanlarla “dezenformasyon” uyguluyor. Dolaylı, sinsi ve etkin bir “post modern” baskı ve şiddet örgütlüyor. Komplo uyduramadığı gazetecileri hapse atmıyor ama işsiz bırakıyor. Böylesi bir toplumsal siyasal ve kültürel sistem tüm bireyleri, toplumu çürümeye sürüklüyor. İyi bakıldığında hayatın tümüyle değersizleştiği ve kitlesel bayağılın yayıldığı TV programlarından kolayca anlaşılabilir.

Doğu despotik Merkezî İktidarın karakteri bu. SSCB, Çin, Türkiye, İran gibi doğunun dört büyük ülkenin son 100 yıllık deneyimleri ışığında önerilmesi gerekiyor;

Merkezî İktidar yapısı tümü ile yok edilemiyorsa, hak etmediği gücü kullanmakta ısrar ediyorsa, onu küçültmek, küçük parçalara bölmek gerekir; böylece bu “küçük” iktidarlar, benzerleri ile yarışa girebilir; zararları dengelenebilir; hükmetmekten başka yapılacak daha iyi işleri olduğunu anlayabilir! (*)

a) Merkezî İktidarlar halka saygısızdır;

insanların, kentlerin, tabiatın geleceğini umursamaz.

Gezi İsyanı bu “hissiyatın” sonucu; “aşağılanmışların” tepkisi; hakkı ve haddi olmayan, hem de Osmanlı ‘ortaçağından’ kalkıp gelmiş bir zihniyetin iktidar tahakkümüne “yeter lan” öfkesi; yerine ne koyacağını bilmese de, umursamadan “nobran iktidara” bir kırmızı çizgi çekme iradesi, hayatına sahip çıkma arzusunun el ele vermesi değil miydi?

Bu isyan, Merkezî iktidara talip partilerden hiç biri ile doğrudan bağı olmayan, kent kültürlü insanların, “otonom-özerk” ve özgürlükten yana olduklarına ait ortak, güçlü ve ısrarlı bir tepkisi; yeni bir “siyaset” özlendiğinin belgesiydi.

“Kendi kendini yok eden mali hesaplara dair kural, hayatın her alanında geçerlidir. Kırların güzelliğini bozarız, zira tabiatın el değmemiş ihtişamının hiç bir ekonomik değeri yoktur. Kâr payı ödemiyorlar diye güneşle yıldızları kapatmaya bile muktediriz.” (J.M.Keynes)

Kent kültüründen nasibini almamış, “kasaba eşrafı ve esnafı” zihniyeti ile “her şeyin fiyatını bilen ama değerini bilmeyen” adamların, metropol kentlerde o halleriyle “parasal değeri” bulunmayan parklara, arsalara yalnızca para kazanmak, kazandırmak için AVM vb. kapitalistik işletme beton yapıları kondurma arzusu yalnızca tiksinti verici bir görgüsüzlük değil; “bu dünyayı”, tabiatı umursamayan, kökleri yüzlerce yıl geride yatan bir umursamazlık! Tabiat’ın insan için “yaratıldığı” ve “bu dünyanın” önemsizliğine eklenmiş göçmen, fetihçi karakter! Bu karakter belki on binlerce yıllık “kadim insana” ait; yaşadığı bölgenin hayvanlarını, ağaçlarını tüketir ve avlayacağın hayvanları, yakacağın ormanları, kurutacağın toprakları bulunan bir başka bölgeye göç edersin; bizdeki göçmen ruhu bu mudur yoksa?
*
Herhangi bir ilde Nükleer Santral veya Hidroelektrik santrallerin yapılmasına Merkezi İktidar karar veriyor; o bölge halkına sormuyor; onayını istemiyor. Bölge halkının hayatını riske eden, bölgenin ekolojik dengesini bozacak bu tür projeler için referandum yapmıyor.
Merkezî İktidar, Doğu’nun Despot; tüm “mülkü” ve o “mülkte” yaşayan “kullarını” şahsına tapulamış o malûm Sultanların karakterini kopyalamışçasına; hiç utanmadan, sıkılmadan milyonlarca insanın, evlatlarının hayatını, neşesini, güvenini doğrudan ilgilendiren bu tür “hain” projelere karşı direnen bölge halkını, “toplam iktidarına” dayanarak saldırıyor.

Medyasıyla, olayın öneminden uzak ve habersiz “diğer” bölge insanlarından aldığı güçle, “diğer” bölgelerden topladığı polisi, askeriyle sindiriyor. Ülkesini olduğu gibi paraya-kazanca tahvil etmek isteyen Azgın Kapitalist zihniyet farklı zamanlarda ve farklı bölgelerde hep aynı taktiği uyguluyor.

Ülkesinin bir kentinde farklı inanç ve siyasal düşüncede olan insanlar bir otelde kıstırılıyor; yakılıyor, öldürülüyor. Ülkenin yarısı sevinç içinde! Diğer yarısı kan ağlıyor! Çok geçmeden o sevinç gösterileri yapanlar iktidara geliyor.Diğer yarısı kahır içinde!

Bir ülkenin “Doğu tarafında” iç savaş koşulları yaşanıyor; “Batı” habersiz! Herkes kendi ölüsüne ağlıyor. Her iki taraf “aldığı-verdiği kelleler” üzerinden sevinip üzülüyor. Merkezi hükümet “batıya” yaslanıp “doğuyu” eziyor.

Aynı ülkede Merkezî İktidarlar, Laik’e yaslanıp dindarı, Sünni’ye yaslanıp seküler kültürü-insanları, Alevi’leri; Türk’e yaslanıp Kürt’ü eziyor, sömürülmelerini sağlıyor.

Gösterişli saraylar, havalimanları, gereksiz köprüler için ormanları yağmalamaktan çekinmiyor; Merkezî İktidarı paylaşan adamlar, büyük projeler için hazırlanmış “rüşvet havuzundaki” milyar dolarları paylaşma hevesi içinde. Yurttaşların uzun vadede insanî refahını sağlayacak, koruyacak en önemli kaynağı “tabiatı” azgın, kapitalist sermayeye peşkeş çekiyor.
Neo-Osmanlı hayalleri ve ikinci bir “Yavuz S. Selim” olma, onun gibi Halife’liği yeniden ele geçirme arzusu taşıyan Makyavelizm’in ele geçirdiği Merkezî İktidar, komşu ülkenin topraklarını işgal etmek istiyor. Olmuyor; aptalca ve “anakronik” olduğu ortaya çıkmış bu “projenin” bedelini halkına ödetiyor. Yurdu mahvolmuş, can korkusuyla kaçmış milyonlarca göçmeni, işsizliğin yüzde yirmi olduğu bölge insanlarına sormadan komşu yapıyor; bu zihniyet, öncelikle yurttaşlarını değil, yurttaşlarının sırtından, onların bilgisi ve onayı olmadan ama onlardan aldığı güçle, bir “halife adayı” olarak yüzlerce milyona ulaşmış “Sünni kabilesinin” karmaşık ve içinden çıkılamaz sorunlarını çözmeye talip oluyor.

