19. yy öncesi, Tek Kültürlü toplumlarda Merkezî iktidarların “tarihsel” bir meşruiyeti olabilir. Bugün ise Türkiye gibi Heterojen toplumlarda Merkezî İktidarlar, insanî ve insanî-ekonomik gelişmenin; refah dağılımına ait adaletin engelidir; meşruiyetleri zayıflamıştır ve şiddete, baskıya ihtiyaçları giderek artıyor.
3. Merkezî Despotik iktidarlar, “Tek” Kültür üzerinde doğmuş, yayılmıştır.
Neolitik Kültür’den 19. yy. başına dek, 5000 yıldır “herkesin” paylaştığı tek bir kültür vardı. Bu “tek” üretim biçiminin koşulladığı insani ve toplumsal ilişkiler, birbirlerinden binlerce kilometre uzak topluluklar arasında bir temas olmasa da, benzer duygu, düşünme alışkanlıları ile benzer gelenekleri üretiyordu. Bu olgu o büyük İmparatorlukların işini çok kolaylaştırmıştı. “Endüstri devriminden çok önceleri Amerika, İngiltere, Fransa, Hollanda birbirine çok benzeyen bilim, kültür ve ticaret geleneklerine sahipti…. Mısır, Sümer ve Hindistan … Tümünün de birbirine katkısı olan ortak kültür geleneği vardı.” (1) Örneğin, Osmanlı İmparatorluğu gayr-ı Müslimlere 2. sınıf vatandaş olarak görse de, bir şekilde yüzlerce yıl birlikte yaşanılabildi.
Yerleşik Tarım uygarlığı “ilk devrim”, G. Childe 2. devrim olarak ansa da, Devlet’leşme “buçuk” devrim sayılmalı. 2. Devrim Endüstriyel Devrimdi.
1. Devrim 9 bin yıl sürmüştü. Bu 9 bin yıllık Neolitik üretim ilişkileri ve Köleci Toplum Kültürünün yarattığı tek tip insan karakteri, 19. yy. dan sonra Endüstriyel Devrimin meydana geldiği coğrafyada yerini hızlı biçimde “yeni” bir insana bıraktı. Büyük kent mekanlarında yaşayan, felsefesi ile Seküler; siyaseti ile “Ulusçu” bireylere.
2. Devrim ilk devrim gibi kolayca yaygınlaşamazdı; temel malzemesi “özgür” insandı! İlk devrim salt gözlem ile yayılabilirdi; 2. devrim bir “insanın” üretilmesini gerektiriyordu.
Ancak 2. Devrimin başarısı öyle göz kamaştırıcıydı ki… Örneğin İngiltere 30-40 bin askerle koca Hindistan’ı 150 yıl yönetti.
Çok geçmeden dünya halkları da bu “modern devrime” katılmak istedi. Ve böylece günümüzün paramparça kültürel dünyası ortaya çıktı.
Bu kültürel devrime katılma arzusunun “sömürgeleşmeye” de yol açtığı görüldü. Bir çok ülkede Modernite yanlıları, toplumlarında, geleneklerine çok sıkı bağlanmış insanları “ilerletmek” için acımasızca baskı uyguladı; terörize etti. Modernite “ithali” karmaşık bir hadiseydi; o zamanlar Modernite sonuçlarını yani bilimi üreten toplumsal süreçleri ve bilimi değil yalnızca teknoloji ve teknolojiyi yapan teknik emeğin ithal edilebileceği sanılıyordu. Japonya hariç -Japonya olduğu gibi ithal etti!- neredeyse tüm “doğu” bu yöntemi denedi! Bu “naif” deneyin başarısız sonuçları İslam-Arap dünyasının günümüz sefaletine yol açtı. Diğer yandan Modernite’ye doğrudan muhalif bir “Sosyalist” ideoloji de ortaya çıkmıştı. Emperyalist rekabetin Faşizmle taçlanmış ideolojisi ile “Faşistik Sosyalizme” ait yanılsamalar, geçen yüz yılı yüzlerce milyon cinayetlerle kapattı.
Son iki yüz yıl ekonomik, ideolojik, siyasal arzuların çoklu, karmaşık kültürlerini üretti; o “tek boyutlu insanlar” yerine, birbirleri ile “kanlı bıçaklı” ve-veya nadiren uzlaşan ideoloji ve kültür ayrılıkları yarattı. 20.yy ve günümüzdeki “kaos’a” bakıldığında insan bir an “huzur” isteyen Dinsel İdeolojiye hak verebilir; zamanda geriye yolculuk mümkün olsaydı! “Sosyalist Devrimcilik” işçi sınıfı dışında Dinsel ve Ulusal renklere de boyandı. Sekülerizm, Milliyetçilik, Siyasal İslam, Sosyalizm kendi içlerinde yepyeni “harmanlarla” bir diğerini yok etmeye “azimli” ideolojik kamplara ayrıldı. İdeolojiler birbirleriyle akıllıca, genellikle budalaca “sentezlere” uğradı; birbirlerine “yama” oldular. Ve yaşadığımız çok “ideolojili” dünya meydana geldi.
***
Türkiye, 1920’lerde bir tarım, ticaret toplumuydu.
Nüfusun yüzde 80’inden fazlası “Neolitik Çağ’da” yaşıyordu; tarım, hayvancılık ve endüstriyel olmayan malların ticaret ekonomisine dayalı, bilinen dinsel-geleneksel değerlere bağlı bir hayat . 2. Devrim’e 1840’larda boyun eğilmişse de, “samimi” kabulleniş için 1920’leri beklemek gerekti. T.C. adını alan İmparatorluk mirasçıları “Modernite ithali” için çok çaba harcadı; ancak geç kalınmıştı; emperyalizm çağında bu “yöntemle” başarı imkansızdı. Japonya bu işe T.C.’den 100 yıl önce başlayarak “başarılı” olmuştu! Bu “başarının”, körü, körüne Moderniteye dahil olmanın cezası da 2. Dünya savaşı ile verildi.
*
Türkiye’de 1950’lerde “modern tarım” ile, tarlalara giren makinelerin işsiz bıraktığı milyonlar kentlere aktı. İlginçtir; bu ülkede dinsel-toplumsal “muhafazakârlar” ekonomik-toplumsal süreci ivmelendiren kapitalist ekonomik süreçlere,”moderniteye” ait siyaset izlerken, “sol, ilerici” ideoloji taraftarları “muhafazakâr-devletçi”, “yoksullaştırmaya” yol açan ekonomiyi savundu. Bu “zavallı” ülkede Batı-Modernite-Sekülerizm ve Kapitalizm’e ait süreçler karşısında “Devletçi-ulusçu-sol’cular” da , “İslamcı-Dinciler” kadar şaşkındı. Türkiye “ilericileri” kültürel olarak “ileri”, “gericiler ise ekonomik olarak “ilerici” pozisyondaydılar!
Bu sırada hayat akıp gidiyordu!
İstanbul’un nüfusu 1960-1980 arasında 20 yılda yaklaşık 2 kat, sonra da 1980-1990 arasında, 10 yılda yaklaşık 3 kat artıverdi! (*) Kent bu yoğun göçü kaldıramadı; “köylüleri”, kentlileştirecek zamanı bulamadı; sonunda “kent”, gelenler tarafından bir kez daha “fethedildi”.
Süreç, önce kültürel bir “fethetme” olarak gerçekleşti. Çok geçmeden bu “fethin” uyandırdığı güven ile “fethedenler”, “yerli halkın” zenginliğini sorgulatan, servetin “el değiştirmesini” sağlayabilecek bir ideolojik bir saldırı başlattı! Rakibinin “dünyasını değersizleştirerek”, onların o güne dek edindiği “dünyalıkları” hak etmediği kanaatini uyandırmak, ele geçirmek, kendine de inandırmak için ideolojisini kurguladı.
Siyasal Sünni İslamcı kapitalist; Azgın Kapitalist arzuların maskesi bir ideoloji böylece üreyiverdi; somut “ihtiyaçları” tatmin etmek üzere!
*
Bu tür sahte ideoloji yani kurgu yalanlarla kotarılan, özünde “gasp” yanı ağır basan “servet” birikim “modeli”, her zaman insanları, toplumu, siyaseti çürütmüştür. Yaşadığımız da bu çürümedir. “Kötülük kol geziyor, hızla kıskacına alıyor. Servetin biriktiği yerde insan çürüyor.”(**)
*
Bugün, ülkemiz 1920-2000 arasında yaşanılan-dayatılan, ithal edilen, sızan modernleşme, ulusallaşma, kentleşme süreci sonunda artık çok kültürlü, çok dilli bir ülke olduğu gerçeği ile yüzleşmek zorunda.
Farklı kültürler bir diğerini “punduna getirip” yok etmenin planlarını yapıyor! Örneğin şu an egemen Siyasal İslamcıların “asıl arzusu” “düşmanını”, yok etmek değil; “biat ettirmek”! Boyun eğdirerek “muhalif kültür” toplulukların, işlerini, mallarını, birikimlerini ele geçirmek! Yandaşlarını bu ümitler içinde besliyor.
