Hep denir ya; “”% 99’u Müslüman!…” O kadar olmasa bile biz, sol, sosyalist, anarşist bir avuç insanın dışında, koca bir “İslamik dünya” var. Yine de nasıl oluyorsa, “burnundan kıl aldırmayan”, azınlığın, azınlığı olsak da biz ateist sosyalistler, bu çoğunluk “komşularımızı” bilgisel olarak çözümleyebilsek de, empati içeren bir duygu ile anladığımızı sanmıyorum.
Bir yerden başlamak gerekli; insan denilen yaratığın Tinsellik gereksinimini teslim ederek, yabancılaşmış bir tinsellik de olsa İbrahimi Dinlerin, insanların-kitlelerin algısında hem de ölümcül önemde olduğunu kabul etmek zorundayız. Teslim olmadan, boyun eğmeden! Bu “dinsel” dünyaya ait inanç-ibadet özgürlüğü ile birlikte her bireyin de insani-özgür bir hayatı sürdürme imkanı sunan ortak alanı keşfetmemiz gerekiyor.
Ama nasıl? Ortaya çıkmış alçakça yalanlar karşısında bile özür dilemek bir yana, yalan olduğunu ortaya çıkaranlara, yazanlara utanmazca saldıran “zihniyet” ile artık asgari bir diyalog olsun mümkün görünmezken…
*
“Kabataş görüntüleri” sonrası atılan nutuklara, yazılanlara bakıldığında bu “kabulün” tepelerden, malum temsilcilerden başlayamayacağı bir kez daha kanıtlanmıştır. İslam-din-iyilik-dürüstlük söylemlerinde mangalda kül bırakmayan adam ve kadınlar, “iktidarın-kazanımların” kaybedileceği korkusuyla bilinen yalanlarını gözümüzün içine bakarak sürdürebiliyorlarsa, “acilen”, normal, dindar-inançlı insanlar ile bu “iktidar-güç-para” manyaklarının birbirinden ayrılabilmesini sağlayacak politikalar üretmek zorunlu görünüyor. (Bilindiği gibi CHP bunu AKP’lileşerek yapmaya çalışıyor! )
Niyet en başta söylenmeli; Klasik Din’e- Dinciliğe karşı olunabilir ama bir “dindara” karşı olunamaz. Türbana karşı olunabilir ama bir türbanlıya karşı olunmaz… Birlikte yaşıyoruz; bir filmde adam “tanrı var mı yok mu bilmiyorum, önemli olan bu dünyada nasıl geçindiğimiz” diyordu. “İyi geçinmenin” dinsel ve dünyevi ortaklaşabilecek yöntemlerini bulmamız gerekiyor. En azından önümüzdeki 50 yıl için!
*
“Kabataş görüntüleri” ve “Camide içki içme” kurgu yalanları, iktidarın insanlık suçu işlemeye ne kadar yatkın olduğunun kanıtlarıdır. İktidarcı-Dinci siyaset, konumunu sürdürmek için binlerce insanı birbirine öldürtmekten çekinmeyeceğini göstermiştir. “Evde zorla tuttuğu” iddia edilen yüzde elliyi, aslında bu iki “kışkırtıcı” yalanla, gezi isyancılarını linç etmeye çağırdığı bugün kanıtlarıyla birlikte ortaya çıkmıştır. Önümüzdeki aylarda iktidarı kaybetme olasılığı büyüdüğünde yalan ve kışkırtma içeren yeni “özgün” provakasyonların da mümkün olduğunu düşünebiliriz; “17 Aralık” sonrası bu olasılık azalmış olsa da vardır ve her zaman “hasta” bir ruhun girdabına kapılmayacak bir toplumsal hayat kurmayı önemsemek zorundayız.
Ortaya çıkan “Kabataş Görüntüleri”, bir zamanlar bu hikayeyi uyduran ve arkasında saf tutanların, bugün utanç içinde başını eğmesini gerektirirken, yazılanlar, söylenenlere bakıldığında, tam tersine dinci siyasetin azgın bir utanmazlık-yalancılık gösterisine her daim hazır olduğu ve her koşul altında “kadın-kadınlık sömürüsünden” de vazgeçmeyeceğini göstermektedir; dün başörtüsü, “mazlum-mağdur” kadınları kullanan dinci siyaset, 12 yıllık iktidar sonrasında da hala aynı retoriğe sığınıp iç savaş çıkartabilecek başarısız provakasyon girişiminde suç üstü yakalanmışsa da kendine “ters” soru soran gazetecileri ” boynunu kırarım” bakışı ile sindirmiş, “herkesi kör ve sersem sanma” üzerine bir siyaseti sürdürebilmektedir.