Doğum kontrolü nedir bilmeyen, sürekli doğuran, 1000’li yılların Sünni Kültüründen çıkıp gelmiş milyonlarca Suriye’li göçmen bu ülkede gelecekte ve çözümü güç yeni bir “azınlık” sorunu ortaya çıkartacak.
*
Merkezî İktidar’lar halkına, halkının yaptığı yurda, içinde barındıkları tabiata ve yurttaşların gelecekte yaşayacakları hayata karşı saygısız. Merkezî İktidar sahipleri çocukça hayalleri bile ciddiye aldığında halklarını felakete sürükler. “Son tahlilde” asıl suç Merkezî İktidarı eline geçirenin değil; bizzat Merkezî İktidarın kendine aittir! O’nu ele geçiren herkes çok geçmeden bir “halk düşmanı” olabilir.

Sloganları severiz ya!

Sanırım “Kahrolsun Merkezî İktidarlar” özgürleşme yolunda bugüne dek “atılmış” çok slogandan daha derin. Sahici ve işlevsel.
———————————————————————————————————-
1. P Fara. Bilim. Dört Bin Yıllık Tarih sf. 91. metis bilim. Ekim 2012
2. 5. Niall Ferguson Uygarlık. Batı ve Ötekiler. sf. 91. YKY 2012
3. P Fara. Bilim. Dört Bin Yıllık Tarih sf. 205. metis bilim. Ekim 2012
4. agy. sf. 79
5. agy. sf. 108
6. İ. Cem. Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi. sf 49. Cem Y. 1979
7. agy. sf 63
8. agy. sf 69
9. agy. sf 65
10. agy. sf 104-105
11. A. Tocoqueville. Amerika’da Demokrasi. sf 55-56-58 Yetkin Yayınları. 1994
12. A. Tocoqueville. Eski Rejim ve Devrim. sf. 34 Kesit Y. .
13. A. Tocoqueville. Amerika’da Demokrasi. sf 147 Yetkin Yayınları. 1994

(*) Agonistik; “Yarışmacı” Kültürel Siyaset. Sonuç bölümünde ele alınacak.

10 Comments

  1. Anonim

    Muhteşem Süleyman’dan Muhteşem Erdoğan’a!

    Utku Kızılok

    Başbakan Erdoğan’ın Muhteşem Yüzyıl dizisini hedef alan açıklamalarının ve Osmanlı padişahlarına dair yorumlarının, hiç kuşkusuz ki üstü kazınması gereken birçok anlamı var. Başbakan Erdoğan diziye müdahale edilmesi için savcıları göreve çağırırken, AKP’li milletvekilleri dizinin yasaklanması niyetiyle yasa teklifi hazırlamak üzere harekete geçtiklerini açıklamışlardır. Başlatılan tartışmanın temel işlevlerinden biri, suni gündemle toplumun yönlendirilmesidir. Fakat söz konusu çıkış ve son dönemde Erdoğan’ın şahsında sembolik ifadesini bulan otoriter yaklaşım, AKP’nin “itaatkâr ve kanaatkâr toplum” yaratma çalışmasının bir başka düzlemde ifadeye kavuşmasıdır. AKP’nin torna tezgâhında biçimlenmiş, itaatkâr, kanaatkâr, ihsan dilenen, iktidar karşısında dalkavukluk yapan, her söylenene alkış tutan bir toplum tasarlanmaktadır. Kürt sorunundan iş kazalarına, sanattan çalışma yaşamının düzenlenmesine değin geniş bir yelpazede, Erdoğan’ın ve AKP’nin ortaya koyduğu performansın umumi manzarasından yansıyan budur.

    Erdoğan’ın ve AKP’nin kadir-i mutlak olduğu, ekonominin bir şekilde sürekli büyüdüğü, sermayenin iktidar ile uyumlu hareket ettiği ve çizilen çerçevenin dışına çıkmadığı, içeride muhalefetin susturulduğu ve böylece dışa dönük emperyalist müdahalelerin sorgulanmadığı bir toplum yaratma siyaseti izlenmektedir. AKP’nin içeride güttüğü siyaset, aynı zamanda onun emperyalist siyaseti ile bir bütün oluşturmaktadır.

    Bu noktada, iç içe geçerek ilerleyen ve birbirini etkileyen çok etmenli bir gelişme olduğunu belirtelim: Son on yılda, AKP etrafında kümelenen sermaye çevreleri muazzam bir yükseliş katettiler. Devlet aygıtı, AKP ekseninde kurulan koalisyon güçleri tarafından adeta fethedildi. Geleneksel iktidar blokunu şekillendiren asker-sivil Kemalist bürokrasinin süngüsünün düşürülmesiyle, güç ekseninde pozisyon almaya şartlandırılmış bürokrat zevat, mevki ve makamını garanti altına almak amacıyla yeni iktidar sahiplerine biat etmeye başladı. AKP devletin dümenine oturmakla kalmadı, aynı zamanda burjuva siyaset arenasını neredeyse tek başına, istediği gibi şekillendiren bir güç olarak ortaya çıktı. Kemalist bürokrasiye ve geleneksel büyük sermaye çevrelerine iktidarını kabul ettirmeye çalışan ve bu bağlamda toplumun ve liberal çevrelerin desteğini almak için demokrat pozlar kesen AKP, eğreti demokratlığını terk etti. İslamcı burjuva çevrelerin devletle hemhal olması, uluslararası konjonktürün artan ölçüde siyasal gericilik tarafından belirlenmesi ve işçi sınıfı hareketinin geriliği, dolayısıyla içeride ve dışarıda AKP’yi demokratik adımlar atılması bağlamında sıkıştıracak bir basıncın oluşmaması gibi faktörler, geleneksel sağ, muhafazakâr, milliyetçi ve baskıcı anlayışın tüm çıplaklığı ve ilkelliğiyle kendini gerçekleştirmesinin önünü açmıştır. Her şeyi yapmaya muktedir olduğunu zannetme ile her şeyi bir anda kaybetme korkusunun iç içe geçerek ilerlemekte olduğu bu süreçte, en küçük hak arama eylemi bile dizginsiz bir şiddetle bastırılmış, demokratik hak ve özgürlüklerin önüne ket vurulmaya başlanmıştır. Özetle, AKP ve İslamcı sermaye çevreleri, gerek geleneksel siyasal ve kültürel bilinçaltının gerekse iktidarlarını sağlamlaştırmak istemelerinin itkisiyle, kendi tezgâhlarında bir toplum şekillendirmeye girişmişlerdir.

    Tam da meselenin burasında, Türkiye’nin, Ortadoğu başta olmak üzere yakın çevresinde nüfuz elde etmek amacıyla, AKP’nin şekillendirdiği emperyalist bir siyaset güttüğünü belirtelim. AKP, tarihi/ideolojik bir arka plan oluşturarak, yürüttüğü emperyalist politikayı kitleler nezdinde meşrulaştırmaya ve toplumu kontrol altına alarak kendi siyasetinin arkasına yığmaya dönük bir çalışma yürütüyor. Bilindiği üzere bugün Türkiye, Suriye’deki iç savaşın bir tarafı ve parçasıdır. Ortadoğu’da nüfuz sahibi olmak ve dünya siyasetinde daha fazla yer tutmak isteyen Türkiye burjuvazisi için Suriye, emperyalist rüştünü ispat edeceği alanların başında gelmektedir. Suriye konusunda geride ve paylaşımın dışında kalan bir Türkiye’nin onca şişinmesinin uluslararası politikada bir kıymeti harbiyesi olmayacaktır. Bundan ötürüdür ki Türkiye, Suriye’de ön almaktadır. Lakin emperyalist bir siyaset gütmenin, hele yeni yetme alt-emperyalist bir ülkenin gecikmişliğini aşmaya dönük hamlelerin (Erdoğan’ın Filistin konusu üzerinden ABD’ye, AB’ye ve BM’ye çatması vs.) ve paylaşım sofrasında bir an önce belirli pozisyonlar elde etmek için yanıp tutuşmanın bedelleri vardır. Önümüzdeki süreçte emperyalist çatışmaların yeni boyutlar kazanacağı açıktır. İşte bu nedenle AKP, Türkiye’yi emperyalist savaş koşullarına hazır hale getirmeye ve toplumu da bu yönde oluşturmaya çalışmaktadır. Rejimin otoriterleşmesinin ve toplumun çok yönlü baskı altına alınmasının temel sebeplerinden biri de budur.

