Kenan Evren.

Doğada da toplumda da hiçbir şey saf haliyle bulunmaz, mutlaka birtakım bileşimler ihtiva eder. Keza doğada ve toplumda hiçbir olay tek yönlü etkiler yapmaz; birbirine zıt etkiler söz konusudur.

12 Eylül askerî darbesi de bu kuralın dışında değildir. 12 Eylül’ün bildiğimiz olumsuzluklarından çok söz ediliyor ama kendi iradesi ve isteği dışında, hatta kendi yönelimlerine taban tabana zıt bazı sonuçlarından söz etmek pek kimsenin aklına gelmiyor. Ya da bundan söz edilirse sanki “12 Eylül iyi oldu” denmiş gibi bir sonuç çıkacağından çekinilerek yazılmıyor ya da dillendirilmiyor. Oysa, nasıl Hitler faşizminin de kendi iradesinin dışında yol açtığı bazı olumlu sonuçlar varsa, 12 Eylül darbesinin de vardır. Nedir bunlar?

Her şeyden önce 12 Eylül darbesi, genel olarak toplumda, özel olarak da solda özgürlüklerin değerinin kavranmasını sağlamıştır. Özellikle sol, o güne kadar yakın bir iktidar ilüzyonu ve kibri içinde olduğundan, öte yandan tarihinde de özgürlüklere pek değer verilmediğinden (proletarya diktatörlüğü teorisi örneğin) özgürlükleri küçümserdi, bunlara “burjuva özgürlükleri” deyip geçer ya da pragmatist bir tutumla sırf kendi kısa vadeli çıkarları açısından savunuyormuş gibi yapardı ama yeri geldiğinde de bu “burjuva özgürlüklerini” “devrimden sonra” ilga edeceğini açıklar ya da kendi hâkimiyet alanlarında bunu uygulardı da. 12 Eylül gelip “burjuva özgürlüklerini” burjuvazi adına ilga edince ve bundan en büyük zararı öncelikle işkence tezgâhlarına yatırılan sol militanlar ya da sol eğilimli halk çekince soldaki örgütler o kadar değil belki ama bu örgütlerin ana maddesini oluşturan sol eğilimli insanlar özgürlüklerin “burjuva” diye küçümsenemeyecek çok değerli bir şey olduğunu kavradılar. Bu kavrayış, en azından o dönemde sol örgütlerin yönelimlerine, örgüt içi davranış tarzlarına da yansıdı. Daha önemlisi bu, solun iktidar ya da “proletarya diktatörlüğü” tasavvurlarının sarsılmasını, Stalinizmin sol içinde sorgulanmasını, solun tarihinin bu açıdan yeniden ele alınmasını, özgürlükçü bir sol arayışını da gündeme getirdi.

Stalinizm 12 Eylül’e kadar solda sorgulanmaz bir dogmaydı, bu dogmaya dayanan sol kendi egemenlik alanları içinde tam bir ideolojik hegemonya kurmuştu. Dolayısıyla bir iktidar kibri içinde bulunan solun dogmaları bu egemenlik alanları içinde asla sorgulanamaz ve farklı ideolojik yönelimlere kesinlikle izin verilmezdi. 12 Eylül’ün solu baskı altına alması, genel olarak toplumdaki etkisini azaltırken ideolojik hegemonyasını da sarstı. Bu sarsılma, bir yan etki olarak, o zamana kadar sol içinde nefes alma olanağı bulamayan Troçkizm, Anarşizm, Feminizm gibi ideolojik akımların sol eğilimli insanlar arasında revaç bulmasına yol açtı.

Keza 12 Eylül, kendi muhafazakâr yöneliminin tersine, solda muhafazakârlığı yıkan bir etki de yaptı. 12 Eylül’e kadar kadın-erkek ilişkilerinde “Katolik ahlakını” dayatan solda hegemonyanın sarsılmasıyla birlikte adeta bir “cinsel özgürlük” (ve kaçınılmaz olarak ideolojik tercihlerle dayatılmış evlilikleri yıkan bir boşanma furyası) dönemi başladı. Her ne kadar sol örgütler buna “yozlaşma” adını taktıysa ve yer yer gerçekten böyle eğilimler ortaya çıktıysa da cinsel alandaki özgürleşme devrimci bir gelişmeydi.

Sol, 1960’ların özellikle ilk yarısında aydınlardan, sanat ve edebiyattan güç alan, onlardan beslenen bir akımdı. Fakat 1960’ların sonlarından itibaren, özellikle 1970’lerde güç kazandıkça, aydınları, sanat ve edebiyatı küçümseyen bir yönelime girdi. 1970’lerde solda birisine “bu aydın tavrıdır” demek en ağır eleştiri anlamına geliyordu. 12 Eylül darbesiyle ezilen sol, küçümsediği aydınların, sanatın ve edebiyatın değerini yeniden anlamaya başladı. Sağcı bir askerî diktatörlük, solla birlikte sanatı, edebiyatı ve aydınları da baskı altına almıştı. Baskı dönemi, solla aydınların yeniden barışma dönemi olarak da görülebilir.

12 Eylül, genel olarak toplumda ve özel olarak solda, devlet ve devletçilik denen şeyin daha derinlemesine ele alınması gerektiği düşüncesini doğurdu. 12 Eylül’den sonra hiç kimse devlet ve devletçilik konusunda, öncesinde olduğu kadar olumlu ve fütursuzca saptamalarda bulunamadı.

12 Eylül, gerek genel olarak Kürdistan’daki, gerekse Diyarbakır Cezaevi’ndeki baskı ve işkenceyle işkence ve hapishaneler tarihine “altın harflerle” geçecek uygulamalar yaptı ve baskının direnişi doğurması gerçeğini bir kez daha kanıtladı. Kürt halk kitlelerinin direnişi 12 Eylül’le birlikte daha üst bir seviyeye tırmandı.

12 Eylül’ün yol açtığı olumlu noktalardan bir diğeri ise, işkence, işkenceyle insan öldürme, yok etme, gizli infaz gibi cunta uygulamalarının toplumda işkenceye karşı belli ölçüde bir duyarlılık yaratmasıdır. İşkence ortadan kalktı mı, hayır. Buna rağmen artık toplumun işkenceye ve işkencecilere karşı oldukça önemli bir duyarlılığı oluşmuş durumda. En azından bu toplumda artık herkesin saygı duyduğu bir Cumartesi Anneleri olgusu var. Cumartesi Anneleri, toplumun işkence ve şiddete karşı duyarlılığının abidesi olarak toplumun vicdanındaki hak ettiği yeri almıştır ve halen işbaşındaki işkenceciler ve işkence kurumları en azından ayaklarını denk almak zorundalar.

12 Eylül’ün genel olarak toplumda ve halk kitlelerinde de bazı olumlu etkileri oldu. Örneğin parlamentonun ve diğer burjuva kurumlarının hiçbir garantisinin olmadığı bizzat yaşanarak görüldü. Burjuvazi, sıkıştığı zaman, kendi inşa ettiği kurumları rahatlıkla askıya alabiliyor ya da diktatörler tarafından askıya alınmasına razı olabiliyordu.

Keza 12 Eylül, Kemalizm tapıncının saçmalığını ve Kemalizmin, işine geldiği zaman pekâla dini de kullanabileceğini gösterdi ve öğretti. 12 Eylül’den sonra, Kemalizmi bir devlet dini olarak kutsayan cunta, İslamiyeti de Kemalizmin müttefiki olarak kullanmaktan geri kalmadı. Alevi köylerine zorla cami yaptıranlar, kuran kurslarını yaygınlaştıranlar, tarikatlara en geniş olanakları tanıyıp toplumsal harekete karşı dalgakıran olarak kullananlar, hapishanelerde zorla yemek duası okutanlar, kısacası bugünün yolunu o günden açanlar, Kemalist devlet dininin kutsayıcılarından başkası değildi. Bu, seküler Kemalistleri bile derinden düşündüren ve ezberlerini bozan bir durumdu.

Hatta 12 Eylül’ün militan sağda bile bazı olumlu etkileri olduğu düşünülebilir. Kendini devletin en fedakâr evladı ve koruyucusu olarak ilan eden militan sağ, kendisini sola karşı teşvik eden devletin, istediği an militan sağı da baskı altına alabileceğini, hapiste solcuların yanına koyabileceğini, hatta onlardan da birkaçını idam edebileceğini, sol kadar olmasa da sağı da hırpalayabileceğini kendi deneyleriyle yaşadı ve devlet savunuculuğunda daha ihtiyatlı olmak, o kadar gözü kara gitmemek gerektiğini bir ölçüde kavradı.

İstemeden de olsa yol açtığı bu olumlu gelişmeleri hatırlamış olmamız, bilmem 12 Eylül cuntasının lideri Kenan Evren’in ruhunu ve yakınlarını biraz olsun teselli eder mi?

Gün Zileli
13 Mayıs 2015
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

21 Comments

  1. Bu yazdıkların doğrudur ama bir toplumsal olayın yarattığı yan etkilerdir. Kenan … ruhuna bir şey gitmez buradan.Yazdıkların arasında, bence en önemli olan Kemalizmin sağ yanını teşhir etmekte etkili olması. Unutmamalıyız ki, 12 Eylül, ilerici toplumsal hareketleri en az elli yıl geriletti, işçi sınıfı örgütlerini yok etti. Burjuvaziye dikensiz bir gül bahçesi üretti. Bu yeni durum, “yeni burjuvazi”nin iktidarına tüm kapıları ardına kadar açtı. AKP, Kenan Evren’in paltosundan çıkmıştır.

  2. AKP’ye yardım çağrısı bu. Berktay-Perinçek el ele milli cephede 🙂

  3. Farzedelim Cemaat sayesinde AKP iktidarı devrilerek yerine başka bir iktidar geldi. Ne değişecek?
    AKP iktidarının devrilerek yerine kimsenin iktidara gelmemesini savunmak gerekmez mi? Gerçi o zaman da başsız kalan ülkenin Suriye ve Irak’a dönmesi tehlikesi çıkar.
    Bu fasit daireden kurtulamayacağız görünüşe göre.

  4. bu tespitleri “solda” bu denli dürüstçe, soğukkanlılıkla yapabilecek kaç insan var?
    Ben de içeri düştüm, sağ çıktım. Sovyetik yanlılar iktidarı alsaydı kurşuna dizerlerdi, kuşkum yok…
    12 Eylül elbette insanlık suçları işlemiş, canavarca cinayetler ile tüm toplumu bir hapishaneye tıkmış ABD patentli, insan denilemeyecek üniformalı ve “sivil” çakallarının ürünüdür… Ama… ama.. Gün Z.’nin yazdıkları da tümüyle doğrudur!
    Bu “iki doğru” birlikte ele alındığında; hatta 3. sü olarak bugün hala bu çelişkileri dile getirebilecek çok az insan varsa… almamız gereken yolun kısa olmayacağını da söyleyebiliriz…

  5. Burjuva demokrasisi, stalinin elestirilmesi, anarsizm, trockizm, feminizm, vb lerin bilinmesi ila askeri darbemi olmasi gerekiyor.. Avrupada anarsist yapilar, trockist ve feminist orgurlenmeler uzun yillardir var. Ozelikle avrupada 68 li yillarda kultur degisikligi tum toplum ve devletler tarafindan benimsendi. Turkiyeli 68 liler ne yapti. Kemalizm derken kemalist ordu ve devrimci halk birlikte daha sonra orgurlu silahli eylemler. Nerede bunun kultur yani. Sol 80 ler ve su anda bile kibir icinde. Sol yeni dusuncelerini itiraf edemiyor. Burada 12 eylule övgü dizilecegine, solun yapmasi gereken bu evrimi neden geciktirdi?, neden yapmadigini sorgulamak gerekiyor. Kapali merkeziyetci,tekkeci sol simdi liberter bir cizgiye evriliyor. Sol kendi icinde bunu asardi, orgutlenme ve otoriterlik buna izin vermiyordu. Anarsist ve trockist yayinlar Turkiyeye fazlaca giremiyordu. Bunun yolunu acan 12 eylul degildir Sol kendi icindeki yasadigi sorun ve birikimler, dunyadaki yeni sorunlar, degisen konjektor dayatarak kendi icinde patlama yapip, yeni bir cizgi gelistirdi. 12 eylul Etki ve tepki olsada, orgutlerdeki nicel birikim olusmasaydi, nitel sicramayi yaratilamazdi. Demem suki 12 eylul sadece firtina yapti. Solun sicramasi kendi ic birikiminden olustu. .Bu degisikli zorla olamazdi.

  6. 12 Eylülcüler kadar olmasa bile Kemalist geçinenlerin sahtekarlığı CHP ve diğer Kemalistlerde de var. Savundukları ilkeler laftan ibaret.
    Devrimcilik: CHP’nin devrimciliği mi kaldı?
    Halkçılık: Cahil halk sendromu, Aziz Nesin vs.
    Devletçillik: Bu çağda devletçilik nasıl olur? Her şey özelleştirilmiş, nasıl tekrar devletleştireceksin?
    Laiklik: Zorunlu din dersiyle kuşa çevrilmiş. Zaten Kılıçdaroğlu mitinglerde İmam-Hatipleri vs. CHP’nin kurmasıyla övünüyordu.
    Cumhuriyetçilik: Sanki saltanatı savunan varmış gibi soyut bir Cumhuriyetçilik yapmanın ne faydası var?
    Milliyetçilik: Milliyetçi iseler neden
    – Latin Alfabesi yerine “Göktürk Alfabesi”ni
    – (fötr) Şapka yerine “Kalpak” inkılabı
    – Miladi Takvim yerine “12 Hayvanlı Türk Takvimi”ni
    – Rakı Fabrikası yerine “Kımız Fabrikası”
    – Avrupa’dan ithal hukuk yerine “Türk Töresi”ni getirmemişlerdir?

  7. Türkiye insanı, vicdani muhasebe yapmayı pek bilen bir millet değil.En hassas konularda bile bir muhasebe yapılacaksa, muhakkak elimize bir keser alıp kendimize yontma noktasında çok mahir bir milletiz.Sol hareketleri incelediğimde ya stalin zihin yapısını aynen kopyaladığımız dan yada Türkiye’de oturmuş bir çoğunluk olamamış bir işçi sınıfı olamadığından mıdır nedir? solun burnu hep havalarda olmuştur.Düşünün ki köylü mehmet emminin,hasan amcanın önünü kesip ‘söyle bakalım solcumusun?sağcımısın”diye soracak cevap ters ise bir güzel dayak atacak kadar işi ileri ve zavallı bir noktaya götürmüşlerdir.Marks’ın belkide en büyük hatasıdır önce iktidarı ele geçirme, sonra devrimi gerçekleştirme teorisi.
    Türkiye’de de aynı şey uygulanmak istenmiştir ama bir türlü tutmamıştır.En bariz örneği de 9 marttır.Sol her zaman orduyu arka bahçesi olarak görmüş bu bağlamda cumhuriyetin kurucusu,asker kökenli Mustafa Kemalede sol bir elbise giydirmekten geri durmamışlardır.Şimdi sayın Zileli bardağın dolu tarafını göstermeye çalışıyor ama sol adına hareket eden çoğunluk halen bardağın boş tarafından bakmaya devam ediyorlar.
    Bugün bile, solun duayeni diye bildiklerimiz 27 mayıs darbesini ,yerinde ve meşru ve yerli bir darbe olarak göklere çıkarmaktalar..Solun büyük bir kısımı halen daha din konusunda katılığını muhafaza edip,din ile çatışmaktan vaz geçmiş değil.Oysa bolşevik devriminde Nur Vahidov lenine bu noktada, doğu Müslüman halklarına yerli ve kültürel yapısına uygun bir söylem geliştirmesi gerektiğini söylüyor ve onu bu noktada uyarıyordu.Aksi takdirde müslüman doğu halklarının beyaz Rusların liberal aldatmacalarına kanabileceğini ve devrimin doğuda çıkmaza gireceğini söylüyordu.Ve dediklerinde aynen haklı çıkmıştı.
    1960-70li yıllarda Türkiye’de sol hareketlerine baktığımızda lenin ve Stalin’den başka isim telaffuz edilmediğini görürüz.Bizde bir söz vardır der ki”adam duymuş horasanda halı dokunuyor ama enine mi uzununa mı?”Rusyada olanları üstün körü duymuş ama içeriği hakkında detaylı bir bilgiye sahip olmadan, devrim devrim diye orduyla milli cepheye koşan bir sol hereket.
    İşte bu stalinist,darbe sever hareketin kalıntılarıdır ki Atatürk’ü komünist Sultan Galiyevide sağcı- faşist ilan edebiliyor.Solun bu kalıntıları bugün AKP baskısını savunacak eski solcuları üretebiliyor.
    Bizim solumuz ne kadar halkçıyım diye bağırsa da biliyorum ki halkla hiç bir zaman bütünleşememiş,halka hiç bir zaman güvenememiş ve halka bir dayatma içinde olmuştur.1980 darbesi bu noktada bir kırılma yaratmışsa da solun 1970 yapımı kafa yapısını çok fazla etkilememiştir.Tam tersine solun bir türlü halktan ilgi görememesi bu noktada solu bir öz eleştiriye zorlamıştır.
    Karl Marks’la geçen diyaloğunda Bakunin tamda bu dayatmacılığın iyi sonuçlar doğurmayacağını söylüyordu.Halka gidin ve onlara kendilerini kendilerinin yönetmesi gerektiğini anlatın.Biz sizi yöneteceğiz derseniz halk neden bir diktatörlükten başka bir diktatörlüğün yönetimini tercih etsin .Evet bu mealde sesleniyordu devrimcilere.Sonrada Enternasyonal den ihraç ediliyordu.Yine Bakunin özgürlük olmadan sosyalizm köleliktir,zulümdür,diktatörlüktür diyerek yıllar yılar sonra haklı olduğunu göstermiş oluyordu.
    Toplumları dinsel ,kültürel,ve geleneksel yapısına göre değerlendirmek gerekir.Yok etme güdüsüyle değil yumuşatarak ve yaşatarak ikna etmek en güzel ve en geçerli yoldur.
    Bugün RTE başarılı kılan da halkın yapısını,düşünme tarzını iyi biliyor olmasıdır.Eğer öyle olmasaydı RTE değil öncesinde içinde yer aldığı hareket iktidara çoktan gelmiş olurdu.

    Sol hareket içinde,zihin yapısında barındırdığı zaman zaman ceberut laiklik,zaman zaman da farklı şekilde tezahür eden katılıklarını bir tarafa bırakamadığındır ki iktidara gelememiştir. Hatta bu katılık solun bir çok iyi hasletini de gölgede bırakmıştır.Artık her şey için sol geç kalmıştır.Bu ülkede bundan sonra bir devrim olacaksa bu da tüm kesimleri kucaklayan Anarşizm olur.