İktidara gelirken “koçbaşı” gibi kullanılan kadınlarla olan “ilişkileri” ne tuhaf, ne acınası, ne gülünç! Arzularını, düşüncelerini sormayı akıllarına bile getirmedikleri kadınlara kendi “erkek geleneklerini” dayatan bu bıyıklı adamlar iktidarda kalmak için de kadın üzerinden iç savaş kışkırtıcılığı yapıyor! Kadınları örtme-kapatma, başını-bakışlarını eğdirme çabaları, onları canlı, canlı “mezara gömme” niyetleri yetmezmiş gibi, zalim bir teşebbüste de bir “kadına”, yalanlara sığınıyor.
*
“Yetmez ama Evet” çiler kendi naif, sığ siyasal körlüklerinin bedeli olan utançtan paylarını aldılar. (En fazla utananlar, en fazla insan kalmaya çalışanlardı;kişisel çıkar amaçlılar, zaten ‘utanç’ sözcüğü ile alakalarını çok önceleri bitirmişti.) Bu “yetmez ama evet” çiler çok sonra tanımlandılar; “Faydalı Aptallar!” Gün gelecek, AKP savunucusu siyasetçi, yazar-kadınlar da mı (baş örtülü veya baş örtüsüz; sanırım öncelikle baş örtüsüzler!) bu sınıfa girecek!
O. Gürsel
dinci iktidarcılık da dinsiz iktidarcılık kadar kıyıcı, zalim ve yalancıdır. aslında iktidarcılık ne dinci ne dinsiz değil sadece ve sadece “iktidarcı” olduğu için böyledir. yazı tüm iyi niyetine rağmen o egemen, üstenci dille malul. o cahil dincilere biraz “hoşgörü” vazediyor. gene de iyi niyetinden dolayı, ilgilenilmeye değer…
burada laiklik din, bilim, siyaset üzerine çok gerekli bir sohbet-tartışma yaılabilir, yapılmalı… gidişat onu gösteriyor ki, islamın kendi içinde bu düne kadar ötelediği-engellediği tartışma artık kaçınılmazlaşıyor: islam ve devlete bakışı…
bu tartışma başladığında herkesin ilgisiz kalamayacağı aşikar.
acaba ne kadar hazırız, bu tartışma için?
bu konuda bir yorumu aşağıya alıntılıyorum
Mahmut Kiraz30 Temmuz 2013 21:28
Emevi saltanatı İslam’dan sapma değil, İslam’ın doğal ve zorunlu sonucu bence. Tıpkı Stalin’in de marksist/devrimci sosyalizmin doğal sonucu olması gibi.
a) peygamberlik iddiasına itiraz edenlerin çenesini kapatmak için, b) “Hakk”a (hakikate) teslim olup onun için mücadele eden “seçilmiş” bir ümmet olarak kendinizi ayırdığınız insanlığın geri kalanını Hakk’a boyun eğdirmek için, c) ötekilerin “seçilmiş ümmet”ten daha aşağıda bir statüye itirazlarını bastırmak için kaçınılmaz olarak şiddete başvurunca kendi içinizdeki ilişki bir güç/iktidar ilişkisine dönüşür zamanla. Bu ilişki de aranızda şiddete/güce en iyi hükmedenleri itibar sahibi kılar ve fırsatını buldukları anda ellerindeki gücü kullanarak “ümmetin” iplerini ellerine alırlar. “Nübüvvet” ve hilafetin saltanata, Muhammed’in saf ve bağımsız dininin Emevi İslamına dönüşmesinin hikayesi budur kanaatimce. İkinci halife Hz. Ömer zamanında Ömer ve Ali’nin, kontrollerinden çıkarak Medine’deki meşru otoriteye karşı gelmesinden, bir nevi Rubicon’u geçip Müslümanların Sezar’ı olmaya kalkışmasından en çok çekindikleri kişi Halid b. Velid’di hatırlarsanız. İmparatorluğu neredeyse eş-halifeler gibi birlikte yöneten bu ikilinin mesaisinin büyük bir kısmı askeri liderleri müthiş bir enerjiyle zapturapt altında tutmaya çalışmakla geçmiş. Sonunda Halid’i pasifize etmeyi başarıyorlar ama Ömer ölüp Ali de siyaseten tasfiye edildikten sonra, meselenin özüne bu ikili kadar vakıf olmayan Osman zamanında Hilafet askerler üzerindeki otoritesini büyük ölçüde yitiriyor anladığım kadarıyla ve olan oluyor. Hz. Ali “İnsanlar ya dinde kardeşinizdir ya da yaradılışta eşdeğerinizdir” demiş rivayet edildiğine göre. Bilmiyorum Sevan abi ne der bu işe ama eğer doğruysa bu rivayet, pasifize olduğu Osman zamanında olup bitenlerin nedenleri üzerine kafa yorup problemin Müslümanların kendi dışındakilerle kurdukları ilişkinin niteliğinden kaynaklandığına hükmetmiş ve halife olduktan sonra bir nevi dini tashih/upgrade etmeye çalışmış olmalı Hz. Ali. Çünkü bu söz bana çok yeni ve Ali’ye has bir söz gibi geliyor. Meselâ Muhammed asla böyle bir şey söylemezdi ve söylemedi de diye düşünüyorum.