İktidar elinden gelse, seküler kültür taşıyan milyonlarca yurttaşını, “Gezi İsyancılarını”, yüz yıl önce olduğu gibi yine Suriye topraklarındaki “Der Zor’a” “tehcire” zorlayacak; gücü olsa “bizi” Suriye’deki Sünni Müslümanlarla takas edecek! Çok kültürlü bu topraklarda “çoğulcu” bir Merkezî İktidarı beceremeyecek olanlar, böylece yalnızca “Sünni Müslümanlık” kültürü üzerinden hükmetme hayalleri kuruyor.
Son yüz yıldır, Türkiye’de siyasî ilişkiler acımasız çatışmalar içinde gerçekleşti. İyi bakıldığında bu siyasî savaşlar daha çok egemen sınıfların kendi aralarındaki servet, sömürünün paylaşımına ait uzlaşmazlıklardan kaynaklanmaktadır. 1960-80 dönemi kargaşasının arkasında bile egemen sınıfların ekonomi politikalarına ait çatışma gösterilebilir; ithal ikame politikası yerine neo-liberal politikaların uygulanması gibi. 2003’den sonra da olan-biten, “Anadolu’nun Muhafazakar Sermaye” temsilcisi siyasetin iktidarı eline geçirmesinden başka bir şey değildir.
Türkiye’de burjuvazi’nin farklı kanatları, bir takım ideolojik maskelerle halkı peşine takıyor; birbirine düşman edip, “gerektiğinde” kırdırıyor! Tüm dertleri “suyun başına” oturmak; “hortumları” kendi bahçesine döndürmek!
Önümüzdeki dönemde bu değişecek görünmüyor. Yine son yüz yıla baktığımızda bu siyaset “yönteminin”, toplumun enerjisini, entelektüel emeğini, üniversite-bilim üretimini “budalaca”, sonu gelmeyecek siyasal itiş, kakışlara harcadığını görüyoruz.
***
“Bir ulus bu duruma gelince törelerini ve yasalarını değiştirmediği halde yok olmaya mahkûmdur.” (2)
2014 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarına bakıldığında bir “ortak kültürün” olmadığı görülüyor. Kazanan aday bir çok ilde %32, diğer bir bölgede % 75 alıyor. O yüzde 32 oy alınan “vilayete” de “gâvur” deniliyor; ardından bölge insanlarından saygı isteniyor; sıkılmadan “itaat” dayatılıyor!
Bu coğrafyada Merkezî İktidarlar; Doğu İmparatorluklarının Despotik geleneğini taşıyor; özgürlük düşmanı karakterleri sebebiyle, bizim gibi heterojen kültürlü toplumlarda neredeyse her zaman ekonomik, bilimsel, sanatsal, tinsel gelişmeye engel olmuşlardır. “Bağırtıları”, “Allah, Din Kitap” höykürüşleri toplumsal refah ve adil paylaşım için değil; iktidarları ve servetlerine güvence sağlayacak maske ideolojilerinin demir parmaklıklarını kalınlaştırmak; bizi arkasına tutsak edecekleri zindanın duvarlarını tahkim etmek.
Tüm Despotik Merkezi İktidarlar, iktidarlarının ve çıkarlarının sürmesi için “tek bir yaşam biçimini” dayatıyor. ” Homojenleşme ve tek tipleşme tehlikesi altındaki dünyada kültür çeşitliliğini muhafaza etmeninin gerekliliğinin altını çiziyor. … insanlığın her hangi bir kesiminin tüm dünya için geçerli olabilecek bir formüle sahip olamayacağını ve tek bir yaşam biçimi altında birleşecek insanlık fikrinin imkansızlığını… fark etmemiz gerektiğini dillendiriyor” (3)
Bir zamanlar, “kibirli” ulusalcılar en çok “cehaletin mazlumlarını” korkuturdu; üzülürdük. Şimdi, o “mazlumun cehaleti” güçlendi; zalim oldu; korkuyoruz!
İnsanların birbirlerini öldürmeye “ihtiyaç duymayacağı”; iktidardan korkmayacağı bir Birlik Modeli; ideolojik maskeli hırsızların; tahakkümcü, zorbaların kolayca tanınacağı, somut ihtiyaçlar üzerinden çatışan-yarışan toplumsal yaşama imkân verecek bir siyasal model arıyoruz! “İşçi Sınıfı devrim modelinin” de fiyaskosu sonunda geçmişe bakmak; insanlığın, bireyin özgür yaşayabileceği imkanları vaateden, sermayenin güçlü Merkezî İktidarlarına köleliğimizi “azaltma” fırsatı içeren deneyimleri, süreçleri gözden geçirmenin yararlı olacağı zaman geldi. Bu yöntem, insanlık anılarının, “herzamanki” gibi korkak ön yargılarla değil, ancak “yeni” bir bakış açısı ile çözümlenmesini zorunlu kılıyor.
4. 1000 yıllık İslam, Doğu İmparatorlukları neden yıkıldı?
“Fetihçi ahali”, bir “göçmen” gibi yaşıyor. Ülkeyi, kendinin değil, Merkezî İktidarın “mülkü” kabul ediyor; ağacını, denizini, göllerini umursamıyor, değer vermiyor. iktidar zihniyetini paylaşarak kendine “yurt” görmediği tabiatı, kentleri, evlatlarının geleceğini yağmalamaktan utanmıyor; “benim değil ki!”
“Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail’e bir mektup daha göndererek ‘Davete icabet edip uzun yollar geçerek memleketine geldik. Fakat sen meydanda yoksun. Padişahların hâkimiyetindeki memleket onların nikâhlı karısı gibidir. Yiğit olan ona başkasının elini dokundurmaz.’ diye yazar. (Y.S. Selim’in Şah İsmail’e mektupları.)
1000 yıllık Doğu-İslam imparatorlukları, özgürlüğün kırıntısı olsun bulunmadığı için yıkıldı; bu Merkezî İktidarlar özgürlüğün tohumlarını, küçücük fidesini tanırlar, hemen yok ederlerdi. Bu “karakteri” ile son iki yüz yıldır yaşadığı maddî, manevi sefaleti aşamadı. Artık gücü tükendi; tutunduğu yamacından, karanlık uçurumlara yuvarlanıyor. Bakınız IŞİD’i çare gören zihniyet!
1200-1600 yılları arasında Avrupa Kentlerinde yaşanılan özgürlüğün kırıntısına bile izin vermeyen Doğu Despotik İktidarları çöktü gitti. Bugün bu zalim imparator torunları, “ellerinde kalan” devletlerini “dedeleri” gibi, özgürlükleri yine boğarak yönetmeye kalkıyor. Oysa artık biliyoruz; yeni bir yıkım yaşamamak Özgür ve Özerk-Sorumlu yurttaşlarla mümkündür! Avrupa’da “1000’li yılların başlarında… Batı’da Ortaçağ’da kentler, salt kentsel alanlara özgü üretim ve ticaretle uğraşan ve yoğun nüfusa sahip yerleşim alanları olmaktan öte siyasal açıdan özerk birimlerdi.” (4)
Bu topraklarda da 1071 den sonra da özgürlük hiç olmadı. “Elinde cımbızı” olan belki bir kaç tarihsel “an” bulabilir! Bu “Neolitik Kafa” için “özgürlük” halâ dünyanın nesnel kavranması ve çözümlemesi değil, bir “keyif”, bir “serserilik” hali sanılıyor. Bu tarihin sahnesinde yer alan bir kaça “kara-komedi” anı olmalı!
T. Zeldin, kitabında bir 19. Yy. da Moskova Halkının yüzde onunun gönüllü köle olduğunu yazar. Çünkü, özgürlük zor ve yorucudur. Doğu halklarının despotik imparatorluklar altında yaşadığı 1000 yıldan sonra “buralarda” özgürlük, henüz kavranılamayan “şey”; ne görülmüş, ne de yaşanılmış!
Ve özgürlük yoksa eğer o topraklarda ne felsefî, ne sanatsal, ne bilimsel yaratım mümkündür. 1000 yıllık İslam İmparatorlukları, son 200 yılda insanlık ailesine bilim ve sanat adına günümüz dünyasının değerlerine kaynak olabilecek, “çağdaş” bilgi ve teknolojinin ilksel hali olarak hiç bir şey üretmedi!
Neden? Neden, İslamî İmparatorluklar, 1700’lerden sonra Avrupa’nın küçücük devletleri karşısında değersizleşti; paramparça ve her biri birer sömürge toplum oldular?
Milyarlarca Müslümanın kaderini çizen bu “Tarihsel süreç”, Batı ve Doğu’da bu denli farklı sonuçlara yol açan “korkunç hakikatler” üzerine, bu “kaderi yaşayanlar” arasında bulunan birisi tarafından, samimiyet taşıyan, “tarafsız” bir bilimsellik içeren bir kitap yazıldı mı? Sanmıyorum. “Her zamanki” gibi yine bir “yabancı”, bir İngiliz tarihçi 2011 de yayınlanmış kitabında bu meseleyi etraflıca ele alıyor.