  8. “Özel yetkili” savcılara verilen talimatla açılan “12 Eylül davası”yla “bir”ileri insanlarla düpedüz alay ediyor. “Bir”i istediği için “özel yetkili” savcılar dava açıyor, “özel yetkili” mahkeme davayı başlatıyor ve bunun adına da “demokrasi”, “hukuk” ve “hesap sorma” deniliyor.
    Eğer ki, o “bir”i talimat vermeseydi, eğer ki, “özel yetkili” savcılar “yargının bağımsızlığı” adına bu talimata uymasalardı, “özel yetkili” mahkeme aynı gerekçeyle davayı reddetseydi ne olacaktı?
    Bu 12 Eylül davası, ne hukuksaldır, ne de meşrudur. Sadece “bir”inin talimatıyla yapılan bir “şov”dan ibarettir.
    Mahkeme kapısına yığılan, buldukları fırsatta “halaya duran” ve kendilerini “12 Eylül mağduru ve yakını” olarak tanıtanların böylesi bir “şov”un parçası olmaları hiç de kabul edilebilir değildir.
    Tarih çarpıtılmıştır ve çarpıtılmaya devam edilmektedir.
    12 Eylül askeri darbesi, emperyalizmin ve onun yerli işbirlikçilerinin, gelişen devrimci mücadeleyi engellemek ve yok etmek amacıyla siyasal yönetimi askerileştirmesinden başka bir şey değildir. Ve devrimciler, emperyalizme ve oligarşiye karşı iktidar mücadelesi yürüten devrimciler, asla 12 Eylül askeri darbesinin “mağduru” olmamışlardır. Devrimcileri, devrim mücadelesinde yaşamını yitiren ya da yitirmeyen devrimcileri, hiç kimse, kendileri bile “mağdur” gibi gösteremez.
    12 Eylül mahkemesi başlıyor diye adliye kapısına yığılan ya da yığdırılan insanların, devrimcilerin, devrimci oldukları, devrim istedikleri ve devrim yapmak için yola çıktıkları için “haksızlığa uğramış” (mağdur) insanlar olmadıklarını bilmeleri gerekirdi.
    Devrimcilerin “12 Eylül’le hesaplaşmak” diye bir sorunları yoktur. Devrimcilerin sorunu, sadece ve sadece devrim yapmaktır. Devrim mücadelesinde karşılarına çıkan güçlüklerin, baskıların, işkencelerin karşı-devrimci terörün ürünü olduğunu bilirler.
    Ve devrimciler, “görülecek hesapları”nı başkalarının üzerinden görmezler. Hele ki, her yanıyla ve her yönüyle karşı-devrimci bir siyasal iktidar “aracılığıyla” bunu yapmaya kalkışmazlar. Böyle bir şeyin mevcut iktidarın soldan meşrulaştırılmasından başka bir anlamı olmadığını bilirler.
    Eğer devrimci olduğunu söyleyenler “bir şeylere” maruz kalmışlarsa, sadece ve sadece devrimci oldukları içindir. Bunu çarpıtmaya, başka türlü göstermeye kalkışılmamalıdır. Bugün belki devrimci mücadelenin “esamesi” bile okunmayabilir. Belki bugün devrim yapmaktan söz edenler bir elin parmakları kadar azdırlar. Ama tarih, eğer bizim bildiğimiz tarih, sınıf mücadelelerinin tarihi doğruysa, bugünler de geride kalacaktır. İşte o gün geldiğinde gerçek ve kalıcı tarihsel hesaplaşma yapılacaktır.
    Bu nedenle, 105 yaşındaki Berfo Ana’yı ambulansla mahkeme kapısına getirenler, hiç çekincesiz soytarılık yapmaktadırlar. Mahkeme önünde toplanan, “halaya duran” insanlar, gençler, AKP iktidarının demagojik söyleminin figüranı yapılmışlardır.
    İlerici, demokrat, yurtsever ve belki de “solcu” herkesin yapması gereken tek şey, bu “şov mahkeme”yi tanımamak, boykot etmektir. İnsanları, ilk başta Berfo Ana’yı bu “şov”a alet edenlerin yüzlerine tükürmek belki de bunun ilk adımı olacaktır.
    Elbette bu soytarılığı tezgahlayanlar, bu tezgah için televizyon televizyon dolaşanlar günü geldiğinde hesap vereceklerdir.
    Bunu bir yere yazın!

    12 Eylül Mahkemesi Soytarılığı
    KURTULUŞ CEPHESİ – Mart-Nisan 2012

    http://www.kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc126_6.html

  9. Kimse darbecileri,diktatörleri,iskencecileri,idamcilari,parlemontoyu,secim hakkini kaldiranlari savunamaz.
    Darbe oldugunda gizlice degil acikcada ilk agzimdan cikanda iyi oldu demistim. Hic bir sey insan yasami kadar önemli degil cünkü..
    Kenan evren,evet sukadar kisiyi haksizca öldürmüs,iskence yapmisti falan.. Darbeyi yapmasaydi ne olurdu? daha kac kisi ölürdü? bilen varmi?gidisat nereydi? bilen varmiydi. I.selcuk Can pazari kelimesinin babasi olmaktan bahsederdi..Kendilerini kurtarici gören tüm örgütleri sildi biran..iyi oldu.iyi.Dingonun ahirinda ringo saniyorlardi..sus pus oldular birden..

  10. “Statüko Yıkılacak, Kemalizmden Kurtulunacak”

    Oligarşinin “ilerici, reformist, Atatürkçü” sloganlarla gerçekleştirdiği 12 Mart 1971 askeri darbesi öncesinde “düzenin değişeceği” umudu içindeki küçük-burjuvazi, Nisan sonlarında ilan edilen sıkıyönetimle birlikte başlatılan “balyoz harekâtı”yla tam bir şaşkınlık içine düşmüştür. Bu gelişme karşısında, özellikle küçük-burjuvazinin “sol” kanadı, büyük bir moral bozukluğu içinde o güne kadar savunduğu tüm ideolojik ve politik düşüncelerini hızla terk etmiştir. Bunun bir sonucu olarak, Doğan Avcıoğlu’ndan İlhan Selçuk’a kadar tüm küçük-burjuva aydınları, asker-sivil aydın zümrenin sol kanadı olarak yer aldıkları politik arenadan çekilmişlerdir.
    Kendilerini “ilerici”, “devrimci”, “kemalist”, “sosyalist” vb. sıfatlarla tanımlayan bu asker-sivil aydın zümre (küçük-burjuvazinin sol kanadı) politik arenadan çekilirken, arkalarında bir dizi korku ve şüphe ile ideolojik-politik perspektiflerin terk edilmesinin getirdiği bir kaosu bırakmıştır.
    1974 yılından itibaren gelişmeye başlayan devrimci mücadele, bu küçük-burjuva ideolojik-politik perspektifsizlik ve kaos ortamından etkilenmeye başlamış ve 1971-72 döneminde sürdürülen silahlı devrimci mücadeleye yönelik sözde eleştirilerin yoğunlaştığı bir sürece girmiştir.
    THKP-C’nin yürüttüğü mücadelenin yaratmış olduğu büyük etki karşısında bu eleştiriler asıl olarak THKP-C’nin ideolojik-politik-askeri çizgisine yönelmiştir. Onlar, bir yandan silahlı propagandanın “yanlışlığını” ispatlamaya çalışırken, diğer yandan THKP-C’nin ülke ve emperyalizm tahlillerinin geçersiz olduğu düşüncesini yaymaya çalışmışlardır.
    Bu süreçte, DY ve daha sonraki yıllarda KSD olarak bilinen kesim, THKP-C’nin ideolojik-politik ve askeri çizgisine yönelik saldırıların ve tahrifatların başını çekmişlerdir. Ve bu dönemde Kürt sorunu yeniden keşfedilmiş ve bu sorunun ayrılmaz bir parçası olarak “Kemalizm” başlı başına bir ideolojik-politik ayrım konusu haline getirilmiştir.
    Eski THKP-C’lilerin bir bölümünün oluşturduğu KSD oportünistleri, THKP-C çizgisini tümüyle reddederlerken, kendilerini tanımlayacak ideolojik-politik çizgiyi Kürt sorunu ve Kemalizm konularındaki “farklılık”la belirlemeye çalışmışlardır. Tümüyle Kürtlerin “ayrı örgütlenme”sine dayanan bu “farklılık”, bir “Kürt seksiyonu” (Tekoşin) oluşturarak pratik karşılığını bulmuştur.
    Devrimci mücadelenin ulusal temelde ayrı örgütlenmeye dayandırılması tezleri, birbiri ardına kurulan Kürt yan örgütlenmeleriyle yaygınlık kazanmıştır. Bu gelişmeyle, “ezen ulus milliyetçiliği”nin ülkemizdeki somut karşılığı olarak ilan edilen Kemalizm, giderek milliyetçilik, şovenizm ve ırkçılıkla özdeşleştirilmiştir.
    Öncü Savaşını ve silahlı propagandayı, dolayısıyla silahlı devrimci mücadeleyi reddeden KSD oportünistlerinin kendilerinin farklılıklarını göstermek amacıyla geliştirdikleri “Kemalizm” söylemi, oligarşinin “atatürkçü” 12 Eylül askeri darbesiyle birlikte kitlesel tutuklamaların, işkencelerin ve terörün karşılığı haline gelmiştir.
    12 Mart’ın yaratmış olduğu kaosun üstüne gelen 12 Eylül askeri darbesi, küçük-burjuva aydınlarını daha derin bir kaosa itmiştir. Avrupa’da 1980’lerde başlayan “marksizmin bunalımı” tartışmalarının rüzgarları 12 Eylül askeri darbesinin yoğun terörü ile birleşirken, Gorbaçov’un “glastnost” ve “perestroyka” sloganları küçük-burjuvazinin sol kanadına yeni bir “çıkış” yolu gibi görünmeye başlamıştır.
    Ancak 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağıtılmışlığı ile birlikte tüm “umut”larını bir kez daha yitiren küçük-burjuva sol aydınları, 1991-93 yıllarında PKK hareketine yönelik oligarşinin alabildiğine yoğunlaşan terörü karşısında, bir kez daha kendi kişisel yaşamlarından kaygılanmaya başlamışlardır.
    Bu ortamda, “gerçekten demokratik kurumlar getirmekte umutsuzluğa kapılan ve bir dizi (‘kültürel’) sorunda her ulusun proletaryasıyla burjuvazisini yapay olarak birbirinden ayrı tutarak, burjuvazinin ulusal kavgalarından kurtulmaya çalışan”[1*] küçük-burjuva aydınları, “ver-kurtul” söylemini geliştirmeye başlamışlardır. Aralık 1993’de yapılan “Demokratik Kurultay”da Nail Satılgan’ın Kürt sorununun “mantıklı” ve “olabilir” tek çözümünün “gayri mülki ulusal kültürel özerklik” olduğuna ilişkin “önerisi”, “ver-kurtul”culuğun başlangıcı olmuştur.
    Sol adına geliştirilen “ver-kurtul”cu “gayri mülki ulusal kültürel özerklik” (toprak dışı ulusal kültürel özerklik) karşısında faşist MHP tarafından “vur-kurtul”culuk geliştirilmiştir.
    Böylece 1993 sonlarına gelindiğinde, “vur-kurtul”la kendisini ifade eden Türk milliyetçiliğinin karşısında, PKK hareketinin giderek Kürt milliyetçiliğini öne çıkarması Kürt ulusal sorununun geleceğini tümüyle askeri bir “zafer”e bağlı hale getirmiştir.
    Bu gelişme karşısında kendilerini “solcu” olarak tanımlayan küçük-burjuva aydınları tümüyle içlerine kapanmışlar ve ortalıkta görünmemeye özen göstermişlerdir.
    24 Aralık 1995 seçimlerinde Erbakan’ın RP’sinin birinci parti olarak çıkması “şeriat tehlikesi”nin yeniden gündeme gelmesini getirmiştir.
    Kendisini tümüyle “vur-kurtul” sloganıyla Kürt ulusal hareketinin askeri olarak yok edilmesine angaje etmiş olan faşist MHP karşısında küçük-burjuva aydınlarının korkak “ver-kurtul”culuğunun tüm politik ilişkiler alanını kapsadığı bir ortamda “şeriat tehlikesi” sessiz sedasız gündemin ilk sıralarına yükselmeye başlamıştır.
    1980 sonrasında “sol” küçük-burjuva aydınları ile “islamcı kesimler” arasında başlatılan “yakınlaşma” ve giderek geliştirilen ortak söylemler ve ittifaklar, RP’nin birinci parti olmasıyla birlikte “sol”u, daha tam ifadeyle, “sol”u temsil ettiği varsayılan küçük-burjuva aydınlarını politik olarak tümüyle etkisizleştirmiştir.[2*]
    Bu durumda, “şeriat tehlikesi”ne karşı “duyarlılık”, tümüyle küçük-burjuvazinin sağ kanadının misyonu haline gelmiştir. Popülist söylemde “beyaz Türkler” olarak tanımlanan bu küçük-burjuvazinin sağ kanadı, özellikle yahudi azınlıkla geliştirdikleri iş ilişkilerinin desteğiyle “anti-şeriatçı” hareketin başına geçmişlerdir.
    “28 Şubat süreci”ne gelindiğinde, ülkenin gündeminin birinci maddesi “şeriat tehlikesi” olurken, “ulusal sorun” yavaş yavaş gündemin alt sıralarına inmeye başlamıştır.
    1997 yılında, bay %5 Ertuğrul Özkök’ün yönetiminde Doğan Holding medyası ve “tanklarla balans ayarı yapan” Genelkurmay ülkemizdeki politik ilişkilerin karar mercii haline gelmiştir. Bu kesimlerin şeriatçılığa karşı savaş sloganları “laik cumhuriyet” ve bayrakları Mustafa Kemal olmuştur.
    Bu politik ilişkiler içinde gerçekleştirilen 28 Şubat “post-modern darbe” ile birlikte “Mustafa Kemal” ve “atatürkçülük” bir kez daha politik söylemlerin ve sloganların temeli haline gelmiştir.
    1999 Mart seçimlerine gelindiğinde, “ulusal sol” söylemiyle ortaya çıkan B. Ecevit’in DSP’si ile “Türk milliyetçiliğinin” değişmez faşist partisi MHP, seçimlerden “en büyük parti” olarak çıkmışlardır. Seçimlerden sonra kurulan DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti “medya”-Genelkurmay ittifakının ortak hükümeti olmuştur.
    A. Öcalan’ın 1999 Şubat’ında Kenya’da yakalanarak ülkeye getirilmesiyle başlayan PKK hareketindeki çözülme, “ulusal sorun” la ilgili tüm politik güçleri ve söylemleri etkisizleştirirken, “şeriat tehlikesi”nin 1999 seçimleriyle bertaraf edildiği kanısı, küçük-burjuvaların tüm dikkatini politikadan ekonomiye yöneltmiştir.
    1990-1999 yılları arasında yaşanan siyasal çatışmalar ortamında kent küçük-burjuvazisinin “ertelenmiş talepleri” ekonomiye olan yönelimin belirleyicisi olmuştur.[3*]
    Artık küçük-burjuvazi “en hızlı kredi kartı çeken” kişiler olarak ithal mallarının en büyük tüketicisi ve borsanın en büyük izleyicisi haline gelmiştir. Herşey kredi kartı-borsa-ithal malı tüketimi üçgeni içinde ele alınmaya başlanmıştır. “Beyaz Türkler”, yani küçük-burjuvazinin sağ kanadı, “medya”daki gücüyle bu yeni sürecin hegemonik gücü olarak ideolojik ve politik ilişkilerin belirleyicisi olmuştur.
    1999 sonunda IMF ile yapılan stand-by anlaşması ve ardından IMF’nin 2000 yılında uygulamaya sokulan “döviz çıpası” programıyla, küçük-burjuvazi bir bütün olarak, her türden eski politik ve ideolojik düşünceleri ve tutumları bir yana bırakarak “tüketim ekonomisi”nin savunucusu haline gelmiştir. Bu andan itibaren küçük-burjuvazinin politik tutumunu belirleyen, onun tüketim isteği ve gücüdür. “Beyaz Türkler”in “medya”daki “teorisyen ve ajitatörleri”ne bakıldığında bireysel tüketimle belirlenen politik tutum daha açık görülecektir.
    Küçük-burjuvaziye egemen olan bu “tüketici politika” kavrayışının belirli bir çizgisi ve terminolojisi mevcut değildir. Herşey, küçük-burjuvanın içinde bulunduğu andaki tüketim isteğine göre belirlenmektedir. Bu tüketim isteği, “pozitif ayrımcılık” açısından reklamlarda ifadesini bulurken, “negatif ayrımcılık” açısından, yani tüketim isteğini engelleyen durumlarda, politik tutum değişikliğinde somutlaşmaktadır. Bu politik tutum değişikliğinin sloganları, kimi zaman “globalizm” gibi bireysel tüketimi artıracağı varsayılan sloganlar olabileceği gibi, kimi zaman “sivil toplum”, “statüko” gibi her isteyenin istediği gibi anlam yükleyebileceği amorf sözcükler olabilmektedir. Ama her durumda bu sloganlar, onların bir savaş aracı olarak hizmet etmektedir.
    İthal malların tüketimine bağımlı hale gelmiş olan küçük-burjuvazi için artık, (popüler söylemle ifade edersek) “vatan, millet” gibi kavramların hiçbir değeri bulunmamaktadır. Böylece tekelci kapitalizmin (emperyalizmin) “serbest rekabet, milliyetçilik ve demokratik yönetim ilkelerini bir yana iterek, yerlerine tekel, kozmopolitizm ve oligarşik diktayı ikame etmelerinin”[4*] küçük-burjuvazideki sonuçları görünür olmuştur. Onların tüm demokrasi anlayışı, kendilerinin tüketim isteğinin yerine getirilmesinden ibarettir.
    Küçük-burjuvazinin bir bütün olarak “tüketim ekonomisi”ne entegre olması ve tüketim isteğiyle belirlenen politik tutumu, kendi içlerinde hiçbir çelişkinin ve çatışmanın mevcut olmadığı ve homojen bir bütün oluşturdukları anlamına gelmemektedir. Küçük-burjuva kesimlerinin tüketim istekleri (ki bu tüketim alışkanlıklarını da içermektedir) ve tüketim güçleri arasındaki eşitsizlikler ile bunların konjonktürel olarak değişimi, kaçınılmaz olarak kendi aralarında farklılaşmalara ve çatışmalara neden olmaktadır. Bu çatışma ve farklılaşmalar da, yeni ve kendi dışlarında müttefik arayışları ortaya çıkardığı gibi, değişik politik söylemler ve sloganlara sahip olmalarına da neden olmaktadır. Bugün “kemalizm” ve “statüko” üzerine yürütülen polemiklerin ve demagojilerin güncel kaynağı bu yeni müttefik arayışları ve buna bağlı geliştirilen politik tutumlardır.
    Burada küçük-burjuvazinin alt bölümlerinin ve onların olası müttefiklerinin kimler olduğunun bilinmesi, sürecin kavranmasında önemli bir yere sahip olmanın ötesinde, ülkemizdeki siyasal olayların kavranılmasında da özel bir yere sahiptir.
    Genel olarak küçük-burjuvazi kavramı, eğitim görmüş ve belirli bir iş kolunda çalışan tüm kentlileri tanımlamak için kullanılmaktadır. Tanım böylesine geniş olunca, kaçınılmaz olarak küçük-burjuvazi, gecekondularda oturan eğitim görmemiş, kırsal özelliklerini sürdüren kesim ile işçi olarak tanımlananlar dışında kalan tüm kentli nüfusla eşdeğer hale gelmektedir. Bu bağlamda, serbest meslek sahipleri, devlet memurları, öğretmenler, öğrenciler, işverenler ve bunların yanında ücretli çalışanlar (büro personeli dahil) küçük-burjuvaziyi oluşturmaktadır. Böylece küçük-burjuvazi, “emekçi” kategorisinden “işveren” kategorisine kadar değişik sınıfların bir bileşeni, “mozaik”i olarak gösterilmektedir. Bu durumda, küçük-burjuvazi, bir toplumsal sınıf olmaktan çok, değişik sınıfların bir bileşeni olan geniş bir toplumsal tabaka olarak kabul edilmektedir.
    Küçük-burjuvazinin bu muğlak ve amorf (şekilsiz) tanımının en ilginç olgusu ise, bu tanım kapsamına alınan kesimlerin bunu benimsemiş olmaları, kendilerini küçük-burjuva olarak kabul etmeleridir.
    Gerçekte ise, küçük-burjuvazi ile küçük-burjuva ideolojisi birbirine karıştırılmakta, küçük-burjuva ideolojisinin etkisi altında olan herkes küçük-burjuvaziye dahil edilmektedir.
    En çok kabul gören kavrayış ise, tüketici olan herkesin küçük-burjuva olduğudur. Doğal olarak bu “tüketici kitlesi”nin ortak çıkarı tüketim alanında ortaya çıkmaktadır. Bu, kapitalist ekonomi açısından metaların üretim sürecini değil dolaşım sürecini ilgilendiren bir olgudur.