1- kuranda devlet nerede, nasıl, ne kadar yer alır? bu konuda ayet hükmü nedir?
2- peygamber dönemi için ne kadar “devlet” denebilir?
3- medine sözleşmesi farklı olanlar arasında çoğulcu hukuksal bir metin olarak ne kadar “devlet anayasası” sayılabilir?
konu bu noktalardan irdelenirse, bir sonuca varılabilir bence…detay yorumları bu soruların yanıtından sonra yapabiliriz.
İbn-i Haldun, Mukaddime’sinde “hilafet ve imamet” ile ilgili yeni bir fasıl açarak İslâm tarihi içinde bütün yönleriyle “devlet teşkilatları”nı ele alır.
Bu konuda ele aldığı konular: 1- Hilafet ve imametin manası, 2- Hilafet ve imamet hakkında fakihlerin ve kelamcıların görüşleri, 3- İslâm’daki siyâsî cereyanların bazı yönlerinin incelenmesi, 4- Hilafetin saltanata (mülke) dönüşmesi ve veliahtlık, 5- İslâm devletlerinde bütün yönleriyle bürokrasi, 6- Dinî ve mülkî unvanlar, 7- Siyâsî hayal ve ütopya (Mehdilik) 8-Siyâsî kehânetler (melahim, cifr, müneccimlik). Tüm bu konuları İbn-i Haldun hep “devlet” olayı bağlamında ele alır. O’nun bütün derdi bu kurumu (devleti/mülkü) bütün yönleriyle deşmek, ele almadık yönünü bırakmamaktır.
İbn-i Haldun, Şiî imamet mitolojisini açıkça reddeder. Hz. Peygamber’in bir halife tayin etmediğine dâir onlarca rivayet sıralar ve bu hususta Şiîlerin yanıldığını söyler. Sahabe arasında bu konuda ortaya çıkan ihtilafları büyük bir soğukkanlılıkla ele alarak tarafları anlamaya çalışır. İbn-i Haldun şahıslardan ziyade teorisi gereği “asabiyete” sürekli vurgu yapar. Siyâsetin temelinin bu olduğuna karar vermiş olan İbn-i Haldun, sahabe arasındaki olayları hep bu gözle değerlendirir. O’na göre hilafetin saltanata (mülke) dönüşmesi hadarileşmenin tabiatı gereği olmak zorundaydı. Yani Ali yenilmek, Muaviye de yenmek zorundaydı. Hüseyin’in Yezid karşısında başarılı olması siyâseten mümkün değildi. Çünkü Araplar içinde Mudar kabilesi bedevileşmeden hadarileşmeye doğru hızla yükseliyordu. Hz. Peygamber’in çıkışı tam da bu döneme denk gelmişti. Mudar içinde de Kureyş asabiyetiyle tüm Mudar kabilelerini sürüklüyordu. Kureyş içinde de Emevi asabiyeti tüm Kureyş’i sürüklüyordu. Siyâsetin tabiatı gereği buna karşı konulamazdı. Hz. Peygamber geçici bir süre bu asabiyeti sadece erteledi. Onun vefatından sonra her şey eskiye döndü, Emevi asabiyeti işleri eline aldı, Mudar/Kureyş’in yükselişini sürdürdü.
İbn-i Haldun “asabiyete” o kadar vurgu yapar ki, Hz. Ali’nin asabiyetten yoksun olduğu için siyâseten kaybetmek zorunda olduğunu söylemekle kalmaz, Muaviye ve hatta oğlu Yezid için “İsteselerdi bile bu görevden kaçamazlardı.” der. Çünkü İbn-i Haldun’a göre Emevi asabiyeti buna müsaade etmezdi. Nitekim çok sonraları Sultan Me’mun, İmam Rıza’yı yerine getirmek istemiş ancak hemen geri geri adım atmak zorunda kalmıştı. Zira Abbasi derin devleti, izin vermemişti. Görülüyor ki İbn-i Haldun şahısları pek önemsememekte, “asabiyetin” kimde olduğuna bakmakta, tabiri caizse belirleyici olanın “derin devletler” olduğuna inanmaktadır.