    AKP, siyasal rejimi emperyalist arzuların gerekliliği temelinde yeniden şekillendirmektedir ve neticede başkanlık sistemi tartışmaları da bunun bir ifadesidir. Mevcut siyasal sistem gerek biçimsel olarak gerekse taşıdığı çelişkiler (statükocu-Kemalist cenahın parlamento ve devlet bürokrasisi üzerinden siyaset arenasında yaratmaya çalıştığı krizler) nedeniyle Erdoğan’ın ve AKP’nin önünü kesmektedir. Başkanlık sistemiyle yürütmeye sınırsız yetkiler tanınmak ve böylece burjuva siyaset arenasında ya da devlet bürokrasisinde ortaya çıkacak her türlü siyasal kriz, başkanın mutlak otoritesiyle aşılmak isteniyor. Nitekim Erdoğan’ın kuvvetler ayrılığından yakınması boşuna değildir. Aslında Erdoğan, kendi kişiliği ve ihtiraslarıyla örtüşen bir başkanlık sistemi arzuluyor. Pratikte Erdoğan ağzına geleni söylemekte, olmadık yerde tuhaf açıklamalar yapmakta, hikmetinden sual olunmaz lider ve fiili başkan olarak hareket etmektedir.

    İçeride kitlelerin baskı altına alınması, burjuva siyaset sahnesindeki krizlerin aşılması ve dışarıda ise emperyalist siyasetin güçlü bir şekilde sürdürülmesi amacıyla tasarlanan başkanlık sistemi, meselenin mahiyetinden de anlaşılacağı üzere Bonapartizme açılan bir eğilim içermektedir. Yani başkanlık sistemlerinin en gerici ve otoritarizme açılan ucundan tutulmuştur. Elbette bunu belirleyen AKP’nin toplumu “itaatkâr ve kanaatkâr” bir çizgide yapılandırmak istemesi ve Erdoğan’ın arzularıdır. Burada önemli bir hususun altını çizmek gerekiyor: Rejimin, Türkiye’nin emperyalist siyasetinin gerekliliği temelinde yeniden yapılandırılması ile Erdoğan’ın kişisel ihtirasları örtüşmektedir. Öyle dönemler vardır ki, sermayenin ihtiyaçları ve rejimin bu temelde yeniden yapılandırılması liderin kişiliği ve arzularında ifadesini bulur, onunla özdeşleşir. Meselâ Hitler’in çılgınlığı, onun şahsında ifadesini bulan Alman emperyalizminin de çılgınlığıydı aynı zamanda. Meseleye bu bağlamda baktığımızda, Türkiye’nin emperyalist ihtiraslarının Erdoğan’da tecessüm ettiğini görürüz. İçinden geçtiğimiz kriz/emperyalist savaş koşulları, burjuva siyasetinde meydana gelen tıkanmalar ve sermayenin istekleri, popülist bir dil kullanan Erdoğan tipi liderleri fazlasıyla öne çıkartır.

    Nitekim Erdoğan’ın halkın karşısında TÜSİAD’ı eleştirmesi, medya patronlarına atıp tutması ve gazetecileri işten attırması bu gerçeği gözler önüne seriyor. Elbette Erdoğan’ın bu çıkışı sermayenin bir kesimine dönük olsa da, gerçekte İslamcı sermaye kesimlerine de kendiliğinden mesaj mahiyetindedir. Zira halkın içinden geldiği ve onlardan biri olduğu havası yaratan, kitlelerin desteğini alan bir Erdoğan ve onun siyasal gücü söz konusudur. Erdoğan’ın sermayeden bağımsız bir çıkarı olmasa da elinde tuttuğu güç, burjuvazinin ve devlet bürokrasisinin ona yaltaklanması ve yaranması tablosunu ortaya çıkartmaktadır. Hatta iş bu evrede, diyalektik bir işleyişle Erdoğan’ın pohpohlanmasına dönüşmekte ve sermaye “sen her şeyi yaparsın” gazıyla ona kendi önünü açtırmaktadır. Neticede Erdoğan’ın mağrur tutumu, bu sürecin karmaşık bir bileşkesinin ürünüdür. Gelinen aşamada TÜSİAD’ın süngüsünü düşürmesi ve hatta Koç’un Ülker ile işbirliğine gitmesi çok şey anlatmaktadır. Erdoğan’ın özellikle silah sanayii alanında TÜSİAD üyesi patronların önünü açması ve böylece burjuva güçler arasındaki çatışmaları yumuşatmaya girişmesi de boşuna değildir. Burjuva güçler arası iç çelişkiler, emperyalist hamleler ve bu temelde güdülen politika öne çıkartılarak aşılmaya çalışılıyor.

    Bu perspektiften baktığımızda, Erdoğan’ın üç çocuk politikası da, Muhteşem Yüzyıl dizisine karşı çıkışıyla yapmak istediği de gelip aynı emperyalist atılım hedefinin içine oturmaktadır. Nasıl ki çalışma yaşamının esnekleştirilmesi, işgücü maliyetlerinin ucuzlatılması, günlük çalışma süresinin uzatılması, nüfus artışıyla taze işgücünün –ve elbette savaşacak asker sayısının– arttırılması ve böylece ekonomiye bir dinamizm kazandırılması bu atılım arzusunun bir devamıysa; toplumu bir taraftan baskı altına alma ama öte taraftan da kutsal ve kahramanlık dolu bir tarihsel kimlik etrafında toparlama çabaları da aynı politikanın devamıdır. Erdoğan, “ecdadımızın at sırtında gittiği her yere biz de gideriz, her yerle biz de ilgileniriz” diyerek, Türkiye’nin emperyalist politikasının ufkunu da ortaya koymaktadır. Dolayısıyla “ecdadın”, söz konusu dizide olduğu biçimiyle gösterilmemesi ve “şanlı Osmanlı” betimlemesi yapılması gerekmektedir! Uzak ülkeleri düşlemekten ve oralara gitmekten imtina etmeyen, sözümona gittiği yere barış ve huzur getiren bir Osmanlı cenneti resmedilmesi ve kitlelere de bunun aşılanması istenmektedir. Erdoğan’ın, “30 yıl at sırtından inmedi” dediği Kanuni ile kendi iktidar dönemi arasında bir ilişki ve paralellik kurmadığını kim söyleyebilir? Kitlelerde oluşturulmak istenen izlenim bellidir: Muhteşem Sultan Süleyman’dan Muhteşem Başkan Erdoğan’a!