    KÜÇÜK-BURJUVALARI İLGİLENDİRMEYEN KISA BİR KURAMSAL BİLGİ

    Burada kapitalist üretim ve dolaşım süreci üzerine birkaç bilgiyi anımsatmak gerekli olmaktadır.
    Kapitalizmde sermayenin birikim süreci, aynı zamanda onun dolaşım sürecidir. Bu sürecin ilk evresi, para sahibi kapitalistin pazardan üretim için gerekli metaları (işçilerin emek-gücü başta olmak üzere tüm üretim araçlarını) satın aldığı evredir.
    Kapitalist tarafından satın alınan üretim araçları üretim sürecinde tüketilir ve içine işçilerin karşılığı ödenmemiş emeğinin değeri eklenerek yeni bir meta ortaya çıkar. Böylece sermayenin üretim süreci tamamlanmış olur. Bu süreçte üretilen yeni metalar (mallar), üretimlerinde tüketilen maliyetlerin yanında, üretim sürecinde ortaya çıkan artı-değerden oluşan bir değere sahiptir. Ancak meta (mal) olarak vardır, dolayısıyla kapitalistin üretim sürecine başlamadan önce elinde bulunan para (para-sermaye) şimdi artı-değeriyle birlikte sadece meta (mal) haline dönüşmüştür. Bu meta (mal) satılmadığı sürece meta-sermaye olarak varolmaya devam eder. Onun yeniden para-sermayeye (paraya) çevrilebilmesi için satılması gerekir. İşte bu meta-sermayenin para-sermayeye dönüştüğü, yani malların satılarak para elde edildiği sürece, sermayenin dolaşım süreci adı verilir.[5*]
    Bu dolaşım sürecinin en temel özelliği, metalarda maddeleşmiş olan karşılığı ödenmemiş emeğin, yani artı-değerin gerçekleşme alanı olmasıdır. Bir başka deyişle, metalarda somutlaşan artı-değerin gerçekleşmesi için satılmaları gerekir ve dolaşım sürecinin ilk evresi bunu sağlar. Bu yönüyle sermayenin dolaşım süreci, aynı zamanda ticaret alanıdır. Dolayısıyla tüccar sermayesinin devreye girdiği yerdir.
    İşte insanların tüketici olarak meta satıcılarının karşısında yer aldıkları pazar, bu dolaşım sürecinin en temel unsurudur ve ticari ilişkiler alanı olarak görülmesine karşın, asıl olarak artı-değerin gerçekleştirildiği, paraya dönüştürüldüğü alandır.
    Sermaye açısından ticaret, metaların satıldığı ve içerdikleri karşılığı ödenmemiş emeğin paraya dönüştürüldüğü ilişkiler alanı iken, bu metaların alıcıları açısından belirli bir ihtiyacın karşılanması amacıyla malların satın alınmasından ibarettir.
    Pazarda metaların satıcısı olarak yer alan tüccarın karşısında metaların alıcıları, hangi sınıftan ya da toplumsal tabakadan olurlarsa olsunlar, sadece alıcıdırlar, metaların tüketicisidirler. Bu yüzden işçiler, köylüler, küçük-burjuvalar ve tüm sermaye sahipleri pazarda sadece para sahibi kişi olarak yer alırlar. Dolayısıyla pazarda meta alıcısı olarak ortaya çıkan herkes, meta satıcısının karşısında para sahibi kişi davranışları sergiler. Elindeki parayla alabildiğince daha çok metayı daha ucuza almak, satıcı (tüccar, esnaf vb.) tarafından “kazıklanmamak” bu para sahibi kişilerin ortak amaçlarıdır.
    İşte tüketici olan herkesi, yani pazarda meta alıcısı olan herkesi küçük-burjuva ilan eden kavrayış, bu para sahibi kişilerin ortak noktalarını öne çıkartır. Onların pazardaki konumlarına bakarak ayrı bir toplumsal kesim oluşturduklarını ilan eder. Sınıf mücadelesinin sona erdiğini, sınıf ayrımlarının önemini yitirdiğini, bunların yerini “geniş kesimleri birleştiren” çevrecilik, kadın sorunu, tüketici hakları gibi ortak sorunların oluşturduğu “çokluğun” yer aldığını ilan eden teoriler ve söylemler hep bu ayrımdan yola çıkmaktadırlar. Böylece insanların üretim sürecindeki konumlarına bakarak belirli toplumsal sınıflara ayrıştığını belirleyen marksizm-leninizmin karşısına, insanların pazardaki konumuna bakarak, yani sermayenin dolaşım sürecindeki yerlerine bakarak “çokluk” oluşturduğu düşüncesi çıkartılmıştır.
    Burada küçük-burjuvalar için, kendilerinin bir sınıf ya da bir toplumsal “çokluk” olup olmadıkları hiç bir değere sahip değildir. İstenildiği kadar sınıfların varlığından, tarihin sınıf mücadelelerinin tarihi olduğundan, gelişen tüm siyasal olayların bu sınıf mücadelesinin yansıması olduğundan söz edilirse edilsin, küçük-burjuvalar için bunların hiç bir değeri ve anlamı yoktur. Onun tek sorunu tüketimdir, dolayısıyla pazarda tüketici (metaların alıcısı) olarak ortaya çıktığında, elindeki parayla azami ölçüde meta satın almasını sağlayacak ilişkiler ve güçler önemlidir. Bu nedenle, onları ilgilendiren, ellerindeki mevcut paranın alım gücüdür. Onların dünya görüşünü ve politik tutumunu belirleyen de budur.
    Bu nedenle küçük-burjuvalar, kişilerin eline geçen paranın, yani pazarda daha fazla meta almalarını sağlayacak para miktarının artırılması yönündeki isteğe ve mücadeleye (ücret artışı isteği ve sendikal mücadele) ilgisizdirler. Geçmiş dönemin mücadeleleri karşısında oligarşik yönetimin uyguladığı terörle sindirilmiş, korkutulmuş ve sadece “tüketim ekonomisi”nin bir parçası olmakla yetinmeye boyun eğdirilmiş küçük-burjuvalar için “ücret artışı” istemi, “yeni çağın”, “globalleşen dünyanın” “gerçekleri”yle örtüşmez. “Ücret sendikacılığı” anlayışı “sonsuza kadar” terk edilmelidir! “Globalleşen dünyada” sendikaların görevi, “ücret artışı” gerçekleştirmek değil, “üretim artışı” gerçekleştirmek olmalıdır! Çünkü küçük-burjuvalar için, belirli bir zaman diliminde bir mal ne kadar çok üretilirse maliyeti o kadar düşük olacağından, o malın satış fiyatı da düşük olacağı için, onlar bu malları daha fazla tüketebileceklerdir.
    Böylece işçi sınıfı, küçük-burjuvanın tüketimini artırmaya hizmet edecek olan, metaların maliyetlerini düşüren basit ve sıradan ekonomik bir araçtan (enstrüman) başka bir şey değildir.
    Bu küçük-burjuvaların tek yaşam amaçları ellerine geçen parayla olabildiğince çok tüketmek olduğu için, bu amaca ulaşmaya hizmet edecek her araç “mübahtır”. Amaç ellerine geçen parayla olabildiğince çok tüketmek olduğundan, metaların fiyatlarıyla ilgilidirler. Ellerine geçen parayla daha fazla tüketim malı almalarını sağlayacak her türlü ekonomik önlemin ve söylemin arkasına takılırlar. Bu özellikleriyle üretim süreciyle ilgili herşeye sırtlarını dönerler. Üretici kesimlerin durumu ve geleceği onları ilgilendirmez. IMF dayatmasıyla buğday, şeker vb. tarım ürünlerine yapılan sübvansiyonların kaldırılması olayında bu açıkça görülmüştür.
    Anımsanabileceği gibi, iç ve dış borçların “çevrilemez” hale geldiği aşamada IMF’yle yapılan stand-by anlaşmasıyla tarım ürünlerinden sübvansiyonlar kaldırılmıştır. Sübvansiyonların devlete yıllık olarak milyarlarca dolara mal olduğu, dolayısıyla devletin iç ve dış borçlarının arttığı iddiasıyla başlatılan IMF uygulaması, ülke içi fiyatların dünya fiyatlarından çok yüksek olduğu, dolayısıyla köylülere “siyasi amaçlarla”, yani onların oyunu alabilmek için “değer transferi” yapıldığı ve bunların “bizden” (yani küçük-burjuvalardan) alınan vergilerle karşılandığı söylemleri ile popülize edilmiştir.
    Bugün bile, bu söylemin ve ideolojinin savunucusu ve propagandisti olan “televoleci ekonomistler”den Deniz Gökçe şöyle yazabilmektedir:
    “Türkiye yakında önemli bir konuda karar vermek zorunda kalacak. Bilindiği gibi Türk siyasetinde geçmişte büyük bir yanlış içinde idi. Yanlış, oy peşinde koşarken, küçük bir çıkar grubunu korumak için (mesela ailelerle beraber toplamı bir iki milyonu geçmeyen ilgilisi olan bir tarım ürününü korumak uğruna) toplumun genelini, (yani 70 milyon tüketiciyi) bazı şeyleri pahalı tüketmek zorunda bırakmaktır. Bu akıllı bir yaklaşım değil. Çünkü bir ürün üreticisi kendi ürününde millete kazık atarken, tüm diğer ürün üreticileri de ona kazık atmakta. Sonuçta kazık yemeyen yok!”[6*] (abç)
    “Televoleci ekonomist”in “ailelerle beraber toplamı bir iki milyonu geçmeyen ilgilisi olan” “küçük bir çıkar grubu” olarak tanımladığı köylülerin karşısına “70 milyon tüketici” çıkartılarak yapılan demagoji, “tüketim ekonomisi”ne entegre olmuş küçük-burjuvaların psikolojik ve ideolojik bakışını en iyi biçimde ortaya koymaktadır.
    Kısacası “üretim hiçbir şeydir, tüketim herşeydir” şeklinde ifade edilebilecek küçük-burjuva bakış açısı, 2001 Şubat kriziyle birlikte egemen hale gelmiştir.

    KEMALİZM, STATÜKO VE HİZMETLER SEKTÖRÜ

    Küçük-burjuvazinin metaların üretimiyle olan her türden ilgisini ve ilişkisini keserek, tüm çabasını ve varlığını tüketime yöneltmesinin maddi temeli ise hizmetler sektöründeki gelişmede yatmaktadır.

    İstihdamın Sektörel Dağılımı (.000)
    Tarım Sanayi Hizmetler
    1980 7.583 1.911 4.317
    1989 8.380 2.561 5.792
    1999 10.096 3.329 8.557
    2000 7.187[*] 3.733 9.658
    2001 7.217[*] 3.734 9.416
    2002 6.931[*] 3.851 9.638

    Bu tablodan açıkça görüleceği gibi, yirmi yılda hizmetler sektöründe çalışan nüfusta iki misli artış olmuştur. Yaklaşık on milyon kişinin istihdam edildiği hizmetler sektöründe çalışanların yaklaşık bir milyonu turizm sektöründe, 700 bini “finans” sektöründe çalışmaktadır. Ticaret alanında çalışan nüfus ise dört milyona yakındır.
    Toplam on milyona yakın bir nüfus, ekonomik terimlerle ifade edersek, tümüyle dolaşım alanında işlev yapan sermayeye bağlı olan, hiçbir artı-değer üretmeyen, sadece üretilmiş artı-değerin gerçekleştirilmesine hizmet eden “çalışan nüfus”u oluşturmaktadır. Özellikle 1980 askeri darbesi sonrasında ithalatın tümüyle serbest bırakılmasıyla birlikte gelişen tüketim malları ithalatı, hizmetler sektöründe çalışan nüfusta büyük bir artışa neden olmuştur. 1990 sonrasında turizm yatırımlarına yönelik teşvikler ve mali sektördeki liberalizasyon uygulamaları hizmetler sektöründe çalışan nüfusta ikinci büyük genişlemeyi sağlamıştır.
    Böylece çalışan nüfusun yaklaşık yarısı tüketim malları ticaretinde istihdam edilmiştir. Bu çalışan nüfusun iş güvencesi ve geliri tümüyle tüketim mallarına olan taleple belirlendiğinden, pazardaki konjonktürel gelişmelerden doğrudan etkilenmektedirler. Bu çalışan nüfus içinde satıştan alınan yüzdeye bağlı gelir sahibi olanların sayısı gün geçtikçe artmıştır.
    İşte çalışan nüfusun (DİE sözcükleriyle ifade edersek “iktisaden faal nüfus”un) yarısını oluşturan ve artan oranda satıştan alınan yüzdeye (prim) bağlı olarak çalışan kesimler, kendi işlerini ve gelirlerini sürekli kılacağını varsaydıkları söylemlerin ve politikaların izleyicisi durumundadırlar. Onların primlerinin artmasını önleyen herşey “statüko”dur, primlerini artıran herşey bir “devrim”dir. Laiklik ya da şeriatçılık onları sadece pazar ilişkilerini etkilediği ölçüde ilgilendirir. Örneğin “göbeği açıkta bırakan tişört” olayından, bu tişörtü üreten tekstilciden daha çok bu tişörtü satanlar etkilenmektedirler. Tıpkı selülit reklamının AKP’li bakanın talimatıyla kaldırılmasında olduğu gibi, “göbeği açıkta bırakan tişört” satıcıları birden “laik” kesilebilmektedirler.
    Bu sektörde çalışanlar için Avrupa Birliği (AB), daha fazla tüketim malı ithalatı ve daha fazla Avrupa şirketlerinin iç pazara girmesi anlamına gelmektedir. Eğer kendilerini “kemalist” olarak adlandıranlar AB’ye karşı iseler, onlar “kemalizm”e karşıdırlar. Eğer “kemalizm”, “çağdaş uygarlık düzeyine yükselmek” olarak, iç pazarın artan oranda emperyalist ülke sermaye ve mallarına açılması anlamına geliyorsa, onlar en hızlı “kemalistler”dir.
    Böylece, T. Özal’ın “genç ve yakışıklı” varisi Mesut Yılmaz “iş dünyasında gençleşmenin temsilcisi” olarak gösterildiği ölçüde bu kesimden oy alırken, kendilerine “iki anahtar” (ev ve otomobil anahtarı) vaat eden Demirel ve onun “güzel sarışın” varisi Tansu Çiller’e oy verebilmişlerdir. Aynı şekilde “Türki cumhuriyetler pazarı”nı açacağı varsayılan MHP bu kesimlerin yeni bir yönelimi olarak ortaya çıkarken, Erbakan’ın partisi “islam ortak pazarı”nı gerçekleştirerek yeni ticaret olanakları yaratacağı sanısıyla aynı kesimlerin seçim tercihi olabilmiştir.
    Hizmetler sektöründe çalışanlar için “sol” ise, ithalata bağımlı ekonomiye karşı olduğu ölçüde “statükocu”dur; “serbest pazar ekonomisi”ne karşı olduğu ölçüde “gericidir”; yabancı sermayeye karşı olduğu ölçüde “çağdışı”dır, “çağın gerçeklerini anlamaktan aciz”dir. “Sol”, iç ve dış ticaretin devlet denetimine alınmasını, merkezi planlamayı savunduğu oranda “devletçi”; tarımın ve yerli sanayinin dışa bağımlılığına karşı olduğu oranda “milliyetçi”; gelir dağılımındaki dengesizliği düzelteceği ölçüde “halkçı” (popülist anlamında); merkezi yönetimden yana olduğu ölçüde “cumhuriyetçi” ve ihtilâlci olduğu anlamda “devrimci” olduğu için “kemalist”tir ve onlar, bu “kemalizm”e karşıdırlar.
    Onların politik kavramlarla hiçbir alıp veremedikleri yoktur. Onlar için, politik kavramların sunuluş biçimi önemlidir. Mal ve hizmet ticaretiyle (pazarlama) uğraştıkları için, mal ve hizmetin işlevinden çok nasıl sunulduklarına önem verdiklerinden, politik kavramların içeriğine değil, “ambalajı”na değer verirler. “Statüko”ya karşıdırlar ama statü peşinde koşarlar. Siyah laptop ya da Hummer vb. “dört çeker araba” onların statü simgeleridir.
    Kendileri mal ve hizmet pazarlama işiyle uğraştıkları için, yani her an ve herkesi aldatmaya hazır olduklarından, kendilerinin de her an ve herkes tarafından aldatılacaklarını düşünürler. Bu yüzden kendilerinden başka kimseye güvenmezler. Mal ve hizmet satabilmek için her türlü yalanı söylemeye hazır olduklarından, söze hiçbir biçimde ve hiçbir zaman güvenmezler. Ancak her türlü yalanla her türlü mal ve hizmeti pazarlayabileceklerine inandıklarından, kendini beğenmiş tavırlar sergilerler. Dünyanın alım-satımdan ibaret olduğuna inandıkları için her şeyin bir fiyatı olduğunu düşünürler ve bu yüzden kendilerini pahalıya satmaya çalışırlar.
    Yukardan aşağıya, emperyalizme bağımlı olarak gelişen çarpık kapitalist üretim ilişkileri içinde yaşadıkları için, ne kapitalist anlamda “ticari ahlak”a, ne de burjuva kültürüne sahiptirler. Onlar için, kredi ya da borç para, karşılığında hiçbir şey ödenmeden alınan bir şey olduğundan, kendilerini borçlu olarak görmezler. Ödeme zamanı geldiğinde ise, dünyanın en namuslu ve en dini bütün kişileri olarak “borcum borç” diyerek yemin billah ederler.
    Hizmetler sektöründe çalıştıkları için, “hizmette kusur etmezler”. Kendilerine para kazandıran herkes “müşteridir” ve “müşteriyi memnun etmek” yaşamlarında sahip oldukları tek ahlak ilkesidir. Mal ve hizmeti pazarlayabilmek için yapamayacakları şey, giremeyecekleri kılık, söyleyemeyecekleri söz yoktur. Bu yüzden, aristokratların hizmetçilerinin sahip olduğu onura bile sahip değillerdir. Aşağılanmak, “işin gereği” olarak kabul edildiği için, onur kırıcı olarak görülmez. Onlar için bahşiş, işi iyi yapmanın “primi”dir. Daha fazla “prim” alabilmek için önünde eğilmeyecekleri hiç kimse yoktur.
    Onlar, “beyaz yakalı işçiler” olarak ülkemizdeki “beyaz Türkler”i oluştururlar. Hizmetler sektöründe çalışmayı hizmetçi (uşaklık anlamında) olmakla özdeş sandıklarından, hizmetine giremeyecekleri kişi, ülke ya da bayrak dünyada mevcut değildir. Bu nedenle kendilerini “kozmopolit kişi” olarak görürler.

