O. Gürsel/Sosyalist hayallerimiz, bir ‘orta sınıf ev köpeği’ beklentilerini aşmak zorundadır!
(“Grover Furr tartışması” Üzerine Notlar)
“Sovyet hükümeti 1935 de cezai sorumluluk yaşını … 12 ye indirmişti (Aynı yıl çıkarılan 2. bir kararnameyle devlet aleyhine suçlardan dolayı hapishanede bulunan bir kimsenin akrabalarını tutuklama ve hapsetme yolu açıldı). Yapılan iş bir rehine sisteminin fiilen ilanıydı. … Örneğin Kamenev oğlunun kurşuna dizileceği söylenerek tehdit edildi… İvan Smirnov sorgulamasında kızına kaba davranıldığı… Stanislov Kosiyor… on altı yaşındaki kızı … tecavüze uğrayınca…Kamenev’in oğlu 1939 da kurşuna dizildi… Zinovyev’in oğlu, kız kardeşi Vorkuta kampları.. kurşuna dizildi… Zinovyev’in kardeşlerinden üçü ve bir erkek yeğeni de kurşuna dizildi. Troçki sülalesinin bütün mensupları 1936-38 arasında NKVD tarafından öldürüldü…” (Orlando Figes, Karanlıkta Fısıldaşanlar, çev: Nurettin Elhüseyni, YKY, 2011, s. 287) Anılar, belgelerle çok sağlam yazılmış bir tarih kitabı… Furr denilen, anlaşılan ancak babasının-partisinin beyin yıkadığı 12 yaş çocuklarını ikna edebilecek bu kitapla karşılaştırıldığında “kanıt’ın” neler olduğunu görürsünüz. Yüzlerce belge… “çapraz karşılaştırmalı” anılar…
İtirafların kendisi dikkat çekmiyor mu? Aksine fiziksel işkence olmadan bu kendini aşağılama histerisi daha da tuhaf değil mi? Öleceğini bilse bile!
35 sene önce 18 yaşındayken bile bu itiraflarda bir tuhaflık sezmiştim. İnsan siyasi bir davada kendine yöneltilen iddiaları “suç” olarak görmez; istenilen anlamda bir suçu kabul etse bile kendini böyle “anlaşılması güç” bir şekilde aşağılamaz. Bu yalnızca evlatlarının, sevdiklerinin işkence ve öldürülme tehdidi ile mümkündür! -O zamanlar çocuğum yoktu ama evladı olanlar bilir-anlar bunu.-
Stalinizm Devletçi bir “sosyalizm” olarak da görülebilir. Ama totalitarizmi ve yaptıkları birer insanlık suçudur. O günlerin dünyasında (belki!) anlaşılabilir, savunulabilir cinayetler en azından gelecek sosyalizm adına mahkûm edilmek zorundadır. Olan olmuş! Ama olanlar ne sosyalizm, ne insanlık idealleri adına savunulabilir. Bir “mafya çetesi” devleti ele geçirmiş sanki…
Kısır tartışmaların dışına çıkmalıyız. Görebildiğim kadarıyla Stalin meselesindeki tartışmayı şimdilik bir “yöntem” sorunu olarak ele alabiliriz.
1920-1950’lerin üretici güçlerinin yetersizliği ve 20’ler Rusya’sının % 80′inin kır nüfusu olduğu gerçeği devrimin biçimini ve kaderini çizdi. Lenin ya da Troçki de olsaydı, bu nesnel koşullarda 2. emperyal savaş öncesi Stalin’in “mafya temizliği” biçiminde olmasa da yine trajik olayların yaşanabileceği kabul de edilebilir. (Lenin NEP’i çok daha uzun süre sürdürürdü ama mesele bu değil…)
SSCB deneyiminden ne öğrenebiliriz? Sorun-tartışma içeriği bu olmalı. Stalinist yöntemler üretici güçleri geliştirmez. İnsana-insanlığa daha iyi maddi ve tinsel koşullar sağlamaz. İnsani karakteri geliştirmez; birey-toplum gelişme dengesini sağlamaz. Aksine insan “ruhunu” mahveder; bir orta-sınıf ev köpeğinin hayatı sosyalizm olamaz; kaldı ki, bu “orta sınıf” da sonunda ekonomik olarak çökecektir ve çökmüştür.
İnsanlar neden hala Stalinist? Karışık bir mevzu… Birincisi bu “pisliğin” ortaya somut olarak saçılmasının üzerinden henüz 20 yıl geçti. Bu kısa bir zaman sayılır. İkincisi, emekçilerin-halkın devrim yapmasının özgün koşulları yok; darbeci-baskıncı, salt şiddet ve terör yöntemi ile devrim hayali bu zihniyet ile örtüşür. İnsanlar hayatı kendi ömür sürelerine göre biçimlendirmek istiyor. Sabırları yok. Üçüncüsü parti-örgüt yapıları içindeki kişisel pozisyonlar ve daha baştan Stalinist karakterlerin hegemonyası bu yapıları dogmatik, değişime dirençli hale getiriyor. (150-200 milyonluk ülke 30 yılda Stalin’den daha “iyisini” yetiştiremiyor…Peygamberlik gibi!) Dördüncüsü, kaba, şabloncu, imana dayalı kurgulanmış düşünceler her zaman “belirli bir kesim” ve insan zihnine de uygundur. (Stalin ve SSCB üzerine söylenilen yalanlar, erdemli, iyi yürekli, fedakâr ama bu işlere kafa yormayan, zaman veya yöntem bulamayan insanların sistematik aldatılması hâlâ işe yarıyor.) Okuyan, yazan, yabancı dil bilen, bu partilerde görevli, teorisyen adamların-kadınların ise Stalinist olması veya Stalin’i hâlâ “kahraman, iyi adam, sosyalist vs” görmeleri bence egosal-psikolojik bir sorun olarak değerlendirilebilir. Belki daha kötüsü, bu konuda yazılmış iyi kaynaklara bir türlü ellerinin varmamış olmasıdır. Kendilerini ve yoldaşlarını bilerek veya bilmeyerek kandırmaktadırlar. Yinelemeli, Sosyalizm hayali Stalinizmin cehennemi olamaz… Bu cehennemi arzulayarak Stalin’i savunanlar en azından “dürüst” ve tutarlıdırlar…
7 Aralık 2013
Anilar ve belgelerle cok saglam yazilmis bir tarih kitabi diye tanimladigin kitabin yazari Orlando Figes”i o anilarin sahipleri bile yalanci ilan ettiler ve Karanlikta fisildasanlar kitabinin Rusya baskisini durdurdular. Bizzat kitabin yazilmasi icin gerekli taniklari bulan memorial vakfi ( ki misyonu anti stalinist desenformasyondur ve bu alandaki en onemli Rus vakfidir) o bile kitabin yasaklanmasini savunmak zorunda kaldi.
Anti stalinistlerin en onemli ozelligi cahillikleri, bir kitap okuyorlar dunyayi bildiklerini saniyorlar. Cahilliklerini kapatmak icin kendilerince afilli tahliller yapmaya kalkiyorlar. Bak su asagida yazdiklarina;
“SSCB deneyiminden ne öğrenebiliriz? Sorun-tartışma içeriği bu olmalı. Stalinist yöntemler üretici güçleri geliştirmez. İnsana-insanlığa daha iyi maddi ve tinsel koşullar sağlamaz. İnsani karakteri geliştirmez; birey-toplum gelişme dengesini sağlamaz. Aksine insan “ruhunu” mahveder; bir orta-sınıf ev köpeğinin hayatı sosyalizm olamaz; kaldı ki, bu “orta sınıf” da sonunda ekonomik olarak çökecektir ve çökmüştür.” sacmaligini yazmak icin cok dusundun mu? Stalinist yontemlerin uretici gucleri gelistirmedigi, insanlara daha iyi maddi kosullar saglamadigi tezini hadi cahilligine verelim, peki bu mahvedilen insan ruhu ya da daha iyi tinsel kosullar ne oluyor?
Mesela yalanci oldugu icin kendi taniklarinin bile kitabini reddettigi Figes”in kisiligi senin icin uygun ve korunmasi gereken bir insan ruhu mu? Ya peki sirf CHP ye oy vermek istemediler diye onune gelen anarsiste kufreden onlari stalinistlikte dahil herseyle suclayan Gun?
Yoksa sirf senin gibi dusunmediler diye bir suru aydini psikolojik hasta kabul eden senin ruhun mu ideal korunmasi gereken ruh?Ruhun ne kadar asilse artik, senin eline yetki verilse ne kadar senin gibi dusunmeyen varsa cezaevine de degil, akil hastahanelerine tikacaksin,
Cezai ehliyetin 12 yasina dusurulmesi gibi bir suru sacmaligi tartismayacagim bile. Anladigim kadari ile konu hakkinda Orlando Figes den baska bir sey okumamissin. Simdi sana anlatsam bu spekulasyonlarin kaynagi olan 1935 yili Genc suclular yasasi hangi kosullarda cikti, neleri hedefledi, yasanin iyi yonleri yanlis yonleri ondan once yasalar nasildi filan zaten kafan almaz. gerci senden kotulerini de gordum ben, bazilari idan yasinin 12 ye dusuruldugunu ve cocuklarin idam edildigini de yaziyordu. Demek ki buralarda yazdigim bazi yazilar az da olsa ise yariyor.
Gun kendine yardimci olsun diye yanina cagirdigin yazar bu ise senin durum umutsuz. Yusuf Cemal bile bundan daha iyi. Gecmiste uc defa tum dusunce sistemini reddetmis yeni arayislara girmissin. Ataturkculuk, stalinizm ve Trockicilik. Valla bence yeniden dusunsen iyi edersin, zaten anarsistler seni anlamiyor, CHP ye bile oy vermiyorlar. Anti stalinizm meselesinde yardim umdugun yazar yukarda, pek umut yok. Bence sen yeni bir seyler bur, Budizm mi olur? cicek cocuklara mi katilirsin bilemem artik. Onlarda bir on yil daha idare eder seni.
“
O. Gürsel’in açıklamlarının bir iki noktasına itiraz edeceğim. Yalnız yanlış anlaşılmasın. Benimki aynı doğrultudan, yanından bir eleştiri olacak.
Stalinizm üretici güçleri geliştirdi. Ben bunu tartışmasız buluyorum. Klasik burjuva devrimlerinin yüzlerce yılda yaptığı tüm katliamları bir kaç on yılda yaparak. Neredeyse tamamen köylü olan bir toplumu, dünyanın süper güçlerinden biri haline getirdi. Burada uygarlık-mutluluk tartışmasına girersek, buradan pek çıkamayız. Ben burada Komünist Manifesto’nun üretici güçleri devasa hale getiren burjuvazi tanımına aynen katılıyorum. Stalinizmi, onu öncülleyen tarihsel olayların üstüne binen, daha sonraki örneklerde gördüğümüz gibi pek de kendine özgü olmayan bir grup aydının kendilerini burjuvazinin yerine ikame ettikleri bir burjuva devrimi olarak okuyorum.
Bu okumanın bir avantajı, günümüzdeki sosyalistlerimizin niçin İsveç-Norveç tipi bir “sosyal” kapitalizme tav olacaklarını açıklayabilmesi. Onlar için kapitalist hiyerarşi, kapitalizm “insani” olursa, devlet eliyle, mücadeleler sonucu ya da kapitalistlerin olgunluğu sebebiyle dizginlenirse problem yaratmıyor. Bu ayrım göze alındığında, aslında “sol” cenahın tamamına yakınının, anarşist ya da komünist değil, radikal demokrat olduğunu bilmek, gelecekteki harekette sınırlarının ne olduğunu görebilmek ve ona göre tavır alabilmek mümkün.
Bir başka avantajı, mesela stalinist yöntemlerin burjuvazinin yöntemleriyle paralelliğinden ve zıtlığından yola çıkarak, neyin burjuvaziye, neyin bürokrasiye ait olduğunun ve bu iki egemen sınıf parçasının politikalarına nasıl alternatif sınıfsal politikalar geliştirebileceğimizi görebilmek. Açıkçası kendiliğinden zannedilen düşünsel tarihin içinde ince detayları da farkedebilmenin ve kullanabilmenin yolunu açıyor.
Ve bana kalırsa ana avantajı, gelecekte arzu ettiğimiz sistemin bir değilleme mekanizmasına bağlı kalınmadan ifade edilebilmesi. Yani pozitif bir içeriğe sahip olabilmesi. Şöyle ki, anarşizm ya da komünizm ya da o “iyi şey”in adı her neyse, kalkınmacı sosyalizm “değildir”, devlet sosyalizmi “değildir”, bürokratik diktatörlük “değildir”, stalinizm “değildir”, maoizm “değildir”, iyi de nedir? sorusuna düzgün bir cevap verilebilmesinin önünü açması.
Ve son olarak bu tersten bakışla birlikte, Stalinizmin “insani” olduğunu iddia etmeye devam edeceğim. “İnsani” kavramına, hep pozitif içerikler koyma sonucu, olsa olsa Cesur Yeni Dünya elde edilebilir diye düşünüyorum. “Oysa insani olan aynı zamanda barbarca olanı da içeriyor” klişe kalıp fikrini savunmuyorum. Stalinizmin insanları insan olarak ele alarak, yani mesela Buharin’den itirafname alarak, Stahonovizm sırasında çok çalışanları ödüllendirerek, zaman zaman kendi özvarlığı bürokratı bürokrata kırdırarak, burjuvazinin yüzyıllardır ortaya çıkardığı “insan”a tamamen uygun davrandığını düşünüyorum. Burada sorgulanması gereken, kendi sınırlarını keşfederek onları çeşitli yollarla aşan, karşısına çıkan problemleri çözmeyi öğrenen bir canlı türü olarak insan kavramının yerine, mutluluğu amaçlamış ve kaderin cilvesiyle bu hale gelmiş insan kavramının yerleştirilmesi. Eğer bu ikincisi tercih edilirse, kapitalist “piyasa eli” ya da tüm diğer Büyük Öteki’lerin var olduğu inancına geri düşeriz.
Ben bilerek “Stalinist yöntemler” dedim. “Stalinist yöntemler üretici güçleri geliştirmez. İnsana-insanlığa daha iyi maddi ve tinsel koşullar sağlamaz… Aksine insan “ruhunu” mahveder; bir orta-sınıf ev köpeğinin hayatı sosyalizm olamaz; kaldı ki, bu “orta sınıf” da sonunda ekonomik olarak çökecektir ve çökmüştür.”