    Aslında AKP ve İslamcı sermaye çevreleri, bir taraftan sürdürülen emperyalist politikayı meşrulaştırmaya ama öte taraftan da kendi ideolojik bakış açılarından hareketle, Türk ulus-devletine Osmanlı mirası üzerinden yeni bir kimlik kazandırmaya çalışıyorlar. Bu durum, aynı zamanda, tarih sahnesine geç çıkmış Türk ulus-devletinin aşılamayan kimlik bunalımının da tezahürüdür. Cumhuriyeti kuran Kemalist önderlik tam bir aşağılık kompleksiyle, bağrından koptuğu atası Osmanlı’yı küçümseyip mirasını reddederken, modern ulus-devlete son model bir sentetik tarih/kimlik oluşturmaya girişmişti. Türk Tarih Tezi kapsamında geliştirilen Güneş Dil Teorisi, Sümer’den Hitit’e birçok medeniyeti Türklerin kurduğu yönündeki saçmalıklar bu kimlik yaratma sürecinin bir ürünüydü. Batılılaşmak ve muasırlaşmak adına, bugün klasik Türk müziği olarak tanımlanan müzik, şarkılar, türküler ve geleneksel giyim kuşam dahi aşağılanarak yasaklandı, üstelik de utanmadan buna musiki ve kılık kıyafet “devrimi” adı verildi. O gün de egemenlerin arzuları doğrultusunda bir toplum, belli tarzda bir gündelik yaşam ve ona uygun bir kimlik yaratılmaya çalışılıyordu, bugün de. Fakat o günün koşulları ile bugünün koşulları artık çok farklıdır.

    Erdoğan’ın nesnel olmayan tarih dışı Osmanlı yorumu, tarihin yalnızca geçmişe ait olayların ve deneyimlerin dökümü olmadığını bir kez daha hatırlatmıştır. Pek çok hususta görüldüğü üzere, nesnel tarih çarpıtılarak günün sorunlarına yanıt veren bir öznel tarih kurgulanmaktadır. Nitekim AKP ve İslamcı burjuva ideologlar, kendi toplum tahayyülleri bağlamında geçmişin olaylarını tümüyle baş aşağı çevirmekte ve kendi arzuları temelinde yorumladıkları, yalanlar üzerine kurulu bir öznel tarih oluşturmaktadırlar. Öncelikle şunu belirtelim ki tarih, ne kişilerin ne de büyük devletlerin ürünüdür. Onların da içinde yer aldığı sınıfların ve sınıf savaşımlarının çeşitli olaylar üzerinden gelişmesi, bu gelişmenin toplumları ve verili üretim biçimlerini dönüşüme uğratmasıdır tarihi belirleyen. Marx’ın deyimiyle bir toplumun ne olduğu anlaşılmak isteniyorsa, o toplumdaki bireylerin üretim süreci içindeki rollerine ve kendilerini üretme biçimine bakılmalıdır. Zira kişilerin düşünsel yapılarını da belirleyen son tahlilde üretim ilişkileridir. Bu maddi perspektif ve nesnel tarih, Osmanlı’nın muazzam köylü kitlesinin sömürüsü üzerinde yükselen despotik bir Asya devleti olduğunu ortaya koyuyor.[*] Âli Osman denen Osmanlı hanedanı ise, tüm mülkiyeti elinde tutan ve her türlü zenginliği kendinde biriktiren bu despotik imparatorluğun tepesindeki sömürücü güruhtan başkası değildir.

    Osmanlı devleti ve onun tepesinde oturan padişahların, sömürü düzenlerini ve yaşadıkları ihtişamlı hayatı sürdürmek amacıyla girişmedikleri talan ve katliam kalmamıştır. Kitlelere Osmanlı’nın “kutsal” bir savaş yürüttüğü yalanı pompalanmaktadır. Oysa Osmanlı’nın amacı kutsal bir savaş yürütmek değil, yürüttüğü yağma ve talanı kutsallık kisvesi altında meşrulaştırmaktı. Elbette bu yalnızca Osmanlı için geçerli değildir. Müslüman veya Hıristiyan olsun, dönemin tüm devletleri yürüttükleri yağma ve talan savaşlarını din adına ve kutsallık adına yaptıklarını iddia ediyorlardı. Nesnel tarih gösteriyor ki, Osmanlı’nın yegâne amacı kendi egemenlik alanını büyütmek ve saltanatını sürdürmek olmuştur. Nitekim bu kapsamda, Türk ve Müslüman beylikler de dahil olmak üzere çeşitli devletleri kanlı savaşlarla ortadan kaldırmış, topraklarına ve servetlerine el koymuştur.

    Diğer taraftan, Osmanlı hanedanlığı ve devlet bürokrasisi içinde kanlı katliamların haddi hesabı yoktur. Despotik devletin tepesine oturan her padişah, kardeşlerini, oğullarını ve hatta babasını katletmekten geri durmamıştır. İşin aslı şu ki, Osmanlı sarayı/haremi tam anlamıyla bir mezbaha gibi işlemiştir. “Fatih Kanunnamesi”yle kardeş ve oğul katliamı resmiyet kazanmış ve siyasi cinayetler meşrulaştırılmıştır. Kanunnameye göre, başa geçen her şehzade “nizam-ı âlem” uğruna bütün erkek kardeşlerini öldürme hakkına sahipti. Fatih’in oğlu II. Beyazid, sürgündeki kardeşi Cem’e yazdığı mektupta bu konuda özlü bir ifade kullanır: “Hükümdarlar arasında akrabalık olmaz.” Bu özlü ifade, egemen sınıf için kardeşlikten ziyade mülk ve iktidarın önce geldiğini gözler önüne sermektedir. Tam da bundan ötürüdür ki, Devlet-i Âli Osman’ın sarayı ve haremi baba-oğul-kardeşler arası iktidar savaşının merkezi olmuş, eşler ve anneler bu savaşta önemli roller oynamış, bürokrasi ve diğer devletler de kendi çıkarları temelinde bunlardan birilerine taraf olmuşlardır.

    AKP ve İslamcı burjuva çevreler, Osmanlı padişahlarını neredeyse seksten uzak bir keşiş konumuna yerleştirecekler. Oysa dizi ve filmlere yansıyanlar Osmanlı harem hayatının çok küçük bir kısmıdır. İhtişam içinde yüzen Osmanlı hanedanlığında harem, padişahların ve şehzadelerin geniş yatak odası konumundadır. Zevk düşkünü padişahların onlarca cariyeyle harem eğlenceleri yapması bir abartı değil, olsa olsa gerçeğin yalnızca bir bölümüdür. Osmanlı hanedanlığı ve etrafındaki egemen sınıf mensupları zevk-ü sefa içinde yaşarken, geniş köylü kitleleri sefaletle boğuşmaktaydılar.

    Egemen sınıf ihtişam içinde yaşayıp kıran kırana bir iktidar kavgası sürdürürken, halk istibdat altında inletilmektedir. Ürettiğine el konulmasından bıkan ve sefalete itilen köylülerin isyanları korkunç bir zalimlikle bastırılmıştır. Bugün Erdoğan’ın geniş emekçi kitlelere “ecdat” olarak kabul ettirmeye çalıştığı Osmanlı, mülkiyetin egemenlerin elinden alınmasını ve tüm mülkün halkın ortak malı olması gerektiğini savunan Şeyh Bedrettin’in komünal hareketini korkunç bir katliamla dağıtmış ve liderlerini idam ettirmiştir. Geniş köylü kitlelerin katıldığı çeşitli isyanlar da, keza aynı zalimlikle ezilmiştir.