Soruyor; nasıl oldu da “Avrasya kara kütlesinin batı ucundaki bir kaç küçük siyasal yapı, 1500 dolaylarından itibaren Doğu Avrasya’nın daha kalabalık ve bir çok bakımdan daha gelişkin toplumlarını kapsamak üzere dünyanın geri kalan kesimine hakim olma yoluna tam olarak niçin girdi?” (5)
N. Ferguson’un yanıtları aslında orijinal değil; yazılanlar diğer sosyolog, tarihçilerin “akıllıca” bir toparlaması. Yeniden bir toparlama yapıldığında, yalnızca üç neden üzerinde durulmasının sorunun “pratik” olarak kavranılmasına hizmet edeceğini sanıyorum;
ilk neden kuşkusuz Rekabet’tir. Avrupa Özerk Kentler arasındaki kronik savaşı da kışkırtan ve yanısıra yarışmacı olan bir rekabet.
ikincisi Merkezî İktidar tahakkümünün giremediği özerk kentlerde “özgür zanaat” ve “bilimsel” faaliyet; özerk üniversiteler.
Üçüncüsü mülkiyet hakkı ve bu mülkiyeti koruyan hukuk!
a) REKABET
1200-1600 yılları; Avrupa Kentleri arasında rekabet; savaşlar süregiderken Doğu’da İmparatorluklar Merkezî İktidar Hegemonyası ile çok güçlü savaş makineleriydi.
“… 1500’lerde Avrasya’nın doğu ve batı uçları arasında … can alıcı bir kurumsal farklılık vardı. Çin’de monolitik bir imparatorluk pekişirken, Avrupa siyasal bakımdan parçalanmış olarak kaldı… Doğu Avrasya’nın ovalarında monolitik Doğu İmparatorlukları buluşçuluğu boğarken, nehirlerle bölünmüş dağlık Batı Avrasya’da bir çok monarşi ve kent-devleti yaratıcı rekabet ve iletişime girdi… Baltık ile Adriyatik arasında Lübeck’ten Venedik’e kadara uzanan bir çok kent-devletine kadar uzanmak üzere birbiriyle çekişen neredeyse yüzlerce devlet yer alır. 14. yy Avrupa’sına yaklaşık bin siyasal yapı varken, iki yüz yıl sonra az çok bağımsız birimlerin sayısı hala beş yüz dolayındaydı… Avrupa’da küçük güzeldi, çünkü rekabeti getirmekteydi… Bir kent katedrali kulesine zarif bir yeni kadran taktığında, en yakın rakibi çok geçmeden aynı yolu izleme gereği duyardı.”
Rekabet yıkıcı ve yapıcı olabilir. Ölümcül sonuçlara da yol açabilir; katliamlara da! “Rakibini” yok etme amacı taşımayan bir “rekabet” geliştirici bir karşıtlık içerir. Toplumsal, siyasal, ekonomik, kültürel süreçlerde “Tez-Anti tez-Sentez” askerî, fiziksel bir terör olarak anlaşılmış, zayıfın doğrudan yok edilmesine ait faşizan zihniyeti beslemiştir. Oysa hayatın biyolojik yasaları bir “türü” zayıf, “doğaya uygunsuz” olduğu için yok ediyorsa bu, yüzlerce binlerce, hatta milyonlarca yıl sürebilmektedir. Önce rekabet vardır! Rekabet karşısında yok olan türe hayat, kendi içinde “evrim” imkanları da sunar. Bencil insan aklı tabiatın o “sabırlı” süreçlerini kendi arzularına, “müddet-i ömrü” sınırlarına indirgemiş, “o sentezi” bir an önce gerçekleştirme adına acımasızlıklarının bağışlanmasına gerekçe yapmış.
Tabiata ait “rekabet” geliştiricidir; bir “türü” hemen yok etmeyi amaçlamaz; “zamana” bırakır; “ona” fırsatlar” verir; binlerce yılla ölçülen o “vakur sabrı” taşır. “Ötekinin” varlık koşullarına ve varlığına doğrudan saldırmaz; “bir tür” dolaylı yollardan ve zamana direnemeyerek “söner.” “Ölümcül rekabet” iddiası, faşizan, totaliter, zorba imparator, sultan, kral, çar vb. adamlar ve yardakçılarının o bencil, egosal, acımasız karakterin taşındığı hasta akıllara aittir. Avcılık ve toplayıcılık 100 bin, Neolitik Devrim süreci 10 bin yıl sürdü. Endüstriyel devrim ise 0.2 bin yıldır yaşanıyor.
***
Güney Amerika’nın İspanyol’ları ile Anadolu’nun Osmanlılar tarafından fethedilmesi arasında yerli halkların akıbeti ve “fetihçilerin” kaderi arasında büyük benzerlikler var. İspanyol yağmacılar Güney Amerika’da yerli halkları kısa sürede, Osmanlı Hanedanlığı ise Anadolu topraklarındaki yerli ulusları zamanla “temizledi”! Bugün görüyoruz; Latin Amerika’nın ülkeleri ve Osmanlı’dan geriye kalan ülke “uygarlığın” çeperinde kaldı; içeri giremedi.
Güney ve Kuzey Amerika kıtalarını temsil eden, “İki gemi anlatacağım… Birinde fatihler, diğerinde sözleşmeli işçiler vardı.(abç)” (7)
Anadolu da, göçebe Türkî aşiretler tarafından ele geçirildi; burası da “Türk fatihlerin” ülkesi oldu. Güney Amerika’da “… bütün araziler taht’a ait” ti. Osmanlı’da da tüm toprakların padişaha ait olması gibi.
“İspanya yönetimi (Güney Amerika) aynı zamanda Katoliklik demekti… Buna karşılık Kuzey Amerika çok sayıda Protestan mezhebe kucak açtı… kazanım, siyasal özgürlük kadar dinsel özgürlüğe de bağlı tüccarlardan ve çiftçilerden oluşan bir toplumun yaratılmasıydı. (abç)” (8) Osmanlı İmparatorluğu da dinsel dogmaları önemsiyordu. Biliniyor, bu sebeple örneğin matbaa yaklaşık 250 yıl gecikme ile gelmişti. Diğer engellemeler, kısıtlamalara ait berbat olguların neler olabileceğini daha iyi açıklayabilecek başka bir örnek aramaya gerek olmamalı.
Güney Amerika’da bağımsızlık savaşçısı ve önder Simon Bolivar anılarında “bu toprakların” kaderini de anlatır. “Bizler… ne yerliyiz, ne de Avrupa’lıyız; bu ülkenin meşru mülk sahipleri ile İspanyol gaspçılar arasında kalan bir insan türüyüz.” Osmanlı’lar da “yerli” değildi; bugün burada, kültürel olarak yerli uygarlıklarla uzlaşamamış, fetihçi-yağmacı hırsın ürettiği karakterler arasında kalmış bir “insan türü” yaşıyor.
Osmanlı “buralı” değildi; “buralı” olmaya niyeti olmadı. Bu nedenle olmalı; Kurtuluş Savaşına bulaşmadı; ilgilenmedi. Hanedanlık kumarda “tarlalarını” kaybetmiş, toprak soyluları gibi davrandı; olasıdır; “tarlaların” sahibi olarak, kaybettiği “mülk” üzerinden “galipler” ile yaptığı anlaşmaya neden itiraz edildiğini bir türlü anlayamamıştır!
S. Bolivar’a “…göre ABD Anayasasının işlemesi için “ermişlerden oluşan bir cumhuriyet gerekliydi. Böyle sistemin Güney Amerika’da işlemesi mümkün değildi… Sonuçta Bolivar’ın düşünün demokrasi yerine diktatörlük, federalizm yerine iktidarın merkezileşmesi olduğu ortaya çıktı. (abç)” (8) Buradaki düşler de, aynı seyri izlemiştir ve izlemeyi sürdürecek mi?
Bolivar “son bir umutsuz mektup yazmıştı”; ölmeden önce 1830’da;
“… Yirmi yıl başta kaldım ve bundan sadece birkaç kesin sonuç çıkardım. (1) Güney Amerika bizim için başa çıkılmazdır. (2) Bir devrime hizmet edenler havanda su döver. (3) G. Amerika’da yapılabilecek tek şey göç etmektir. (4) Bu ülke kaçınılmaz olarak dizginsiz kitlelerin ve ardından… her türlü ten renginden ve ırktan, küçük tiranların eline düşecektir. (5) Her türlü suça batmamızdan ve tam bir gaddarlıkla tükenmemizden sonra, Avrupa’lılar bizi boyunduruk altına alınmaya bile değer bulmayacaktır…” Bu sözler Latin Amerika tarihinin sonraki bir buçuk yüz yılına ilişkin acı ama doğru bir tahmindi.” (9)
Yukarıdaki “umutsuz” mektup ile önsözde alıntılanan C. Demircinin duyguları arasındaki yakınlık, hazin ve korkunçtur. Bu “gerçeklik” duyarlı ve sorumlu bir insanı umutsuzluğa, alkole, siroza sürükler mi?