Bilerek Stalin demedim; çünkü Stalinist yöntemler sürdürülebilir değildir; ağır bir “kopma”, tükenme ile sonlanır! İnsanler eğer bir “köpek karakteri” taşısaydı, evet o zaman “stalinist yöntemler” sürgit üretici güçleri geliştirirdi. (Kaldı ki, o zamanlar değil ama bugün, Doğa’nın aleyhine de olsa ‘üretici güçler’ geliştirme meselesi de tartışılabilir bir duruma geldi…)
Stalinizm “insan karakterine” uygun değildir… (Bir başka zaman konuşuruz ama 150-200 bin yıllık “insan karakterinin” ne olduğu da araştırmaya, konuşmaya değer, heyecanlı, güzel bir konu. İmkanlarımız, imakansızlıklarımız üzerine… Şunu kabul ederim; “kitlelerin karakteri…” Ama biz sosyalistler, kitlelerin karakteri üzerine değil, “gelişmiş, akıllı insan” karakterinin “mutlu” olacağı bir dünyayı savunmuyor muyuz?… Zaten maddi dünyanın yükümlülüklerinden kurtulan insan, daha akıllı insan olmayacak mı… Karmaşık bir mevzu ama… öncelikle günümüzün pratik sorunları bu konuşmaları-söyleşileri ötelemek zorunda…)
Ortaya koyduğunuz sorunlar, tartışmalar gerçekten üzerinde ciddiyetle durulacak önemli soru ve sorunlar. Bu konular üzerinde araştıracak ve düşüneceğim..
Not… Ahmet için ona ters gelse de üzerinde düşünülmüş, araştırılmış, analiz edilmiş bir yazı hazırlıyorum; bir kaç gün de hazır olur; bu konular benim için salt inkara dayalı, salt suçlayarak, konuyu alakasız güreş mahallerine çekerek ve çalakalem yazılacak denli önemsiz değil. O. Gürsel
En Büyük Tüketici Güç: Üretici Güçler Teorisi!
Devrimi bırakan, üretici güçler teorisine sarılır. Bazıları ise, devrim diye başından beri bu teoriye sarılmıştır.
Üretici güçler teorisini başımıza bela eden Marx ve Engels’tir. Marx ve Engels’in teorisinde toplumsal gelişmeyle devrim tam birbirinin üzerine oturmaz, biraz ayrı ayrı yerlerde durur. Kapitalist ekonominin tahliline gömülen Marx ve toplumların gelişme trendlerine yoğunlaşan Engels, elbetteki birbirlerine danışarak ve fikir alışverişinde bulunarak, toplumların gelişmesindeki en önemli faktörün üretici güçler olduğu sonucuna varmışlardır. Onların alanı buydu. Çağları da zaten gelişmeci ve ilerlemeci, bilimi kutsayan bir çağdı. Düşünce ufukları birçok bakımdan çağlarını aşsa da, bu temel noktada çağın damgasını taşıyordu. Marx ve Engels, daha çok bilim insanı olma özellikleriyle üretici güçlerin ilerlemesini kutsama hatasından kurtulamadılar. Demin, devrim teorilerinin, toplumsal gelişme teorileriyle tam üst üste oturmadığını söylemiştim. Bu, devrim teorilerinin, pratik yoksunluğu nedeniyle gelişmemişliğinin işaretidir aynı zamanda ama yine de devrime ilişkin görüşlerinin, üretici güçleri geliştirme mantığına tam olarak oturmaması nedeniyle, devrimci kalmasını sağlamıştı.
Bu ikisini tam olarak üst üstü oturtan, II. Enternasyonal’de, Engels’in öğrencisi Bernstein oldu. Bernstein, kendine yakıştırıldığı gibi, teoriyi “revizyondan” geçiren bir “revizyonist” miydi, yoksa Marx ve Engels’in üretici güçler teorisinin varması gereken doğal sonucu vazeden bir tilmiz mi? Bence ikincisi. Esas “revizyonist” olan, Lenin ve Troçki idi. Çünkü onlar, üretici güçler temel teorisini değiştirmemişlerdi ama bu “nehrin” akması gereken doğal yatağı değiştirip, bunu devrim teorileri yatağına eklemlemeye çalışmışlardı.
Lenin ve Troçki bunu neden yapmıştı? Çünkü, teoriyi, Marx ve Engels’in koyduğu şekliyle bırakmanın doğal sonucunun Bernstein’ın öngörüleri olduğunu görmüşlerdi ve teori böylece, dokunulmadan bırakılırsa, iktidarı sittin sene ele geçiremeyeceklerini anlamışlardı. Marx ve Engels’in üretici güçler teorisinin doğal sonucu, Menşeviklerin ve II. Enternasyonal Partilerinin çoğunun yaptığı gibi, burjuvaziyi desteklemek, üretici güçleri geliştirecek reformları desteklemek, proletaryayı ve devrimci güçleri, burjuva düzeninin yedek güçleri haline getirmekti.
Evet ama Lenin ve Troçki, Marx ve Engels’in üretici güçler teorisini hiçbir zaman temelden eleştirmemiş, redddetmemişlerdi. Bunu yapsalardı, Marksist olmaktan çıkarlardı. Bu teori, Marksizmin amentüsüydü. Onlar, bu teoriyi, sadece iktidarı bir an önce ele geçirmelerini sağlayacak şekilde kendi devrim teorilerinin temeli olarak kullanmış ve iktidarı ele geçirinceye kadar fazla vurgulamamaya özen göstermişlerdi. Marx ve Engels’in devrim teorilerinin zayıflığı ve temel teorilerine tam olarak oturmamış olması da yardımcı olmuştu onlara.
İktidarı ele geçiren Lenin ve Troçki, iktidarın mantığına uygun olarak, daha ilk günden devrimi bir yana bıraktılar. Hatta “tehlikeli” devrimci unsurları tasfiye etmekte bir an bile tereddüt etmediler. Devrimi tasfiye ederken en büyük yardımcıları, üretici güçler teorisiydi. Sosyalizm, ileri üretici güçler temelinde inşa edilebilirdi. O halde, üretici güçleri ilerleten her türlü önlem “devrim” adına kutsanmalı, bunu önleyen her şey (başta devrimin bizatihi kendisi) tasfiye edilmeliydi. Kronstadt’ın bastırılması, fabrikaların askeri kışlalar haline getirilmesi, Taylor sisteminin uygulanması vb. hep bu mantığın ürünüdür.
Stalin, başından beri devrimci değildi. Evet, Lenin’in takipçisiydi ama iktidarın alınması konusunda Menşeviklere çok daha yakındı. 1917 Şubat devriminden sonra, Kamenev, Zinovyev ve Bolşevik Partisi Merkez Komitesinin çoğunluğuyla birlikte, aynı Menşevikler gibi, Geçici Hükümetin desteklenmesinden yanaydı. Üretici güçlerin geliştirilmesi klasik mantığı bunu gerektiriyordu.
Lenin’in ölümünden sonra Kamenev ve Zinovyev’le işbirliği yaparak Parti iktidarını ele geçiren Stalin, Troçki’yi de tasfiye ederek, Lenin ve Troçki’nin başlattığı yolda dev adımlarla ilerledi. Yani, Rusya’nın üretici güçlerini geliştirme yolunda. Bunu, “tek ülkede sosyalizm” teorisiyle de besleyen Stalin, kendi döneminde yalnızca devrimi değil, Rus köylülüğünü de, ölüm, sürgün, hapis ve çalışma kamplarıyla tasfiye etti, işçileri iç pasaport nizamına bağlayarak serf-işçi konumuna getirdi. Üretici güçler teorisinin pratikteki bu en kararlı uygulayıcısı, aynı zamanda karşıdevrimin de en kararlı önderiydi.
Mao zedung, Çin devrimini, Stalin’e karşı direnerek gerçekleştirdi. Üretici güçler teorisinin en azılı savunucusu Stalin, başından itibaren Çan Kay Şek reaksiyonerlerinin desteklenmesinden yanaydı. 1920′lerde uygulanan bu politika, Çan Kay Şek’in on binlerce komünisti katletmesi sonucunu verdi. Canlarını kurturanlar dağlara çekildi ve Mao zedung, Yenan dağlarında yeni bir devrimci pratik başlattı. Bu pratik, Stalin’in Çan kay Şek’le ittifak önerilerini açıktan ya da üstü örtülü bir şekilde reddede reddede, komünistleri 1949′da iktidara getirdi.
Bundan sonra, Rus devriminin başına gelen Çin devriminin de başına geldi. İktidar partisi, en büyük hedefi olarak Çin’in üretici güçlerinin geliştirilmesini benimsedi. Bu geliştirme çabası, özellikle, 1950′lerin sonundaki “büyük ileri atılım” kampanyasının başarısızlığıyla bozguna uğrayınca, partiye karşı tabandan ayaklanmalar başladı. Mao zedung, Partinin üretici güçleri geliştirme politikasını terk ederek, devrimci bir yönelimle bu ayaklanmanın başına geçmeyi tercih etti. Ne var ki, “kültür devrimi” adı verilen bu ayaklanma dönemi de çok geçmeden yozlaştı ve kaotik bir suçlama ve ihbar dönemini açtı. İktidardan asla vaz geçmeyen Mao zedung, yeniden, Parti içindeki, Çu en lay gibi muhafazakâr unsurlarla birleşti ve devrimi tasfiye edip üretimi kamçılama döneminin başlatılmasına cevaz verdi. Çin bugün hâlâ bu yolda ilerlemektedir.
Sovyetler Birliği çöktükten sonra komünist partilerin çoğu sosyal demokrat partilere dönüştü. Böylece sosyal demokratlarla komünistler arasında önemli bir farklılık olmadığı ortaya çıktı. Buna liberalleri de katabiliriz. Sonuç olarak, komünistler de, sosyal demokratlar da, liberaller de ilerlemecidir. Yani hepsi birlikte, devrimin has düşmanlarıdır.
Çünkü devrim, teknolojinin ya da “üretici güçlerin” gelişmesinden önce, insanın, insan ilişkilerinin, üretim ilişkilerinin, kültürün değişimini, eşitliği vazeder. Bunlar ise, azami eşitsizliğe, uzmanlaşmaya, toplumun sağlam hücrelerini ve ruhunu öldürmeye dayanan insansız ilerlemeciliğin kesinlikle karşı olduğu şeylerdir. Çünkü üretici güçlerin ilerlemesi, genelde insanı ve toplumsal ilişkileri tahrip ederek gerçekleşir.
Seçim serbest! Devrimle insanlaşmak mı, ilerlemeyle insansızlaşmak mı?
Gün Zileli
13 Mart 2009
Read more: http://www.gunzileli.com/2009/03/13/en-buyuk-tuketici-guc-uretici-gucler-teorisi/#ixzz2nMlJqygA
BİR
Sanırım daha en baştan düzeyli bir tartışma adabına, “üzüm yemeyi” önceleyen bir siyasi ahlaka ihtiyacımız var. Aşağıda, geçtiğimiz günlerde burada yayınlanmış bir kaç paragraflık bir yazıya karşı yanıtlanmış bir çuval çalakalem cümleleri, “tartışma adabına katkı” amacıyla analiz etmek ve yeri gelmişken bu “açık yara ucunu” konuşmak istiyorum. Sözcüklerin “tuzlarını” kontrol ederek… (1 no’lu yorum–Ahmet’in yazısı…)
***
Şu anda ve yakın zamanda paylaşılacak bir iktidar, bölüşülecek bir parsa, kapılacak bir koltuk yokken (yoksa var mı da ben mi bilmiyorum?) “geçmişimizi, hatalarımızı, günahlarımızı” neden daha sakin, daha analitik, daha soğukkanlı bir biçimde değerlendiremiyor, süreçleri, nedenleri, sonuçları özenle, önyargısız yeniden gözden geçiremiyoruz?
SSCB’nin, Çin’in, eski Doğu Bloku ülkelerinin trajedisi gözler önünde yaşanırken, geçen yüzyıl Sosyalizm adına yaşanılanlar ve bugün sosyalist ideolojinin geldiği yer bize inançlarımızı, ideallerimizi “acılar içinde kıvranarak” sorgulamayı dayatmıyor mu?
Neden bu ülkede birbiri ile “kanlı-bıçaklıymış” gibi konuşan Sosyalist insanların toplamı bile henüz %1 bile etmiyor? Bu konular üzerinde neden kişisellikten uzak, dürüstçe konuşamıyoruz? Kaybedeceğimiz çok şey kaldı mı gerçekten?
Geleceği kurmak iddiasındayken, SSCB-Stalin meselesinde bir türlü “böyle olmamışı” aşamıyor, asıl konuşulması gereken, “nasıl yapmalı-nasıl olmalıya” gelemiyoruz. Sezgilerimle söylüyorum; genel olarak kitlelerin-insanların algısında Stalin’le temsil edilen totaliter, acımasız Sosyalist deneyim altında yaşanılmış hikayelerle (eski sosyalist devrimcileri, sıradan-“masum” çocukları-kadınları-insanları fiziksel ve daha kötüsü yaşayanların tinselliklerini de “zekice” canavarlıklarla paramparça edenlerin “kötülükleriyle”) hesaplaşılmadıkça, Sosyalizm hayali ve Sosyalist toplum idealimiz “zindanlarda çürüyecektir”. Bu süreçte yaratılmış-gelişmiş parti formatı, riyakar partili kişiliği ile hepimizi, “bize” gardiyanlık yapmaya kalksa da kendini de aynı zindana hapsetmiş bir tutsak olarak kalacaktır. Fazlasından, O’nun zihni bile o zindanın duvarlarını aşamayacaktır. (Riyakar partili örneği; Molotov diyor ki; “Stalin Komünizmin tek ükede kurulabileceğini söylemişti. Bu Marksiszm-Leninizme ters düşüyor. 18. Kongrede. Ben o zaman da buna karşıydım ama sesimi çıkarmadım. Ne yapmalıydım. Hallaç pamuğu gibi atarlardı beni. Herkes, hurra, hurra diye komünizm istiyordu. 29.04.1980… (Molotov Anlatıyor sf 456) Bu “taktikler” bir başka “anımsatmayı” doğruluyor! “Parti dışında kalmaktansa, parti içinde yanılmak daha iyidir!” İşte “Stalinist” parti böyle bir şey olunca, böyle bir partiye uygun karakterlerin insani kalitesini de hesaplayın! O kadar aşağılanan “zavallı” Hruşçov 15 yıl, Stalin le birlikte en üst düzeylerdeki adam… Neymiş; Hruşçov kötü; Stalin iyi… Bu “diyalektiğin katili”, rayting hastası, berbat bir senaristin, uydurduğu “tesadüfe” kargalar ne der; gülme krizine girmişken hala bir şey diyebilecek durumda olabilirler mi? Molotov, Hruşçov için diyor; “Yine de boyun eğmenin ve bunu içinden gelerek yapıyormuş gibi göstermenin kendisi için daha iyi olacağını anlıyordu. (agy. sf 389) En az on beş yıl SSCB yönetimin tepelerinde “gezinirken” bunu başarabilen bir adam, insani olanla vahşi olanı birbirine karıştıran bir yaratık, 15 yıl “boyun eğmeyi içten gelerek yapıyormuş gibi gösterebilen” bir karakter, -hem de Stalin’e karşı-, elbette “doğal” olarak SSCB Başkanı olmalıydı! Bu hikayeye kim inanır? Korkarım o bile inanmaz!