    İşçilerin ve emekçilerin Osmanlı egemen sınıfı gibi bir ecdadı yoktur ve olamaz da. Sömürücülerden ve katliamcılardan ezilen ve sömürülen sınıflara ecdat olduğu nerede görülmüş! AKP ve Erdoğan da, ecdadı gibi toplumu baskı altına almakta ve sömürü çarklarının daha hızlı dönmesi için elinden geleni yapmaktadır. Elbette emekçiler cephesinden verilecek cevap şu olmalıdır: Herkesin ecdadı kendine, herkes kendi sınıfının saflarına!

    [*] Bkz. Mehmet Sinan, Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı, http://www.marksist.com

    (Kaynak: Marksist Tutum dergisi, no: 94, Ocak 2013)

    http://marksist.net/utku_kizilok/muhtesem_suleyman_dan_muhtesem_erdogan_a.htm

  2. ogürsel

    ben T. Erdoğan’ın idolünün Yavuz S.S. olduğunu düşünüyorum. Suriye’ye inip, Mısır’ı ele geçirmesi.. Ve halifeliği elde etme…
    Suriye, Mısır politikaları da bu “hayallerin” parçası.. Sünni Mezhep Sultanlığı! En büyük silah da Makyavelizm.. ve herkesi kör ve sersem sanma … Ve yukarıdaki yazı Gezi İsyanından 5 ay önce yazılmış. Türkiye’nin Gezi İsyanı çıkartabilecek “uyuyan” güçleri ile henüz tanışmamış bir iktidar var-dı… Şimdi hava değişti ama RTE’nin yeni politik manevraları için 8 haziranı bekleyeceğiz. İnsanî ya da siyasî veya herhangi bir geleneğe ait hiç bir ahlakî kısıtlama olmaksızın her şeyi yapabilme “özgürlüğü” bulunan bir siyaset gücü için imkânlar da sonsuzdur!
    *
    Yavuz Sultan Selim, saray önde gelenlerinin ağzından kardeşine padişah olma yönünde ayartıcı mektuplar yazdırıyor. Kardeşinin “gevşediğini” görünce de boğdurtuyor.. Benziyor mu?
    Unutulan YSS bu işleri yaparken orada İsrail yoktu!

  3. Anonim

    Tarihsel süreçler esas olarak teknolojik, coğrafi, siyasal, toplumsal, ekonomik, kültürel oluşumların bir toplamıdır…
    Doğru olarak gözlenebildikleri zaman sonuçları kestirilebilir…
    Çünkü bu süreçler, beklenmedik bir biçimde ortaya çıkmaz ve birdenbire tersine dönmezler…
    Diyalektik bir mantıkla, bazen duraklayarak ve geri dönmüş izlenimi vererek, bazen de aynı yönde sıçrayarak ama kestirilebilir bir biçimde devam ederler!

    ***

    Osmanlı İmparatorluğu’nun Endüstri Devrimi’ni kaçırdığı ve Endüstri Devrimi’ni kaçıran dintarım imparatorluklarının çöktüğü tarihsel bir gerçektir!
    İmparatorluk kendi içinde Endüstri Devrimi’ni gerçekleştirerek evrimleşemediği için, zayıflamış, toprak kaybetmiş, yoksullaşmış, savaşlarda yenilmiş ve sonunda galip devletler tarafından işgal edilmiştir!

    http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/279515/Tarih_tersine_doner_mi_.html

  4. Anonim

    Şeriat kendinden başka yetke, kurum, ölçü, gerçek tanımayan, tanıyacak yapıda olmayan bir yasaklar bütünüdür. Şeriat konuyu açıklamaya, genişletmeye, soru sormaya yanaşmaz, yalnızca katı değişmez yasaklarla yetinir. Bu özelliği dolayısıyla kendini savunanları bile bilmeden ortadan kaldırır, suçlar, sindirmeye çalışıp çabalar. Şeriatın ne olduğunu, onu savunan, “zahid”, “sofu” diye nitelenenlerin tutumlarından anlamak gerek. Divan şiiri incelendiğinde bütün ozanların şeriat yanlısı “zahid”lerden, “sofu”lardan yakındıktan, onları çok ağır bir dille yerdikleri görülür. Şeriat, değişmezliği savunduğundan, bütün gelişmelere, ilerlemelere, evrimlere karşıdır. O kapalı verimsiz bir kaba benzer, görevi içine konanı olduğu gibi saklamak, bir dokunulmazlık örtüsü altında korumaktır. Şeriatın öğreticisine “vaiz” denir. Onun kabalığından, anlayışsızlığından yakınmak Türk şiirinde eski bir gelenektir.

    Sana her meclisinde söyler isem mülzem olmazsın
    Değil kürsiye vaiz arşa çıksan âdem olmazsın