Yaklaşık 1000 yıllık bir Merkezî İktidar geleneği; “mülkün” egemenlere ait oluşu “yurttaşları” “göçmen” gibi yaşamaya sürüklemiş; “kendinin olmayan, “ağasının” topraklarında yaşayanları o coğrafyayı, tabiatı umursamayan “göçmenlere” benzetmiştir. A. Tocoqueville Merkezî, Mutlakıyetçi hükümranlıkların vatandaşlarını, bu bağlamda “buraların” insanlarını da kastediyor olmalı. “Avrupa’nın bazı ülkelerinde insanlar kendilerini göçmen varsayarak, yaşadıkları yörenin geleceğiyle ilgilenmemektedirler.” (10) Hepsi bu değil. “Tüm bunları kendinden ayrı hükümet diye adlandırdığı bir yabancının malı gibi görmektedir. Tüm bunlarla yaşadığı kadarıyla ilgilenmekte, onlara sahip çıkmak ya da onları düzeltmeyi, güzelleştirmeyi aklından bile geçirmemektedir. Bu davranış biçimini o denli ileri götürdüler ki, kendi ya da çocuklarının güvenliği tehlikeye düşse bile, kollarını bağlayıp, tüm ülkenin kendilerine yardıma gelmesini beklerler… Bu söz konusu kişiler uşaklık ve serkeşlik arasında sürekli olarak gidip gelirler.” (11)
Bir hafta sonu akşamında terkedilmiş bir Piknik alanının çöplüğe dönmüş halini gözümüzün önüne getirelim; bir kentin tertemiz bir asfalt yolunda ilerlerken, önümüzde seyreden arabanın penceresinden çöpleri pervasızca yola boca edenleri anımsayalım. Ormanlar, hastaneler, bahçeler… sahipsiz! Ülke sahipsiz! Bolivar’ın önerilerini ciddiye alan milyonlarca insan var! “… yapılabilecek tek şey göç etmektir.”
İnanılır değil; A. Tocoqueville 183 yıl önce yazmış. “… mesela, Türk boyları ülkelerinin sorunlarında hiç bir zaman aktif rol oynamamışlar buna mukabil de inanılmaz zaferler kazanmışlardır. Bunun nedeni ise kulu oldukları, uğruna zaferler kazandıkları Sultan’ın da Müslümanlık adına savaşmasından kaynaklanmaktadır.” (12) Ne hoş rastlantı! Tam da ülkeyi kullaştırmaya çalışan bir Sultan’ın, yine “yavuz” bir hırsla izlediği Suriye politikası ve yine Müslümanlık adına kurduğu ideolojik dünyanın sefaletine sürüklenirken bunları okumak!
Günümüz Türkiye’sinde yaşayan gerçekliğin, 183 yıl önceden, bu kadar “nesnel” anlatılabilmesi, bir siyasal-toplumsal ilişkiye ait YASA’nın, bir sosyolojik diyalektik gerçekliğin kavranılmış olması ile mümkün olmalı! Bu Mutlakıyetçi ve “Doğu tipi”, Yöneten-Yönetilen arasındaki diyalektik bağ’dır; nitekim yazarın bu ifadelerinin 183 yıl sonra bu ülkede doğrulanıyor olması, Merkezî, Mutlakıyetçi İktidarlara ait kaçınılmaz “hakikate” ait bir tespittir! Yapılan şey geleceği görmek değil; siyaset-toplum arasındaki diyalektik ilişkiye ait “hakikatin” saptanmış olmasıdır.
***
Merkezi iktidarların, biriktirilmiş serveti kendine, adamlarına, yandaşlarına aktarmaya çalışmasının gürültüsü büyük olur; günümüz siyasetinin acımasızlığı, keskinliği, bayağılığı da bu sebepledir. Olay aslında “sıradan” bir mal-mülk paylaşımıdır; kardeşlerin birbirini pompalı tüfeklerle katledebileceği miras kavgaları gibi! Salt ideolojik uzlaşmazlık olsaydı, bu “itiş-kakış” yalnızca TV ekranlarında eğleneceğimiz görüntüler sunacaktı.
Merkezî İktidarı ele geçirmiş ya da geçirecek “Siyasal İslamcılar” ve-veya “Sünni Mezhepçilik” ideolojisi, biriktirilmiş zenginliğin ele geçirilmesinde, soyguncuların “kar maskesi” işlevi görmektedir. Bu tür “maskeler”, servet transferine ait ilişkileri gizler; yapanların kimliği görülmezleşir; iktidarlarının ömrünü uzatır.
İdeolojisi “yoğun” siyasal hareketlere iktidarda zaman kazandıran yalnızca ideoloji değildir; o toplumun tarihten devraldığı siyasal kültür; ülke yönetimine ait gelenekleşmiş yapılanmalar-kurumlar; iktidarı ele geçirme, hükmetme meşruiyetine ait önyargılar da dönemsel olarak önem kazanacaktır. Ülkemizde 700 yıllık Merkezî İktidarlara ait “bilanço” dürüstçe ortaya konmaz! “Büyük İkramiye” kendine de çıkar ümidiyle yaşayan çok siyasetçi, siyaset uğraşı içinde olanlar; ihale, komisyon,ruhsat, ithalat izni, kariyer, TBMM kadrosu veya büfe, kadro, iş vb. bekleyenler, Merkezî İktidar modeline hiç bir zaman ciddi, etkili bir eleştiri getirmeyecektir.
“Kişinin zayıf, yurttaşların ortak çıkarlarda birleşemedikleri bir toplumda zorbaya karşı konulabilir mi? Ayak takımın yetkisinden ve de baskı rejiminden korkanlar yerel örgütlerini geliştirmelidirler. Demokratik ülkelerin aşağıda anlatılan türlü nedenlerden ötürü merkezi yönetimin boyunduruğuna gireceklerinden hiç şüphem yoktur.” (13)
Biz de bu Merkezi Yönetimin berbat diyalektiğini daha ne kadar yaşayacağız? Siyasal-toplumsal “yasaları” inkar ederek, heterojen (***) etnik, kültürel, inançsal yapımıza karşın, “çoğulcu geleneği” bulunmayan bir Merkezî İktidarı neden halâ “çekici” buluyoruz? Önce Laik-Sekülerlerin, sonra Sünni-Mezhepçi diktatörlüklerin Merkezî İktidar deneyimlerinden sonra; siyasetin doğrudan bir “zenginleşme” aracı olduğu kanıtlanmış olduktan sonra. İktidarı ele geçirenlerin her kez verdikleri sözleri unutmuş, edilen vaatler hiç tutulmamışken; “reel” siyasetin “hayaller satan” bir “Gösteri faaliyeti” olduğu her seçim sonrası yaşanmışken!
*
“Kişinin zayıf, yurttaşların ortak çıkarlarda birleşemedikleri bir toplumda zorbaya karşı konulabilir mi?” Konulamadığı görüldü; daha da korkunç olgu, kendimize yeni zorbalar aramak halâ bir siyasal faaliyet sanılıyor. Yeniden anımsatmalı; “Bir ulus bu duruma gelince törelerini ve yasalarını değiştirmediği halde yok olmaya mahkumdur.” Bu koşullarda siyasal, sosyolojik yasaları gözden geçirmenin zamanı halâ gelmedi mi?
——————————————————————————————————-
(*) Devam edecek …
b)Özgürlük-Bilim-Üniversite
c) Asya Tipi Üretim Tarzı
I MERKEZÎ İKTİDAR PARADİGMASI (3)
Merkezî İktidarların Karakteri ve “kadim” yalanları
———————————————————————————————————-
1. Gordon Childe Kendini Yaratan İnsan. sf 123 Varlık Y. 1992
2. A. Tocoqueville. Amerika’da Demokrasi. Yetkin Yayınları. 1994
3.Levi-Strauss’tan aktaran. C. Mouffe. Dünyayı Politik Düşünmek. İletişim Y. 2015 sf. 60
4. Gianfranco Poggi. Modern Devletin Gelişimi İ. sf. 54 Bilgi Ü. Y. 2014
5. Niall Ferguson Uygarlık. Batı ve Ötekiler. sf. 13. YKY 2012
6. agy. sf. 37 ve 61,64,66. 7. agy. sf. 121 8. agy. 146-147
9. agy. 149
10. 2. A. Tocoqueville. Amerika’da Demokrasi. sf. 60. Yetkin Yayınları. 1994
11. agy. sf 60 12. agy. sf. 61 13. agy. sf 63
—————————————————————————————————————-
(*) İstanbul’un nüfusu 20 yılda (1960-80) 1.5 milyondan, 2.7 milyona çıkmış; 20 yılda 1.2 milyon artış. Buna karşılık 1980-1990 arasında, 10 yılda 3 kata yakın bir artmış! (1980-2.7, 1985-5.4, 1990-6.6 milyon)
(**) OliverGoldsmith, TheDesertedVillage. 1770. (Aktaran. T. Judt. Kötülük Kol Gezerken. YKY 2010)
(***) Bugün ülkemizde bir çok kent-bölge insanı genel anlamda ve “zihniyet” olarak 19. yy aydınlanma devrimi öncesi çağlarda yaşıyor. Genelde Batı kentleri ise bir “Modernizasyon” sürecinin başında. Buralarda Kapitalist, “modern” uygarlık hayatı egemen; çıkarları turizm, ithalat, ihracat ticarete dayalı; “Modernite” ile “içli-dışlı” bir hayat tarzının içinde. Sonuçta etnik ve mezhepsel kültürler dışında, “Seküler-Laik-Batılı” ve ekonomik gereklilikler ile bir çok kent, farklı bölgesel kültür-yaşayış biçimlerine sürüklenmiş. Turizmin baskın olduğu bölgeler ile tarım ağırlıklı iller arasında, iki ayrı ülke; doğrusu iki ayrı çağ arasında görülebilecek toplumsal-siyasal seçimlerde aralarında ciddi farklıklar görülüyor. Zihninde Anadolu’nun Neolitik Kültürü ile Büyük kentlere taşınmış ve sonunda Merkezî iktidarı eline geçiri-vermiş bir siyasal yapı, ülkenin kültürel-ekonomik “motoru”, “batı’da” yaşayan seküler kültürü benimseyenlere “benim gibi yaşayacak ve benim için çalışacaksın” diyor! Diğer yanda yalnızca egemen Türk Ulusalcılığının değil, Din’in, uluslararası siyasetin dahil olduğu ve kendi “neolitik kültürünün” kıskacında “ulusal mücadele” veren Kürt Hareketi. En sonunda, ya da en başında, “Ulusal Birlik”, “Ulus-devlet” adına yine monolitik ve mezhepçi totaliter zihniyet gibi “burnundan kıl aldırmaz” bir seküler, devletçi, Türk Ulusalcı ideolojisi!