Ve elbette 1989 da bu “oyunun” böyle bitmesine şaşırılır mı?
***
İşlenmiş toplu fiziksel-kalanların da ruhsal katliamlarının savunulması, arkasında durulması, haklı gösterilmesi, gelecekteki benzer katliamların teorik alt yapısı olacaktır. Stalin’le temsil edilen “köleleştirme, kişiliksizleştirme-insanlıktan çıkartma terörünün” teşhirinde ayak sürüyenler, geleceğin müstakbel suç ortaklığının veya doğrudan suç işleyecek olanların kendisi olamazsa, ataları olacaktır.
İstenilen de bu olabilir mi?
Bu söylemler “yumuşak yüreklilik”, “küçük burjuva duygusallığı”, “naiflik” olarak nitelenebilir ama o zaman sosyalizme “ne zahmet?” Hitler’in de buna benzer söylemleri var! Günümüzün kapitalist-emperyalist dünyasında bile bu tür “duygusal-insani” yaklaşımlar açıkça reddedilemiyor. Yalnızca “sıkıştıklarında”, açık faşizm seçeneğinde gerçek yüzlerini “sert erkek” olarak ortaya koyuyorlar ama biz Sosyalistlerin, “Stalinist kanadının” bu faşist-maço katillerin de aşağıladığı “insani duygusallığı” neden onlarla birlikte reddettiğini açıklamak pek de kolay olmayacaktır… (Düşündüğüm şeye bak! Bir kaç kitabı, yazarı aforoz edersin, olur biter! )
Hayatının en fazla son 20-30 yılını yaşayan biz Sosyalistlerin Tarihe ve geleceğe karşı öncelikli görevi, yaşanılan toplumsal-ekonomik-siyasi koşullara bakıldığında, Devrim yapmak değil, ideolojimize ait “Devrimci” vahşetin, “Devrimci” katilliğin alt yapısı olan kusurlarını ayıklamak olmalıdır. “Yumurta kırılmadan omlet yapılmaz” diyenlere, -insanı yumurtaya benzetebilme vicdansızlığı bir yana- “Tavuk çiftliğine” giren tilkilerden konuştuğumuzu anımsatalım.
***
Hayatta hiç bir şey tesadüf değildir! Canlı tarihin milyonlarca yıllık geçmişi gösterir; her bir “tesadüf” binler veya milyonlarca nedenin örgütlenmiş halidir. İnsanlığın son 5000 yıllık tarihi de gösterir, toplumsal süreçlerde “üremiş” yüzlerce-binlerce neden örgütlenir; yepyeni “tesadüfleri”, konumuz bağlamında devrimleri, karşı devrimleri, savaş veya terörist devlet mekanizmalarını harekete geçirir. Ama işte süreçlerin kalıcılığı, daha iyiye, bir “üst forma” doğru evrimi ya da utanç içinde veya öylesine hiçliğe gömülmesi de o “tesadüfün” kendini “bir an için” var eden nedenlerin aslında insan-doğa-toplum tarihi ile derin uyumsuzluğunun, çelişkisinin sonucudur.
Ölmesi gereken, ölecektir! Bize de gömmek düşer! Bu ihtiyar sefilce ölmüştür; arkasında bakıma muhtaç, çok emek isteyen ama “sevimli, tatlı” bir bebek olsun bırakmamıştır; acz ve sessizlik içinde, uğrunda tek bir insanın bile ölmeye kalkmadığı, yaşayan tanıkların gözlerini kaçırdığı, “ölenin” değil, kendinin ne olacağına dair kaygılarıyla suratı asık bir cenaze töreni görüntüsü de “ölenin hayatını” bize özetler… Bu “ihtiyarlayarak” ölüm, dünyaya saçtığı tohumların bodur, köksüz, meyvesiz bitkileri ile de yaşamışlığının boşunalığını kanıtlar; “kendini “bir an için” var eden nedenler, insan-doğa-toplum tarihi ile derin uyumsuzluklar, çelişkiler taşımaktadır!” Mutant bir yaratıktı; “ne kendi etti rahat, ne kimseye verdi huzur!”
SSCB de 1989 böyle bir “tesadüftü”! İnsan denilen yaratığın, yüz bin yıldır öğrendiği, kendini toplumsal olarak koruma doğasının zorunlu bir sonucuydu; insan-insanlık-toplum düşmanı, “iki yüzlü canavar bir sistemden” kendini kurtararak, “tek yüzlü olan sistemi”, öncekini savunmayarak seçti; Bu “seçim” şöyle de açıklanabilir. Bir gün bir bektaşiye “hocam sen şaraptan anlarsın diyerek önüne iki bardak şarap koymuşlar. Bektaşi bir bardağı içmiş, yüzünü buruşturarak içmediği bardaktaki şarabı göstermiş. “Bu daha iyi!” demiş. Hemen atılmış meraklılar. “Ama hocam. İyi dediğin şarabın tadına bakmadın?” Hoca yanıtlamış. “İçtiğimden daha kötü olamaz!”
***
Otuz yılı aşkın bir süre çok büyük ve çok zengin Doğal ve insani imkanları bulunan bir ülkeyi mutlak bir “hükümdarlıkla” yönetmiş kadroların (daha sonra da aslında yine aynı adamlara, 70 yıl sonra) hiç direnmeden, SSCB’yi kendi elleriyle oligarklara teslim etmeleri de bir tesadüf değildi. (Aynadaki suretlerine; farklı sanılan söyleme karşın, benzer politik eylem adamlarına, gerçek “yoldaşlarına” ülkeyi teslim etmiş olmaları bu adamların ilk ve son “dürüstlüğü” olmalı!)
Tarihte insanın-insana yaptığı en büyük canavarlıklarla kazanılmış, biriktirilmiş, gaspedilmiş zenginliklerin “oligarkların” şahsi hazinelerine akması da bir “şanssızlık” değildi. Aşağıda anımsatacağımız nedenlerin örgütlenişi, insan topluluklarının var kalma mücadelesine ait hayatın Diyalektik kaçınılmazlığı, “Beyaz Deniz Kanalının” kazılan yatağında, o kaçınılmaz “tesadüfü” meydana getirdi; süreç Yeni Oligarkların kucağına ırmağın denize kavuşması gibi sessiz ve uysalca aktı, gitti!
Bize “o dönemden” kalan, belki yalnızca “nasıl yapılmamasına” ait hikayeler anlatısı…
*
Hal böyleyken, azıcık da olsa bir sıkılma, utangaç bir söylemle, samimi bir özeleştiri vermeleri gerekenler, aksine sürekli başkalarını suçluyorlar. Hem de bağıra, çağıra! (1970’li yıllarda bile Molotov, hala Troçkistleri, Buharincileri suçluyor.) Bu şımarık, bencil çocuk tavrı “kocaman” ve siyaset yapan insanlar için tiksinti uyandıran bir politika taktiği olmaktan da çıkmış durumda; inkar ve başkalarını suçlamaktaki samimiyetlerine koşut, “tuhaf-sorunlu” bir insan karakteri olarak görülmeleri gerekecek! Onların bildiği-arzuladığı sosyalizm de, şiddete tapmayan, özgürlük ve eşitlik sentezinde adaletli bir toplumsal-ekonomik yapı; daha iyi, daha samimi, daha derin; dostça, sevdadan yana bir sosyalizm ise eğer…
Neredeyse her zaman şaşırıyorum; -sanırım parti pratiği içinde bulunmadığım için- kendine Sosyalist diyen insanlara bu tutumları yakıştıramıyorum; Bizi bu “utanılası” hale getiren zihniyet, nasıl hala “özgürlükçü sosyalist”, idealist insanlara karşı bu dille, tepeden konuşma hakkını kendinde görebiliyor? Son 80 yıl, haydi vazgeçtik, son 25 yıl yaşanmamış gibi hala anlaşılmaz bir özgüvenle eski yoldaşlarını da yıldırmaya dayalı -şimdilik-sözel bir terör uygulayabiliyor.
İKİ
Hala Ahmet’in yazdıklarına gelemedim!
Yazılmış her cümle, o bildik indirgemeciliği, insan aklına hakaret, orta çağ aforozculuğu ile toptan inkara dayalı, insani ve bilimsel samimiyet yokluğu, “ben buradayım” diye bağırıyordu. Hiç tanımadığı bir insana onur kırıcı suçlamaları kolayca yazıyor, ezbere bir retorikle bir düşünce, tarih tartışmasına değil bir sokak kavgasına davetiye çıkarıyordu.
Bu ve benzer olgular bir “ayzbergin”, gerçekten bir ayzbergin, “donmuş ruhlar ayzberginin” görünen yüzü… Bu mantık ve söylem karşısında “insan” yalnızca üşür!
Bakalım, Ahmet neler yazmış…
(1- Anılar ve belgelerle cok sağlam yazılmış bir tarih kitabi diye tanımladığın kitabin yazarı Orlando Figes”i o anıların sahipleri bile yalancı ilan ettiler ve Karanlıkta Fısıldaşanlar kitabının Rusya baskısını durdurdular. Bizzat kitabın yazılması icin gerekli tanıkları bulan memorial vakfi ( ki misyonu anti stalinist desenformasyondur ve bu alandaki en onemli Rus vakfidir) o bile kitabin yasaklanmasını savunmak zorunda kaldı.)
Bir kitabı, öncelikle bu kitabı bu şekilde reddetmek, zamanın imparatorlarının fethettikleri kentlerde kütüphaneleri yakma eyleminden hiç bir farkı yoktur. Bu kitabı eline alıp “şöyle bir bakan” ve entellektüel emeğe azıcık saygısı olan bir insan bu kitabı böyle kolayca hiçleyemez. Dedikodu kokan bilgi kırıntıları ile bir “rafine” emek bu kadar kolay hiçlenebiliyorsa, bu onun önce kendine yaptığı bir haksızlıktır. Daha akıllı-bilgili bir insan olmaktan vazgeçmeye kalkıştığı için. (Aşağıda bu kitabı doğrulayıcı ek kaynaklar-analizler verilecektir.)
Apaçık bir gerçek var; bu kitapta yazılanların yüzde biri doğru olsa bile bu kitap gerekli saygıyı hak eder ki bence %90’ından fazlası doğrudur ve tutarlıdır. (Bir “Stalin-severin” bile bu kitabı duygusal olarak okuması kolay değildir; bu bilindiği için olmalı, taraftar camianın okumasını önleyici, olası okuyuculara daha baştan en berbat önyargıları yükleyerek, üstü örtük bir terörle sindirme çabası içindeler. )
İşte Stalinizm böylece kendini ayakta tutuyor! Yalan ve İnkarla! Entellektüel olarak sürekli gerilemesi boşuna değil! (Örneğin K. Okuyan’ın “Stalin’i anlamak kitabı… Hiç bir derinliği yok.. Bu makalenin analizi de K. Arslanoğlunun Evrim Açısından Devrim Kitabında, “Stalin’i anlamak’ı anlamak” olarak özünde sert, üslubunda yumuşak olarak değerlendirilmiştir… Kuşkusuz K. Okuyan akıllı bir insandır ama “bazı zorunluluklar” insanı giderek geriletir!)
İnsani-bilimsel ahlakı olan, emeğe ve kendi yoldaşlarına da saygı duyan bir insan konuya şöyle yaklaşır; “…. şu… şu…şu… adlı insanlar bu kitabı yalanlayan açıklamalar yaptı… a. b. c. d insanlar açıkladı… O. Figes anılarımızı çarpıttı… Yazılan kitap, belge, tarih, sayfa…. ”
Çünkü andığımız kitap baştan sona bu şekilde; kim, ne zaman, ne yazmış, ne söylemiş. Hangi kitap, hangi belge… 700 sayfa. Dipnotlar… yüzlerce belgeye karşılık iki cümle… Anlamı şu; “Atın o kitabı çöpe; okuyan, bu kitaptan söz eden olursa aramızda barınamaz…” (Aklıma geldi. G. Orwell. Katalonya’ya selam Kitabı… Bir İngiliz. Adam orada savaşa gidiyor. Ağır yaralanıyor. Kıl payı ölümden dönüyor. “Hayvanlar çiftliği”, “1984”. G. Orwell’mı? İngiliz casusu! Konu kapandı!
Hayır, bence G. Orwell sosyalizmin bu hale gelmesinden büyük acı duyan ve koca bir saygıyı hak eden insandır! Yanılıyorsam eğer, bundan böyle siyasi teori-tarihin zerresiyle ilgilenmeyecek, bir “köylü” olarak yaşayacağım!
Yazarları, düşünen yazan insanları ve kitapları “aforoz etme” kabul etmeli, etkili bir taktik. Ortaçağ dünyasında bir insanı aforoz edersiniz; ona yaklaşan, onunla konuşan da aforoz edilir. Kardeşleri, annesi bile ona dokunamaz, konuşamaz.