    diyen divan ozanı Sabit bu gerçeği yansıtmak istemiştir. “Ey vaiz, sana her toplantıda söylerim yine susmayı bilmezsin, sen camide kürsüye değil göğün en yüksek katı olan arşa da çıksan yine adam olmazsın” demekten kendini alamamıştır. Öyleki en koyu dinci ozanlar bile şeriatın kabalığından yakınmışlardır. Özellikle Osmanlı tarihçilerinin, Aşıkpaşaoğlu’dan bu yana, yapıtlarını okuyanlar bu gerici vaizlerin, kaba sofuların topluma getirdikleri yıkımları anlamakta güçlük çekmezler. “Ulema/bilginler” örtüsü altında saklanan bu dincilerin içinde bilimle bağdaşır iş göreni, başarı sağlayanı görülmemiştir. Dincilerin önce bütün yeniliklere karşı çıktıkları, sonra onlardan yararlanmada bütün yenilik yanlılarını geride bıraktıkları yaşadığımız olaylardır. Söz gelişi camilerin elektrikle aydınlatılması, radyoda Kur’an okunması, minarelere sesyayıcı araçların konulması önce ağır tepkilerle, yergilerle karşılanmış, şimdiyse bir din gereci durumuna getirilmiştir. Basımevlerinin kurulmasına karşı çıkanların torunları günümüzde gerici düşüncelerini yaymak yolunda ondan en çok yararlanananlar değil mi? Bağnaz kişi çelişkiden yarar ummayı beceri sayar, onda dizgesel düşünme diye bir olay yoktur. İşte dinlerin yararlandığı en kolay sömürü alanı da budur, bu çelişkiden tedirgin olmama ortamıdır.
    Türk şiirinde şeriatı savunan, onun değişmez bir geçerlilik taşıdığına inanan ozanlar çoktur, ancak onlardan başarılı bir ürünün ortaya konduğunu gören de olmamıştır. Çağımızın İslam ülkelerinde, adını dünyaya duyurmuş aydınların, yazarların, ozanların hepsi eski geleneklere karşı çıkan devrimci kimselerdir, oysa şeriat yanlılarının bütünü sömürülmeye alıştırılmış, geri bırakılmış, karanlıklara itilmiştir. Tevfik Fikret’in yöneldiği Batı ile, Mehmet Akif’in savunduğu İslam dünyasını şöyle yüzeysel bir karşılaştırma bile büyük boyutlara ulaşmış yıkımın hangi ülkelerde olduğunu gösterecektir. Bugün Tanrıya, şeriata sığınan dörtyüz milyonluk İslam topluluğunu, çağdaş anlayışa dayanan üç milyonluk İsrail utanç verici bir yenilgiye uğratmıştır, üstelik birkaç gün içinde. Bugün ülkemizde, hızlı bir geriye dönüşün izleri görülüyor, kadınların karanlıklara itilmesini öngören tarikatçılık daha ilkokul çağındaki çocukların, özellikle kızların aydınlanmasını tanrısal bir yasakla engellemeye çalışıyor, ortam buna çok elverişlidir. Kadını erkeğin tarlası olarak niteleyen, yasal kurumlarda, toplum kuruluşlarında kadın-erkek eşitliğini ağır suç sayan bir inanç birikimine bağlamak uygarlığın verilerinden yararlanma olanağının, anlayışının yokluğundan kaynaklanır. Anaya değer vermek, onu yüceltmek İslam inançlarını kurtarmaz. Yeryüzünde anayı dövün, saymayın, ona saygı göstermeyin diyen bir din görülmemiştir. Bu nedenle İslam dininin anaya önem vermesi onun özgün bir buluşu değildir, ne yazık ki kimi okumuş kadınlarımız bile bu açık gerçeği bilemiyor, anlayamıyorlar. Kur’an Adem ile Havva’nın çıplak yaratıldığını, birer incir yaprağıyla örtünebildiklerini söylüyor. Peki Tanrının çıplak yarattığını kara giysilerin içine sokarak güneş ışığından bile yoksun bırakma yetkisi nereden kaynaklanıyor? Gericiye sorsanız, size vereceği yanıt şudur: Tanrı kadınlara örtünün buyuruyor. Peki, örtünmesi gerekeni Tanrının çırılçıplak yaratmasında hangi yüce bilgelik saklıdır? Sonradan, örtünün diyeceğine, önceden örtünmüş olarak yaratmak tanrısal gücün yetersizliğinden olmasa gerek, işte kadınlar, bu soruyu sorup yanıtını arama bilincine kavuştukları gün güneş ışığından erkeklerle eşit ölçüde yararlanma olanağına kavuşacaklardır. Bu olumsuz durumlar toplumsal yapıdan kaynaklanıyor kuşkusuz. Nitekim, Türk şiirinde Tanrıya karşı benimsenen tutumun temelini de toplumsal yapıda aramak gerekir.
    Osmanlı toplumu iki yapılıydı, bu yapılar da birbirine karşıt nitelikteydi. Düşünmeyi denetim altına alarak engelleyen şeriatın karşısında olabildiğince özgür düşünmeye olanak sağlayan tasavvuf yeralmıştır. İşte bu iki karşıt çığır Osmanlı’nın toplumsal yapısını oluşturan öğelerin düşünsel ürünleridir. Bu olumsuz olayların yazınla, şiirle ne ilgisi vardır denebilir, böyle düşünenler çıkabilir. Ancak, yazını, şiiri toplumun ürünlerinden sayma gereğini duyanlar, içinde yaşadığı topluma karşı ozanın, yazarın da bir görevi bulunduğuna inananlar, böyle bir bilince varanlar yukardaki soruların yanıtını vermekte gecikmezler. Osmanlı toplumunun yapısı elverişli olmasaydı, bize bu çalışmayı yaptıran nedenler de ortaya çıkmayacaktı. Osmanlı toplumu uyumsuz, kendi kendisiyle çelişen, ürettiği tükettiğine yetmeyen, bütün geçimini ılgarladığı ülkelerden sağlanan gelirlere bağlamıştı. Osmanlı toplumunun gözünde savaşta yenilenin elindekini almak din bakamından uygundu, elverişli dahası Arapça bir sözcükle “ganimet”ti. Oysa yaratı ürünlerinin “ganimet”le ilgisi yoktur, sağlıklı bir üretici güç ister. Bu üretici gücün kaynağı da düşünsel ortamdır, işte Osmanlı’da bulunmayan da bu ortamdı. Onda düşünmenin gereği yoktu, düşünülecek olanların hepsi Kur’anda vardır, Kur’anda olmayanı düşünmek ise gereksiz bir iştir, kimi yerde de suçtur. Bir yönetimde, düşünülmesi gereken sorunlar, daha önceden belirtilmişse, orada uygarlıkla ilgili bir gelişimden sözetme olanağı yoktur. Düşünülecek sorunları yönetimler değil bilimsel araştırmalar gündeme getirir.

    Türk Şiirinde Tanrıya Kafa Tutanlar – İsmet Zeki Eyuboğlu

    http://emeginsanati.forumup.com/post-638-emeginsanati.html

  5. ogürsel

    eklemeler için teşekkürler. Kuşkusuz ayrıntılı bilgiler önemlidir. “Yasaları” bulmak için yeterince deneyim, bilgi birikmiş olmalı. Bu bağlamda yasaları arıyorum. “Olağan insan”, bu denli çok bilgi karşısında neredeyse hiç bir şey öğrenmiyor. Birbiri ile bağlantısı bulunmayan bilgi yığınları.. Ya da tek boyutlu bilgi-sonuç ilişkileri. Bilginin hayatı değiştirmesi, güzelleştirmesi gerekir.. Bu nedenle burada bu yazıların da böylece boca edilmesi doğru değil.. özetlenmeli, yorumlanmalı… işlemden geçmeli.. bu halleri ile çok insana yararlı değil; zamanımız ve hayatımız sınırlı çünkü…
    *
    Ve yasaları aramalıyz…
    *
    Bence 1200-1800 yılları arasında Doğu ile Batı arasındaki en büyük fark göreceli bile değil; açık ara Batı’da daha fazla bulunan Özgürlük varlığı! Yönetsel, siyasî, zanaat, bilim alanlarında çok daha fazla bulunan bu özgürlük, 400 yılda Modernizasyonu yarattı.. ve sonunda Modernite’yi ve bilinen Avrupa siyasal-toplumsal-kültürel dünyayı…
    Ve sonuç olarak bu böyle ise.. bu “yasa” ise , biz ve Doğu halkları da ancak daha çok özgürlükle yol alabiliriz; bu hem Burjuva hem de İşçi Sınıfı adına tahakkümün reddi anlamına gelir; ve burada artık çoğulcu olamayacağı son 100 yılda anlaşılmış (ve 600 yıllık geleneğin gücünü de unutmayalım) bir siyasal kültürün Merkezî İktidarının “özgürlükçü” olamayacağı kabullenmeliyiz.
    O zaman “paramparça” olmak gerekmiyor elbette.. Ama Merkezî İktidarı ciddi biçimde gerileten yerel özerkliklerin, yerel özgürlüklerin çoğaltılması gerekiyor düşüncesindeyim…

  6. Anonim

    Hilafet, ümmet düşüncesi üzerine kurulmuş bir kurumdur. Milliyetçilik ve milli egemenlik düşüncesi üzerine kurulan yeni Türkiye’nin, bu ortaçağ kurumu ile bağdaşması mümkün değildir. (Prof. Dr. Hamza Eroğlu, Türk İnkılap Tarihi, s. 273)

    SORU 13 Halifelik, “Ortaçağ zihniyetinin” eseri miydi? Kaldırılması, modern devletin bir koşulu muydu?

    Osmanlı halifeliği, “ortaçağ” zihniyetinden çok 19.cu yüzyılın modern güçler politikasının bir eseri gibi gözükmektedir. Kaldırılmasında ise modern devlet özlemlerinden çok, İstanbul ile Ankara arasındaki siyasi güç mücadelesi rol oynamıştır.