    … VE SOL

    Her türlü uluslararası para-sermayenin (küçük-burjuva ekonomistlerinin tanımıyla “sıcak para”) hiçbir denetime sahip olmaksızın faaliyet yürüttüğü, her türlü emperyalist ülke mallarının ithalatının serbest olduğu ve cari işlemler açığının turizm gelirleriyle kapatılmaya çalışıldığı bir ülkede on milyon istihdam kapasitesine sahip hizmetler sektörünün yarattığı ilişkiler karşısında sol ise, legal parti işletmecilerinden sendika profesyonellerine, sol “eşraf”tan “profesyonel yayıncılar”a kadar tümüyle bu sektör içinde yer almaktadır. Dolayısıyla tüm ideolojik ve politik kavrayışları bu sektörün oluşturduğu ilişkiler tarafından belirlenmiştir. Geçmiş dönemin devrimci mücadeleleri karşısında oligarşik yönetimin uyguladığı terörle “her türlü şiddet” ve “devlet” karşıtı haline gelmiş olan bu “sol”, kaçınılmaz olarak geçmişlerinden gelen “pazarlanabilir” ideolojik ve politik söylemleri pazarlamak peşindedirler. Doğal olarak bu pazarlama işinde hizmetler sektöründe egemen olan “teknikleri” kullanmaktadırlar. Kapitalist pazardaki arz-talep ilişkisinin konjonktürel dalgalanmasına uygun olarak değişkenlik gösteren bu “teknikler”, “her şey hareket halindedir ve her şey durum değiştirir” diyalektik ilkesine uyarlanmıştır. Sola ait olan her türlü değer (ilkesellik, gerçeklik, dürüstlük vb.) süreklilik gösterdiği ölçüde “dogma” ya da “put”tur. Ve onlar konjonktüre uygun olarak bu “dogma”ların ve “put”ların yıkıcısı misyonunu üstlenmişlerdir. En sekter sol örgütler bile klasik oportünistler haline dönüşmüşlerdir.
    “Oportünizm bukalemun gibidir. Çeşitli kılıklara bürünerek sosyalist hareket içinde ortaya çıkar… Oportünizmde ilke istikrarı diye birşey yoktur. Düne kadar savunduğu ilkelerin niteliği kitlelerin gözünde açıklığa kavuşunca, o bu ilkeleri en ağır suçlamalarla karalar. Onun için tek şey önemlidir: ‘Herşeye rağmen proletaryanın devrimci hareketini nasıl pasifize edebilirim?’. Bu eyleminde Marksist ilkeler sadece basit birer araçlardır.”[7*]
    Bu genelleşen oportünist anlayışa göre, “statüko” mevcut düzen olarak kabul edildiği sürece “yıkılması” gereken birşeydir. “Statüko”yu yıkan ya da yıkmaya yönelen her hareket ve eylem desteklenmelidir. Mevcut düzenin (“statüko”) “koruyucu ve kollayıcısı” olarak ortaya çıkan oligarşinin ordusunun “atatürkçülük”ünden (son dönemde söylem değiştirilerek “atatürkçülük” yerine “kemalizm” sözcüğü kullanılmaktadır) ve onun teröründen kurtulmanın yolu da buradan geçmektedir. “Statüko”yu yıkanın, kim ve hangi amaçla yıktığı değil, yıkması önemlidir. Tıpkı pazarlanan malın niteliğinin değil biçiminin önemli olması gibi.
    Burada solda bugüne kadar yapılmış “kemalizm” tahlillerinin hiçbir önemi bulunmamaktadır. Bu tahliller, ister “kemalizm”i, “küçük-burjuvazinin en sol, en radikal kesiminin milliyetçilik tabanında anti-emperyalist bir tavır alışı”, “devrimci-milliyetçilerin, emperyalizme karşı aldıkları radikal politik tutum”[8*] olarak saptayan tahliller olsun; ister “kemalizm”i, “komprador Türk büyük burjuvazisinin ve orta burjuvazinin sağ kanadının ideolojisi”[9*] olarak tanımlayan tahliller olsun, bir yana bırakılmış ve yerine demokratikleşmeyi engelleyen, muhalefeti zorla sindiren, her türlü işkence ve terörü meşru gören, ırkçı-milliyetçi, şovenist ve faşist yönetim ve yönetim anlayışıyla özdeşleştirilmiş “kemalizm” tanımı geçirilmiştir.
    Böylece “kemalizm”, sömürge tipi faşizmle, oligarşik diktatörlükle özdeş hale gelmiştir. Bir başka deyişle “kemalizm”, devletin (gerçekte ise oligarşik yönetimin) “resmi ideolojisi” olarak ilan edilmiştir. Bu “resmi ideoloji”, “olağan zamanlarda” askeri güçlerin siyasal yönetimde belirleyici rol üstlendiği “temsili demokrasiyi”, “olağanüstü” durumlarda askeri cuntayı, misak-ı milliyi, Kürt sorununda inkarcılığı, şovenizmi temsil etmektedir. Böyle olunca, “resmi ideoloji”nin bertaraf edilmesi “kemalizm”den kurtulmakla ve “statüko”nun yıkılmasıyla özdeşleşmiş olmaktadır. Bu gerçekleştiği oranda “zafere” ulaşılmış olacaktır.
    “Resmi ideoloji”nin, yani “kemalizm”in bertaraf edilmesiyle, askeri darbelerin meşrulaştırıcı ideolojisinden kurtulunacağı için, yeni askeri darbe olasılığı da ortadan kalkacaktır!
    Aynı şekilde “kemalizm” ideolojisinden kurtulunduğu ölçüde, Kürt sorunundaki inkarcılık ortadan kalkacak, şovenizm etkisizleşecek ve giderek sorunun “demokratik” çözümü için sosyal ve psikolojik koşullar oluşacaktır.
    Böylece ülkeye huzur, barış ve istikrar geleceğinden, ekonomik faaliyetler canlanacak, ülkedeki istikrarsızlıklar yüzünden bir türlü gelemeyen yabancı sermaye ülkeye akın edecek, yeni iş olanakları çıkacak ve ticaret alabildiğine genişleyecektir. Her ne kadar bu “huzur, barış ve istikrar ortamında” ekonomide meydana geleceği varsayılan gelişmeler solun amaçlarıyla çakışmasa da, küçük-burjuvaların istemleriyle çakışmaktadır. Dolayısıyla solun “resmi ideoloji”ye (“kemalizm”) karşı savaşında “globalleşen dünyanın” küçük-burjuvaları bir müttefik olarak ortaya çıkmaktadır.
    AB fonlarından fonlananlar, oligarşinin “sivil toplum örgütü” vakıflarından beslenenler, solun “resmi ideoloji”ye karşı savaşının öncü güçleri olarak, “medya”da hak ettikleri yeri almışlardır.
    Oysa oligarşi açısından “atatürkçülük” olarak “kemalizm”, “globalizm” gibi, “serbest pazar ekonomisi” gibi, mevcut düzenin içinde bulunulan koşullardaki (statüko) durumunu meşrulaştırmak ve halk kitlelerine kabul ettirmek amacıyla kullandığı sıradan demagojik söylemlerden başka birşey değildir. Satılacak malın alıcısına cazip gösterecek ambalajlarından biridir.
    Bugün ülkemizde “kemalizm” yeniden güncelleşmeye başlamışsa, bunun tek nedeni, 12 Mart sonrasında politik arenayı tümüyle terk ederek kendi bireysel yaşamlarına kapanmış küçük-burjuvazinin sol kanadının 2001 Şubat kriziyle birlikte önemli ekonomik kayıplara uğraması ve bireysel yaşamını eskisi gibi sürdüremez hale gelmesidir. Onlar, bireysel olarak, 1999 Aralık ayında IMF ile yapılan stand-by anlaşmasının en büyük destekçisi olmuşlardır. Ancak IMF programının uygulanmasıyla kaybedenler safında yer almışlardır. Bu da onların IMF karşıtı olmaları için yeterli olmuştur. Tek başına IMF karşıtlığının anlamsız olduğunu bildiklerinden, giderek anti-emperyalist söyleme geçmişlerdir. Bugün için oligarşik yönetim tarafından kabul edilebilir tek anti-emperyalist söylem “kemalizm” olduğu için, IMF karşıtlığını “kemalizm”e dayandırmışlardır.
    Uzun yıllar SHP-CHP’li yerel yönetimlerden sağladıkları iş olanaklarıyla 2001 Şubat krizine gelen bu sol küçük-burjuvalar, yerel yönetimlerin “şeriatçılar”ın eline geçmesiyle birlikte “laiklik” bayrağını yükseltmeye başlamışlardır. Ve burada da dayanak “kemalizm” olmaktadır.

    OLİGARŞİ DIŞINDAKİ SÖMÜRÜCÜ SINIFLAR ARASINDAKİ ÇIKAR ÇATIŞMASI

    Küçük-burjuvazi içindeki bu ilişki ve çelişkiler yanında politik ilişkileri daha büyük ölçüde belirleyen gelişme ise oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar arasındaki çıkar çatışmasıdır.
    Bir bütün olarak küçük ve orta sanayi sermayesi ile Anadolu tüccar ve esnafını (küçük ve orta ticaret sermayesi) kapsayan bu çıkar çatışması 1990 sonrasındaki tüm politik gelişmelerin odak noktasında yer almıştır. “Milliyetçi sermaye” ile “islamcı sermaye” olarak saflaşan bu kesimler kendi içlerinde de değişik siyasal partilere bölünmüşlerdir. MHP, BBP, ATP “milliyetçi sermaye” kesiminin alt bölünmelerinin siyasal ifadesi olurken, SP, AKP ve Fettullahçılar “islamcı sermaye” kesimlerinin alt bölünmüşlüğünün siyasal karşılığı olmaktadır. İthal tüketim malları ticareti ile “bilişim sektörü”nde faaliyet gösteren küçük ve orta sermaye kesimlerinin politik temsilcileri ise SHP, CHP ve DSP olmuştur.
    “Medyatik” söylemle ifade edersek “merkez sağ partiler” olarak kabul edilen ANAP ve DYP, oligarşinin çıkarlarının temsilcisi olarak politik arenada yer alırken, aynı zamanda küçük ve orta sermaye kesimlerinin oligarşiye yedeklenmesi görevini de üstlenmişlerdir.
    Kendi içlerinde sayısız çatışma ve uyuşmanın yer aldığı bu sermaye kesimleri arasındaki çelişkilerin politik yansıları karşısında oligarşinin tutumu “hayırhah” bir “tarafsızlık” olarak ortaya çıkmıştır.
    Oligarşi, 12 Eylül askeri darbesiyle birlikte gerçekleştirdiği anayasal ve yasal düzenlemeler yanında, askeri ve sivil bürokraside yaptığı düzenlemelerle, hükümet değişiklikleri ile değiştirilmesi neredeyse olanaksız bir “devlet politikası” oluşturmuştur. Teknokratlara dayalı devlet görevlileri sistemi (uzmanlaşma) büyük ölçüde yerleştirilmiştir. Her düzeyde profesyonel görevlilerin işbaşına getirildiği ve devlet işlerinin bunlarca yönetildiği (müsteşarlıklar, danışmanlıklar) bir sistem kurulmuştur. Sistemin “politikacılar” tarafından bozulmaya çalışıldığı dönemlerde ise emperyalizmin finans kuruluşları (IMF ve Dünya Bankası) devreye sokularak “balans ayarı” yapılmaktadır.
    Oligarşinin bu “devlet politikası”nın en önemli bölümü ise, devlet aygıtının iç savaş koşullarına göre biçimlendirilmesidir. Bu da askeri bürokrasinin (Genelkurmay) tüm devlet işleyişinde “denetleyici ve yol gösterici” işlev üstlenmesini getirmiştir. MGK, askeri bürokrasinin bu “denetim ve yol gösterici” işlevini meşrulaştıran biçimsel bir organ olmuştur.
    1997 yılından itibaren askeri bürokrasi Pentagon danışmanlarıyla birlikte yeniden biçimlendirilmiş ve Amerika’daki siyasal iktidar karşısında Pentagon’un görece özerkliğine benzer bir yapıya dönüştürülmeye çalışılmıştır. Pentagon’un “seçilmişler” karşısındaki görece özerkliğinin dayanağı olan sanayi-askeri komplekslerin (ekonominin askerileştirilmesinin bir sonucudur)[10*] ülke içinde işbirlikçi yapısı kurulmuştur. Bu sanayi-askeri komplekslerin işbirlikçileri, ülkedeki askeri bürokrasinin, oligarşinin “devlet politikasının” denetçisi ve yol göstericisi olarak etkinliğini sürdürmesinin güvencesi durumundadır. Dışa bağımlı, özel olarak Amerikan emperyalizminin sanayi-askeri komplekslerinin ülke içindeki uzantıları olan yerli sanayi-askeri yapıya dayanan askeri bürokrasi, bu yapısıyla kendisine özel bir “resmi ideoloji” gereksinmesi duymamaktadır. On yılı aşkın süre yurtdışı görevlerde bulunmuş, Pentagon eğitiminden geçmiş Org. Hilmi Özkök bu yapının olgunluk aşamasını temsil etmektedir.
    Bugün ülkemizdeki işbirlikçi tekelci burjuvazi dışında hiçbir sermaye grubu, Türk silahlı kuvvetleri kadar Amerikan emperyalizminin sanayi-askeri kompleksi ile iç içe geçmiş değildir. Bu nedenle askeri bürokrasinin (Genelkurmay) “millici”likle uzaktan yakından ilgisi olmadığı gibi, ideolojik olarak “globalizm” yandaşıdır. Dolayısıyla askeri bürokrasinin “kemalizm”le hiç bir ortak noktası bulunmamaktadır.
    1980 öncesinde sol hareket içinde yer almış ve 80 sonrasında “eski solcu” olarak emekliye ayrılmış küçük-burjuva aydınlarının eski bilgileriyle “statüko” diye düşündükleri şeyler ya ortadan kalkmış ya da kalkmak üzeredir. Onların bugün “statüko” diye saldırdıkları herşey, askeri bürokrasinin yeni “statüko”sunun yerleşmesi ve kökleşmesi için engel oluşturan kurumlar, yasalar, kurallar ve alışkanlıklardır.
    “Kemalizm”, ister bir ideoloji olarak tanımlansın, ister devrimci-milliyetçilerin, emperyalizme karşı aldıkları radikal politik tutum olarak tanımlansın, her durumda üstyapısal niteliktedir. Maddi temelleri, yani sosyo-ekonomik temelle olan ilişkisi varolmadığı sürece varolamaz. Ve bugün “kemalizm”in böyle bir maddi temele sahip olduğunu söyleyebilmek olanaksızdır. Eski dönemin asker-sivil aydın zümresi başkalaşmış ve dağılmıştır. Yukarda gördüğümüz gibi askeri kesim, askeri bürokrasinin yapısal dönüşümüyle birlikte emperyalizme bağımlı sanayi-askeri ilişkilerin işgüderi haline dönüşmüştür. Sivil aydın zümre ise, kent küçük-burjuvazisinin ithalat ürünlerine bağımlı tüketici yapısıyla birlikte kendilerine yeni çalışma ve iş olanakları bularak ayrışmıştır. Oligarşinin gerek 12 Mart, gerekse 12 Eylül dönemlerinde sivil ve askeri bürokraside yaptığı temizlik bu kesimleri devlet aygıtının tümüyle dışına çıkarmıştır. Dolayısıyla “zinde güçleri” harekete geçirici ilişkiye ve olanağa da sahip değillerdir.
    Bugün “kemalizm”den geriye kalan, 1919-22 kurtuluş savaşı, 1923’te kurulan laik cumhuriyet ve 1950’lere kadar süren dönemde devlet aygıtının her türden zor ve baskısı olmaktadır.
    Oligarşinin, laik cumhuriyet için özel bir ideoloji gereksinmesi olmadığı gibi, devlet aygıtının “hasımlarına” karşı zor ve baskı uygulaması için de bir ideolojiye gereksinme yoktur. Bunların yerini doğrudan rüşvet ve siyasal iktidarlar ile borsa arasında kurulmuş olan ittifak (dolaylı rüşvet) almıştır.
    Devlet ise, egemen sınıfların baskı aygıtı olarak, bu sınıfların egemenliğine karşı çıkan her kesime karşı zor uygulamasının meşru aygıtı olmayı sürdürmektedir.
    Bugün ülkemizdeki temel sorunlar, dışa bağımlı ekonominin giderek ithal mallarına dayalı bir “tüketim ekonomisi” haline dönüşmesi ve laik cumhuriyet bilincinin silikleşmesidir.
    İthal mallarına dayalı “tüketim ekonomisi”, hizmetler sektöründe çalışan on milyonluk bir nüfusun her yönden ulusal bağımsızlığı, ulusal kalkınmayı reddetmesi sonucunu doğurmuştur. Emperyalist sömürünün ülkeye nelere mal olduğuna değil, kendisine nasıl bir çıkar sağladığına ve emperyalist tüketim mallarını alabilmesine olanak sağladığına bakan bu nüfusun varlığı, anti-emperyalist mücadelenin en önemli engeli durumuna gelmiştir.
    Laik cumhuriyet bilincinin silikleşmesi ise (bugün solun büyük bir kesimi tarafından “yapay gündem maddesi haline getirildiği” ileri sürülerek ya da “bizi ilgilendirmez” diyerek bir yana bırakılan) laiklik sorununun, gelecekte devrimci mücadelenin başlı başına uğraşmak zorunda kalacağı bir sorun haline gelme potansiyeline sahiptir.
    Oligarşinin faşist milisleri tarafından kurşunlanarak sakat bırakılmış bir profesörün (Servet Tanilli) Sakıp Sabancı’nın ardından övgüler düzebildiği bir dönemde[11*], “medyatik” yönlendirmelerle “statükocu” ve “kemalist” avcılığının kimseye bir yararı olmayacağı açıktır. Unutulmamalıdır ki, her yıkılan “statüko”nun yerini bir başka “statüko” alır.