Orada yüzlerce yazılı belge var… Bir kısmı sözlü anılar. Bir çoğu da ölmüş insanların tuttukları günlükler. Bu bir yana, böyle dedikodu söylemleri ile olmaz bu işler. Kimmiş bu itiraz eden anı sahipleri; yazılmalı. Bir kitabın baskısını durdurmak da ne tuhaf bir cümle. Ahmet Şık’ın kitabı gibi! Kitap toplatıldı değil, basılmaktan vazgeçildi değil; “basımı durduruldu.”
Bilinen Stalinistlerin en korkunç özelliği son yüz yılda belki insanlığın ürettiği en güzel insanları akıl almaz biçimde aşağılama ve dışlamalarıydı; bu günahları da önümüzdeki bir kaç yüz yılda unutulmayacak!
“Caizdir, caiz değildir!” “Haramdır, günahtır…” Bu yaklaşımla söyleyeyim. Orwell’ı okumak haram, O. Figes’i okumak “dinden çıkmaktır!”
Bu kitaptan bir dipnot alıntısı yapacağım. “Büyük çaptaki ilk sözlü tarih çalışması Avrupa ve ABD’deki Sovyet mültecilerle 1950-51’de yapılmış 329 mülakatı içeren Sovyet Sosyal Sistemi üzerine Harvard Projesiydi. Mülakat yapılanların çoğu Sovyetler Birliğini 1943-1946 arasında terk etmişti ve Batı’da yaşama tecrübesinin etkilediği görüşleri Sovyet Halkını bir bütün olarak temsil edemeyecek ölçüde bilinçli bir anti-Sovyet tutuma dayanmaktaydı…” Neolitik Dönem düşünme tarzı bu tip açıklamaları bile anlayamaz… (Kim bilir bu çabaya da hangi kulp takılır; “inandırıcı olmanın ucuz taktikleri” benim önereceğim bir kulptur, kullanabilirsiniz…)
Bu kitap bilimsel bir yöntemle yazılmıştır. Molotov ve Benediktov ve Kosigin doğruluyor! Bakalım, nasıl doğruluyorlar…
A) Molotov (Stalin severlerin bir kitabı bu. Özünde, genelinde kendi dönemini ve Stalin’i öven bir kitap “Molotov Anlatıyor.” Molotov. “Lenin’le birlikte çalıştı. Petrograd’daki Ekim silahlı ayaklanmasının hazırlıklarıyla uğraşan Askeri Devrim Komitesinin üyesi. 1926-1957 Politbüro üyeliği. 1941-1957 Dışişleri Bakanlığı… Bir dönem Stalin’den sonra gelen 2. adam…)
” Çocukluğumu hatırlıyorum diyor Şota İvanoviç. Korkunç bir şeydi. İçişleri Halk Komiserliği görevlileri ortaya çıkıyordu. Gestapo karşısında duyulan korku gibiydi örneğin.
-Kesinlikle, diyor Molotov.
-Birini götürmeye geliyorlar. Babamı da böyle alıp götürdüler. Beria’yı sevmediği için öldü., annem işkence gördü. Korkunç bir şeydi, bunu inkar etmiyorum ve iyi hatırlıyorum ama Devlet Güvenlik teşikilatı olmadan Sovyet yönetiminin de olmayacağını söylemek gerek.
-Elbette, diye kabul ediyor Molotov… 16.8.1977. (M.A. sf. 427)
“Annemi neden tutukladılar? diye sordu Şota İvanoviç; vatana ihanet edenin ailesinden olması nedeniyle; baş harfleriyle VİAO. Aynı aileden olmak yetiyordu.
-Anlıyorum dedi Molotov. Babanız neden tutuklanmıştı?
-Sağcı olduğu için galiba. 1905 yılından beri parti üyesiydi. Bolşevikliğinedeniyle Çarlık döneminde üç kez hapse girdi.
-İsterse Napolyon döneminden beri bolşevik olsun. Daha önce Bolşevik, sonra vazgeçmiş olabilir.
-Daima Bolşevikti. Öldükten sonra aklandığında anneme maaş bağlandı…
-Belki kulaktılar olabilir mi?
-Babam yoksul bir köylü ailesindendi, annem de öyle. “Yejov’un adamları” gelip götürdükleri sırada Stalin ve siz tribünden izliyordunuz. Stalin bunu onaylıyor muydu?
–Kimse itiraz etmiyordu da ondan…
(Molotov) Yejov’un lekesiz, tertemiz olduğunu iddia etmiyorum ama iyi bir parti militanıydı. Daha iyi kontrol etmek gerekirdi. (MA sf 427-28)
Bu yazıyı analiz edelim.
1.”Karanlıkta Fısıldaşmalar” kitabının bir çok hikayesini doğrular.
2. Polis Devleti egemenliğini ve polis vahşetini kanıtlar.
3.Eski Bolşeviklere yapılmış terörü kanıtlar.
4.”Halk düşmanı” ilan edilenlerin eşlerine yapılan zulmü, “toptancılığı” kanıtlar. (Molotov “zaten biliyorum” dercesine “annemi neden tutukladılar” sorusunu yanıtlamıyor bile.
5.Eski Bolşevik olsa da “Kulak” olabileceği gerekçesiyle nice insanın haksız yere “kulak” olarak zulüm gördüğünü kanıtlar.
6.Yejov’un kendi emirleriyle davrandığını kanıtlar.
7. Babasını haksız yere öldüren, annesine işkence eden “Sovyet Yönetimine” hak veren bir insanı var etmiş “tuhaf” bir toplum geçmişini açıklar. (Babası haksızlıkla öldürüldü-babasız büyüdü; annesi kim bilir ne acılar çekti; gestapo gibi polisleri olan bir devlete saygılarını sunan bir kişilik elde edildi! Bu insan “normal” mi? Kuşkusuz bir Stalinseverdir!)
“1956 da çocukları kurşuna dizdiler diyor Şota İvanoviç… Çocuklar öldü, biliyor musunuz hangi çocuklar öldü? anaları babaları 1937 de hapse atılan çocuklar. Gömülmelerine izin verilmedi… 16.01.1973..sf 386. Molotuv Anlatıyor’dan)
Pardon; “Karanlıkta Fısıldaşmalar” neden “aforoz” edilmişti?
“Hruşçov çok kötü bir rol oynadı… ama bu gün de toplumda büyük bir yıkıma neden olan bir vahşiyi tabiata salmış oldu.
-Ama bu vahşinin adı demokrasi değil mi?
-Hümanizm de diyoruz dedi Molotov. Aslında bir küçük burjuva zihniyeti. ” 09.07.1971.. sf 390)
Ne hoş! demokrasiye, Hümanizme, günümüzün içeriği boşaltılmış bu kavramların kullanılışına ait bir çok eleştiri getirilebilir… Ama “vahşi” sıfatını koyabilmek, bu kişiliğe psikanalitik bir analizi gerektirir! Molotov’un dünyasında vahşi sözcüğünün ne olduğunu anlıyoruz! GULAG’ın dünyasındaki insanlara, eski bolşeviklere uygulanan vahşilik yerine, “Demokrasi” ve “Hümanizm” sözcüklerini vahşilikle ilişkilendiren bu adamın (ve Stalin’in) yüreğindeki vahşeti ele verdiğini düşünüyorum.
*
Aynı kitaptan bir hikaye daha…
“Rudzutak hiç bir konuda suçlu olduğunu kabul etmedi. Kurşuna dizildi. Politbüro üyesiydi. .. Eski bir kürek mahkumuydu, dört yıl kürek cezası çekmişti. Bolşevik olarak kürek cezasına gitmişti… Büyük emekler vermiş bir insandı.” Molotov Rudzutak’la ilgili epeyce daha çok olumlu şey anlattıktan sonra “Neden cezalandırıldığını söylemek zor.” diyor. “Tanrı bilir nereye kadar uzanan bir arkadaş grubu yüzünden. Çekistler bütün bunları gözlüyor ve rapor veriyorlardı. Bunun bir tezgah olması uzak olasılık. Bu durumda pek inandırıcı değil. Ancak Çekistlerin karşısında sıkı durduğunu da söylemek lazım. Kişilikli bir olduğunu gösterdi. Devlet Güvenlik Müdürlüğüne gitmiştik… Bir kaç Politbüro üyesi daha vardı… Anlaşılan çok kötü işkence etmişlerdi…
-Madem onu o kadar iyi tanıyordunuz, arka çıkamadınız mı?
-Sadece kişisel izlenimlerle olmaz, elimizde belgeler vardı.
-Eğer emin olsaydınız.
-Yüzde yüz emin değildim. .. Benim yardımcımdı, görüşüyorduk. İyi, zeki bir adamdı. Bununla birlikte onun kendi işleriyle çok meşgul olduğunu, kadınlarla düşüp kalktığını da görüyordum…
-Peki neyle suçladılar onu?
-Şimdi hatırlamıyorum. “O hayır, bunların hiçbiri doğru değil. Burada bana işkence yaptılar. Kabule zorladılar. Hiç bir şey imzalamam” diyordu.
-Bunu Stalin’e rapor etmişler mi?
-Evet, etmişler. Aklanması olanaksızdı. Stalin “ne yapmanız gerekiyorsa yapın” dedi. Oysa Stalin Rudzutak’a karşı iyi davranırdı.
-Kurşuna mı dizildi.
-Evet, kurşuna dizildi.
-Belki de suçlu değildi.
-Ama ben onun adına dürüst davrandığını garanti edemem. Antipov’la, Çubar’la arkadaşlık ediyordu.
-Şimdi Pravda onun için güzel şeyler yazıyor.”
Sonra genel savunma geliyor. “Teslim olmak imkansızdı, sonuna kadar savaşmak gerekiyordu. Herkes acımasızca birbirini öldürmeye başlayacaktı…” (1972-86 yılları arasındaki söyleşiler.) (sf 441-42-43)
1.İşkencenin olağan, rutin olduğunu kanıtlar. (sayfa 425 de gazeteci Feliks Çuyev soruyor. “Duyduğuma göre Stalin ve siz NKVD’ye işkence uygulamaları yolunda talimat vermişsiniz. -İşkence mi? -Doğru mu bu? -Hayır, hayır, böyle bir şey olmadı…)Devlet Güvenlik Müdürlüğü. Politbüro üyesi Rudzutak karşılarında. (Molotov’un deyimiyle “anlaşılan çok kötü işkence etmişlerdi!) “Ben oradaydım, Mikoyan da. Galiba bir kaç politbüro üyesi de vardı. Beria var mıydı, şimdi anımsamıyorum. Galiba o da vardı. Çekist olarak orada olması mümkün.” (sf. 442) Gözümüzün önüne getirelim. Yıllarca birlikte çalıştığınız insan… Suç ne ise… Bu da belli değil… Ağır işkence görmüş. Eski bolşevik. Belki yalnızca istenildiği kadar Stalinci olmamak tüm suçu. İşçi, emekçi devletin üst düzeyi orada… “insanlığın hayali Devlet” bizzat işkenceci; doğrudan yapan, yaptıran, yüzleşen. Bir Mafya çetesi sanki… Amerikan filmlerinde olduğu gibi, kocaman koltuğunda puro içen bir mafya şefinin önüne kanlar içinde bırakılmış, acı çeken bir rakip mafya patronuna hesap sorulduğu bir sahne tasarlayın… Canınızı acıtabilir, vazgeçtim tasarlamayın!
Anlaşılıyor… Stalin ve Molotov işkenceyi serbest bırakmış! En yakın yoldaşlarına bunu yapan adamların “kötülük” olarak herkese, kadınlar ve çocuklara da yapamayacağı daha başka ne kötülük olabilir? Bunu bilen gerçek bir Stalinsever olarak ödüllendirilmeli ve partisinin başına geçirilmeli bence! (Karanlıkta Fısıldaşmalardaki hikayeler doğrulanıyor!)
2. Apaçık, somut bir suç olmadan “yeterince Stalinci” olmayan tüm eski bolşeviklere ağır işkence bir politikaymış.
3.Tüm mahkemeler düzmeceymiş! “Stalin ne yapmanız gerekiyorsa yapın” dedi. Öyle “yabancı gözlemciler, mahkemeler” düzmeceymiş! “ne yapmanız gerekiyorsa yapın!” Bir Politbüro üyesi bile böyle infaz ediliyorsa. Zaten bir yerde Molotov patlıyor. “Kanıta neden bu kadar ihtiyaç duyuluyor… Onların kesin düşman ve suçlu olduklarını bildikten sonra!” (sf. 434) Ne hoş. Devrimden 20 yıl sonra yaşanılan hukuk bu kadar… O zaman alt düzey bolşeviklerin başına neler gelmiş olabilir?
4.En yüksek derecedeki yöneticiler, bakanlar, politbüro üyeleri bile izleniyor, dinleniyor, fişleniyor… Kim yapıyor bunları, bu raporlar kime gidiyor? Yüzyılın en zor sorusu bu olmalı? Stalinistler bile bu yanıtı bilmiyor! ” Çekistler bütün bunları gözlüyor ve rapor veriyorlardı.” ” kadınlarla düşüp kalktığını da görüyordum…” Daha mantıklısı polis raporları böyle yazıyor demeliydi. ” Benediktov da aynı şeyi söylüyor. “Hakiki komünistler de insani zaaflardan yoksun değildir… O yıllarda üst düzey parti ve devlet yöneticilerini izleyen özel bir servis olması boşuna değildi…” (sf 99)Büyük birader tüm politbüroyu gözlüyor!
“Şecaat arzeden” bir kitap aslında; Bu nedenle de bu kitap bile ne çok şey anlatıyor; salt güce-entrikaya dayalı hiyerarşik ilişkileri ve gövdesi- ruhu secdede dolaşan bir hayatı katlanılmaz bulan bir “evrensel demokrat” zihni olanlara; şu korkunç dünyada hala akıl sağlığını koruyabilmiş insanlara. Bu kitap en azından derin de olsa “sular altında uyuyan bir gerçekliği” görmemizi sağlayabilir. (Bugünün Stalin severlerin işi de bu; giderek berraklaşan suyu yeniden bulandırmak için çocuklar gibi ümitsizce durmaksızın tepinmek değil mi? Ümitsizlikleri oranında da dilleri, ruhları katılaşıyor… )
“Proleterya Diktatörlüğünün” aslında bir “çar yönetimi” olduğu, “tek adamın totalitarizmi” altında yaşanılan bir “Korku diktatörlüğü” apaçık belli.