Bu “farklılıklar” bir Merkezî İktidar yapısı içinde ortaklaştırılabilir mi; birisi diğerini kısa vadede ikna edebilir mi?
Türk hükümdarı, kendi iktidarına ortak veya onun üstünde bir otorite tanımayan mutlak karakterini daima muhafaza etmiştir, “İslâm dînine en fazla riayetkar sayılan Türk hükümdarları bile devlet otoritesini her şeyin fevkinde tutmuşlardır” (Köprülü, Fuad, ‘Fıkh’, İslam Ansiklopedisi; J. Schacht, Origins of Muhammedan Jurisprudence, Oxford 1953).
–
18 Ağustos 1970 tarihli Cumhuriyette Prof. İlhan Arsel “Viyana Kapıları” başlıklı yazısında şöyle diyor:
Türk’ün bütün yenilgileri, bütün gerilemelerini, dertlerini bizim gericimiz imansızlığa veya şeriattan uzaklaşmaya hamleder, zanneder ki Türk sofulaştıkça, yani İslamın dondurulmuş esaslarına gözü kapalı uydukça, yani fanatikleştikçe gelişir, zaferlere erişir hidayete yetişir. Bunlar Türk’ü başarıya kavuşturan tılsımdır. Şeriata yaklaştıkça, dinin kat’i kalıplarına saplandıkça, yani hür iradesini terk ettikçe yani çöl şartlarına büründükçe, yani ilkelleştikçe, Türk ona göre şan ve şerefe kavuşmuştur, büyümüştür, fetihler yapmıştır ve taa Viyana kapılarına gitmiştir. Ağzından eksik etmediği slogan budur. “Viyana kapılarına nasıl gittik?”
Viyana kapılarına iman sayesinde, şeriat düzeni sayesinde gittik diyenlerin bir hatası var ki o da şu: Osmanlı devletinin yükseliş ve çöküş nedenlerini araştırmamak. Eğer biraz zahmete katlanıp okusalar, araştırma yapsalar, ilmi esaslara göre derinlemesine inebilseler yükselişin ve bu alçalışın temellerinde gericinin zannettiği ve zannettirmeye çalıştığı gibi şeriata bağlılık nedenlerinin yatmadığını göreceklerdir. Şeriata bağlılık değil, aksine şeriata bağlı olmamak, yani akılcı olmak nedenlerinin yattığını anlayacaklardır. Kanuni Süleyman’a gelinceye kadar ilk on padişahın hayatını ve icraatını tetkik etsinler kafi… Eğer Birinci Muradlar, Fatihler ve Süleymanlar şeriatın bütün gereklerini yerine getirmeye kalksalardı imparatorluk kurmak şöyle dursun, fakat Uç Beği olmaktan ve aşiret halinde yaşamaktan kurtulamazlardı. İlk padişahlar her ne kadar insan varlığına fazla değer veren kimseler olmamışlarsa da (ki bu onların affedilmez kusurudur), şeriatın akla ve hele çıkarlarına aykırı yasaklarına aldırış etmekten kaçınmamışlar ve kendi hür iradelerini ilahi emirlerin üzerine çıkarabilmişlerdir. Şeriatın kaçamaklarından yaralanmakla kalmamışlar, fakat şeriatın kat’i ve değişmez kabul edilen hükümlerine karşı açıkça cephe almışlardır. Daha açıkçası Kur’anın emirlerine karşı gelmişlerdir. Netekim Yeniçeri teşkilatı, yani devşirme sistemi (Hıristiyan çocukların zorla Müslüman yapılarak yetiştirilmesi) Kur’anda yazılı hükümlere rağmen, yani bu emirlerin bertaraf edilmesi suretiyle kurulabilmiştir. Fatih Sultan Mehmed, dindar bir padişah olmakla beraber “her ilim Kur’anda mevcuttur, başka kitaba hacet yoktur” diye müsbet aklı, ilmi ve fenni bir kenara bırakmış değildi. Kur’an ve şeriatın diğer kaynakları, onun indinde, gerçeklerin tek kaynağı değildi. Bilakis çoğu zaman şeriat hükümlerini yetersiz görerek aklın ve mantığın icaplarına göre hareket etmesini bilmişti. Şeriat esaslarına göre zina fiilinin cezası ya falaka veya ölüm olduğu halde o kendi yayınladığı kadar kanunnamelerle, erkeğin zina fiili için para cezası ihdas etmiştir. Gerici din adamları ona Kur’anın ve şeriatın “Resim yasakları” ile ilgili hükümlerini gösterirlerken ve bu hükümlerin softaca savunmasını yaparken o, İtalya’dan ressam getirerek (Bellini’yi) kendi portresini ve resimlerini yaptırmıştır…
–
Hiç şüphesiz ki imparatorluklar, çeşitli dinlerin ve milletlerin yaşadığı birimlerdir. Dolayısıyla bunların zarara uğramadan, zulüm görmeden yaşaması, üretime katkılarını devam ettirmesi gerekir ve unutmayınız ki bu geleneksel ekonomilerde, yani son bir buçuk asra has Sanayi Devrimi öncesi ekonomilerde, birtakım dallar etnik kompartımanlara aittir. Yani çok ilginç neticeler ortaya çıkar: Kuyumculuk şu millete hastır. Gemicilik malzemesi bu millete hastır. Loncalarda ve zanaatlarda herkes kendi akrabasını ve hemşerisini çırak ve kalfa olarak seçeceği için bu sistem böyle devam eder. Dolayısıyla 15. asırda İspanya’nın yaptığı, hiç tereddüt etmeden söyleyelim, ahmaklığın buralarda tekrarlanmayacağı çok açıktır. Ne yaptı İspanya? Endülüs’ten Yahudileri ve Arap Müslümanları attı. Onları attıktan sonra ziraatte, tıpta, sarraflıkta ve birtakım teknik dallarda da büyük bir çöküntü meydana geldi. Tam o sırada ABD’den gelen altın başıboş kaldı, mal yok altın bol, neticede enflâsyon ortaya çıktı ve harp oldu, İspanya bir nevi gerileme sürecine girdi. Burada böyle bir şey mümkün değildir. Azınlıklarla beraber yaşamadan yapılamaz da, çünkü imparatorluk çeşitli unsurların korelasyon, uyum halinde yaşadığı bir camiadır. Burada böyle tasniflerin de pek bir manası yoktur.
İlber Ortaylı – Osmanlıyı Yeniden Keşfetmek 2 – Son İmparatorluk Osmanlı – (Sy. 47-48)
Avrupa hızla kapitalistleşirken, Osmanlı neden kapitalistleşemedi?
İlkel sermaye birikiminin oluşumu ve kapitalist üretim tarzının gelişimine ilişkin Marx’ın işaret ettiği tarihsel ön koşullar (para olarak servet birikimi, kırsal kesimde kapalı köy topluluklarının, kentte ise loncaların çözülmesi), 17. ve 18. yüzyılların Osmanlı toplumunda acaba ne derecede gerçekleşmiş bulunuyordu? Ya da, Osmanlı’nın despotik sistemi içinde bu koşulların gerçekleşme imkânı var mıydı gerçekten?
Bu soruları yanıtlayabilmek için, a) Osmanlı toplumunda biriken “parasal servetlerin” ekonomik niteliğine, b) kırsal kesimde Asyatik karakterli köy topluluklarının, kentlerde ise esnaf loncalarının çözülme durumlarına, c) kentle kır arasında Avrupa’daki gibi bir mübadele ekonomisinin gelişip gelişmediğine bakmamız gerekiyor.
Osmanlı’da parasal servetlerin niteliği
Marx’ın açıklamalarından anlıyoruz ki, Avrupa’da para olarak servet birikimi ve bunun sermayeye dönüşümü, feodal toplumun kendi iç evrimiyle gerçekleşen bir süreç olmuştur. Toprağın özel mülkiyetinin feodal soylulara ait olduğu, pek çok feodal mükellefiyetler yüklenen “bağımlı” ve “yarı bağımlı” köylülerin bu topraklar üzerinde doğrudan üretici konumunda bulunduğu feodal toplumun belli bir gelişme evresinde, kırla kent arasında mübadele ilişkileri doğmuş ve bu temelde kır toplulukları da meta üretimine açılmıştır. Bir yandan kırın meta üretimine açılması, diğer yandan dolaşımdaki para hacminin artması, Avrupa’da iç pazarı canlandırmış ve dolayısıyla ticaret hacmini artırmıştı. Ticaretin canlanması ve gelişmesi ise servetlerin “para olarak” birikimine yol açıyordu. Yani Avrupa feodalitesinde para olarak servetlerin birikimi, daha baştan kırın meta üretimine açılmasının ve kentle kır arasında mübadele ekonomisinin gelişmesinin bir ürünü olmuştu. Kaynağı ticaret ve faizcilik olan bu parasal servet birikimleri, Avrupalı tüccarların elinde 15. yüzyılın sonlarından itibaren tüm kıtaları dolaşarak genişlemesini sürdürecek ve yeni bir üretim tarzına geçişin başlangıç noktasını ve tarihsel ön koşullarından birini oluşturacaktı.