    I. Hilafet neydi?

    Sünni doktrinde hilafet kavramının devlet başkanlığı (hükümranlık) ötesinde fiili bir anlam taşımadığı, bilinen bir husustur. Abbasi halifeliğinin 13.cü yüzyılda çöküşünden sonra irili ufaklı birçok İslam hükümdarı halife unvanını kullanmışlardır. Yavuz’dan çok önce, örneğin Yıldırım Beyazıt’ın unvanları arasında “halife” deyimine yer verilmiştir. Aynı devirde Delhi, Cava ve Fas sultanları da halifelik sıfatını benimsemişlerdir. Fas sultanlarının hilafet iddiası günümüze kadar fasılasız sürmektedir.

    Sünni fıkıhta üzerinde durulan bir hilafet şartı da Kureyş soyundan olmaktır. Bu koşula uymayan Osmanlı hilafeti genel olarak Araplar arasında itibar görmemiş, bizzat imparatorluğun merkezinde Sünni ulemanın aktif desteğini genellikle sağlayamamıştır. İmparatorluk sınırları içinde ortaya çıkan Vehhabi ve Sünusi hareketleri, Osmanlı hilafeti iddiasına açıkça karşı koymuşlardır.

    İmparatorluk sınırları dışında Osmanlı halifesi adına hutbe okunmasına, sadece 1860’ların başından itibaren Orta Asya’da ve 1868’den itibaren Hindistan’da rastlanmaktadır.1 Böyle olmasının nedeni de açıktır: Hindistan sultanlığı 1858’de lağvedilerek ülke doğrudan İngiliz yönetimine bağlanmıştır; Orta Asya emirliklerinin Rus yayılması karşısında günlerinin sayılı olduğu yaklaşık aynı tarihlerde anlaşılmıştır. Dolayısıyla bu ülkelerin Müslüman halkı, İslami kural uyarınca adına hutbe okutabilecekleri bir İslam hükümdarı eksikliğine düşmüşlerdir. O tarihte yeryüzünde bulunan ciddiye alınabilir nitelikteki tek Sünni-İslam hükümdarı ise Osmanlı sultanıdır.

    II.

    Yavuz Sultan Selim’in halifelik sanını Mısır fethinde son Abbasi halifesi Mütevekkil-billah’tan devraldığı iddiası, tarihi kaynağa dayanmayan bir söylentiden ibarettir. Yavuz devri ruznamelerinde ve Mısır fetihnamesinde böyle bir olaya yer verilmemiştir. Aynı sefer dolayısıyla Yavuz’a intikal eden Kâbe anahtarı ile Hadimül Haremeyn unvanının, halifelikle bir ilgisi yoktur. Mütevekkil, Mısır fethinden sonra üç yıl kadar İstanbul’da zorunlu ikamet ettikten sonra, Yavuz’un 1520’de ölümüyle ülkesine dönmüş ve 1543’te kendi ölümüne kadar halife sıfatını kullanmaya devam etmiştir.

    Osmanlı padişahlarının hilafeti Mısır’dan devraldıklarına ilişkin iddiaya, ilk kez Muradja d’Ohsson’un 1788’de Paris’te yayınlanan Tableau général de l’Empire othoman adlı eserinde tesadüf edilmektedir.2

    III.

    Halifeliğin Osmanlılarca hukuki bir anlamda ilk kullanılışı, 1774 Küçük Kaynarca anlaşması ile onu ikmal eden 1775 tarihli Aynalıkavak tenkihnamesine rastlar. Bu diplomatik metinlerde Osmanlı devleti, Rus kontrolüne giren Kırım’a “bağımsızlık” tanımayı kabul eder. Ancak Osmanlı sultanının Kırım Müslümanları üzerindeki dini haklarını mahfuz tutmak için, yasal dayanak olarak halifelik teorisine başvurulur. İslam tarihinde halife kavramına – Papalık gibi – siyasi hükümranlık haklarından ayrı ve sınır-ötesi bir anlam yüklenmesine ilk kez burada tesadüf olunmaktadır. Yavuz Selim efsanesinin tam bu sıralarda gündeme gelmesi de, herhalde bu yeni olguya tarihi bir zemin arama çabalarıyla ilgili olmalıdır.

    1860’larda doğan İslamcı hareketin ortaya attığı “İttihad-ı İslam” fikri, hilafet iddiasına, etkisini bugüne dek sürdüren bir siyasi boyut eklemiştir. Abdülaziz’in hükümdarlığının son yıllarında, Osmanlı sınırlarını aşan bir İslam birliği fikri ve bu fikre “halifelik” iddiası yoluyla meşruiyet kazandırma çabası, Osmanlı yönetimine de yansımıştır.

    Ancak halifeliğin asıl önem kazandığı dönem, II. Abdülhamid yıllarıdır (1876-1909). Abdülhamid, Batı emperyalizminin en güçlü olduğu devirde, yeryüzünde az çok itibar sahibi olan tek İslam hükümdarıdır. Uluslararası haberleşmenin ve dış siyasetin hızla önem kazandığı bir çağda bu konum, Osmanlı sınırları dışındaki İslam aleminde kendisine belli bir prestij sağlamıştır. Yabancı egemenliğine giren İslam toplumları (özellikle İngiliz yönetimine giren Hindistan, Rus işgaline uğrayan Türkistan ve Fransızların ele geçirdiği Mağrip’te) Türk sultanına bir çeşit fahri hakimiyet atfetmeye başlamışlardır. Önemli sayıda Müslüman nüfusu olan üç büyük emperyalist devlete karşı bu prestij önemli bir diplomatik silah olabilir; bu ülkelerin İslam halkı Osmanlı devletinin siyasi amaçları doğrultusunda yönlendirilebilir. Bu nedenle Abdülhamid halifelik propagandasına büyük önem verecek, Buhara’dan Fas’a kadar, İslam aleminin dört yanına adamlar göndererek ilişki arayacaktır. Burada halifelik, “ortaçağ kalıntısı” vb. olmak şöyle dursun, tümüyle modern dünyaya özgü bir dış politika aracı olarak görünmektedir.

    1890’lardan itibaren Osmanlı imparatorluğu ile yakından ilgilenen Almanya da – büyük devletler arasında İslam nüfusuna sahip olmayan tek ülke olarak – Türkiye’nin halifelik iddiasına destek vermiştir.

    Halifelik iddiasının son büyük tezahürü, Birinci Dünya Savaşı başlarında tüm Müslümanların halifesi sıfatıyla Sultan Reşat’ın İtilaf devletlerine ilan ettiği cihad-ı ekberdir. Alman genelkurmayının onayıyla ilan edilen cihadın asıl gayesi, üç büyük İtilaf devletinin Müslüman nüfusunu kışkırtarak düşman cephesini zayıflatmak olmalıdır. Ancak amaç eğer buysa, sonuç hüsrandır. Hindistan’daki birtakım kısıtlı aydın çevreleri dışında cihat ilanı yankı bulmamış, koloni Müslümanları İtilaf devletleri saflarında sadakatle çarpıştıkları gibi, üstelik bu kez Araplar da Osmanlı halifesine karşı ayaklanmıştır.