“Çok sayıda dürüst komünist yok oldu… Ama o durumda Çekistler fazla gayretkeşlik ettiler. .. Bu nedenle düzgün insanlar yok edildi. 18.002.1971” (saf. 421.) Bu sözleri yıllarca dışişleri bakanlığı yapan bir diplomatın ağzından duyduğunuzda ne anlatmak istediğini anlamak gerçekten güç mü? “Yok oldu”, yani öldürdük! “Fazla gayretkeşlik” düzmece suçlamalar değil mi? “Düzgün insanlar yok edildi”… Saklayamayacağımızı kadar çok…
“Stalin 10 milyon Kulak’ı sürgün ettiğimizi söyledi. Aslında 20 milyonunu sürgün etmiştik 18.12.1970” (sayfa 422) Neden “Karanlıkta Fısıldaşmalar” yalan olsun ki… (Şimdi “Ahmet”, “O kulaklar için bu tantana niye” diye söylenecek! Ben ‘ama o çocukların ne günahı var?” desem.. Has.ktir, küçük burjuva yufka yürekli!
“Bazıları Stalin’i Berianın öldürdüğü görüşündeler. Bunun da gözden uzak tutulmaması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bana güvenmediğine…” (sf 511) Kaç yıldır birlikte çalışan bu ekip içinde siyasi ahlak nasıl olabilir?
sayfa 491 Golovanov anlatıyor. “-Yoldaş Stalin, Tupolev neden tutuklandı? -İngiliz veya Amerikan ajanı olduğu söylendi, diye cevap verdi Stalin. Ama sesi her zamanki kadar inanmış gelmiyordu. -Buna inanıyor musunuz yoldaş Stalin? -Ya sen inandın mı? Hayır, ben inanmadım. -Ben de dedi Stalin. Hoşçakaıln. Ertesi gün Tupolev serbest bırakıldı diye bitiriyor Golovanov anlatısını” Nasıl bir hukuk düzeni ama… Bu Stalin hukukunu anlatan bir “şecaat” değil mi?
Dizlerinin bağı neden çözülüyor ki…(1912 den beri Stalin ile birlikte olan adam..)
Korku İmparatorluğu…
Parti’nin, ülkenin nasıl bir tek adam yönetimi olduğunu, insanların ne kadar kolay öldürüldüğünün “olağan devlet işleyişi” olarak anlatıldığı bir çok alıntı yapılabilir.
Sayfa 434 Buharin ve diğer önderler için konuşuluyor. “Bugün deniliyor ki iddianamede suçlananların itirafları dışında hiç bir kanıt yoktur.” Molotov yanıtlıyor. ” Kanıta neden bu kadar ihtiyaç duyuluyor. .. Onların kesin ve düşman ve suçlu olduklarını bildikten sonra…” Bu ifade mahkemelerin düzmece ve infaz kararının önceden alınmış olduğunu kanıtlar! Aynı zamanda tüm tutuklanmış, öldürülmüş eski bolşeviklerin, partililerin de “kanıta ihtiyaç duymadan” yargılanıp öldürüldüğünden, kamplara gönderildiğinden kuşkulandırır!
Bunların yeterli olması gerekli…
B) Benediktov… (21 yıl tarım bakanı…1938-1959) Yazılama yayınlarından çıkmış Benediktov’la söyleşi, Stalin’i öven bir kitap olarak önerilir. Dikkatle okunulduğunda “dönemsel gerçeklik” bir şekilde sezilebilir. Benediktov “saf” bir adam bence. Anlatıyor.
Kitabın solda kalan 30. sayfasında yazıyor.
“o dönem hakkında ne derlerse desinler, o zamanki atmosferi, düzeni belirleyen şey korku, baskı ve terör değildi. Aksine uzun yüz yıllardan beri ilk kez kendilerini hayatın efendileri olarak hisseden, ülkeleri, partileriyle samimi olarak gurur duyan, yöneticilerine derin ir inanç besleyen halk kitlelerinin devrimci coşkusunun güçlü dalgasıydı.”
Sonra sağdaki sayfa 31 de başından geçen soruşturmayı anlatıyor.
“1937 yılında… o zaman ben RFSC sovhozlar halk komiserliğinde yönetici bir makamdaydım. Bir sabah ofisime girdiğimde masada bir not buldum. NKVD’ye çağırılıyordum. Bu bende bir şaşırma, tedirginlik yaratmadı. … sık sık kurumumuzda ortaya çıkarılan sabotajcı gruplar hakkında ifade vermek durumunda kalıyorlardı.” (sf 31) Benediktov gider, Sorgucular ona iki kişinin kendi aleyhinde sabotajcı olduğuna dair ifade verdiklerini söyler. Benediktov yine de bu insanları suçlamadığını söyler. Sonunda “henüz bir belirli sonuca varmadık” diyerek Benediktovu gönderirler.
“Eve nasıl vardım, karıma ne dedim hatırlamıyorum. Aklımda kalan hummalı biçimde dostlarımıza telefon ettiğimiz ve karımın ağlamamak için dişlerini sıkarak akrabalarımıza ve yakınlarımıza kartlar ve mektuplar yazdığı, “Halk Düşmanları” ile bağlantılar hepsine büyük zararlar verebilirdi ve onları uyarmak zorundaydık…. telefon çaldı. Beni ertesi gün sabahleyin parti merkez Komitesi binasına çağırıyorlardı. “Her şey bitti” dedim kendime. “Partiden ihraç edecekler, sonra da mahkeme”
Karım daha fazla dayanamadı. Bütün gece ağladı. Sabahleyin bana küçük bir bohça hazırladı ve bu bohçayla eski meydandaki MK binasına gittim… Adım nihayet telaffuz edildi. Stalin tarafından… ” O toplantıda kendisine Halk Komiserliğine atandığını söylüyor Stalin. Benediktov sonra Stalin’e NKVD tarafından sorgulandığını anlatıyor. Stalin Benediktov’a suçlu olup olmadığını soruyor. Hayır yanıtını aldığında “o işe biz bakarız” diyerek konuyu kapatıyor… (sf 35)
Demek ki o yıllar “Korku ve baskı” yıllarıymış.
Demek ki, iki memurun bir şikayet dilekçesi ile eş bütün gece ağlıyormuş. Sabah (hapishane veya kamp için hazırlanmış) elde bir bohça ile MK binasına gidilirmiş! Bir gün sonra şahsen Stalin tarafında Halk Komiseri oldurulacak bir adam, bir gün önce kolayca, masa üstüne bir notla polis merkezine çekilip sorgulanırmış. (Bizde sıradan bir memur bile işiyle ilgili olarak İlçe İdare Kurulu kararıyla mahkemeye sevk edilir; önce kurum içi soruşturma geçilir; NKVD nin gücü açıkça belli. Gestapo! Kim bilir elbette NKVD’nin dinlediği o akşam yapılan telefon konuşmaları da Benediktov’un halk komiserliği “hak ettiğini” mi gösterdi? ” Aklımda kalan hummalı biçimde dostlarımıza telefon ettiğimiz … akrabalarımıza ve yakınlarımıza kartlar ve mektuplar yazdığı, “Halk Düşmanları” ile bağlantılar hepsine büyük zararlar verebilirdi ve onları uyarmak zorundaydık” derken hangi “Halk Düşmanlarından” söz ediyordu acaba? Kimleri ihbar ediyordu…Çok pis işler bunlar; baştan sona insanlık dışı…
Aynı kitaptan bir örnek daha…
Ona doğal geldiği için “yaptığı dürüstlüğü kolayca arzeder!
“Hakiki komünistler de insani zaaflardan yoksun değildir… O yıllarda üst düzey parti ve devlet yöneticilerini izleyen özel bir servis olması boşuna değildi…” (sf 99)
Bu anlamda hiç kimse, (Stalin dışında) üst düzey yönetici değildir! Özel servis muhbirleri, parti üst düzey adamlarından da üst düzeydedir. Bakan veya SBKP merkez komitesi üyesi olacaksın ama seni bir polis “memuru” sürekli gözetleyecek! Benediktov da bunu normal görebiliyor. Savunuyor.
C) Kosigin
“Aleksey Kosigin’in anıları, Stalin’in kırklı yılların sonundaki entrikalarına dair bir fikir verir. Kosigin ve damadı… evlerinde gizli dinleme cihazları olup olmadığını da araştırmış ve Kosigin’in evinde bu cihazlarda bulmuşlardı (ama bunlar Kosigin’den önce bu evde oturan Mareşal Yukov’u izlemek için yerleştirilmiş olabilirdi. Bu nedenle, Politbüro aday üyesi olan Kosigin’in o yıllarda (1948-1950) her sabah karısıyla vedalaşırken akşama eve dönmezse yapması gerekenleri hatırlatmasında şaşılacak bir şey yoktu. (Sovyet Yüzyılı. M. Lewin. sf. 126-27)
D) “Ben 1921’den 1953 ortasına kadar kullanılabilir istatiksel malzemeyi … sentezlemekle yetineceğim. Bu 33 yıl süresince esas olarak siyasi nedenlerle tutuklananların … toplam sayısı 4.060.306’dır. Bunların 799.455 i ölüme mahkum edilmiş… Elimizde Kruşçev döneminin KGB’si tarafından hesaplanan 1930-1953 dönemine ait başka veriler de vardır… çoğu 1937-38 yıllarındaki temizlik hareketleri sırasında olmak üzere … verilen idam kararlarının sayısı 700.000 cıvarındadır. .. Bazı tahminlere göre 1934-1953 arasında adi suçlardan tutuklu olanlar da dahilolmak üzere 1.600.000 tutuklu hapiste ölmüştür. (Moshe Lewin. Sovyet Yüzyılı sf 162-163 )
17. Kongrede hazır bulunan 1827 delegenin yaklaşık 37 si hayatta kalmıştı. (E. Hobsbawm Aşırılıklar Yüzyılı sf 527) Bir çok kaynak da bu sayıları aynen bulabilirsiniz.
İşte tüm bu “sayılar” da, bu kitabı kanıtlar! Bu “sayıların” her birinin senin benim gibi sevdikleri, yakınları, hayalleri, acıyan canı olan insanlar olduğunu anımsatırım. Birer çakıl taşı, birer tahta parçası değiller… Hepsinin bir hikayesi vardır; bu hikayelerin de çok azı bu kitapta yer alabilmiştir; buna karşılık sen bunları ne kolay inkar ediveriyorsun… Belki de bu inkar edişin ile sen ve inkar eden diğer insanlar, “insanları seven”, “iyi insanlar” oldukları için yapıyorlar bunu! Kabul ettiklerinde hayatlarında çok şeyi değiştirmek zorunda kalabilirler…büyük bir kedere ve boşluğa savrulmaktan korkuyor olabilirler!
Her şeyin bir zamanı vardır… Sizin de zamanınız gelmemiştir belki…
(2. Mesela yalancı oldugu icin kendi taniklarinin bile kitabini reddettigi Figes”in kisiligi senin icin uygun ve korunması gereken bir insan ruhu mu?)
Bu durum insan aklının çok acıklı bir hali. Dedikoduya dayalı, doğruluğunu kanıtlamadığı bilgi üzerine, çürütmek için hiç bir şey yapmadığı salt sözel bir kurguyu doğru kabul ederek, arkasından yeni meseleler, sorular ortaya atıyor. İşte ucuz, analitik zekanın kullanılmadığı bu zihniyet, tipik Stalinist zihniyettir. Bildik Dinci adamlar ile aynı mantık kurgusu sıkça görülür. Ay’a çıkılmadı, Yahudi soykırımı yoktur, dünya düzdür… Sonra da bu “doğrular” üzerine bir çuval konuş, yaz…
Son iki yoruma adımı yazmamışım. O. Gürsel olacak. 3. bölümü de yazılıyor…
Burada yürüyen tartışmadan bağımsız olarak…
Orlando Figes’in kitabıyla ilgili gerçekten bazı soru işaretleri ve eleştiriler var. Bu eleştiriler kitaba malzeme olan anlatıların aslına veya Memorial’in yürüttüğü faaliyete değil, Figes’in eldeki malzemeyi ele alış biçimine yönelik. Tartışmayla ilgili notları bir araya getirip bir yazı hazırlamak niyetim vardı ama bakalım ne zaman.
Merak edenler için Amerikalı iki profesörün fitili ateşleyen eleştirisi, Figes’in buna cevabı vs. şu adresten okunabilir: http://www.thenation.com/article/168028/orlando-figes-and-stalins-victims
Sayin Yilmaz,
Bazen iki cumle ile meramimizi anlatmak istiyoruz ama bu da yanlis anlasilmaya sebeb oluyor. Once tartismayi izleyenler acisindan bazi seyleri net olarak yazayim, bunlari sizin dediklerinizi elestirmek icin degil ama sadece konuyu netlestirmek icin yaziyorum.
Memorial Rusya’da bulunan ve asil faaliyet amaci Stalin ve SSCB donemi insan haklari ihllallerini ortaya cikarmak, bunlari teshir etmek icin kurulmus sagci anti komunist bir vakif, anladigim kadari ile bu konuda ki en buyuk Rus vakiflarindan birisi .
Memorial vakfi hem arsivler hem de iliskileri sayesinde konuyu arastiran bir cok anti stalinist yazara yardimci oluyor. Tarafsiz bir vakif degil sonucta sagci ve anti komunist bir vakif ve meseleleri bu gozlukle goruyor ama burada konumuz Memorial’in elestirisi degil. Memorial Vakfi Figes’e arastirmasinda yardimci oluyor hem arsivlerini aciyor hem de Gulaglardan gecmis bazi kimseler ve onlarin akrabalari ile roportajlar duzenliyor. Dogal olarak konusulan bu kisiler hemen hemen tumu ile anti stalinist anti komunist insanlar
Ama Figes kitabi yazdiginda bu kisiler kendi ifadelerinin bile oldukca kotu bir sekilde carpitildigini goruyorlar. Kitabin bu halde basilmasina Figes’in kendi sahitleri karsi cikiyor. Baslangicta Memorial kitabin basimini yapmayi ustleniyor ama Figes’in materyallerini kullanmada ne kadar tarafli oldugunu gorunce o da taniklarin istegi dogrultusunda kitabin basimindan vazgeciyor. Isin komik tarafi Figes de vakfin ve taniklarin bir dereceye kadar hakli oldugu kabul ediyor.