Osmanlı’da ise bu süreç, Avrupa’dakinden çok farklı bir şekilde yaşanmış ve doğurduğu ekonomik sonuçlar da Avrupa’dan çok farklı olmuştur. Yazımızın önceki bölümlerinde de açıklandığı üzere, Osmanlı’da bu “parasal servet birikimi” olayı, toplumsal sınıfların (tüccar, esnaf, zanaatkâr, çiftçi vb.) kendi özerk ekonomik faaliyetlerinin içinde ve bu faaliyetlerin bir sonucu olarak gerçekleşmiş değildir. Osmanlı’da parasal servet birikimleri, doğrudan doğruya tepedeki, yani devlet katındaki egemen siyasal sınıfın (devlet sınıfı) ekonomik faaliyetlere katılışının bir sonucu olarak gerçekleşmiştir. Devlet sınıfına mensup olan kesimlerin katıldığı ya da bizzat kendilerinin yarattığı bu “ekonomik” faaliyetler, aslında, mülkiyeti tamamıyla devlete ait olan ekonomik gelir kaynaklarının bu sınıf mensuplarınca ele geçirilmesi ve paylaşılması eylemlerinden başka bir şey değildir. Yönetici devletli sınıf mensuplarının bu “ekonomik” faaliyetlerine, zamanla toplum sınıflarından bazı unsurlar da (mültezimler, sarraflar, dış-ticaret mukataacıları, tefeciler vb.) katılacaktır. Fakat bu unsurlar da tıpkı devlet sınıfına mensup olanlar gibi, üretken bir ekonomik faaliyeti organize eden değil, hazırda var olanı sömüren, parazit nitelikte sömürücü unsurlardı. Dolayısıyla, geçmişte toplum sınıflarından tamamen ayrı olarak örgütlenmiş ve bütünüyle devletle özdeşleşmiş olan Osmanlı’nın geleneksel devletli sınıfı (despotik-kapıkulu bürokrasi), şimdi toplum içinde eski sömürü biçimlerini kullanarak servet sahibi olmuş parazit nitelikte unsurlarla çıkar ortaklığı kuran ve iktidarını bir ölçüde onlarla paylaşmak zorunda kalan “siyasal güç ve servet karması” bir sınıf pozisyonuna evrilmiş bulunuyordu.
Böyle bir parazit-sömürücü egemen sınıf bileşiminin elinde biriken parasal servetlerin ve gene böyle bir sınıf bileşiminin tekeli altında bulunan ekonomik kaynakların, eski düzenin temellerinde herhangi bir devrimsel-ekonomik değişikliğe yol açamayacağı açıktır. Kapitalizm öncesi bir toplumda, biriken parasal servetlerin sermayeye dönüşebilmesi ve sermayenin de eski üretim biçimlerini yıkıp, yerine daha modern, daha gelişmiş bir sömürü biçimi olan kapitalist biçimleri geçirebilmesi için, bu parasal servetleri elinde bulunduran sınıfın her şeyden önce kapitalist üretim biçimini benimseyen, kapitalizme eğilimli bir sınıf olması gerekir. Oysa 17. ve 18. yüzyılların Osmanlı toplumunda, elinde parasal servet ve toprak biriktiren egemen sınıf mensuplarının kapitalist üretime yönelmeleri için hiçbir gereklilikleri bulunmuyordu. Tersine bu egemen sınıf mensupları, gerek tarımda gerekse endüstride çalışan doğrudan üreticileri (emekçileri), eski üretim koşullarında herhangi bir değişiklik yapmaya gerek duymadan da sömürebiliyorlardı. Bu nedenle de, Osmanlı toplumunda, yukarda sözü edilen iki yüz yıl boyunca, ne kırsal kesimdeki köylü üretiminde ne de kentlerdeki el zanaatları endüstrisi üretiminde köklü bir değişiklik olabilmiştir. Kırda ve kentte kapitalizm öncesi üretim biçimleri aynen sürmüş ve hatta parazit sömürü biçimleri daha da yaygınlaşmıştır.
Demek ki, Osmanlı gibi despotik yapıdaki sistemlerin ekonomisinde, birdenbire para dolaşımının artması ve belli kesimlerin elinde o zamana kadar görülmedik bir parasal servet birikiminin gerçekleşmiş olması, otomatik olarak kapitalist üretim biçimine geçişi sağlamaya yetmiyordu. Nitekim Marx’ın da belirttiği gibi, “para olarak servet” birikimi, kapitalizmden önceki bütün ekonomik-toplumsal formasyonlarda zaten görülmüş bir şeydi. Fakat bu parasal servet birikimlerinin görüldüğü eski toplumlardan hiç birinde (ne antik çağın Yunan ve Roma’sında, ne orta çağın Bizans’ında, ne de onun yanıbaşındaki İslam dünyasında) bir kapitalist üretim biçimi gerçekleşmesi olabilmişti. Demek ki, kendi başına “parasal servet” birikimi tarihsel ilerleme açısından çok büyük bir önem taşımıyor. Asıl önemli olan, bu parasal servet birikimlerinin hangi tarihsel koşullar altında gerçekleştiği ve nasıl bir ekonomik niteliğe sahip bulunduğudur.
Kuşkusuz ki, 17. ve 18. yüzyılların Osmanlı toplumunda da gelişmiş bir şehir zanaatının yanısıra, ticaret ve tefecilikten biriktirilmiş “parasal servetler” de bulunuyordu. Yani bu açılardan, Avrupa’dan çok da farklı bir durumda değildi Osmanlı toplumu. Fakat öte yandan, Osmanlı toplumunda hükmünü hâlâ sürdürmekte olan despotik sistemin içsel mekanizmaları, kentle kır arasında bir mübadele ekonomisinin Avrupa’daki gibi gelişimine ve bu bağlamda kırın meta üretimine açılmasına asla izin vermiyordu. Bu bakımdan, hem egemen devlet sınıfının, hem de yeni türeyen ağa, ayan, derebeyi gibi parazit sömürücü unsurların elinde biriken parasal servetler, Avrupa’da olduğu gibi bir “sermayeleşme” sürecine giremiyordu. İşte bu nokta, Osmanlı despotizmi ile Avrupa feodalizmi arasındaki tarihsel gelişme farklılığını anlamak bakımından son derece önemli bir noktadır.
http://marksist.net/TRH/Modern10.htm
Hangi Batıcılık?
Osmanlı reformunu taklitçilik, yüzeysellik, elitizm ve gayrı millilikle suçlayan klasik eleştiri çizgisi inandırıcı olmaktan uzaktır. Bu tür tepkileri, Cumhuriyet rejimini her ne pahasına olursa olsun yüceltme yönündeki ideolojik çabalar çerçevesinde değerlendirmek daha doğru olur.
Taklitçilikten kastedilen eğer bir bütün olarak Batı uygarlığına öykünme çabasıysa, o zaman eleştirilen şey “Tanzimat Batıcılığı” değil, Batılılaşmanın ta kendisidir. Batıya alternatif olarak reform-öncesi Osmanlı düzeni veya kadim İslam uygarlığı savunulmuyorsa, o zaman savunulan şeyin ne olduğu pek belli olmaz. Eski Osmanlı düzeni veya Batı dışında, Türkiye için geçerli olan uygarlık modeli hangisidir? İslamiyet öncesi Orta Asya mıdır? Hititler midir? Rus sosyalizmi midir? Bu soruların cevabı verilmez.
http://www.alticizilisatirlar.net/acs/hangi-baticilik
Batılılaşma ve Kemalizm
Kemalizmin “Batılılık” cephanesi, öyle gözüküyor ki, birkaç cılız atımdan ibaret olan ömrünü, on yıla kalmadan tüketmiştir.
Öte yandan Orta Asya’nın çağdaş Türk toplumuna sağladığı uygarlık modeli de doyurucu bir model olmaktan uzaktır. Simge, şiir ve hayaller için Ergenekon’a dönülebilir; fakat çağdaş teknolojiye ve siyasi kurumlara yön verecek örnekleri Oğuz destanında bulmakta zorlanırız. Bundan ötürü model arayışı cumhuriyet Türkiyesinin gündeminden hiç düşmeyecek; 1960’larda Nasır’ın Mısır’ı, 1970’lerde Brejnev’in Rusyası, Mao’nun Çini ve hatta Enver Hoca’nın Arnavutluğu, 1980’lerde ilkel ve ilkesiz bir çeşit Amerikan maddiyatçılığı, Türkiye için uygarlık modelleri olarak sunulabilecektir. Bu arayışların çıkmaza girmesiyle birlikte, İslamiyetin – üstelik entellektüel kaynaklarından uzaklaşmış, hoşgörü kapasitesi sonuna kadar zorlanmış, ezildikçe içine kapanmış bir İslamiyetin – yeniden güçlü bir ideolojik alternatif olarak ortaya çıkmasına hayret edilmemelidir.
http://www.alticizilisatirlar.net/acs/batililasma-ve-kemalizm
İslam kültürünün tasfiyesi
Cumhuriyet “Batıcılığının” iç siyasi boyutu da gözardı edilemeyecek önemdedir.