    Dipnotlar

    [1*] Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, s: 100.
    [2*] Bu gelişmede Toktamış Ateş ile Abdullah Dilipak arasında başlatılan “laiklik-şeriatçılık” tartışmasının “uzlaşma” ile sonuçlandırılması ve ardından birlikte televizyon programları yapmaya başlamaları özel bir yere sahiptir.
    [3*] Küçük-burjuva ekonomistlerinin sıkça kullandıkları bu “ertelenmiş talep” kavramı, belirli bir dönemde yaşanan ekonomik ve siyasal “belirsizlik” ortamında kitlelerin “gelecek kaygısı”yla tüketimden uzak duruşlarını ifade etmek için kullanılmaktadır. Bu kavramla şekillenen bakış açısına göre, kitlelerin “alım gücü” olmasına karşılık dayanıklı ve dayanıksız tüketim mallarına olan taleplerinin düşmesi, “talebin ertelenmesi”ne yol açmaktadır. Dolayısıyla ekonomik ve siyasal belirsizlik kalktığı oranda, bu “ertelenmiş talep”, tüketim mallarına olan talepte olağanüstü bir artış ortaya çıkarmaktadır. Salt olgulara bakılarak yapılan bu belirlemeye göre, 1974-1980 arasındaki “ertelenmiş talep”, 1986 sonrasındaki “toplu konut”lara olan talepteki büyük artışın nedeni olmuştur.
    Bu bakış açısı, ekonomik ve siyasal belirsizlik dönemlerinde kitlelerin gelirlerinde önemli bir azalma olmadığını, dolayısıyla talepteki düşme nedeniyle “birikim”de büyük bir artış olduğunu varsayar. Ekonomik ve siyasal belirsizliğin giderildiği koşullarda ekonomiyi canlandırmak için tüm yapılması gereken bu “birikim”i tüketime yöneltmekten ibarettir.
    Oysa her “ertelenmiş talep” dönemini tüketim dönemi değil, “birikim” sahiplerinin mülksüzleştirilmesi dönemi izlemektedir. 1974-1980 “ertelenmiş talep” sonrasında 1982 bankerlik olayı patlak verdiği gibi, 1991-1993 dönemini 1994 Şubat kriziyle döviz fiyatlarındaki artışla yaşanan kitlesel borçlanma ve 1997-1999 dönemini 2001 yılında borsada kaybedilen milyarlar izlemiştir. Bu yüzden küçük-burjuva ekonomistlerinin “ertelenmiş talep” teorisi, tümüyle küçük-burjuvaların “birikim”lerini kaybetmeleriyle ortaya çıkan bir olgudur. Bu olgu, bir önceki dönemdeki “birikim”lerin tüketime yönelmesiyle değil, yüksek faizli tüketici kredilerindeki artışla gerçekleşmektedir. Bir bakıma küçük-burjuvaların umutsuzluğa kapılmalarının bir sonucudur. Tümüyle gelecek kaygıları bir yana bırakılarak (ki gelecek açısından yüksek faizli tüketici kredilerinin maliyeti ortadadır) “günübirlik yaşama” anlayışı bu talebin asıl nedenidir.
    [4*] Mahir Çayan, “Oligarşik Dikta”, Kesintisiz Devrim II-III.
    [5*] Burada sermayenin dolaşım sürecinin iki karşıt evresinin, yani metaların satılarak paraya dönüştürülmeleri ve elde edilen para ile üretim için (genişletilmiş ölçekte) gerekli metaların yeniden satın alınması evrelerinin ilk evresi ile kendimizi sınırlıyoruz. Sürecin bütünü hakkında daha ayrıntılı bilgi için bkz. Karl Marks, Kapital, Cilt: II.
    [6*] Deniz Gökçe, Akşam, 13 Mayıs 2004.
    [*] Her zaman olduğu gibi, Türkiye’deki istatistikler T. Özal döneminden itibaren siyasal iktidarın ekonomi uygulamalarını başarılı göstermeye hizmet edecek şekilde değişikliklere uğratılmıştır. 1999 yılında 10.096.000 olarak görülen tarımda çalışan nüfusun 2000 yılında yaklaşık üç milyon azalış göster- mesi, istatistiklerle oynamanın sonucudur. 2000 yılı ve sonrasındaki tarımda çalışan nüfus istatistikleri “yeni seri” adı altında yeniden düzenlenmiştir. Bu yolla sağlanan üç milyonluk “tasarruf”la “doğrudan gelir yardımı” alacak olanların sayısı düşürülmüş ol-maktadır. Bu yüzden DİE ve diğer kurumların ista-tistiklerinin hiçbir güvenirliği bulunmamaktadır. Bu üzerinde oynanmış “yeni seri” istitastiklerden, sadece yıllık değişimlerin gelişim eğilimini belli ölçüde saptamak olanaklıdır.
    DİE’nin “eski seri” istatistiklerine göre tarımda çalışan nüfus şöyledir (.000):
    2000 10.477
    2001 10.449
    2002 10.243
    2003 9.860
    [7*] Mahir Çayan, Yeni Oportünizmin Niteliği Üzerine.
    [8*] Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II-III.
    [9*] İbrahim Kaypakkaya, Şafak Revizyonizminin Eleştirisi.
    [10*] Mahir Çayan yoldaş Kesintisiz Devrim II-III’de Ekim 1961’de Amerikan Nation dergisinde yayınlanan Fred Cook’un “Jaggemsut: Savaşa Yönelen Devlet” adlı incelemesinden yaptığı alıntı bu sanayi-askeri kompleksin gücünü açıkça gösterir niteliktedir:
    “Sınai-asker karması, yani meslekten yetişmiş askerler grubu ile savaş malzemesi sayesinde zenginleşen kapitalistler, Amerikan politikasını gittikçe daha fazla tayin etmektedir. Akan milyarlar, Pentagon’a bütün ülkeye yayılan ekonomik bir kudret vermektedir. Silahlı kuvvetlerin aktifi, United States Steel, American Telephone and Telegraph, Metropolitan Life Insurance, General Motors ve Standart Oil of New Jersey şirketlerinin toplam aktifinden üç kat büyüktür. Savunma bakanlığından ücret ve maaş alanların sayısı, bu büyük şirketlerde çalışan toplam işçi ve memur sayısından üç kat daha fazladır.”
    [11*] Server Tanilli 23 Nisan 2004 tarihli Cumhuriyet gazetesinde şöyle yazmaktadır:
    “Vehbi Koç gibi, Sakıp Sabancı’nın arkasında bıraktığı eser de, ulusal sınırları aşıp kimliğini ortaya koyduğu kadar, ülkemizde emeğe açtığı büyük olanaklar bakımından övgüye lâyıktır.
    Fabrikalar, teknik ve sosyal bir olgudur.
    Sakıp Sabancı’nın cenazesinde yürüyenlerin arasında, sıradan büyük bir halk kesimi de vardı: Çalışanlara ‘ekmek kapısı’ açmış bir kişinin ruhuna dua ediyorlardı.
    Ayrıca, ‘alçakgönüllülüğü’ de bağlamıştı halkı.
    Yaygın şöhreti, okulları ve üniversitesi ile, eğitime olan katkılarından da geliyordu.
    Sanat severliği, müzeciliği de unutulmaz…
    Özetle, sıradan bir sanayici değildi giden; topluma ve yaşamın güzelliklerine açılan bir kişi, bir ‘kişilik’ti…
    Onuruyla yaşayıp ölen bir kuşaktandır o!
    Anısının önünde saygılarla eğilelim…”

    KURTULUŞ CEPHESİ – Mayıs-Haziran 2004
    http://www.kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc79_2.html