Figes daha once de internetteki bazi dalavereleri nedeni ile baska bazi anti stalinist anti komunist yazzarlar tarafindan protesto edilmis ve hatta mahkemeye verilmisti. Anlayacaginiz oldukca pis bir kisilik.
hahahaha ömürsün Ahmet. Senin işkenceci çekistlerin temiz, onları anlatan bir yazar pis, öyle mi?
Bir an için O.Figes’in tüm bunları uydurduğunu kabul edelim. Güneş Yanığı filmindeki uydurmalar gibi!
Yalnızca Molotov Anlatıyor kitabı dikkatle okunduğunda ve öncelikle 1937-38 katliamlarına ait sayısal veriler ele alındığında şunu olsun demek zorunda kalırız…ne müthiş hayal gücü, ne müthiş kurgu, ne büyük sezgisellik; “gerçek olmayabilir ama gerçek kadar doğru!”
Bizim sorunumuz ne ki? Gerçeği arıyoruz! İnsanlığa ait vahşi hayatımızı daha “insan” yapabilmek için yollar, yöntemler… Bu arayışta “vahşeti büyüten ve derinleştiren” geçmişi, failleri sorguluyoruz; gelecekte de aynı hataları yapmayalım, yapanlara suç ortağı olmayalım diye… Hepsi bu! Tüm mesele bu samimiyet içinde miyiz?
Sosyalist, ezilenlerden yana ideolojiden yana olduğunu iddia eden ama “amaç-araç bütünlüğünü” kaybetmiş siyaset ve yapıcıları, en korkunç bir insani yabancılaşma içine sürükleneceklerdir… Sürüklenmişlerdir de…
İnsan denen yaratığın gerçekten de çok tuhaf bir “nörolojik-sinirsel, zihinsel” yapısı var; kendi dışındaki gerçeklik sandığı şeyi bir şekilde içselleştirip, kendi içindeki gerçeklik haline getirdikten sonra, bu onun en kıymetli varlığı oluyor. Ve onun zihnindeki bu “sahte” gerçek; yaşayan ayrı bir varlık gibi, dışarıdaki gerçekliği “bozma-eğme-bükme” yolunda özgün yetenekler kazanmış olarak, o beyni ele geçiriyor… 2500 yıl önce söylenmiş “sorgulanmamış hayat yaşamaya değmez” önermesini, hala hayata geçiremiyoruz… O.Gürsel
Neden böyle kendi yandaslarini,yakini,ailesini bile öldürür böyle rejimler? neden Moskovaya kacan yoldaslarini nazilere teslim ederler? neden Lig lug sunglar amcasini köpek gibi öldürürler?
Tüm bu wahsetin altinda Parti menfaati kisvesi vardir.Tabi onunda maskesi vatan cikari!
Bu cikarlar yüzünden hertürlü kötülük iyiliktir,fedakarliktir..
Bu sistemlerin altinda yatan mantik budur yoksa sonu gelmez kötülükleri örnek vermek sorunu aciklamaz..
Stalinden beterini bugün Korede yasaniyor.. Tam bir kabile toplulugu. Tahta kurusu bastaki gencte Isvicrede okuyup Sac Dzayninida Hitlere benzetmesi hicte tesadüf degil..Köpek oglu köpek rejim amcasini bile köpekce öldürmüstür..Canli olalara bakmak daha yararlidir..Stalin fazlasiyla günümüzde yasamaktadir. ölmüsüne gerek yok okadar..
Ben buna inanmiyom.figes temiz birisi.belgesi varmi ahmed.ama bizahmet rus casusu yada kgbden olmayan birisinden olsun.
Üretimi geliştirmek-artırmak-Üretici güçleri geliştirmek…
1930 lu yıllarda sanayi üretiminin geliştirildiği, artırıldığı doğrudur… Ama Üretimi artırmak ile üretici güçleri geliştirmek aynı şey değil ki!
Öncelikle son yüz yıl için yazıyorum, “üretici güçler” olarak doğrudan insanın kendisi görülmelidir. Toprak-su-tabiat vb ve fabrikalar da ancak insanın etkinliği ile birer üretim araçları olurlar. Bu bağlamda ancak İnsan’ı geliştirmek ile üretici güçlerde artış olacaktır. Toprağın-tabiatın ancak bilimsel yöntemler ve makineler ile kullanılması halinde neolitik dönemden farklı ve olağanüstü bir üretim olanaklıdır.
İşte burada Stalin döneminde uygulanan özgün bir terörle; (her bireyi diğerinin muhbiri yapan, evlada babasını red ile sefaletten kurtulma şansı veren, ancak bir “ev köpeği” karakteri edinilirse tutuklanmaktan kurtulabilen, onca yıllık dostlarını, eşini satmaya hazır, gözünün önünde işlenen insanlık suçlarına ortak olmazsa yaşama şansı bulamayacak) bir terörle, en az yüz bin yılda oluşmuş temel insani karakterlerin yozlaştırılması sonucu “üretici güçlerin” de mahvedildiğini sanıyorum… Bu iddianın sayılarla kanıtlanması gerekir. Grafiklerle… Bu tümüyle öncelikle Rusça kaynakların analizi ile mümkün olacaktır.
İlk elde aklıma gelenleri sorayım. Rus halkı içinden 1925 lerden sonra doğanlarda bir Tolstoy v.b, Çaykovski v.b çıktı mı? Bilimsel-teknolojik en önemli 100 buluş için sıralama yapılsa Rus Halkından (1925 lerden sonra doğanlar içinde) kaç bilim adamı bu listede yer alır? 1850-1930 Rus sanatçıları ile 1925-1985 arasındakileri karşılaştıralım… (Batı’ya iltica edenler hariç!)
Stalin dönemi “insan gücü-aklı-eğitimi” olarak kendinden önceki 50 yılın aklını-ruhunu ve doğrudan insan gövdelerini kullanarak-sömürerek ve gelecekteki 100 yıllık bilim-sanat aklı-ruhunu harcayarak o malum üretim artışını gerçekleştirmiştir… Elbette bu iddiaları kanıtlamak çok ciddi verilerin analizi ile mümkündür…
Ben “sezgisel” ve dolaylı yollardan iddia ediyorum… İtiraz edilmesine de ses çıkarmayacağım… Zaten toplumsal ve siyasal olgularda “yüzde yüz” olarak kanıtlanabilmiş Stalinistik korkunç gerçeklikler karşısında bile akıl dışı inkarcı bir tutumun sergilendiği koşullarda nasıl ses çıkarabilirim ki? “Karşı” tarafın kanıt ve belge istemesine hak vererek ses çıkaramam…
Nice ciddi iddiaları dinsel bir mantık ile aforoz ediverenlere, dedikoduya dayalı, kolaycı bir tembellikle önemsenmesi gereken emeği-niyeti bile yozlaştırmaktan kaçınmayan, apaçık bir gerçeklik karşısında korku içinde ve bağırıp, tehdit ederek o bildiği “duaları” soluk almadan sıralayan, acıdan çılgına dönmemek için “deprem yaratan” ve yıkıntılar altındaki çocuğunun cesedine sarılarak aynı “Allah’a” sığınma aczi gösteren “malum” mantıksal kurguya, bu “akıl dışı akla” bile bu bağlamda ses çıkaramam… O Gürsel
(Not. Önceki yazıda “Üçüncüsünü” yazacağımı söylemiştim… Aslında salt bu nedenle yazıyorum… Bu konuda bir araştırma var mı bilmiyorum ama belki de salt bu başlıkta bir kitap yazılmalı… )
Taleban-ı Perinçek” Medreseden Kaçınca…!
İŞTE ESERİNİZ: “SOLCU LİBERALLER!”
Muhsin Er Tuğrul
Kendilerine bir “millî güçler” bir “ulusalcılar” diyenlerin (bu kullanım farklılığının da mücerred Yaratıcı kavramına bakışla kuvvetli bir alâkası olduğunu da ilave edelim.) ellerinde belli bazı yayın organları mevcud, mâlum. Matbu olarak milletimizin önüne konulan mevkuteleri bir yana, çok daha tesirli ve “hızlı” olan internet yayıncılığında belki “karargâh” olarak görülebilecek olan yer “odatv”dir.
Daha bir “burnu büyük ve küstah” (kimse kusura bakmasın yazılardaki uslub bunu gösteriyor) yayın yapan “acikistihbarat.com”u bir kenara koyarsak, bir zamanların “palavra yayını” yapmakla ünlü internetajans’ı, telgrafhanesi, hakimiyetimilliyesi vb. websiteleri Soner Yalçın’ın idaresindeki bu websitesinin “haber”lerini alıntılayarak, yayarak hayatlarına devam etmekteler ekseriyetle.
Elbette diğer websitelerinin kendi yazarları da mevcud fakat “cazgırlık” da denilen artık “abartılı ve yalan haber” dilini Soner Yalçın gibi yapamadıklarından olsa gerek gölgede kalmaktadırlar.
Yalçın’ın hakkını -böyle de olsa- vermek lâzım: “Cazgırlık”, “yalan haber” denilince, elbette “rahle-i tedrisat”ından geçtiği “PDA” yani Aydınlık-Perinçek “medresesi”nden -“TALEBAN-I PERİNÇEK” içindeki yeri tartışılmaz- mükemmelen ve hatta “boynuz kulağı geçer” kabilinden mezun olduğunu da eklemek gerekir.
“Odatv”de bir yazı yayınlandı, hayır, kendilerinin kaleme aldığı bir yazı değil, “Birgün” gazetesinden Gazi Çağlar, “Cahit Akçam’ın Birgün’deki Taner Akçam’ın devşirme görüşleriyle hesablaşan yazısını okuyunca” aklına gelenleri yazmış.
Gazi Çağlar, “Taner Akçam, açık faşist diktatörlüğün tüm baskılarıyla sürdüğü 1980’li yılların birinci yarısında “sivil toplumculuğa“ iltihak etmiş, “sol“ liberalizmin bilinen ve Cahit Akçam’ın yazısında siyasi sonuçlarıyla anlatılan tezlerine dayanarak “Marksizm’in krizinden“ dem vurmuş ve devrimci safları bölerek terk etmişti. Demirel’in, Özal’ın demokratlığı bile iddia edilmişti. O dönemlerde el yordamıyla da olsa devrimci perspektiflere sahib çıkmaya çalışan İbrahim Sevimli’nin de dahil olduğu kesimler ise, “dogmatik“, “köylü“ vb. gibi deyimlerle küçümsenmeye çalışılmıştı.” diyerek “sol” içinde, 12 Eylül öncesi başlayan ama karaya vuruşunu fena hâlde 80’lerin ortalarından sonra hissettirmeye başlayan “sivil toplumculuk”, “sol liberalizm” dalgası hakkında “net” düşüncesini ortaya koyan bu cümlelerden sonra, “İtiraf etmek gerekiyor ki, 1980’li yıllarda filizlendirilen sivil toplumcu “sol“ liberalizm, -kendilerine 90’ların başında ittifak teklif eden devrimcilerin de katkısıyla – önemli politik “başarılara“ imza attı: Marksist düşüncenin dıştalanıp yalıtılması, iktidar karşısında mücadelenin odakları olarak tasarlanan “demokratik kitle örgütlerinin“ adının bile iktidarla (sadece hükümet değil) uyuşan “sivil toplum kuruluşları“ şeklinde değiştirilmesi, sınıflar mücadelesi perspektifinden kimlik kabulü kavgalarına savrulunması vb. gibi birçok gelişme, “sol“ liberalizm dalgasının doğrudan sonucudur. Şimdilerde ise bu başarılara güvenerek, sosyalist sol saflara karşı iyice kükreyen saldırgan bir çizgi geliştirerek, piyasacı liberalizmle ve Fethullahçı cemaatçilikle giriştiği ittifakı kutsamakla meşgul.” vurgusunu yapmakta
“Sizin iç işiniz biz karışmayız” diyerek konuyu kapatabiliriz elbette; yazının yayınlandığı yerin, Birgün gazetesi, ’90’ların ilk yarısını da kapsayan “Kuruçeşme Toplantıları”ndaki “pozisyonu”nu “laflayabiliriz” mesela, ama onların “iç işleri”, karışmayız; yazı da zaten, Taraf Gazetesi’nde öbeklenen “sol” liberaller hakkında; geçenlerde rahmetli Üstadımıza hakaret ederek “genetik tıynetini” ortaya koyan “Roni” ve üyesi olduğu,- Başbakan Erdoğan’ın, referandum gecesi il merkezinde yaptığı teşekkür konuşmasında adını -yalan yanlış- zikretmeye çalıştığı- DSİP yani “Troçkistler”, yani “Roni”nin 15 sene kaldığı İngiltere merkezli “Yeni Sol”un buradaki temsilcilerinin “tavrı” ile, kısaca “siyasal hesablaşma” ile alâkalı.
Siyasal hesablaşma; sol içinde “teorik tartışma”; “içişleri onların, karışmayız” dememizdeki anlam da bundan; ama iyi de o zaman bu yazının “odatv”de, yani Soner Yalçın gibi Doğan Holding-Siyonist Axel ortaklığındaki “basın kuruluşu”nda, neredeyse röportaj yaptığı herkesin musalla taşı ile en kısa zamanda tanışması işle ünlü “ENGİZİSYON SAVCISI SONER”in sayfasında işi ne?
Yazdığı kitab ve “TDF”, “TRF” sayfalarından “copy-paste”larla, uydurdukları “onamastik” denilen “şey”le önüne geleni Yahudi olsa neyse “İbranî” yaptığı eski Haberturk.com’da “Uğur İpekçi” müstearıyla kaleme aldığı yazılarıyla Ergenekon soruşturmaları esnasında ortaya çıkan ve “bu tip faaliyetlerin” Türkiye’deki Yahudileri sindirerek devlete bağlama “operasyonu” olduğunu ortaya koyan “belge” doğrultusunda tam bir “Engizisyon savcısı” gibi davrandığında kimsenin şübhesi yoktur.
İşte bu Engizisyon savcısı Soner’in (üstüne ‘Taleban-i perinçek’ olmasını ilave edin), “sol içi tartışma” yazısını alıp da “oda”sında “odalıklarına” sunmasının sebebi nedir?