    1918 sonrasında halifeliğin artık Atatürk’ün deyimiyle “medlulü kalmamış manasız bir lafz” olarak kaldığı açıktır. Arap ülkelerinin kaybedilmesiyle, Türkiye dışında Osmanlı’nın halifelik iddiasını tanıyan kimse kalmamıştır. Halifeliğin sembolik dayanakları olan Mekke ve Medine ve hatta Kudüs kaybedilmiştir; her üç kutsal kente sahip olup, üstelik peygamber soyundan gelen Haşimi emirlerinin halifelik iddiası, Osmanlı’nınkinden bir hayli daha güçlüdür.3 Zaten Türkiye’nin, Rusya, İngiltere ve Fransa’ya karşı imparatorluk politikası güdecek hali ve isteği kalmamıştır. Dolayısıyla, yaklaşık altmış yıllık bir siyasi maceradan sonra halifelik sıfatının rafa kaldırılması, ya da belki eski fahri ve hamasi niteliğine geri dönmesi zamanı gelmiştir.

    IV.

    Vahdettin’in, İngiliz himayesinde bir halifelik tasarladığı, bu uğurda vatanı “satmaktan” çekinmediği vb. şeklindeki tezin ciddiye alınacak bir yönü yoktur. Bir kere İngilizlerin, bugün kendi ellerinde olduğu varsayılsa bile yarın her an kontrolden çıkma potansiyeline sahip olan bir genel İslam otoritesi yaratmakta ne çıkarları olacağı belli değildir. İkincisi, İngilizlerin böyle bir niyeti olsa bile, bir İngiliz kuklası olan Mekke şerifinin, İngiltere’ye cihat açmış Osmanlı hükümdarına oranla bu göreve daha uygun bir aday olacağı açıktır. Üçüncüsü, hilafetin “kıymet-i harbiyesi” 1914’teki cihat olayında yeterince belli olmuştur. Vahdettin’in, atalarının altıyüz yıllık saltanatını harcayıp, hiçbir gücü, hukuki dayanağı ve ciddiyeti olmayan bir hayal mahsulü sıfatla niçin yetinmek isteyeceği anlaşılamaz.

    “Ülkeme ve tahtıma dokunmazsanız, ben de halife olarak size dost bir siyaset izler ve Hindistan müslümanlarını kışkırtmam” tavrı, zayıf bir diplomatik tavır olabilir (zayıftır, çünkü İngilizlerce ciddiye alınması için bir neden yoktur, ve Hindistan Müslümanlarının kışkırmadığı belli olmuştur). Ama hilafetin ülke yararlarına aykırı olduğuna kanıt gösterilemez. “Hilafet uğruna vatanı satmak” diye nitelendirilişindeki mantığı kavramak ise imkânsızdır.

    Niçin kaldırıldı?

    Halifeliğin 1924’te kaldırılması kararına, halifelik kurumunun içeriğinden çok, Osmanlı hanedanının yurt içinde Tek Parti rejimine karşı potansiyel bir muhalefet odağı olmasından duyulan kaygılar yol açmış gözüküyor. 1922’de saltanatın lağvı sırasında, Mustafa Kemal’in, halifeliği ayrı bir makam olarak korumaktan yana gayet tutarlı ve inandırıcı sözleri vardır. Ancak cumhuriyetin ilanından sonra, Tek Adam rejimini içlerine sindiremeyen muhaliflerin, adeta bir mıknatıs gibi İstanbul’daki halifeye yönelmeleri üzerinedir ki son halifenin sınır dışı edilmesi gündeme getirilmiştir. Bu aşamada çıkartılan “yobazlık”, “Ağa Han mektubu”, “İngiliz parmağı” vb. iddialarını, daha çok, tasfiye kararına bir gerekçe bulma gayreti olarak değerlendirmek doğru olur. Kaldı ki amaç halifelik makamını iptal etmekse, halifenin ve tüm hanedan üyelerinin niçin apar topar sınırdışı edildikleri anlaşılamaz.

    Tunçay’a göre, “M. Kemal Paşa, hilafetin kaldırılmasını, kendi gücünü topluma kabul ettirmek, onaylatmak anlamında bir ‘kuvvet gösterisi’ diye düşünmüş olabilir. Bu da, onun cumhuriyeti ve devrimleri kendi kişiliğiyle özdeşleştirtme sürecinin bir parçasıdır.”4

    Notlar

    1. Bak. Türköne, İslamcılığın Doğuşu, s. 170-195.
    2. Bak. İslam Ansiklopedisi, “Halifelik” maddesi. Bir Batı dilinde Osmanlı devleti hakkında çıkan ilk kapsamlı araştırma olan Tableau général’in yazarı d’Ohsson, aslen Osunyan adlı bir Ermenidir. İsveç tabiiyetine girerek, bu ülkenin İstanbul, Tahran ve Viyana elçiliklerinde bulunmuştur.
    3. Kureyş aşiretinin, Peygamberin mensup olduğu Haşimi ailesinden gelen Mekke şerifi Hüseyin,. 1916’da İngiltere’nin desteğiyle Osmanlı yönetimine karşı ayaklanarak İtilaf devletleri safına katılmıştır. Oğullarından Faysal 1918’de Şam’a hakim olmuş, ancak Fransızlar tarafından buradan kovulunca, kendisine İngiltere’nin denetimindeki Irak krallığı verilmiştir. Öbür oğlu Abdullah, İngilizler tarafından yönetilen Ürdün’ün emirliğine getirilmiştir (şimdiki Ürdün kralı bu kişinin torununun oğludur). Hüseyin 1918’de Hicaz kralı ilan edilmiş; ancak 1926’da Necd emiri İbni Suud’a yenilerek tahtını kaybetmiştir.
    Osmanlı devletinin 1914’te cihat ilan etmesi üzerine İngilizlerin Hüseyin’e halifelik önerdikleri, ancak bu öneriyi reddeden Hüseyin 1918’de kendi başına halifelik ilanına kalkınca bu kez kendisini engelledikleri bilinir.
    4. Tunçay, Tek Parti Rejiminin Kuruluşu, s. 71.

    Yanlış Cumhuriyet – Sevan Nişanyan

  7. ogürsel

    S. Nişanyan’ın yazdıkları üzerinden düşünürsek, “Halifelik” kapanın elinde kalabiliyorsa…
    Yazmıştım sanırım yakın tarihler 2008 yılında… İsrail tüm Müslüman ülkelerden daha fazla patent almış.. 1.5 milyar mıydı? 7-8 milyon Yahudi etmiyorlar! Ve Müslüman ülkelerin korkunç ekonomik, siyasal ve toplumsal sefaleti .. Halife’ye ihtiyaç var! Kendini “mehdî” sanan bu topraklarda çok ürer.. Onlardan biri ama….
    Olamayacağı belli olsa da “daha hasarsız” bu badireyi atlatmak ve bu tiplerin “yeniden üremesini” önleyici siyasal-toplumsal yeni bir örgütlenme modelini düşünmek gerekiyor.. Eski tip siyasal yapı bu “modeli” ürettiyse, yenilerini de üretir.. Bu bataklığı nasıl kurutacağız.. Merkezî İktidar sistemi ile 80 yıl yeterli gelmedi ise…

  8. Anonim

    Merkeziyetçiliğe neden olan koşullar değişmediği sürece bir şey değişmez.
    Arap yarımadasının tarıma elverişsizliği yüzünden savaşçılık, yağmacılık, ganimetçilikle geçinmek zorunda kalan ve bunu din adına cihad/fetih diyerek meşrulaştıran bir toplum vardı. İslam’ı benimseyen diğer toplumların durumu da benzerdi.

© 2025 Gün Zileli

Theme by Anders NorenUp ↑