  11. Terör ve Uzmanları

    İstanbul’da gerçekleştirilen intihar eylemleriyle birlikte “terör”, “medya”nın yeniden en gözde konusu haline gelmiştir. “PKK’ye karşı yürütülen 15 yıllık mücadele” deneyimi ile neredeyse tüm “medya” mensupları, birer “terör uzmanı” olarak, İstanbul’daki son intihar eylemlerinin “derin” anlamını ve buna karşı yapılması gerekenleri büyük bir şevkle gazete manşetlerine taşırken, televizyona çıkabilenleri aynı şevkle “bizim 11 Eylül’ümüz”ün “derin” tahlillerini milyonlarla paylaşmışlardır.
    “Ne olacakmış yani, Marks’ta benim gibi düşünmeyiversin” diyen “marksist” Murat Belge “terörden nasiplenenler” içinde yer alarak şöyle yazmaktadır:
    “‘Terör’, adı üstünde, korkutuyor. Korkan insanlar, ‘Ne olursa olsun, iyi korunalım’ diyorlar. İnsanlarda bu ruh halinin yaratılması, ‘huzur ve güven’ci sağ kanat için, muhafazakârdan otoriter Bonapartist’e ve oradan faşiste uzanan bu cephe için en elverişli koşulları hazırlıyor.”[1*]
    Doğal olarak “terörden nasibini” almış biri olarak Murat Belge de diğer “medya” mensupları gibi, “terörizme karşı savaş” için “felsefik” çözüm de üretmiştir:
    “‘Teröre karşı ne yapabiliriz? Ne yapmalıyız?’ Bu sorulara uzun uzun, soğukkanlılıkla, cevap aranır; aranması gerekiyor. Yapılacak pek çok şey bulunabilir, bulunması gerekiyor.
    Ama en temel şey, hayatın devam etmesi, eskisi gibi devam etmesi.
    Çünkü ‘terör’ denen o karmaşık olgunun en büyük, en öncelikli amacı, hayatın normal akışının rayından çıkması. Bunu başaramadığı zaman, en korkunç saldırı bile, hiç olmamış gibi oluyor ve etkisi sıfıra iniyor.
    Bu anlamda, hayatına devam etmekle direnmeyi başaran bir toplum, teröre karşı en önemli zaferi elde etmiş olarak, bütün ‘Ne yapmalıyız?’ sorularına en sağlıklı cevapları üretebilir ve uygulamaya koyabilir. Ama ilk iş, ‘Terör geldi, demokrasiden vazgeçelim’ bozgunculuğunu, terörün asıl beşinci kolunu, etkisiz kılmaktır.”[2*]
    Görüldüğü gibi Murat Belge, geçmişindeki “felsefe kült”ünün yardımıyla, “terör”ü yok kabul ederek yok etmenin en doğru yol olduğunu ileri sürmektedir. Buna, her ne kadar Berkeley idealizmi denilse de, Murat Belge’nin terörizme karşı felsefik savaşının özü ilk cümlesinde özetlenmektedir: “‘Terör’, adı üstünde korkutuyor.” Bu yüzden Murat Belge, felsefik idealizmden nasiplenirken, asıl söylemek istediği “terör” karşısında “korkmamak”tır. Demeye çalışmaktadır ki, “korkumuzu yenebilirsek terörü de yeneriz”. Ancak bunu söyleyemeyecek kadar “maço” olduğundan (“erkek adam korkmaz”), lafı dolaştırıp “hayatın devam etmesi, eskisi gibi devam etmesi”nden dem vurmaktadır.
    Şüphesiz Murat Belge gibi “felsefik” ve “historik” birinin “anti-terör” reçetesi kolayca bir yana bırakılamaz. Onu “ciddiye” almak gerekir. Ciddiye alındığında ise, “korku” ile “terör” arasında kurduğu ilişkiden yola çıkılması şarttır.
    Murat Belge’nin tanımladığı gibi “terör”, “adı üstünde korkutuyor” ise, “korku”nun ne olduğu da tanımlanmak zorundadır. Böyle olunca da, “felsefe”den psikoloji alanına sıçrama yapmak gerekli olacaktır.
    Herkesin kolayca bulabileceği gibi, “terör” korkusu, herşeyden önce insanların ölmekten korkmalarından ibarettir. “Terör” sözcüğü ile tanımlanan herhangi bir olay sonucunda yaşamını yitirmekten korkmaktır bu. Bu yönüyle, “masum insanları”ın “terör”den duydukları korku tanımlanabilir.
    Ancak Freud’un dediği gibi, eğer korku, “Suç işledikten ya da işlediğini zannettikten sonra duyulan vicdan azabının ve günahkârlık duygusunun simgesel anlatımı”ysa, Murat Belge’nin “korkusu”nun “rasyonel” karşılığına ulaşılır. Bu durumda, psikologların, psikiyatristlerin yapabilecekleri fazlaca bir şey yoktur. Çünkü, burada ortaya çıkan “korku”, kişinin “işlediği ya da işlediğini zannettiği suç”un bir sonucudur. Dolayısıyla da “terör”le bir ilişkisi yoktur. “Terör”, olsa olsa, “suç işleyenin” içinde taşıdığı “suçluluk psikolojisi”yle oluşan “korku”nun ortaya çıkmasına hizmet eder.
    Böylece “terör”le yaşamını yitirmekten korkan “masum insan” ile, “terör”le korkusu büyüyen “suçlu” (masum olmayan) birbirinden farklılaşır. “Terör”den en çok söz edenlerin, “terörizme karşı savaş”ın en önde çığırtkanlığını yapanların tamamının bu ikinci kategoride “korku sahibi” kişiler oldukları açıktır.
    Eğer “terör uzmanları”nın söylediği gibi, “terör”ün amacı insanlarda “korku” yaratmaksa, “korku” yaratan herşey “terör” kapsamına alınmak zorundadır. Herhangi bir siyasal faaliyeti ya da düşüncesi nedeniyle işkence görmekten korkan bir kişinin karşı karşıya olduğu “işkence görme olasılığı” da “terör”dür.
    Aynı şekilde, “allah korkusu”, “öteki dünyada hesap vermek” de “terör” kapsamına girmektedir.
    Murat Belge’nin “terör uzmanlığı”ndan yola çıkıldığında, bu “dini terör”e karşı durabilmenin tek yolu, eğer “hayatın devam etmesi, eskisi gibi devam etmesi” ise, yani “allah korkusu”ndan öncesine dönmek ise, bunun tek anlamı dinsiz olmaktır.
    Ama “terör”le ortaya çıkan “korku”, Freudvari ifadeyle, “suç işledikten sonra duyulan vicdan azabının ve günahkârlık duygusunun simgesel anlatımı”ysa, işkencecinin, katilin, işgalcinin, sömürücünün, işbirlikçinin, celladın tek yapacağı şey, “hayatın devam etmesi, eskisi gibi devam etmesi”ni sağlamaktır. Bu da, işkenceye, katliamlara, işgale, sömürüye, işbirlikçiliğine devam etmek, eskisi gibi devam etmekten başka bir anlama gelmez.
    Böylece Murat Belge’nin “terör” tanımından yola çıkarak -ki bu “terör”ün sonucundan yola çıkmakla özdeştir- iki tür terör olduğunu söylemek olanaklıdır.
    Birinci tür “terör”, “masum insanlar”da, kendilerinin hiçbir “suçu” olmayan olayların içinde ölüm korkusu yaratır. Bu “terör” eylemlerini gerçekleştirenler, “masum insanlar”da ölüm korkusu yaratarak amaçlarına ulaşmaya çalışır. (“Terörizme karşı savaş” propagandasının hedef kitlesi de bu “masum insanlar”dır.) Murat Belge’nin tanımıyla, “terör”le korkutulan bu “masum insanlar”, “ne olursa olsun, iyi korunalım” duygusu ile “terörizme karşı savaş” adı altında devletin her türlü baskı ve şiddet uygulamasını destekleyeceği gibi, “teröre kurban gitmemek” için, “terör alanı” olan yerlerden uzak da durabilir. Son İstanbul’daki intihar eylemleri sonrasında Galeria, Carrefour gibi alışveriş merkezlerinde görülen “durgunluk” bu durumun bir sonucu olmuştur.
    Aynı şekilde, 1980 öncesinde faşist milislerin kahvehane taramaları, İstanbul Üniversitesi önünde öğrencilerin üzerine bomba atmaları, 1990’ların başında Özgür Gündem gazetesinin binasının bombalanması, köy yakmalar tümüyle bu tür “terör” kapsamına girmektedir.
    İkinci tür terör ise, “suç işledikten sonra duyulan vicdan azabının ve günahkârlık duygusunun simgesel anlatımı” olarak korku yaratan ya da korkuyu somutlayan şiddet eylemleridir. Burada artık “masum insanlar” değil, “suçlular” sözkonusudur. Dolayısıyla “suç işleyene” yönelik şiddet eylemi niteliğindedir ve tekil düzeyde “suç işleyen”e yönelik her şiddet eylemi tüm “suçlular”da “korku” yaratarak “terör” niteliği kazanır.
    Her iki “terör”ün ortak özelliği, suçlu olsun olmasın insanlarda korku yaratmasından çok, bu korkuyu ortaya çıkartan şiddet eylemi olmasıdır. Bu yönüyle, hiçbir sınıfsal niteliğe sahip olmadığı gibi, politik ya da ideolojik bir kimliğe de sahip değildir. Sömürücü sınıfların devletinin, kendi yasalarıyla belirlediği suçlara karşı uyguladığı şiddet de, Allah’ın kitabına karşı çıktığı için “öteki dünya”da “yakılarak” cezalandırılacak olanlara karşı uygulanan şiddet de, korku yarattığı oranda “terör”dür. Aynı şekilde, egemen sınıfların kitlelere yönelik “terör”üne karşı bireysel kin ve intikam duygusu ile gerçekleştirilen suikastler de, işgalci düşmanla işbirliği yapanları cezalandırmaya yönelik silahlı eylemler de, “korku” yarattıkları için “terör” kapsamında değerlendirilebilir.
    İster sonucu açısından, yani yarattığı “korku” açısından ele alınsın, isterse yöneldiği hedefler açısından, yani “masum-masum olmayan” ayrımı açısından ele alınsın, her şiddet eylemi “terör” olarak nitelenebilir.
    Görüldüğü gibi, bu ölçülerden yola çıkılarak ortak ve genel bir “terör” tanımına ulaşılamaz. Mutlaka bir “terör” tanımına ulaşmak isteniyorsa, Murat Belge dışında başka “referans”lar bulmak gerekmektedir! Ülkemizdeki tek “terör uzmanı” Murat Belge olmadığı için, “referans” konusunda fazla sıkıntı çekilmemektedir.
    Sol legalizmin yayın organlarından olan Evrensel gazetesinin “terör uzmanı” şöyle yazmaktadır:
    “Terörün anlamı yıldırmadır. Terörizmin kelime anlamı ise; yıldırmacılık veya tedhişçiliktir. Toplu ya da kişisel adam öldürme, binaları, insanların kalabalık olduğu mekanları bombalama, yangınlar çıkartma, vb. gibi topluma korku salan eylemler terörist eylemlerdir. Terörün kurbanlarıysa genellikle masum insanlardır.
    Terörizm; bir siyasi savaşım yöntemidir.”[3*] (abç)
    Evrensel gazetesinin “terör uzmanı”nın Murat Belge’den farkı, “korkutmak”la “yıldırmak” arasındaki bir farktan ibarettir. Ancak “terörist eylemler”in “topluma korku salan eylemler” olduğunu söylerken, Murat Belge’yle paralellik içine girmektedir. Ama yine de Evrensel gazetesinin “uzmanı” “korku”dan çok “yıldırma”yı yeğlemektedir.[4*]
    Herkesin günlük olarak bildiği gibi, “yıldırmak” fiili, belli bir amacı olan kişileri amacına ulaşmaktan alıkoymak, amaca ulaşmayı zorlaştırarak bıkkınlık, bezginlik vb. yaratarak amaçtan vazgeçirmek için kullanılır.
    Örneğin bir şirket kurarak zengin olmayı amaçlayan bir kişi, gerek bürokratik “engellerle”, gerekse piyasadaki diğer şirketlerin her türlü araçla yürüttükleri “karşı” kampanyalarla bu amacına ulaşmaktan uzaklaştırılabilir. Amacından neden vazgeçtiği kişiye sorulduğunda vereceği yanıt açıktır: Beni yıldırdılar! Böylece Evrensel’in “terör uzmanı”na inandığımızda, anlarız ki, bu kişiye karşı “terör” uygulanmıştır!
    Doğal olarak Evrensel’in “terör uzmanı”nın tanımından yola çıkıldığında, “bizleri hiç kimse yıldıramaz” demekle, her türlü “terör”e rağmen amaca ulaşmaktan vazgeçmeyeceğimizi ilan etmiş oluruz. Böylece “terör”e karşı mücadelenin panzehiri “yılmaz”lık olmaktadır. Bu da, Murat Belge’nin sözüyle, “hayatın devam etmesi”, yani varılmak istenen amaca ulaşmak için yola devam edilmesinden başka birşey değildir.
    Ancak Evrensel yazarı bir zamanlar THKO ve THKP-C’nin “tedhişçi” ilan edildiğini bile anımsamaksızın, her türlü “toplu ya da kişisel adam öldürme, binaları, insanların kalabalık olduğu mekanları bombalama, yangın çıkartma vb.” eylemleri “terörist eylemler” ilan ederken, bu eylemlerin “tedhişçilik” olduğunu söyleyebilmektedir.
    Eğer “insanların kalabalık olduğu mekanları bombalama, yangın çıkartma” eylemlerini bir yana bırakırsak, Evrensel’in “terör uzmanı” için, “topluma korku salan” “toplu ya da kişisel adam öldürme”, “binaları bombalama” başlı başına “terörist eylem” olmaktadır.
    Oysa bu kadar “uzmanlık” taslamaya gerek bile yoktur. 3713 sayılı ve 1991 tarihli Terörle Mücadele Kanunu’nda “terör” şöyle tanımlanmaktadır:
    “Madde 1 – Terör; baskı, cebir ve şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzenini değiştirmek, Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetinin varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü eylemlerdir.”
    Büyük Larousse’da ise “terör” şöyle tanımlanmaktadır:
    “Ortalığa korku ve yılgı salmak, çevredekileri sindirmek için yapılan her türlü silahlı eylem/tedhiş”
    Böylece Murat Belge’den Evrensel gazetesi yazarına kadar geçerli bir “medyatik” “terör” tanımına ulaşmış bulunuyoruz: Her türlü silahlı eylem!
    Ancak Evrensel yazarı hızını alamayarak, “terörizm, bir siyasi savaşım yöntemidir” yargısını ilan ederek, tanımdan bir adım öteye geçmiştir.
    “Gerici siyasette, demektedir Evrensel yazarı, terörizm, kendini faşizmle ifade etmiştir.”[5*] Bu doğru olmasına rağmen, karşıtı, yani “ilerici siyasette” “terörizm” kendisini nasıl “ifade etmiştir” sorusu yanıtsız bırakılmıştır.
    Elbette Evrensel yazarının yargısını kabul ettiğimizde, yani “terörizmi”, bir siyasal savaşım yöntemi olarak tanımladığımızda, “ilerici” (gerici siyasetin karşıtı olarak) siyasetin de aynı yöntemi kullandığını kabul etmekten başka yol yoktur. Evrensel gazetesinin “terör uzmanı” söylememiş de olsa, “ilerici siyaset”in “siyasal savaşım yöntemi” olarak “terörizm”i kullanan kesimlerine 1980’lere kadar “anarşist” ya da (Genelkurmay belgelerinde) “tedhişçi” denilmekteydi. Ve herkes bilmektedir ki, bu “anarşistler”, ülkemizde silahlı devrimci mücadelenin başlatıcıları ve sürdürücülerinden başka kimse değildir. THKO ve THKP-C’nin, oligarşik yönetimin tüm propaganda araçlarıyla “anarşist” ve “terörist” ilan edildiği kolayca unutulup geçilecek olgular değildir.
    Sorun şudur: “siyasal savaşım yöntemi” olarak silahlı mücadeleyi ve bunun bir biçimi olarak gerilla savaşını yürüten halk kurtuluş savaşçıları “terörist” midirler, silahlı mücadele “terörizm” midir?
    Eğer Murat Belge ya da Evrensel gazetesinin yazarının savlarıyla “korku” yaratan herşey “terör” ise, ülkemizde yürütülen silahlı devrimci mücadele de “terör” kapsamına sokulmak zorundadır. Çünkü devrimci silahlı mücadelenin “korku” yarattığı kesindir. Bu korkuyu ve kimleri kapsadığını Güneri Civaoğlu şöyle anlatmaktadır:
    “12 Eylül’den önceki gecelerden biri. Rauf Tamer’in evinde onun doğum günü… Ama herkeste bir yılgınlık, bir bezginlik, dehşet ürpertileri. Suskunluk… Örgütlü şiddet eylemlerinin Türkiye’ye bir kan bataklığı görüntüsü verdiği günler. Bir şarkıyı mırıldanıyoruz salondaki birkaç kişi: ‘havasına suyuna, taşına toprağına. Bir başkadır benim memleketim.’ Gözler dolmuş. Kelimeler dudaklarımızdan duygu yüklü çıkıyor. Bir çok tanıdık ismin, tası tarağı toplayıp, Türkiye’yi terkederek, Amerika’ya, İngiltere’ye yerleştiği günler… Nişantaşı’n, Levent’in apartman camları gazete kağıtlarıyla kaplı. İçerde yaşam yok ki!…”[6*]
    Bu olgudan yola çıkıldığında, silahlı devrimci mücadelenin “bazı insanları terörize” ettiği, onlara büyük bir korku saldığı kesindir. Bu durumda, silahlı devrimci mücadelenin “onları” dehşete düşürdüğünden, korkuttuğundan, yıldırdığından, ülke dışına kaçmaya yönelttiğinden söz edildiğinde, “siyasi savaşım yöntemi” olarak “terörizm”den söz etmek gerekmektedir. Bunun özcesi, silahlı devrimci mücadele=terörizm’dir.
    Ama bu, ülkemiz solundaki oportünistlerin ve pasifistlerin onlarca yıldır silahlı devrimci mücadeleye karşı yürüttükleri suçlamaların aynısı değil midir?
    Mahir Çayan yoldaş yıllar önce şöyle yazıyordu:
    “Bu anlayışa göre, 27 Mayıs Anayasasının meşruiyet sınırları dışındaki hareketler, 1) ya terörist, anarşist hareketlerdir, 2) ya da polis provokasyonlarıdır. Ankara’da Tuslog’u ve Amerikan Haberler Merkezini, İstanbul’da Pan Amerikan’ı basıp, tahrip edenler acaba anarşistler miydi, yoksa ajanlar mıydı?
    Ne dersiniz, meşruiyet sınırları içinde sosyalistçilik oynamaya kalkan küçük-burjuva entelektüel bozuntuları?”[7*]
    İşte yıllar sonra aynı “meşruiyet sınırları içinde sosyalistçilik oynamaya kalkan küçük-burjuva entelektüel bozuntuları”, İstanbul’da şeriatçı kesimlerin gerçekleştirdiği intihar eylemlerinden yola çıkarak, bir kez daha silahlı devrimci mücadeleyi “terörizm” olarak gösterme gayreti içine girmişlerdir. Murat Belge’nin de, Evrensel gazetesi yazarının da amacı, “terör” değil, silahlı devrimci mücadeledir. Tüm yazdıkları silahlı devrimci mücadeleyi “terörizm”le özdeşleştirmek amacını gütmektedir.
    Nazlı Ilıcak’ın Tercüman gazetesinde köşe sahibi olan eski “maoist solcu” Gülay Göktürk, “terörde çifte standart” sözleriyle başlayan yazısında, Murat Belge ya da Evrensel gazetesi yazarı gibi lafı dolaştırmadan söylemektedir:
    “1970’lerde Elrom’un şakağından tek kurşunla vurulmuş resimleri gazetelerde çıktığında, ‘bir Mossad ajanının’ öldürülmesinin de bireysel terör sayılıp mahkum edilmesi gerektiği, soldan, teröre en fazla karşı duran sol akımlar da dahil hiç kimsenin aklına gelmiyor.
    Üzerinden 30 küsür yıl geçtikten sonra bugün bile, Kızıldere üzerine ağıtlar yazan sol aydınlardan hiçbirinin aklına, Mahir’lerin üç masum İngiliz’i rehin aldıkları ve orada, Kızıldere’de ölümlerine sebep oldukları; bunun terörist bir eylem olduğu hatırlanmıyor.”[8*]
    Artık “terör” korkusu yaşayan “terör uzmanları”, “korkusuzca” yaşayarak “mutlu” olabilir! Ne de olsa, İstanbul’da şeriatçıların gerçekleştirdiği intihar eylemleri ile ortaya çıkan “kanlı görüntüler”le silahlı devrimci mücadele birbiriyle ilişkilendirilmiştir. S. Demirel’in sözüyle, artık “hiç kimsenin karnından konuşması” gerekmemektedir.
    “Oligarşi ile halkın düzene karşı memnuniyetsizlik ve genellikle bilinçsiz tepkileri arasında kurulmuş olan suni dengeyi bozmanın, kitleleri devrim saflarına çekmenin temel mücadele metodu silahlı propagandadır.
    Emekçi kitlelerin ekonomik ve demokratik mücadelelerinin, oligarşik diktatörlük -isterse temsili görünüm içinde olsun- tarafından terörle bastırıldığı merkezi otoritenin ordusu, polisi, vs. ile “dev”gibi güçlü olarak halk kitlelerine gözüktüğü, gizli işgalin var olduğu bu ülkelerde, kitlelerle temas kurmanın, onları geniş bir siyasi gerçekleri açıklama kampanyası ile devrim saflarına kazanmanın temel mücadele metodu silahlı propagandadır.
    Silahlı propaganda, askeri değil politik mücadeledir. Ferdi değil, kitlevi mücadele biçimidir. Yani silahlı propaganda, pasifistlerin iddia ettiği gibi kesin olarak terörizm değildir. Bireysel terörizmden amaç ve biçim olarak farklıdır.”[9*]
    Evet! Mahir Çayan yoldaş “Kesintisiz Devrim II-III”de silahlı propagandayı bu şekilde tanımlamaktadır ve yıllar önce ülkemiz solundaki pasifistlerin (ki Gülay Göktürk’ün içinde yer aldığı o dönemin “kampus maoistleri” bunların başında gelmektedir) silahlı devrimci mücadelenin “terörizm” olduğu iddialarına bu şekilde yanıt vermiştir.
    Bunların yanına Can Dündar’ın Taner Akçam röportajıyla (“Sol Geçmişiyle Hesaplaşıyor”, Milliyet, Ocak 2002) “soldaki şiddet kültürünü” yok etme çabalarını da eklersek, İstanbul’da meydana gelen şeriatçı intihar eylemleriyle yeniden başlayan “terör uzmanlığı”nın amacı daha açık hale gelecektir.
    Yukarda da ortaya koymaya çalıştığımız gibi, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, “terörizm”in herkes tarafından kabul edilen ortak ve genel bir tanımı yapılamamaktadır. Ama herkes bilmek durumundadır ki, “terör”, dünya siyasal tarihine 1789 Fransız Burjuva Devrimi ile birlikte girmiştir.
    5 Şubat 1794’te Robespierre şöyle söylemektedir:
    “Halk hükümetinin dayanağı, barışta erdemse, devrimde de hem erdem hem terördür. Erdemin olmadığı yerde terör kıyıcıdır, terörün olmadığı yerde de erdem güçsüzdür. Terör, tetikte duran, sert, yumuşama bilmez bir adaletten başka bir şey değildir. Demek ki terörün kaynağı erdemdir.”
    Marks’ın sözleriyle ifade edersek, “Tüm Fransız terörizmi, burjuvazinin düşmanlarıyla, mutlakıyet ile, feodalizm ile ve darkafalılık ile avamca hesaplaşmaktan başka bir şey değildir.”[10*] Bu aynı zamanda, “varlıksız yığınların egemenliğini”[11*] “terör” yoluyla sağlamaları demektir. Engels’in deyişiyle, “Paris’in varlıksız yığınları, Terör döneminde, egemenliği bir an ellerine geçirebilmiş ve böylece burjuva devrimini burjuvazinin kendine karşı zafere götürebilmiş”tir.[12*]
    Görüleceği gibi, 1789 Fransız Devrimi’nin “terör dönemi”, zorun tarihteki rolünü en açık biçimde ortaya koyar. Marks’ın ünlü sözüyle “zor, bağrında yeni bir toplum taşıyan her eski toplumun ebesi”dir.
    “Devrim, elbette ki, en otoriter olan şeydir; bu, nüfusun bir bölümünün kendi iradesini, nüfusun öteki bölümüne tüfeklerle, süngülerle ve toplarla -akla gelebilecek bütün otoriter araçlarla- dayattığı bir eylemdir; ve eğer muzaffer olan taraf yok yere yenik düşmek istemiyorsa, bu egemenliğini, silahlarının gericiler üzerinde yarattığı terör ile sürdürmelidir. Paris Komünü, silahlı halkın otoritesini burjuvaziye karşı kullanmamış olsaydı, bir gün olsun dayanabilir miydi?”[13*]
    Ama “terör uzmanları” için bunların hiçbir önemi yoktur. Bugün ayakta kalabilmesi için herşeyi yaptıkları burjuva toplumunun, “ne kadar kahramanlara özgü bir toplum olmasa da, onu dünyaya getirmek için, kahramanlık, özveri, terör, iç savaş ve dış savaşlar gene de zorunlu olmuş”[14*] olması da onların “uzmanlık” alanının dışında kalmaktadır. Onlar için “terör”ün “kan dökücülüğü”nden başka birşey yoktur. Onların bu tutumlarının temelinde “silahlanmış proletarya” korkusu yatmaktadır. Bu nedenle, her fırsatta, devrimi, devrimci mücadeleyi karalamak, küçültmek, kitlelerin gözünde “kan dökücülük” olarak görülmesini sağlamak için ellerinden geleni yaparlar. Ne de olsa onlar, “kızıl terör”e karşı “beyaz terör” ün çocuklarıdırlar. Onların en büyük korkusu, proletaryadır, proletarya iktidarıdır, proletarya diktatörlüğüdür.
    Marksizm-Leninizm açısından yalın bir “terör” sorunu yoktur. Devrimci terör, devrimin düşmanlarına karşı en etkin silahtır. Marksizm-Leninizmin karşı olduğu devrimci terör değil, bireysel terördür.
    Bireysel terör, ister salt intikam duygularıyla gerçekleştirilmiş olsun, ister aynı intikam duyguları ile bir “yöntem” haline getirilmiş olsun, her durumda Marksizm-Leninizm dışı bir olgudur.
    Bireysel terörizm, egemen sınıfların her türlü baskı ve terörünün halk kitlelerinde yaratmış olduğu kin ve intikam duygularını “harekete geçirici”, “kızıştırıcı” bir “yöntem”dir ve suikastler, bombalamalar vb. silahlı eylemler bu yöntemin bir aracıdır. Marksizm-Leninizmin politik mücadele biçimi olarak reddettiği, dışladığı da bu bireysel terörizmdir. Hiç kimse, bireysel terörizm ile devrimci terörü, “kıyıcılık”, “kan dökücülük” gibi benzeştirmelerle bir ve aynı kefeye koyamaz.
    Ancak bugün ülkemizdeki küçük-burjuvalar, 1977-1980 dönemindeki devrim ile karşı-devrim arasındaki savaştan “terörize” olmuşlardır. Faşist milislerin kitleyi yıldırmak, sindirmek amacıyla gerçekleştirdikleri “terör” eylemleri karşısında geri çekilmişlerdir. Pek çok işbirlikçi burjuva gibi, küçük-burjuva aydınlarının bir bölümü de, faşist terör karşısında yurtdışına kaçmışlardır. Onlar, bu korkuyla, “her türlü teröre karşı” olma sloganını yaratmışlardır. T. Özal’ın “12 Eylül öncesine döneriz” tehdidinin en büyük destekçisi yine onlar olmuştur. Onlara göre, karşı-devrimci ya da faşist teröre karşı çıkılırken, devrimci terörü savunmak “çifte standart”tır. Bu yüzden onlar, “nereden gelirse gelsin, kim yaparsa yapsın her türlü teröre karşı” olunmasını isterler. En genel ifadeyle, onlar her türlü şiddete (zor) karşıdırlar. Politik mücadeleden zorun dışlanması gerektiğini savunurlar. Tıpkı Eugen Dühring gibi, onlar için de, “zor, mutlak kötülüktür, ilk zor eylemi, ilk günahtır”; “bütün doğal ve toplumsal yasalar zor tarafından, bu iblisçe güç tarafından rezilce bozulmuştur”!
    “… zorun tarihte ekonomik evrim karşısında oynadığı rol açıktır. İlkin her siyasal zor, önce toplumsal nitelikte ekonomik bir göreve dayanır ve ilkel toplulukların dağılmasının toplum üyelerini özel üreticiler durumuna dönüştürdüğü, yani onları ortak toplumsal görevlerin yöneticilerine daha da yabancı kıldığı ölçüde artar. İkinci olarak, toplumdan bağımsız kılındıktan, hizmetkar durumundan efendi durumuna geldikten sonra siyasal zor, iki yönde etkili olabilir. Ya normal ekonomik evrim yönünde; bu durumda, ikisi arasında bir çatışma yoktur, ekonomik evrim hızlanır. Ya da zor, ekonomik evrime karşı çıkar ve bu durumda, birkaç istisna dışında, ekonomik evrim karşısında her zaman yenik düşer.”[15*]
    Eğer zorun tarihteki rolü buysa, hiç kimse zoru, “mutlak kötülük”, “kan dökücülük”, “kıyıcılık” diyerek bir yana bırakamaz. Aksi halde tarihsel gerçeklikten kopar ve kendi öznel istemlerini tarihsel gerçeklermiş gibi sunmak durumunda kalırlar. Bu da öznelcilikten başka birşey değildir. Bundan ötesi tümüyle küçük-burjuva aydın yanılsamasından ibarettir.
    1977-80 dönemindeki devrim ve karşı-devrim arasındaki savaşı ve 12 Eylül terörünü yaşamış küçük-burjuva aydınlar, askeri yönetime karşı “sivil toplumcu” olurlarken, aynı zamanda “her türlü teröre karşı” olmuşlardır. Onlar için, “kızıl terör” de, “beyaz terör” de “terör”dür, “terör”ün, “teröristin” “iyisi kötüsü, sağcısı solcusu olmaz”!
    Bu mantıkla, 1990’larda dünyanın “globalleştiğine”, dolayısıyla büyük emperyalist ülkelerin bir araya gelerek, dünyayı “global refah ve özgürlük” içinde yöneteceğine inanmışlardı. “Globalleşen dünya”da, devrimler ve karşı-devrimler olmayacağı gibi, toplumsal çatışmalar da olmayacaktı. Bütün yapılması gereken, “global” ve yerel ölçekte, “zor”u dışlayan bir “toplumsal sözleşme” (consensus) oluşturmaktan ibaretti. Sol, kendisiyle “hesaplaşmalı”ydı, “stalinizm”den kendisini “arındırmalı”ydı ve bunun sonucu olarak da proletarya diktatörlüğü terk edilmeliydi. “Hümanist”, “demokrat” ve hatta “çevreci” bir “sol”, “globalleşen dünya”da, yeni “milenyum”da hak ettiği yeri almalıydı!
    Ama ne yazık ki tarih, onların istediği gibi değil, kendi evrimini izledi. Emperyalizm, her zamanki gibi, hegemonyacı, yayılmacı ve saldırgan niteliğini bir kez daha ortaya koydu.
    İşte bu ortamda İstanbul’da şeriatçıların gerçekleştirdiği intihar eylemlerinin “terör”ü, bir kez daha emperyalizmin niteliğini gizlemek için, küçük-burjuva aydınlarının aymazlığını, çarpık tarih anlayışlarını ortaya koymak için bulunmaz bir fırsat olmuştur. Bir de buna “evrimci şeriatçı” AKP iktidarına “yaranmak” çabası eklendiğinde, tam bir “medya terörü” ortaya çıkmıştır. Ama onlar, “terör kurbanı” “musevi vatandaşlar”ın cenaze törenine birkaç yüz kişinin katılmasının nedenlerini “havanın yağmurlu olmasında” aramaktan; sendikaların girişimiyle yapılan “terörü telin mitingi”ne, “solun” katkısına rağmen, birkaç bin kişinin katılmasından ders çıkaramayacak kadar körleşmişlerdir.
    Irak işgalinin Amerikan emperyalizmine ve onun işbirlikçilerine karşı halkta yaratmış olduğu tepkiyi, kızgınlığı görmeyenler, cenaze törenlerine, mitinglere katılımın sözü edilmeye değmeyecek kadar az olmasını anlayamayacaklardır. Yine onlar, yapılan tüm karşı propagandalara rağmen, 11 Eylül olaylarının dünya çapında yarattığı sempatiyi de anlayamamışlardır. Bir Amerikan kuruluşunun yaptığı kamuoyu araştırmasında Türkiye insanının %72’sinin Amerikan emperyalizmini “en büyük tehlike” olarak görmesini de anlamamışlardır.
    Amerikan emperyalizminin, Sovyetler Birliği’nin dağıtılmışlığından sonra, dünya çapında yürüttüğü buyurganlıklar, dayatmalar, her istediğini yapma tutumu dünya halklarında büyük bir tepki ve nefret uyandırmıştır. Bu nedenle, Amerikan emperyalizmine ve onun işbirlikçilerine yönelik her türlü silahlı eylem, ister doğrudan Amerikan askerlerine yönelik olsun, ister “islamcı terör” şeklinde olsun, halk kitlelerinde sempati yaratmaktadır. “Terör” ve “terörizm” söylemleriyle görmezlikten gelinen bu olgudur.
    Bu olgu, küçük-burjuva “global” aydınları tarafından görmezlikten gelinirken, ülkemiz solunda öne çıkartılan bir olgudur. Bu durum, giderek yapılan eylemleri abartan ve öven bir söylem yaratmıştır. İstanbul’ daki şeriatçı terör eylemleri sonrasında bazı sol yayınlarda şunlar yazılabilmiştir:
    “Eylemlerin dördü de inançları için kendini feda eden militanlar tarafından ‘intihar eylemi’ biçiminde gerçekleştirildi. Dört eylemde de bombalarla donatılmış araçlarıyla hedeflerinin üzerine dalış yapan savaşçılar, eylemlerinin sonucunda hedeflerindeki binaları büyük oranda tahrip ederken, eylemler sonucunda 50’yi aşkın suçlu-suçsuz insan öldü…
    Hedefi ve biçimi itibarıyla onaylamadığımız bu eylemde hayatını kaybeden halkımızdan insanların yakınlarına başsağlığı diliyoruz. Onlar da bilmelidirler ki, yakınlarının ölümünün sorumlusu, Amerika, İsrail ve AKP iktidarıdır. Yakınlarının ölümünden onları sorumlu tutmalıdırlar.”[16*] (abç)
    Bir başka sol dergi ise, “sempati” ve “sorumlusu kim?”den öteye geçilerek şeriatçılara akıl bile verebilmektedir:
    “Müslüman halklara yönelik şiddetin kaynağı Yahudi dini değil, bu dinin Yahudi sermayesi eliyle bir saldırganlık ve işgal stratejisine dönüştürülmesi anlamına gelen Siyonizmdir. Dünya halklarına savaş ilan eden ABD emperyalizmidir. Mücadele de Yahudilik, Hristiyanlık gibi dinleri ve bu dinlere inanan insanları değil, İsrail siyonizmini ve ABD emperyalizmini hedeflemelidir.”[17*]
    Bütün bunlar yirmi yılı aşkın süregiden ideolojisizliğin tipik sonuçlarıdır.
    Öncelikle herkes anlamak zorundadır ki, “terör”, zorun (şiddetin) yaratmış olduğu bir sonuçtur. Her durumda, her zor eylemi, eylemin hedefi ve hedefi dışında bir “terör” ortaya çıkarır. Bir zor eylemi sonucunda ortaya çıkan “terör”, hedefte ve hedef dışındaki insanlarda korku, yılgınlık, umutsuzluk, panik vb. duygular uyandırır. Ancak bu “terör”ün bir yüzüdür ve genellikle “hümanist” küçük-burjuvazinin öne çıkarttığı yüzüdür.
    “Terör”ün diğer yüzü ise, teröre maruz kalan kesimlerde kin ve intikam duyguları uyandırmasıdır. Bu yönüyle terör, karşı-terörü beraberinde getirir. Diğer bir ifadeyle, şiddet şiddeti doğurur.
    Her iki durumda da terör, insanların duyguları ve düşünceleri üzerinde etkili olur. Bu niteliğiyle terör, psikolojik niteliktedir. Yani terör, duyguları ve düşünceleri etkiler ve onları baskı altına alır.
    İşte terörün bu özellikleri temel alınarak yürütülen şiddet eylemlerinin belli bir yönelim ve çizgi halini alması durumunda “terörizm”den söz etmek olanaklıdır.
    Terörizm ile terör birbirinden ayrılmak zorundadır. Terörizm, terörün yaratmış olduğu sonuçları çıkış noktası olarak alır ve bu sonuçlara ulaşmak amacıyla şiddet eylemlerinin yürütülmesi gerektiğini savunur. Bu yönüyle terörizm, caydırıcılık, misilleme, intikam alma, tehdit ve tepkinin dışa vurumu haline gelir. Bu nedenle terörizmin en tipik siyasal ve felsefik ifadesi anarşizmde kendisini dışa vurur. Marksizm-Leninizm anarşizmden ne denli uzaksa, terörizmden de o denli uzaktır. Mahir Çayan yoldaş, “silahlı propaganda kesin olarak terörizm değildir. Bireysel terörizmden amaç ve biçim olarak farklıdır” derken, bu uzaklığı açık biçimde ortaya koyar.
    Bir kez daha belirtelim ki, THKP-C’nin askeri-politik stratejisinde temel mücadele biçimi olarak tanımlanan silahlı propaganda, gerilla savaşının devrimci politik amaçlarla, siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının bir aracı olarak kullanılmasıdır.
    Bu nedenden dolayı, THKP-C’nin bugüne kadar gerçekleştirdiği sayısız bombalama eylemlerinin yarattığı “terör”den söz edilmesi olanaksızdır. THKP-C’nin eylemleri, her durumda devrimci politik niteliktedir ve siyasi gerçekleri açıklamayı amaçlar. Bombalama eylemleri hiçbir zaman ve hiçbir biçimde, “terör” yaratmayı amaçlamaz. Gerçekleştirilen silahlı eylemlerin karşı-devrimci saflarda yarattığı dehşet, terör, korku ve yılgınlık, savaşın devrimci niteliğinden doğan bir sonuçtur. Bu yönüyle gerilla savaşı, askeri savaş olarak, aynı zamanda düşman saflarında psikolojik yıpranmaya yol açar.
    Silahlı propagandanın terörizmden amaç olarak farklılığı, aynı zamanda biçim olarak da farklılığı beraberinde getirir.
    “Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi, kendi saldırı noktaları dışında kalan hedeflere yönelen ve halkın saflarına da zarar veren hiçbir maceraperestin ve gangsterin sorumluluğunu üzerine almaz. Çocuk kaçırmak, kadınlara ilişmek, emperyalistlerle doğrudan doğruya ilişkisi olmayan kimselere, esnafa, parababası bir avuç hain dışındaki orta derecedeki zenginlere, yani orta burjuvaziye saldırmak, zarar vermek devrimci eylem olamaz. Bunlar adi gangsterlik olaylarıdır. Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi, bu gibi olayları şiddetle kınar. Amerikalı emperyalistlere, finans kapitalizmin temsilcilerine, zalimlere ve halk düşmanlarına yönelen her harekete ise saygı duyar ve bunları sonuna kadar destekler.”[18*]
    Tüm bu açıklamalara ve tarihsel gerçeklere rağmen, “çifte standart karşıtı” “saf demokrasi” yanlısı küçük-burjuva hümanistleri ortaya çıkarak, kendilerinin hangi amaçlarla ve hangi biçimde yapılırsa yapılsın, her türlü şiddete ve şiddet eylemine karşı olduklarını iddia etmeyi sürdürebilirler. Onların ideali ya da “ütopyası”, şiddetin olmadığı, herkesin özgürce yaşadığı, korkunun ortadan kalktığı bir dünyadır. Böyle bir dünyanın kurulabilmesinin, herkesin, her kesimin, her sınıfın şiddetten ve şiddet eylemlerinden, istemsel ve gönüllü olarak vazgeçmesiyle olanaklı olacağını ileri sürerler. Can Dündar gibilerinin söylediği gibi, şiddet bir “kültür” sorunudur, dolayısıyla “şiddet kültürü” ortadan kaldırıldığında, şiddet de ortadan kalkacaktır! Ve dünyada sürekli “barış” olacaktır!
    Bu hümanist ütopyalar, şiddetin istemsel bir şey olduğunu ya da “kültür” sorunu olduğunu savladığından, zorunlu olarak “istem” ile “kültür”ün kaynaklarına inmek zorundadırlar. Ve bilmek zorundadırlar ki, akli dengesi yerinde olduğu sürece, her kişinin istemi, onun içinde yaşadığı ekonomik, toplumsal ve siyasal ilişkiler ve bu ilişkilerin ulaşmış olduğu düzey tarafından belirlenir. Aynı şekilde “kültür”, içinde yaşanılan ekonomik, toplumsal ve siyasal ilişkilerin bir yansısıdır. Bu ilişkilerden bağımsız ve kendi kendine “kültür” dünyada mevcut olmadığı gibi, tarihte de mevcut değildir.
    Bu nedenle, toplumsal ve siyasal ilişkileri de son kertede belirleyen ekonomik ilişkiler alanından işe başlamak gerekir. İnsanların içinde yaşadıkları sosyo-ekonomik yapı tahlil edilmeksizin, zorun ortaya çıkışı ve gelişimi açıklanamayacağı gibi, tarihte oynadığı rol de anlaşılamaz. Ezenlerin ve ezilenlerin, sömürenlerin ve sömürülenlerin, zenginlerin ve fakirlerin, egemenlerin ve egemenlik altında olanların varolduğu bir dünyada eşitlikten, adaletten vb. söz edilemez. Eşitsizliğin, adaletsizliğin olduğu yerde zorun ortaya çıkması kaçınılmazdır.
    Bizzatihi devlet, egemen sınıfların baskı aygıtı, zor aygıtıdır. Devlet, zorun örgütlenmişliği ve sürekliliğidir. Anayasalar ve yasalar devlet zorunun meşrulaştırılmasının hukuki ifadeleridir; mahkemeler, devlet zorunun yasal ölçüler içinde uygulama araçlarıdır; hapishaneler bu zorun uygulandığı kişilerin içinde bulundukları mekanlardır; polis, jandarma ve ordu devlet zorunun doğrudan yürütücüleridirler.
    Zorun (şiddetin) olmadığı bir dünyadan söz etmek, devletin, yasaların, mahkemelerin, hapishanelerin, polisin, askerin olmadığı bir dünyadan söz etmek demektir. Bunlar ortadan kalkmadıkça, şiddetin ortadan kaldırılabileceğine inanmak, dünyada, gökyüzünde bulunamayan tanrıyı Samanyolu galaksisinde aramaya çıkan “dindar” astronota benzer.
    Küçük-burjuva hümanistleri, şiddetin ortadan kalkmasını istiyorlarsa, boş hayallerle avunmak ve çevrelerini kandırmak yerine, devletin, yasaların, mahkemelerin vb. ortadan kalktığı bir dünyanın nasıl kurulabileceğine kafa yormalıdırlar. Ve o zaman bir kez daha göreceklerdir ki, şiddeti ortadan kaldırmanın tek yolu, sınıfların ortadan kaldırılmasından geçer.
    Günümüzde şiddetin köklerini kapitalizmde, kapitalist üretimde aramak yerine, kişilerin “kültüründe”, “düşüncesinde” aramak, en hafif deyimle, abesle iştigaldir.
    Ve bilinmelidir ki, hiçbir egemen sınıf, kendi egemenliğini kendi kendine bırakmaz, terk etmez. Proletarya dışında hiçbir sınıf, kendisini sınıf olarak ortadan kaldıramaz. Proletaryanın sınıfları ortadan kaldırabilmesinin yolu ise, siyasal iktidarı burjuvaziden almak ve devrimi sınıfsız toplumun gerçekleştirilmesine kadar sürekli kılmaktır. Bu da komünist toplumdan başka birşey değildir. Devrimci terör ise, bu tarihsel süreçte, insanlığı gerçek ve kalıcı kurtuluş yolundan döndürmeye çalışanlara karşı uygulanan devrimci şiddettir. “Terör” ve “terörizm” üzerine yapılan tüm tartışmalar, akılyürütmeler, son tahlilde, bu gerçeği gözlerden gizleme çabasından başka birşey değildir.