Koskoca bir “FIRSATÇILIK” sadece; önüne gelen topa tekme vurup “belki kaleye denk gelir” hesabı, hesabsız bir cazgırlık, fırsatçılık ve üstüne üstlük buna rağmen bir de “futboldan da anlamamazlık”!
Öyle ya, önüne gelen topu “deperek” futbol oynamanın karşılığı, Kapıkule’den çıktıktan sonra herhangi bir ülkenin mahalle takımı ile yapılan maçta dahi sekiz gol yemekdi; kaldı ki “şimdiki zaman”da futbol da böyle oynanmıyor, oynamaya kalkışanları da saha kenarına alıyor antrenör!
Aslında yaptığı alıntıların tepesine-kıçına bir “not” yazmakla marufdur o ama bu alıntıya birşey yazmaması ne kadar garib değil mi; sadece alıntılamakla yetinmiş, niye?
Beceremiyor, elaleme rezil oluyor da onun için!
“Türk Silahlı Kuvvetleri neden New York aydınlarının hedefinde” başlıklı 2008 Ekimin ondokuzuna ait bir yazısı, Almanya’da vakt-i zamanında RAF tarafından bombalanan Siyonist Axel şirketi ortaklı Hürriyet gazetesinde yayınlandı;
“Sanmayınız ki tüm bu tartışmalar, gerginlikler, sert demeçler Aktütün baskınıyla başladı. Son dönemde Türk Silahlı Kuvvetleri yoğun bir psikolojik harp bombardımanı altında. Peki niye? Saldırganların amacı ne? Tüm bu psikolojik savaşın perde arkasında neler var? TSK’ya ağır sözler sarf edenler kimlerin ağzıyla konuşuyor? Kim bu New York aydınları? Gelin size bir fil hikáyesi anlatayım!..” diye başladığı yazısı, REZİL OLMANIN nefis belirtileri ile dolu olduğu gibi kendisinin tıpkı anlatacağı “fil hikâyesi””ndeki filin bilmeneresi tutup da “fil aslında bilmemnedir” diyen “Hint fakiri”nin aynısı durumunda olduğunu da ortaya koydu.
Bakınız.
“KİM BU NEW YORK AYDINLARI” diye soruyor ve cevab olarak yazıyor:
“BİZİM sözde solcu-liberalleri bilirsiniz; hep üstten bakarlar, dudak bükerler, kimseleri beğenmezler. Aslında; bunların tek yaptıkları, Osmanlı’daki Tercüme Odası’nda çalışan memurların yaptıkları gibi çeviridir; tercümedir. Bunlar, New York Neo-Conların söylediklerini, yazdıklarını evirip çevirip yeniymiş, kendi görüşleriymiş gibi yazıp söylüyorlar.
Sizce aşağıdaki sözler kime aittir?
Ulus devletin sonu gelmiştir.
Yeni yüzyılın en önemli çatışması, demokrasi güçleri ile otokratik (despotizm yanlısı, baskıcı) güçlerin çatışması olacaktır
Türk ordusu dokunulmaz bir kurum değildir. Türkiye’yi daha demokratik kılacak olan, Türklerin hayatından devletin ve ordunun rolünü azaltmaya yarayacak reformlardır.Asıl mesele din özgürlüğüdür.
Vs…
Bunları Türkiye’deki solcu-liberaller söylüyor derseniz yanılırsınız.
Bunları söyleyenler; New York aydınları!
Veya günümüz deyimiyle -başlangıçta aşağılayıcı bir terim olarak ortaya atılan- “Neo-Con”lardır.”
Öğrendiniz mi “New York aydınları”nın “ne” olduklarını; bugün “Türkiye’deki solcu liberaller”in söylediklerinin aslında aparma olduğunu, bunları çıkaranların “New York aydınları”, “Neo-con” olduklarını?!
Öğrenemediyseniz bir daha okuyun yukarıyı; ama sakın aklınıza “Osmanlı’daki Tercüme Odası’nda çalışan memurların yaptıkları gibi çeviridir; tercümedir.” cümlesinden ötürü kendini “sol” zanneden “engizisyon savcısı Soner” gibilerinin de onlar gibi olduklarını, “tercüme bürosu memuru” gibi çalıştıklarını düşünmeyiniz, gerek Soner Yalçın, gerek Perinçek, gerek Türk Solu yazarı koskoca profların dünya sol literatürüne girmiş, büyük tartışmalar yaşatmış, çeşitli ülkelerdeki sol hareketleri yeni bir “tartışma süreci”ne sokmuş, “Marksist Leninist Maoist Enverist literatürü” burdan taaaa Fizan’a kadar genişletmiş, ilerletmiş ciltler dolusu cildler dolusu cildler dolusu eserlerini okumadınız mı?
Okumadınız mı?!?
Biz de okumadık, “lejyoner” misâli kaleme alınan “Reis”, “Teşkilâtın İki Silahşörü” gibi DÜNYA ASPARAGAS LİTERATÜRÜNE girmiş “cild cild kitablarından” sıra gelmemiş olsa gerek!!!
Ama bekleyin, gördüğünüz gibi “sol literatürü -GERÇEKTEN- darmadağın” edecek makaleleri işte şimdi okuduğunuz gibi yazmaya başladığına göre, muhakkak onu da yazacakdır, yazacaklardır!
“…Bunlar; 1930’lu yıllarda Amerikan Troçkist hareketi içindeydiler. Sol hareket içinde yer almaları, hepsinin Yahudi olmasından ve Ekim Devrimi’yle tarihte ilk kez antisemitizmi suç sayan bir devlet kurulmasından kaynaklanıyordu. Ancak: Hitler-Stalin anlaşması ve Troçki’nin 2. Dünya Savaşı’nda Hitler’e karşı savaşan Franklin D. Roosevelt’i desteklemeyi reddetmesi, günümüz Neo-Conların atalarının, sosyalizm yolundan teker teker ayrılmasına yol açtı. 1948’de İsrail’in kurulmasından sonra bu grub artık kurtuluşun sosyalizmde değil, İsrail’i koruyabilecek tek güç olan Amerika’da olduğunu savundu: “Amerika ne denli güçlü olursa, İsrail de o denli güçlü olacaktır.”
“Bunlar” dedikleri, “sol liberal” dedikleri yani; yazının tarihine tekrar bakın, 2008, “Ergenekon cazgırlığı”nın daha başlamadığı, dünyayı -malum operasyon- sebebiyle “her taşın altında İbranî var” gözlüğüyle taradığı, websitesinin “sıradan” olduğu vakitler, “hepsinin Yahudi” olduğu iddiasını bu gözle okuyun; ama ardından gelen, “sol literatürü DARMADAĞIN eden” “sol hareket içinde yer almaları”nın sebebi olarak “Ekim Devrimi’yle tarihte ilk kez antisemitizmi suç sayan bir devlet kurulmasından kaynaklanıyordu” sözü, bir küfürleşip bir -sıkışınca- paslattığı Yalçın Küçük’ün “ego-sal” vurgusuyla söylersek “İLK KEZ ORTAYA KONULAN BİR TEZ!!!”
Hayır, Bolşevik devrimine katılanların, parti’nin kadrolarının içinde Yahudilerin olması, hatta ileri gelenlerinin çoğunun Yahudi olmasını yok saymıyoruz, öyledir, “olgudur”, ama mesela Troçki’nin “antisemitizmi suç sayan bir devlet” için Bolşevik devrime katıldığını iddia etmek, olsa olsa “SONER’LİKTİR!” diyelim herkes anlasın!
Hele, “Hitler-Stalin anlaşması ve Troçki’nin 2. Dünya Savaşı’nda Hitler’e karşı savaşan Franklin D. Roosevelt’i desteklemeyi reddetmesi, günümüz Neo-Conların atalarının, sosyalizm yolundan teker teker ayrılmasına yol açtı.” gibi “büyük keşfi” karşısında dudaklar lal olur!
Şimdi burada “Soner’lik” yapalım ve dediğini kabul edelim: Hitler ile Stalin arasındaki anlaşma (ne anlaşması?) var ortada, demek ki Hitler ile Stalin’in anlaşmasına bu “Troçkistler” yani “Neo-conların ataları” kızmışlar! Öyle ya “antisemitizmi suç sayan bir devlet” için bolşevik devrime gir, ama sen gel Hitlerle, “yahudi kasabı” ile anlaş!!!
Olacak şey mi!
Burasını hallettik; ama ya “Hitler’e karşı savaşan Franklin D. Roosevelt’i desteklemeyi reddetmek” de n’ola?! İşte “yahudi kasabı Hitler”le savaşan bir adam çıkmış, niye desteklemiyorlar da “sosyalizm yolundan ayrılıyorlar?..”
Bir de işin başka tarafı var: Bunlar, yani Troçkistler, yani Neo-Con’ların “ataları” yani “solcu-liberallerin” ataları “sosyalizmin yolundan ayrıldılar” ise, yukarıda sayılan HİTLER-STALİN ANLAŞMASI, ROOSEVELT’IN DESTEKLENMESI SOSYALİZMİN YOLDUR!!!
İşte burası “bam telidir” meselenin, mim koyalım buraya aşağıda değineceğiz, Hitler’in Gestaposunun, sızdırdığı bilgilerle, hem parti hem de Kızılordu’da Bolşevik devrimine bilfiil katılmış, devrim kahramanı ilan edilmiş aydın ve askerleri “Alman ajanı” gibi göstermesine “aldanan” Stalin, Kirov’un katledilmesini bahane kılarak “TEMİZLİK”e başlamış ve bu “temizlik” o derece olmuştur ki, bir gecede Kızılordu’da üst rütbeli subay kalmadığından çavuşlar, onbaşılar, siyasî komiserler-yani parti görevlileri, kısaca askerî okula gitmemiş, askerî bilgiler almamış, savaş hakkında “köylü” kadar bilgisi olanların yüzbaşı, binbaşı, albay, general yapılmasına sebeb olunmuştur.
Kirov cinayetinin mahkemesi ki “sol literatüre” Moskova Mahkemeleri diye geçmiştir, bugün Silivri’deki cezaevinde ve duruşmalarda adaletsizlik, hukuksuzluk vb. yapıldığını söyleyen CAZGIR TAYFASINA “işte esas adaletsizlik, hukuksuzluk budur!” denilebilecek şekilde, aylarca süren işkenceli, tehditli, defalarca tekrarlanan “itiraf metinleri” ile gerçekleştirilmiş, Troçki’nin oğlu da sadece “oğlu” olduğu için dahil edilmiş, çoğu “tutuklu” ÇEKA tarafından tek kurşunla öldürülerek “intihar ettirilmiş!!!”, binlercesi de “yokedilmiştir”…
Bunlar gerçek!
“Sosyalizmin yolu”nun o günkü sahibi olan Stalin’dir bütün bunların müsebbibi; ama dediğimiz gibi “onların içişleri, karışmayız”, kendileri halletsinler…
Fakat, “tarihi gerçekleri” de ortaya koymak gerekir.
Hitler-Stalin andlaşması işte o yukarıda bahsettiğimiz Moskova mahkemeleri, “temizlenmiş”, çaylakların eline kalmış Kızılordu esnasında gerçekleşmiştir.
Tabiî, Stalin durumu gördü, bu durumda “savunma” için Almanya ile “saldırmazlık anlaşması” yaptı diye düşünüyorsunuz değil mi? “Sosyalizmin yolu”nda korkmak, tırsmak var mıdır yahu, değil mi!?
Ama asla böyle düşünmedi; tam aksine Stalin, Avrupa’da bir savaşın başlayacağını biliyordu, “Avrupalı kapitalistler bütün güçleri ile birbirlerine saldıracak, yorulacaklar, tükenecekler ve işte o zaman şanlı şerefli Kızılordu bütün Avrupa’yı işgal ederek sosyalizmin galibiyetini ilan edecek, “sosyalizmin yolu”nun gücünü göstereceğim”, diye düşünüyordu!
Nitekim İngiliz ve Fransızların tam o anlarda yaptıkları anlaşma teklifleri ve Almanların Rusya’ya da saldıracaklarına dair açıklamalarına kulaklarını tıkamış, Alman dışişleri bakanı ile Moskova’da malum “saldırmazlık anlaşması”nı imzalamıştır!
Bu anlaşmanın mürekkebi kurumadan -görünen köy kılavuz istemezmiş- Alman ordusu Polonya’ya saldırmış, dikkat ediniz lütfen, “Sosyalizmin yolu”nun tüm dünya tersini söylerken onlara kulak tıkayıp, üstelik bir de kendi içinde “Alman casusu” diye milyonları “tasfiye” edip, çırçıplak kalmış “şanlı şerefli Kızılordu”ya sahib olarak andlaşmayı imzaladıktan sonra- dünya, ikinci dünya harbi ile tanışmıştır:
“Sosyalizmin yolu”, dünya harbini başlatacak anlaşmayı imzalamıştır kısaca!
Ama Almanlarla, yani aslında NAZİLERLE yaptıkları gizli anlaşma ile -hiç olmazsa doğu Avrupa’da “Sosyalizmin yolu”nun “gücü”nu gösterebilecek fırsatı (!) ele geçirmişler, NAZİLERİN Polonya’yı işgaline ses çıkarmamanın karşılığı olarak onlarda Rus sınırındaki Polonya topraklarını ve Finlandiya’yı işgal etmişlerdi!
“Kahraman Finlandiya askeri” deyişinin ortaya çıkmasına da neden olan Sovyet işgaline karşı Finliler büyük bir direniş göstermişler, küçücük bir boğazı almak için “anlı şanlı Kızılordu” (ki, nasıl bir Kızılordu olduğunu da anlattık az önce) haftalarca uğraşmış, binlerce kayıp vermiş ve aslında bu arada Polonya işgalinden çok daha önce Rusya’nın işgaline yönelik planları hazırlayan Alman Karargahına da “savaş kabiliyetleri” hakkında çok kıymetli verileri vermiştir!
Polonya’nın işgalinden sonra Rusya’nın işgaline yönelik askerî sevkiyatlara hemen başlayan Hitler, anlaşma karşılığında askerî bakımdan çok kıymetli olan “ham kauçuğu” da Rusya’dan vagonlar dolusu almayı da imzaya bağlamıştı.