“Laiklik” adı altında girişilen şey, bir tasfiye hareketidir: Milli Mücadeledeki ortaklığı sayesinde Osmanlı devletinde yüz yıldan beri sahip olamadığı bir güç ve ağırlığa kavuşan, devlet iktidarına ortak olan popüler İslamiyetin, siyasi sahneden silinmesi hedeflenmiştir.
İzlenen stratejinin “askeri” uslubu belirgindir. Düşmanı çökertmek için seçilen yöntem, onun iaşe ve mühimmat kaynaklarına saldırmaktır. İslamcı siyasetin güç aldığı kaynak, Türk toplumunda derin kökleri olan dinî kültürdür: o halde bu kültürün – örgütsel yapıları, dayanışma ve eğitim kurumları, literatürü, hukuku, ayırdedici simge ve kıyafetleri, gelenekleri, tarih bilinci, sanatı ve müziği ile birlikte – yokedilmesi gereklidir. Yıkımın bırakacağı boşluğu dolduracak olan kültürel modeli yakın veya uzak Türk tarihinde bulmak mümkün olamadığı oranda – ve ancak bu oranda – bu model ve referans, Batı’da aranacaktır.
İslam kıyafeti atıldığında, çıplak kalınmayacağına göre, onun yerine giyilecek bir giysi gereklidir. Atatürk’ün deyimiyle “Turan kıyafetini araştırıp ihya eylemeye mahal bulunmadığı” için, giysi modeli Batı’da aranmıştır. Benzer bir ihtiyaçtan hareket eden Çin devrimi ise, 1960’larda işçi tulumuyla milis üniforması karışımı bir otantik “Mao giysisinde” karar kılacaktır.
Şer’i hukuk lağvedildiğinde, Türkiye’de bundan başka örnek alınacak bir şahıs hukuku geleneği bulunmadığı için ve yeni bir hukuk oluşturmak yıllar süreceğinden, mevcut bir kaynaktan tercüme etmek en mantıklı çözüm olarak görülmüştür.
Hilafet kurumuyla birleşerek İslami politikanın bir simgesi haline gelen Osmanlı hanedanı kaldırıldığında, yeni bir hükümdarlık tesis etmenin pratik sakıncaları görüldüğünden, o yıllarda Avrupa’da revaçta olan bir rejim modeli – cumhuriyet – tercih edilmiştir.
Alfabe devriminde asıl gaye, Batı kültürünü benimsemekten çok, İslam kültürünün entellektüel köklerini kurutmaktır. Amaç Türklerin Shakespeare’i ya da Paris gazetelerini daha kolay okuması değildir: Kuran’ı ve Osmanlı kaynaklarını okumalarını önlemektir. Bu aşamada tümüyle Türkçeye özgü bir alfabe geliştirmek üzerinde bir müddet durulmuşsa da, daha kolay – ya da daha inandırıcı – bulunduğu için Batı’dan alfabe ithali tercih edilmiştir.
Cumayı ve Hicret esasına dayalı tarih perspektifini toplum zihninden silmek için, Pazar tatili ve Miladi takvim getirilmiştir.
Batı müziğinin radyoda zorunlu kılınması ise, bu müziğe yönelik gerçek bir sevgi veya inançtan çok, İslami kültürle yakın ilişkileri olan alaturka müzik geleneğini yıkmak kaygısını akla getirmektedir. Şahsi eğilimleri Rumeli havaları ve Safiye Ayla’dan yana olan Gazi’nin (bu noktada İsmet İnönü’den farklı olarak) Batı müziğine ilişkin ciddi bir bilgi veya duyarlığı bulunduğunu gösteren bir ipucu yoktur.
Çok eşliliğin hukuken tasfiyesinde de gerçek bir ahlaki tercihten çok pratik gerekçeler rol almışa benzemektedir. Çok eşliliğin doğurduğu karmaşık hukuki sorunlar, şer’i hukuk ilkelerinin kısmen de olsa korunmasını zorunlu kılacaktır; oysa bu, arzu edilen bir hal değildir. Oysa ki Atatürk’ün kişisel tercihleri, bilindiği kadarıyla, Medeni Kanunun öngördüğü tek eşli aile idealinden uzaktır.
http://www.alticizilisatirlar.net/acs/islam-kulturunun-tasfiyesi
Bu yazıları yazarken öncelikle şunu amaçladım. Konuyu basitleştirmek. Okumalarım sırasında Avrupa’daki 1200-1600 yılları dikkatimi çekti. Özerk Kent Devletler..
İndirgemecilik yaptığımı sanmıyorum. Bana her şey çok açık geliyor. Avrupa o özerk, “özgür” kent rekabetleri sürecinde “aydınlanmaya” ulaştı; sonra da endüstriyel devrim sürecine girdi.
Doğu, Osmanlı; Çin imparatorlukları baskıcıydı; “icat” çıkarılmasını sevmezdi. Merkezî Despot yapılar gelişmelerin önünde engeldiler.
Avrupa’da ise Özerk kentler.. üniversiteler.. tartışma, yarışma, rekabet, savaşlar…bilim ile bilinen sonuçlara ulaşıldı.
Osmanlı’da mülk padişahın… Asya Tipi Mülkiyet… Dinsel dogma en başında insan özgürlüğüne engel…
***
Çıkarılacak ders nedir; daha yarışmacı toplumsal birimler; özerk kentler; demokrasi ve özgürlüğün artırılması… Böylece “Modernizasyon” sürecine girilebilir… Merkezî İktidarın yetkileri olabildiğince geriletilmelidir…
Asıl neden Avrupa’nın coğrafi konumunun keşiflere uygunluğu değil midir? Eğer Batılılar Amerika’ya, Afrika’nın güneyinden geçen yeni yola ve dünyanın diğer bölgelerine ulaşamasaydı bugün Ortaçağdan çıkamazdık. Veya bu keşifleri eski Doğu veya Amerika uygarlıkları yapsaydı aydınlanmayı, kapitalizmi, sanayi devrimini onlar gerçekleştireceği için Batı’nın yerinde onlar olurdu.
Bu yüzden Doğu/Batı ve Feodalite/ATÜT teorilerinin eksik ve dar bir bakış açısı olduğunu düşünüyorum.
http://nisanyan1.blogspot.com/2010/11/anayasa-sohbetleri-5-kucuk-neden.html
onları keşiflere sürükleyen de yarışma-rekabet… kendi aralarındaki süregen savalşlar da gelişmeye yol açıyor. Yineliyorum.. temel 1200-1600 yılları arasındaki özerk kentler arası rekabet… Merkezî İktidar olmayışı.. Avrupa’da da mutlakiyetçi yönetimler bu “temel” üzerinden 1600 den sonra meydana geldi.
Rekabet, özgürlük, bilim-üniversite.. aydınlanma ve endüstri arkasından-içinden geldi. Toprağın özel mülkiyet olması, toprağı, sermayeyi koruyan hukuk mevzuya dahil ve yalnızca bir parçasıdır. Doğrudur, ATÜT çok yetersiz bir açıklamadır; değeri vardır, dolaylı olarak önemi vardır… Sürece destek olarak..
s. nişanyan’ın yazısı da bu “özerk birimleri” doğruluyor. Ama “dinsel dogmaya” karşı özgürleşme süreci de hemen bu yapıların içinden doğabilir miydi? Bilim üretimi mümkün olabilir miydi?
Tarihsel süreçlere “piyango” gözüyle bakılmamalı; Osmanlı o en güçlü zamanlarında “ihtiyacı” olmadığı için keşif yapamazdı!
İhtiyaç ve imkânlar… Birlikte olmaları gerekir; 16. yy’da Osmanlı’nın ihtiyacı yoktu; ihtiyacı olduğunda da imkânları tükenmişti! Yine de anımsatmalı; Osmanlı matbaayı bile 200-250 yıl reddetmişti! Bu koşullarda endüstriyel devrime giden yolu çoktan kaybetmişti; ve “keşiflerde” bulunsa bile bu yeni coğrafyalardan toparlanmış zenginlikleri de de “aydınlanma”, “reform” ve endüstriyel devrim için kullanamazdı… Tarihsel rastlantılar da ancak uygun toplumlarda gereken “devrime” yol açabilir.