    Dipnotlar

    [1*] Murat Belge, “Terörden Nasiplenenler”, Radikal, 23 Kasım 2003.
    [2*] Murat Belge, agy, Radikal, 23 Kasım 2003.
    [3*] Enver Şat, “Terörün Kaynağı”, Evrensel, 24 Kasım 2003.
    [4*] Burada Evrensel gazetesinin “terör uzmanı”na haksızlık da yapmamak gerekir. Kendi özsel düşüncesi gibi sunduğu “terör” tanımını Orhan Hançerlioğlu’nun Felsefe Ansiklopedisi’nden almıştır. Orhan Hançerlioğlu “yıldırmacılık” başlığı altında şöyle yazmaktadır:
    “Yıldırmacılık. (Os. Tedhişçilik, Fr. Terrorisme) Toplu ya da kişisel adam öldürmeler, yangın çıkartmalar, yapıları bombalamalar vs. gibi eylemlerde toplumda korku ve güvensizlik yaratma amacını güden siyasal savaşım yöntemi… Korku anlamına gelen La. teror deyiminden türetilmiştir. Yıldırganlık da denir. Yıldırmacılık, gerici siyasada temel dilegetirilişini faşizmde bulur.” (Felsefe Ansiklopedisi, Cilt: 7, s. 321.)
    Görüldüğü gibi Evrensel gazetesinin “terör uzmanı”nın “terör” tanımı neredeyse kelimesi kelimesine buradan alınmıştır. Ancak “küçük” eklemelerle: “insanların kalabalık olduğu mekanları bombalama” gibi. Orhan Hançerlioğlu “toplumda korku ve güvensizlik yaratma amacı”ndan sözederken, “terör uzmanı”mız “topluma korku salan eylem”den söz etmektedir. Bir “terör uzmanı”na bu kadarcık “katkıyı” da çok görmemek gerekir. Ne de olsa, THKO’nun silahlı mücadele çizgisini reddeden oportünist bir çizginin legalist koşullarında yaşamaktadır.
    [5*] Enver Şat, “Terörün Kaynağı”, Evrensel, 24 Kasım 2003.
    [6*] Güneri Civaoğlu, “Beyaz Türklerden Bugüne”, Sabah, 10 Kasım 1988.
    [7*] Mahir Çayan, Yeni Oportünizmin Niteliği Üzerine.
    [8*] Gülay Göktürk, “Amaçlar ve Araçlar (II)”, Tercüman, 28 Kasım 2003.
    [9*] Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II-III.
    [10*] K. Marks, Burjuvazi ve Karşı-Devrim, Marks-Engels: Seçme Yapıtlar, Cilt: I, s: 169-173, Sol Yayınları, Aralık 1976.
    [11*] Saint-Simon, Lettres d’un Habitant de Genéve à ses Contemporains, Paris 1868.
    [12*] F. Engels, Anti-Dühring, s. 371, Sol Yayınları, Ekim 1995.
    [13*] F. Engels, “Otorite Üzerine”, Marks-Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt: II, s: 452, Sol Yayınları, Temmuz 1977.
    [14*] K. Marks, “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”, Marks-Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt: I, s. 479, Aralık 1979.
    [15*] F. Engels, Anti-Dühring, s. 271.
    [16*] Ekmek ve Adalet, “Bombalar kime ne diyor? Bombalar hakkında kim ne diyor?”, Sayı: 87, 23 Kasım 2003.
    Aynı derginin aynı sayısında yayınlanan diğer bir yazıda (“Kim Yaptı?”) ise şunlar söylenmektedir:
    “Çeşitli dönemlerde, islamcı, polis, ordu tarafından yapılan açıklamaları aşağıya aktarıyoruz. Bakın görün, şeriatçıları kim büyütmüş, eğitmiş. Bakın görün, suçsuz halkı katledenlerle aynı kafa yapısını taşıyanlar kimlerdir…
    İstanbul’da gördüklerimizi, şimdi burada okuduklarınızla birlikte düşünün! Suçsuz insanlarımızın cesetlerinin üzerinde; Tayyip’lerin, Aksu’ların ve ‘terör terör’ deyip duran oligarşinin katil suratlarını görüyor musunuz?!..”
    [17*] Atılım, “Siyonizmin Eseri”, Sayı: 61, 22 Kasım 2003.
    [18*] THKC I No’lu Bülteni, 1971.