Öyle ki, Almanlar, Polonya sınırındaki “no man land” kısmını geçip Rusya’nın içlerine doğru akın akın akmaya başladığı zaman bile kauçuk ile dolu trenler Berlin’e doğru yol almaktaydı!
Gestapo’nun “Kızıl Orkestra” ismini verdikleri ve tüm Avrupa’da faaliyette bulunan “Komünist casusluk şebekesi”nin işgalden haftalar önce “Almanlar şu tarihde Rusya’yı işgale başlayacaklardır!” ihbarlarını bile “sabotoj!”, “sosyalizmin düşmanlarının provokasyonları” olarak görmüş ve kulaklarını üstüne yatmışlardı; kaldı ki, Stalin ile Hitler anlaşmanın ilk günlerinde gül gibi geçiniyorlardı, karşılıklı olarak suçlular, ekseriyetle Yahudiler Almanya’ya iade ediliyor, Almanya tarafından da “Troçkist” denilenler Ruslara teslim ediliyordu. Hatta Alman ordusunun saldırısının ilk günü hiçbir savunma hareketine girişilmemesi, “Almanlar saldırıya geçti” diye verilen haberlerin “sabotaj” olarak değerlendirilmiş olmasına bağlıdır; “Sosyalizmin yolu-Stalin” saldırının kesin olduğu ortaya çıktığında bile “hayır, Hitler bunu yapmaz, o benim dostum, bunu yapanlar ya Alman üniforması giymiş Troçkist sabotajcılardır, Almanlarla aramızı bozmaya çalışıyorlar” diyordu çevresine ve Berlin’e telefonla ulaşmaya çalışıyordu.
Tâ ki Mokova semalarında savaş uçakları göründü, bombalarını bıraktı “Sosyalizmin yolu-Stalin” işte o zaman uyandı!
O güne kadar, işgal altındaki Fransa’da bile Alman hoşgörüsü ile faaliyette bulunan Fransız Komünist Partisi başta olmak üzere Avrupa’daki Komünist partilerine “emirler” yağdırmaya başlayıp, “Nazi işgaline karşı direnen milliyetçilerle işbirliği” yapmalarını istemeye başladı ki bundan sonrası malumdur artık.
İşte “engisizyon savcısı Soner”in “Hitler-Stalin anlaşması ve Troçki’nin 2. Dünya Savaşı’nda Hitler’e karşı savaşan Franklin D. Roosevelt’i desteklemeyi reddetmesi, günümüz Neo-Conların atalarının, sosyalizm yolundan teker teker ayrılmasına” yolaçtı dediği nesneni aslı-faslı budur!
Devam edelim biz alıntıya:
“…Daha önce bu sayfada/Hürriyet’te yazdım; New York aydınları tarafından kurulan ve CIA tarafından fonlanan, solcu görünen ama asıl amacı solun içini boşaltmak olan “Congress for Cultural Freedom”, soğuk savaş boyunca Sovyetler’deki sosyalizme karşı, sözde “özgürlükçü sosyalizm” inşa etme misyonu üstlendi! Dillerinden düşürmedikleri kavramlar, demokrasi, insan hakları ve özgürlük idi. Pek çok iyi niyetli solcu aydın, ne yazık ki bunların aleti oldu; bu rüzgára kapıldı.”
Bir yanlışlık olmasın, “yalan yazdı” diye itham edilmemek için tekrarlayalım, “soğuk savaş boyunca Sovyetler’deki sosyalizme karşı, sözde “özgürlükçü sosyalizm” inşa etme misyonu”na uyarak “Pek çok iyi niyetli solcu aydın, ne yazık ki bunların aleti oldu; bu rüzgára kapıl”mış ya,”sosyalizmin yolu”na karşı, gerçek sosyalizme karşı, yani Sovyetler Birliği’ndeki Sosyalizme karşı “Neo-Con”ların hain emellerine alet olmuşlar!
Burada anlaşılmadık birşey kalmadığına inanıyor ve geçiyoruz:
“…Solcu aydınları yanıltanların başında Amerikalı Max Shachtman geliyordu. O, Neo-Conların ilk lideriydi aslında. Ne sosyalizm ne kapitalizm diyen “3. Kamp” teorisi onundu. Görüşlerini “öğrencileri” yaydı:
James Burnham, “The Managerial Revolution” kitabında, insanlığın karşısındaki en büyük tehdidin artık, “teknisyenlerin” ve “bilim adamlarının” yanı sıra “bürokratlardan” ve “askerlerden” oluşan güçlü bir “elit” yönetici sınıftan geldiğini yazdı.
Neo-Conların önde gelen teorisyeni Robert Kagan, son kitabı “The Return of History and the End of Dreams”te, yeni yüzyılın en önemli çatışmasının liberal demokrasiler ile otokratik devletlerin çatışması olduğunu yazdı.”
“Engisizyon canavarı Soner”e göre, mefhum-u muhalifini yine konuşturacağız, “bürokratlardan” ve “askerlerden” oluşan güçlü bir “elit” yönetici sınıftan” müteşekkil “otokratik devlet”, “liberal demokrasi”den iyidir!
Bir de “bunlar darbeci, cuntacı!” denildiğinde karşı çıkarlar!
Bir de “bunlar özgürlüklerin kısıtlanmasından yana” denildiğinde kızarlar!
“Taleban-i Perinçek”den Soner Yalçın’ın yazısının bundan sonraki kısmı (ve aslında geneli) konumuzun dışında, ilgilenmiyoruz, ilgilendiğimiz son cümlesi de şu:
“…İşin özünde; Neo-Conlar, önce sosyalisttiler, sonra hümanist solcu oldular ve en son geldikleri yer, ulus devlete karşı anti-emperyalizme inanmayan, solcu liberallik!”
Pekala, -ne kadar olduğu çok ama çok tartışmalı olsa da- “önce Sosyalist” olub ardından “Kemalist”, bunun hemen yanında “engisizyon canavarı/İbranî soruşturmacısı” olub, bütün bunları bir de “Sosyalizmin yolu-Staline” olan bağlılığı tartışmasız RAF’ın Almanya’da bombaladığı “Siyonist basın tröstü Axel”in büyük ortağı olduğu yerde yazana ve yazdıklarından ötürü de, “Engisizyon savcısı”” değil ama “İstiklâl Mahkemesi üyesi” olan Kılıç Ali’nin oğlu Altemur’dan “nefis analizler” övgüsünü alana ne demeli?!
Gelelim neticeye…
Aslında ülkemizde görünen bir savaş gerçekleşirken, bir de görünmeyen, “perdeli” bir savaş daha gerçekleşiyor. Şimdi kullanıldığı şekliyle söyleyelim, “sosyalistler” ile “dönekler” arasında bir savas! Ama “sosyalist”in ne olduğunu da “engisizyon savcısı Soner” örneği ile anlayın! Yani “işte öle!” cinsinden bir “sosyalist!!!”
Ne garibtir ki bu savaş, 70’lerden itibaren “devrimci silahlı sol” ile kendi arasına bir set çeken “Medrese-i Perincekiyye” ile hem karşısındaki diğer fraksiyonların “dönekleri” hem de ’80’lerin ortasından sonra “medresenin kapısını çarparak” çıkıp gidenler arasında!
“Talaban-i Perinçek Soner”in “tahrifatı” da burada ortaya çıkıyor:
Bahsettiğimiz yazısında bahsettiği “solcu-liberaller” dediği nesnenin aslı “SOL” LİBERALLEŞMEDİR.
Peki bunun sebebi nedir; niye medresenin kapısı bir tekmede kırılarak “solcu-liberal” dedikleri “şey”den oldular bunlar?
Kimdir bunlar mesela?
Cengiz Çandar, Gülay Götürk, Alper Görmüş, Ali Bayramoğlu, Halil Berktay, Oral Çalışlar, Yasemin Çongar vs. (Eğer şu Ergenekon mevzusu olmasaydı, Aydınlık Dergisi’nde defalarca “Mit görevlisi” olarak ilan edilen Soner Yalçın da! Ne garibtir, Tuncay Özkan’la, “Teşkilatın İki Silahşörü” kitabı üzerine Aydınlık’ta A. Akfırat’ın yaptığı bir röportaj yayınlanmış, çok daha ağır ithamlarda bulunulmuştu ama şimdi?! Ey “çizgi”, neredesin)
“Odatv”de gerek Halil Berktay gerek Oral Çalışlar hakkında, “uzun bir süre birlikte faaliyette bulundukları” diye tanıttıkları bir kişinin kitabından alıntılar yaparak, gerçekten de yaşanmış, olmuş olayları naklederek bunların ne kadar “korkak… tırsak… çizgisiz… güç sevdalısı vb.” olduklarını anlatırlarken, kitabından alıntı yaptıkları, “yasadışı terör örgütü TİİKP” ve legal TİKP’nin, bunlara ait çıkarttılan bütün dergilerde de Perinçek’den sonra ikinci adam olan kişinin, bu alıntıları okuduktan sonra döşendiği yazılarda, “yaptıkları tahrifatdan” ve “kirli emellerine kitablarını alet etmelerinden” ötürü ağzını açıp gözünü yumduğundan, “bunlar işte bu kadar utanmaz şerefsizler” anlamına gelecek sözler sarfettiğinden ama hiç bahsetmezler, yedikleri onca hakarete “yarabbi şükür!” derler!
Üstelik o adam, “sizinle, Perinçekle, Silivri’deki belli bazı kişilerle, cuntacılarla, Halil veya Oral arasında tercih yapmak zorunda kalsam sizin yerinize onları seçerim!” diye de apaçık ve dümdüz gerekeni de söylerken kulaklarının üzerine yatarlar!
İnsana sorarlar, madem o kişinin kitablarına güveniyorsun, “dostun” olan Doğan Yurdakul (Doğan Avcıoğlu’nun kızkardeşinin oğludur) hakkında yazdıklarından da, -“MİT’teki arkadaşlarından”, “korkudan bunalıma girmesi, Avrupa tüymesi ve alkolik olmasından”- bahsetsene!?
Neyse fazlaca uzatmaya gerek yok.
“Engisizyon canavarı Soner”in “solcu-liberal” olarak nitelediklerinin ortaya çıkmasının sebebi, “sol içi tartışma”dır: “STALİNİZME KARŞI ALINACAK OLAN TAVIRLA ALAKALIDIR!
“Tek ülke Sosyalizmi”, “Sosyalist anavatan”, dolayısıyla dünya üzerindeki diğer “Komünist partilerin”, KENDİ VATANLARI ALEYHİNE DE OLSA “Sosyalist anavatanın faydası”na çalışması, gerekirse “casusluk” yapması, “Sosyalist ana vatan”ın “sabotajcıların şerrinden” muhafaza için “baskıcı-otokratik olması” vs…
“Avrupa görmüş eski toprakların” Sovyetleri “eleştirmeleri”, “reformist-Troçkist” çığlıkları altında örtülmeye çalışılırken, 12 Eylül ile birlikte işin rengi değişmeye başladı.
Sol düşünceye ait kitabların tercüme edilmeye başlanması, ister inanın ister inanmayın şu yukarıda anlattığım Hitler-Stalin anlaşmasını “Moskova edisyonu” kitablar dışında okumamış olanlarca ’80’lerin sonuna doğru öğrenilmeye başlandı!!!
Şimdi “dönek” diye lanse edilenlerin “anılarını” okursanız, Müslümanları sadece “din kitabları” hatta sadece “Kuran” okumakla yani “yobaz” olmakla itham edenlerin ne derece yobaz oğlu yobaz olduklarını, “cemaatlerin kendilerine göre kuralları var, kendi aralarında devletin kanunlarını değil onları uyguluyorlar!” diyenlerin “örgüt liderinin kuralları” ile nasıl duygusuz bir yaratık hâline getirildiklerini, fakat buna “üyelerin” de gönüllü olarak nasıl kuzu kuzu uyduklarını, “örgütsel disiplin” adı altında TOTALİTER ARZULARINI tatmin ettiklerini göreceksinizdir!
Mesela!
İsmi lâzım değil, onun bunun maskarası olmuş bir örgüt lideri, örgüt üyesi ve üstelik de çok yakın akrabası olan bir çift, bebek bekler duruma gelince “en yakın kürtajcıya müracaat!” emrini verirken, iki sene sonra kendileri çocuk sahibi olabiliyor ve üstelik bunu gören kürtaja gönderdiği akrabası olan çift tekrar “çocuk hamlesi” yapınca “kürtajcıya müracaat!” emrini yine vermekten kaçınmıyor, aslında utanmıyor ve ne garibtir ki o çift de buna uymaktan kaçamıyor!
İşte “sol” liberalizmin memleketimizdeki temsilcilerinin “yetiştikleri ortam” bu! Öyle “zorbalıklar” yapıldı ve üstelik bunların zorbalık olmadığı “Sosyalizm-örgüt disiplini” olduğu söylendi, ama “ilk fırsat”da zorbalığın zorbalık olduğu anlaşılınca “medrese-i perincekiyye”nin kapısına bir tekme vurularak, belki de bu “hırs psikolojisi” ile tam tersi bir yola “savrulundu”… Yani, “solcu liberal” dedikleri nesne de kendi –diktatörlüklerinin- eseri!
Breth’in –faşizm için söylemiş olsa da, bunlara çok daha fazla yakışan cümlesinin yeridir: “İşte eseriniz! Solcu liberaller!”
“Solcu-liberal” dediklerinin bugünkü savundukları siyasetlerini eleştirmek bu yazının konusu değil; Stalinist zorbalık taraftarı ve Stalini “sosyalizmin yolu” olarak da bir nevi isimlendiren “Engizisyon savcısı Soner” gibilerinin kendi zikzaklarına-kıvırmalarına, Siyonistlerin kucağında “İbranî avcılığı” yapmalarına, “Sosyalizm”den anladıklarının sadece “en yakın kürtajcıya!” demek olduğuna, “korkak-tırsak-ayyaş” ve üstelik “mafyanın romancısı” hâllerine bakmadan elaleme laf atmalarına dikkat çekmekti.
Çektik, herhalde!
8 Ekim 2010
http://www.furkandergisi.com/index.php/tr/furkan-yazarlari/muhsin-er-tugrul/1146-taleban-i-perincek-medreseden-kacinca