Despotik bir devletin varlığının üretim güçlerinin gelişmesini ve ticarî sermaye birikimini yavaşlatması, böylece olumsuz bir rol oynayabilmesi olasılığı vardır. Ama aynı despotik devlet, bâzı ülkelerde kapitalizmin kurulmasında öncülük de edebilir. XVIII. Yüzyıl filozofları, «aydınlatılmış despotlar» ararlar. Japon Profesörü Takahaşi, «Prusya ve Japonya’da kapitalizmin feodal mülkiyetçi devletin denetim ve himayesinde kurulacağı tâ başından beri besbelliydi» der. «Devlet, ben’im. Uyruklarımın canı ve malı benimdir» diyen Louis XIV. gibi krallar, ticaret kapitalizminin gelişmesinde önemli rol oynarlar. Yükselen burjuvalar, parasız kaldıkça sık sık müsaderelere giden bu krallarla işbirliği yaparlar ve güçlenirler. Çağımızda «totaliter» denilen sosyalist devletlerin üretim güçlerinin gelişmesinde büyük bir atılımı gerçekleştirdikleri açıktır. Bu nedenle, «despotik» ya da günümüzün deyimiyle «totaliter» bir iktidarın her durumda kaçınılmaz biçimde gelişmeyi engelleyeceği ileri sürülemez. Böyle bir yargıya varmak için somut araştırma gereklidir.
Merkezî bir devletin varlığı, «İslâm Ortak Pazarı»nın genişlemesini ve pazar için üretimde ihtisaslaşma olanakları sağlayarak, «kapitalistik» kesimin büyümesinde olumlu rol oynar.
Marx, evrime direnişin nedenini tepedeki «despotik devlet»te değil, Asya tipi köy topluluğunun bireyleşmeye ve özel mülkiyete elverişsizliğinde arar. Ona göre, köy topluluğunun bir üyesi olarak var olan ve bu niteliği ile araziye tasarruf eden birey, topluluğa karşı özerk olamaz. Ayrıca köy içinde tarım-zenaat birliği olduğu için, topluluk kendi kendine yeterli ve dışa kapalıdır. Bu kapalı topluluk, köleci biçimlere dönüşemez, özel mülkiyet olmadığından köleye gerek yoktur ve zâten gerektiğinde topluca angaryaya koşulan topluluk üyeleri «genelleşmiş köleler»dir. Kent ve köy ayırımı görülmez.
Marx’ın Asyagil köy topluluklarına benzeyen tarım yapısı, Skandinav ülkelerinin kapitalizme evrimine engel getirmez. Batı feodalitesinden hayli farklı olan Japon toprak düzeni için de aynı şey söylenebilir. Buna karşılık, XI, XII ve XIII. yüzyıllar İtalyası, Avrupa’nın kapitalizme doğru evriminin ilk ve en parlak örneklerini verir. Tüccarların egemenliğinde özerk ticaret ve zenaat kentleri ilk orada gelişir. Kentler, siyasal ve ekonomik açıdan çevredeki kırsal bölgelere egemen olurlar. Servajın yerini, pazar için üretime yönelmiş kırsal alanlarda ortakçılık sözleşmesi alır. Kapitalist üretim biçimi gelişmeye başlar. Fakat Uzak Doğu ticaretinin Akdeniz’den Atlantik’e kayışıyla bu gelişme duraklar ve geriler. Bu nedenlerle, ticaret sermayesinin ve pazar için üretimin kentlerde hızla gelişmesine yol açan elverişli koşullar ve «konjonktür», «ilk birikim»in sağlanmasında, tarımsal üretim biçimlerinin evriminden belki de daha etkin rol oynar.
(Doğan Avcıoğlu)
9 no’lu yorumda önemli tespitler var.
“Marx, evrime direnişin nedenini tepedeki «despotik devlet»te değil, Asya tipi köy topluluğunun bireyleşmeye ve özel mülkiyete elverişsizliğinde arar.”
Biz de bu nedenleri 1)Rekabet Yokluğu 2)Özgürlük, bilim, üniversite 3) Asya Tipi üretim tarzı olarak yazmıştık. Despotik devlet bu ilişkilerde neden-sonuç ilişkileri olarak yer alır…
*****************
“Bu nedenle, «despotik» ya da günümüzün deyimiyle «totaliter» bir iktidarın her durumda kaçınılmaz biçimde gelişmeyi engelleyeceği ileri sürülemez. Böyle bir yargıya varmak için somut araştırma gereklidir.”
Yazıda “despotik devletleri” konuşurken aslında daha çok İslamcı ideoloji içindeki despotik devletleri anıyoruz. D. Avcıoğlu zamanında Modernite sempatisi içinde İslamcı akımlar baskındı. Afganistan, Mısır… Ama günümüzde görüyoruz ki İslamcı dogmadan vazgeçemeyen bir Despotizm sonunda kendi kendini yiyen, çürüyen bir toplum yaratır ve AKP de bunu yapıyor. Din dogması ile koşullanmış insanlar ileri-yaratıcı-özgün bilim-teknoloji üretemez. İran petro-dolarlar zoruyla kim bilir hangi yabancı uzmanlara para akıtarak silah sanayiinde atılımlar yapıyor. Özellikle Rusya’ya olmalı..
Ama “aydınlanmış despotlar” köle işçi emeği ile olağan üstü işler yapabilir ki, bu da amaç-araç bütünlüğünü yaralar; halkın hem fiziksel hem de “tinsel” olarak köleleştirildiği bir gelişme modeli, kuşkusuz uzun vadede bir “Frakkenstein” hikayesi olacaktır!
***********
Son olarak Japonya için 1828 de ve despotik olarak Batılılaşma girişiminden söz edilir ki, giysilerine varıncaya dek “total” ve samimi bir batılılaşma çabası… . Yani zamanında yapılmış bir girişim.. (ki biz aynı işe ve bütünlüklü olarak 100 yıl sonra başlamış oluyoruz.) Ve en önemlisi Japonya dinsel inancının bu işe pek engel teşkil etmediği…
Ve emperyalizm çağında, aydınlanmış da olsa ulusal burjuva despotizmi ile gelişme modellerinin iflas ettiğini biliyoruz. Sanırım bu “iflasın” tek sebebi çok gecikilmiş ve emperyalizm çağında kuşatılmış olmaları değil, yanısıra bu işe kalkışanların tümünün de özgürlük-bilim-ideoloji, endüstri, kültürel olarak da çok geri olmasıydı… Japonya’nın farkı “erken yola çıkması”…
*******************
Bu süreçlerden ne öğrenebiliriz? Son iki yüz yıldan… Son iki yüzyılı “yapmış” ondan önceki 600 yıldan. Avrupa’nın 1200-1900 yıllarından ne öğrenebiliriz; bu 700 yıldan Müslüman Toplumlar ne öğrenebilir? Maymunca bir taklit olarak değil; “sentez”, damıtılmış bilgi, toplumsal gelişmeye ait yasalar olarak ne bulunabilir…
Sanırım.. Siyasal, bilimsel, sanatsal alanlarda özgürlük olmadan anlamlı, toplumun dokusuna dahil olacak, “uygarlığa” dahil olacak bir gelişme mümkün değil… Ve bu “özgürlüğü” burada sağlamanın ilk yolu da Merkezî İktidarların yerel iktidarlarla sentezini bulmak. Merkezî İktidarın gücünü ciddi anlamda geriletmek. Bu toplumsal olarak bir “gelişme momenti” yaratabilir…
Bu konu genellikle Osmanlı üzerinden tartışılırken bu dönemin arka planı olan Doğu ve İslam toplumlarının klasik dönemi ve bu dönemdeki büyük ilerlemeler göz ardı edilir.
Bu dönem merkeziyetçi Osmanlı’nın aksine çok sayıda devletin, beyliğin, mezhebin, eşitlikçi dini akım ve halk hareketinin olduğu, Eski Yunan-İran-Hind-Çin uygarlıklarının katkısıyla büyük bir ilerlemenin gerçekleştiği bir dönemdi.
(Osmanlı da zannedildiği gibi her dönem ve her yerde güçlü ve merkeziyetçi değildi. Feodal Kürt, Arnavut, Arap bölgelerini, Anadolu’da âyanlığı, çok sayıda isyanı, devrilen padişahları, Osmanlı’nın Avrupa’yla ilişkilerini ve reformları unutmamalı)
Bu tür eksik, genellemeci, basitçi tezlerin temelinde klasik İslam dönemi hakkındaki yaygın bilgisizlik yatıyor.
Bu da Avrupa-Merkezcilik, dünya tarihini etkileşim içinde bir bütün olarak görmemek, birbiriyle ilgisiz, kopuk farzetmek gibi yanlışlara neden oluyor.
İslam-Doğu-Çin 1200’lü yıllara kadar önderdi..
İmparatorluklar bir yanı ile haracını veren toplumlara iç işleyişlerinde izin verirdi ama… Şu iki örnek .. matbaanın 250 yıl geç gelmesi.. Rasathanenin 1578 de yıkılması.. Bilimsel gelişmenin M.İktidar anlayışı ile önlenmesini anlatır. Bir yanı ile sömürgelerin despot Valileri de Merkezî İktidar zihniyetini aynen uyguluyorlardı ve toplumsal gelişmeyi boğuyordu… Zaten asıl sorun 1600’lü yıllardan sonra kendini göstermeye başlar..
Osmanlı Reformları çok geç ve çok ürkek. Ve “taklitçi!” Ama Japonya 1828 de ve samimi!
“Klasik İslam dönemi” de 1200’lerde tükenmişti. ve bu dönemin geleceğe kalan, gelecekte “bir yeni fikre, gelişmeye” yol açan hallerini de Doğu değil, Batı kullandı! Doğu kendine ait “özgün” fikirleri boğdu…