    KURTULUŞ CEPHESİ – Kasım-Aralık 2003
    http://www.kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc76_2.html

  12. Bu yazıyla ilgisi yok ama merak ettim, Sakine Cansız ve iki arkadaşının öldürülmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Aydınlık gazetesinin yazı dizisi önemli iddialar içeriyor bence. Aydınlık’ın iddialarını benimsemeseniz bile sizce kim yapmış olabilir bu işi?

  13. Bu konuyu, “Bir ihtimal Daha Var” adlı yazımda işlemiştim. Bu sitede var. Arama motoruna yazarsanız çıkar.

  14. Ne yazık ki bugün hala Türkiye’de önemli bir çoğunluk 12 Eylül darbesini savunmaktadır. Gerekçe şu: “Darbe olmasaydı şu kadar insan ölecekti. İnsan hayatı çok değerlidir bu yüzden darbe iyi oldu.” Kenan Evren de zaten bu gerekçe ile darbe yapmıştı. Aslında bu gerekçe kullanılmıştır. Gladio ve derin devlet o zamanlar için Türkiye’de darbeye uygun bir zemin oluşturdular. Yani bunlar kasıtlı olarak terör ve darbe ortamı yarattılar. Kısaca ülkeyi dingonun ahırı haline getiren ya da buna göz yuman bu derin devlet ve Gladio’dur. Bu yüzden darbe olmasaydı şu kadar insan ölürdü sorusu anlamsız ve zırva bir sorudur. Çünkü o kadar insanın ölmesine darbenin olması için göz yumuldu ve bu ortam kasıtlı olarak oluşturuldu, sonra da darbe yapıldı. Tabii bundan önemli ölçüde Kenan Evren ve Kemalist zihniyet sorunludur.

    Peki darbe niçin yapıldı? Aslında bu darbe ile Türkiye toplumuna ölümü gösterip ondan bir anlamda beyinsizliğe teslim olması istendi. Yani Türkiye toplumuna Kemalist zihniyet ve egemen burjuva ya ölümü seçeceksin ya da beyinsiz olmayı dedi. Darbe ile birlikte Türkiye toplumu bir anlamda beyinsiz olmayı seçti,(ya da ona bu zorla seçtirildi), üçüncü bir seçenek oluşturamadı. Gerçi Türkiye çok önceden de beyinsiz zihniyete teslim olmuştu ama 12 Eylül darbesi ile Türkiye toplumu neredeyse tümüyle beyinsizliğe teslim oldu.

    Bugün ise bazıları 12 Eylül oldu diye bayram havasında. Darbe oldu da o kadar insan ölmedi ne iyi oldu diye kutlama törenleri yapacaklar sanki. Gerçekte 12 Eylül zihniyeti beyinsizliği, yani büyük egemen burjuva ve büyük şirketler dışındaki özgür ve bağımsız düşüncenin sonuna kadar aşağılanmasını ve yok edilmesini, işçi sınıfının ve sıradan insanın susturulmasını, teslimiyetçiliği ve katıksız ABD uşaklığını ve küresel sermayenin ve burjuvanın önemli ölçüde boyunduruğu altına girmeyi temsil eder. O yüzden o kadar çok övülecek, methiye düzülecek bir durum değildir. Aynı zamanda bu dönem Türkiye için ikinci bir Gazali ve gericilik dönemidir. Dönüm noktasıdır. 12 Eylül darbesinden sonra AKP’nin iktidar olması ve ülkede Türk-İslam sentezinin inanılmaz derecede güçlenmesi durduk yerde olan bir şey değildir.

    Peki o zaman 12 Eylül’ü bayram olarak kutlayanlara şunu söylüyorum: bayram ediyorsunuz da neyin bayramını kutladığınızı ve ülkeyi kimin dingonun ahırı haline getirdiğini de iyi görün derim.

  15. Türkiye solu için epey ümitsizim. Gerçi Gün Zileli 12 Eylül’den sonra oluşan bir takım olumlu gelişmelerden söz etmiş ama bugün solda özgürlüğe karşı tutum hala epey olumsuz. (Geneli için bunu söylüyorum. Son zamanlarda ortaya çıkan anarşist akımlar özgürlüğe epey değer veriyor bu açık ama bunların sayıları ve etkinlikleri epey az.)

    O yüzden Türkiye’de sol ve sosyalizmin hala otoriter bir geleneğin güdümünde olduğunu söyleyebilirim. Hem de oldukça otoriter. Bu yüzden bunların özgürlüğe bakışı da hayli sorunlu. Ama ilginç olan şu: bunlar iki de bir kapitalizmdeki otoriter baskılardan şikâyet ediyorlar ama kafalarındaki var olan çözümde kapitalizmdeki gibi baskıcı ve otoriter. Türkiye solu ve sosyalistleri aynı zamanda böyle bir çelişki içinde. Anlaşılan almamız gereken epey bir yol var. Belki bu çelişkinin farkındalar ama kendi otoriteleri olunca bunu doğal karşılıyorlar. Bu yüzden aslında şikâyet ettikleri şey otorite ve baskıdan ziyade bu baskı ve otoriteyi kendilerinin kuramamış olması. Tabii böyle olunca başkalarının otoritesi karşısında özgürlük diyorlar ve elbette kendi özgürlüklerinin değerini anlıyorlar, ama bu otoriter çözümlerle yüzleştiklerini; başkalarına otorite ve baskı kurmaktan vazgeçtikleri anlamına gelmez. (Tabii bu eleştiri tüm sosyalistleri kapsamıyor, bunun dışında olan özgürlüğe değer veren sosyalistler var ama dediğim gibi bunlar epey azınlıkta görünüyor.)

  16. Uykusuz’da Erdoğan, Kenan Evren’in ‘mirasını’ devralıyor

    12 Eylül darbesinin mimarı Kenan Evren, ‘mirasını’ Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bıraktı

    Haftalık mizah dergisi Uykusuz, bu haftaki kapağına geçtiğimiz günlerde ölen darbeci Kenan Evren’in “mirasını” ve bu “mirasın” yeni sahibini taşıdı. Derginin kapak çiziminde Kenan Evren’le gelen 12 Eylül Anayasası, YÖK, yüzde 10 barajı ve zorunlu din dersini Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “Allah razı olsun” diyerek kabul ettiği resmedildi. İşte Uykusuz’un o kapağı:

    Kaynak ==> http://www.demokrathaber.net/cizgi/uykusuz-da-erdogan-kenan-evren-in-mirasini-devraliyor-h49037.html

    Demokrat Haber

  17. RTE’nin 19 Mayıs mesajında M.Kemal’den söz etmeyerek Kemalistleri bozması iyi olmuş;
    (Bu arada, 12 Eylül’cüler “Atatürk’ü Anma” kısmını eklemeden önce zaten adı “Gençlik ve Spor Bayramı”ydı sadece. Hem cahiller, hem de güya karşı oldukları 12 Eylül’ün işlerine gelen uygulamalarını savunuyorlar)

    KİM

    Cumhurbaşkanı Erdoğan resmi Twitter hesabından 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı için yayınladığı mesajda gençlere hitap ederek dedi ki:
    “Ülkemin bütün gençlerinin bayramını yürekten tebrik ediyor, ülkemizin ve dünyanın tüm gençlerine sevgilerimi saygılarımı iletiyorum. İnanıyorum ki gençlik kendisine yakışanın en iyisini bulmaya, imar etmeye azimlidir, kararlıdır; bundan sonra da bunun adımlarını atacaktır.”
    Erdoğan’ın mesajında Atatürk’ten hiç söz edilmedi.
    Oysa bu ülkede ne varsa hepsinin temelinde Atatürk var… Beştepe Sarayı’nın temelindeki Orman Çiftliği’nin adı ne mesela?

    http://www.milliyet.com.tr/ince-mesajlar-/gundem/ydetay/2062121/default.htm

  18. 12 Eylül Asker Darbesinin: Karakteri, Nedenleri, Nasıl Gerçekleştiği? ABD ve Batının Neden Desteklediği?
    İbrahim GÜÇLÜ

    Türk Devleti, faşist, sömürgeci, darbe devletidir. Buna rağmen, 12 Eylül Askeri darbesi, 3. Askeri darbe olarak nitelendirilir. Oysa Türk Devleti, tarihi boyunca, halklara karşı darbeler gerçekleştirerek varlığını sürdürmüştür. Ama açık askeri darbelerden bahsedilecekse, 12 Eylül Askeri Darbesi, 3. Darbedir.

    Açık askeri darbelerin üçüne şahit oldum.

    Darbelerden biri (27 Mayıs Askeri Darbesi) gerçekleştiği zaman, ilkokul öğrencisiydim. Bu darbeden doğrudan değil, dolaylı etkilendim.

    12 Mart 1971 Darbesi gerçekleştiği zaman, Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencisiydim. Aynı zamanda Ankara DDKO Başkanı olarak Kürtçülük ve Komünizmden dolayı Ankara Ulucanlar Kapalı Ceza Evinde tutukluydum. Darbe sonrası Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkı Yönetim Komutanlığı Askeri Ceza Evine götürüldüm. Aynı ismi taşıyan sıkıyönetim askeri mahkemesinde yargılanıp, DDKO kurucusu, üyesi, yöneticisi arkadaşlarımla toplu bir şekilde cezalandırıldık. Ben en ağır ceza alan iki Kürtçü ve Komünistten biriydim. 16 yıl Hapis, 5 yıl 6 Ay sürgün cezası aldım.

    12 Eylül Askeri darbesi gerçekleştiği zaman, Rizgari İllegal Örgütünden dolayı hakkımda gıyabi tutuklama kararı vardı. Darbe gerçekleştikten sonra Ortadoğu’ya, Kürdistan’ın diğer parçalarına, Avrupa’ya çıktım. Uzun yolculuk, çoğu Kürt aydını, Kürt yurtseveri gibi benim de payıma düştü.

    *****

    12 Eylül Askeri Darbesi, bundan 35 yıl önce gerçekleşti. Muhalifler, daha doğrusu darbeden zarar gören herkes, her kurum ve parti, bu darbeyi, en zor koşullarda lanetlemek ve protesto etmek için çeşitli biçimler altında toplantılar ve eylemler yapmışlardır. Son kaç on yılda da bu askeri darbeyi lanetlemek ve protesto etmek için daha özgürce kitlesel toplantılar yapılabiliniyor.

    Dün de, PKK dışındaki Kürdistanlı parti ve örgütleri, Kürt aydınları ve yurtseverleri, Diyarbakır’da, ünlü 5 Nolu Hapishanenin önünde 12 Eylül Askeri darnbesini protesto ettiler ve lanetlediler. Darbenin karakteri, yaptıklarına dair açıklamalar yaptılar. Günümüzde olup biten gelişmeleri de ele aldılar.

    Kürdistanlı parti ve örgütler adına, PAK Genel Başkanı Mustafa Özçelik bir konuşma yaptı.

    Ben de, bu protesto ve lanetleme toplantısına katıldım.

    Bu satırları yazarken de, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesini yine protesto ediyor ve lanetliyorum.

    Ama ondan daha önemli olan, darbenin karakteri, yaptıkları, nasıl gerçekleştiği, ABD ve Batının neden bu darbeyi desteklediğinin bilince çıkarılması gerekir ki, dersler çıkarılabilinsin.

    *****

    Türk Devleti kurulduğu süreçte ve sonrasında kendisine belli standartlar belirledi. Bu standartlar: Tek lider, tek parti, tek ideoloji, tek ulus, bu ideolojinin yarattığı tek din ve tek mezhep diktatörlüğü olacak. Bunun dışına çıkanlar hepsi cezalandırılır ve ortadan kaldırılır.

    Böylece devlet, küçük bir sivil ve askeri elit dışında herkese karşı kuruldu.

    Devletin ideolojisi, Kemalizm olarak belirlendi. Bunun dışındaki tüm ideolojiler düşman görüldü ve yasaklandı. Liberaller, komünistler, sosyalistler, İslamcılar, sosyal demokratlar düşman görüldü.

    Devlet, bir elitin devleti olarak kurulduğu için bu elit dışındaki tüm Türk sınıf ve tabakaları, özellikle işçileri ve emekçileri düşman ilan etti.

    Devlet, sadece Cumhuriyet Halk Fırkası (Partisi) tarafından yönetildi. Başka partilerin kurulması yasaklandı.

    Bütün bu özellikler, devletin faşist karakterini tayin ve ifade etti.

    Türk unsuru dışındaki Kürt milleti ve diğer etnik gruplar yok sayıldılar ve düşman ilan edildiler.

    Bu da devletin işgalci, ilhakçı, sömürgeci karakterini tayin ve ifade etti.

    *****

    Türk Devleti, İkinci Dünya Savaşından sonra da, demokratik görünmek ve Batı Devletleriyle ilişki kurmak için, çok partili sistemi benimsedi. Kontrollü yönetici sınıf tabanını genişleterek, burjuvazi ile egemenliği paylaşmış göründü.

    Sivil ve Asker eliti dışındaki sivil hükümetler, muhaliflerin her türlüsü, Kürtler devletin standartlarını zorladıkları anda darbeler oldu. 12 Eylül Darbesi de bu nedenlerle gerçekleşti.

    12 Mart Darbesinden sonra, burjuvazi daha güçlendi. Kürt ulusal muhalefeti çoklu örgütsel yapı kazandı.

    Sol muhalefet de kitlesel bir yapı kazandı.

    Bu nedenler ve karşı aldıkları aynı zaman bu darbenin karakterini belirlemiştir.

    12 Eylül 1980 Askeri darbesi, tüm topluma ve tüm sağ ve sol muhalefete karşı olduğu ve bu muhalefeti tasfiye ettiği, parlamentoyu fesih ettiği, siyasi partileri, sendikaları, demokratik kitle örgütlerini kapattığı ve yöneticilerini gözaltında işkence tabi tuttuğu için faşist karakterlidir. Bir açık faşist diktatörlüktür.

    Darbe, tüm Kürtlere karşı olduğu, Kürdistan partilerini tasfiye etmeye çalıştığı, Kürtleri kitlesel olarak gözaltına alıp işkence ettiği, tutukladığı, cezalandırdığı ve öldürdüğü için de sömürgeci karakterini bir kez daha ortaya koydu.

    Özcesi, 12 Eylül Askeri darbesi tam anlamıyla Türk devletinin standartlarına sahip, sömürgeci faşist bir diktatörlüktür.

    *****

    12 Eylül Darbesi herkese korku saldı. Herkese zarar verdi. Herkese acı yaşattı. Yüz binlerce insanı gözaltına alıp fişledi ve işkence etti. Yüz binlerce insanı da büyük cezalara çarptırdı.

    Türkiye’deki şekli ve bohçalı demokrasinin tüm kurumlarını ortadan kaldırdı. Parlamentoyu fesih etti.

    *****

    Askerle, sebepsiz darbe yapamazlardı. Darbenin nedenlerini oluşturmaları gerekirdi. Halkı darbeyi desteklemeye ikna etmeleri gerekirdi. Bunun nedenlerini oluşturdular.

    Bu nedenle, radikal sağ ve sol örgütleri çatıştırdılar. Her gün bu çatışmalarda birden fazla ölümler gerçekleşti. Radikal sağ ve sol örgütlerin büyük şehir merkezlerinde (İstanbul, Ankara, İzmir) kurtarılmış bölge ilan etmelerine göz yumuldu. Üniversitelerde, hatta orta öğretimde gençlerin çatışmaları için provokasyonlar tertiplendi.

    Darbe yapıldığı zaman 5000 insan katledilmişti. Her aile çocuklarının yaşamından endişe etmeye başlamıştı.

    Halkı cunta beklemeye ikna edecek koşulları yaratılmıştı.

    Kürdistan’da da PKK eliyle zamansız silahlı eylemler geliştirdiler. Hilvan’da, Siverek’te, Nusaybin ve Kürdistan’ın diğer birçok şehrinde toplumun seçkin insanlarının, Kürt liderlerinin, Kürt yurtsever kadrolarının ölümlerine yol açtılar. PKK’nın diğer Kürdistan örgütlerine ve sol örgütlere saldırmasını sağladılar, teşvik ettiler.

    Kürdistan’daki gelişmeler de darbeye meşruiyet ve destek sağlayan gelişmeler oldular.

    Eğer günümüzde bu gerçekleri görmezsek ve bilince çıkarmazsak, Kürdistan’da olan biten hayati gelişmeleri da anlamamız olanaklı değildir.

    *****

    12 Eylül 1980 Sömürgeci Faşist Askeri Diktatörlük, soğuk savaş koşullarında gerçekleşti. Bu dönem, Sosyalist Dünya/Kampı ile ABD’nin başını çektiği Batılı demokrasi ve özgür Dünya/Kampı arasından çetin bir mücadele devam ediyordu. Bu mücadele dünyanın belirli bölgelerinde mevzi silahlı çatışmalar ve savaşlarla devam ediyordu.

    Sosyalist Dünya sol cuntaları, Batı Dünyası sol cuntaları destekliyorlardı.

    Türkiye’de olan sağ bir cuntaydı.

    Türk ve Kürt tarafında da muhalefet solcu, S. Birliği ve genel olarak sosyalist dünyanın destekçisiydi.

    ABD ve Batı Dünyası bu nedenle 12 Eylül 1980 Cuntasını destekledi.

    Bundan garip olan bir şey de yoktu.

    Çünkü ABD ve Batı Dünyası, Türkiye’yi kaybedeceğine ve Sosyalist Dünyanın bir parçası haline getirileceğine de inandırılmıştı.

    Amed, 13 Eylül 2015

    http://gelawej.net/index.php/yazarlar/ibrahim-guclu/2153-12-eylul-asker-darbesinin-karakteri-nedenleri-nasil-gerceklestigi-abd-ve-batinin-neden-destekledigi

Comments are closed.