Halifenin şartlarına da değinerek bunun dört olduğunu söyler; ilim, adâlet, kifayet ve sağlık. Beşinci şart olan Kureyşiliğin ise ihtilaflı olduğunu söyler. Bu şartı kifayet şartının içine sokarak asabiyet maslahatıyla yorumlar: “Asabiyet sürekli değişen bir ahval olduğu için asabiyetini yitirip çözülen Kureyş de zamanla bu hakkını kaybetmiştir. Bu, mülkün (devletin) tabiatı gereği böyle olmak zorundadır.”
İslâm tarihi içinde hilafet ve imamet kurumuyla ilgili tezlere değinir. Az önce dediğimiz gibi Şiîlerin tezini reddettiği gibi “ne dinen ne de şer’an böyle bir kuruma (devlete) gerek yoktur” diyenlere de katılmaz. Mülkün (devletin) olması gerektiğini savunur. İbn-i Haldun’a göre mülk (devlet) esasında hayvani hükmetme dürtüsünün sonucu olarak doğmuştur, bu açıdan bakıldığında mezmumdur. Ancak asıl önemli olan bunun hangi amaçlar için kullanıldığıdır. Adâlet, hak, hukuk, savunma gibi insani amaçlar için böyle bir kuruma ihtiyaç olduğu dünyanın bildiği bir şeydir. Böyle bir kurum olmadığı zaman, karşınızda zulüm, istibdat ve tahakküm hırsıyla kurulmuş mülkleri (devletleri) görürsünüz ve onlara karşı silahsız kalarak kolayca yem olur, avlanırsınız. İnsanlarda şehvet (arzu) dürtüsünün bulunması ve bunun yanlış yerlerde kullanılması, bu dürtünün tümden sökülüp atılmasını gerektirmez. Doğru amaçlar için kullanırsa Şâri de bundan razı olur. Gadap (hırs, hükmetme) dürtüsünün bir sonucu olan mülk ve asabiyet (devlet) de aynen böyledir
İbn-i Haldun daha sonra İslâm tarihinde ortaya çıkmış devletlerin teşkilat yapılarını derinlemesine incelemeye devam eder. Biat’ın siyâsî anlamını açıklar. Bir nevi “itaat yemini” olan biatin Araplar arasında yaygın olan bir gelenek olduğunu, kendi zamanında ise meşhur olan biat şeklinin “Kisravarî” bir uygulamaya dönüştüğünü, sultanların el, etek, ayak ve bastığı yerlerin öpüldüğünü, bunun ise yanlış olduğunu, asıl biatın her iki tarafın birbirinin seviyesine inerek musafaha (karşılıklı el sıkışma) şeklinde olması gerektiğini söyler.
“Veliahtlık” meselesini ayrıca ele alan İbn-i Haldun, Hz. Ebubekir’in Hz. Ömer’i atadığını, Hz. Ömer’in de altı kişilik bir şûra seçtiğini, iş Abdurrahman b. Avf ‘a kalınca onun da Hz. Osman’ı tayin ettiğini delil göstererek veliahtlığı savunur. İbn-i Haldun daha sonra Hz. Ali, Muaviye, Yezid, İbn-i Zübeyr olaylarını tek tek ele alır. Sistemine uygun olarak asabiyeti öne çıkarır, örneğin Muaviye’nin sahabe olması sebebiyle adâletinden ve dürüstlüğünden endişe edilemeyeceğini, Yezid’i veliaht tayin etmesinin o günkü siyâsetin tabiatı gereği olduğunu, Arapların Emevi olduğu için Yezid’den başkasına boyun eğmesinin mümkün olmadığını gördüğü için, “mülkün tabiatına” uygun bir atama yaptığını söyler. Hz. Ali ve Hz. Hüseyin ise dinen layık olmakla beraber, siyâseten, yeterince asabiyet sahibi olmadıkları için tayin edilmemişlerdir. Keza Abdullah b. Zubeyr’de Mudar içinde, Esed kabilesindendi ve asabiyetleri Emevilerden çok gerideydi, onun için onun da şansı yoktu.
İbn-i Haldun’un asabiyet teorisini bugün için yorumlayacak olursak şunlar söylenebilir; İbn-i Haldun, kabile asabiyetini bugünkü siyâsî partiler gibi görmektedir. Nasıl ki siyâsî partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurlarıdır, İbn-i Haldun’un jargonunda da kabile asabiyeti mülkün vazgeçilmez unsurlarındandır. Siyâsî partiler olmadan nasıl demokrasi olmazsa, asabiyetler olmadan da mülk olmaz. Bir siyâsî parti yeterince oy alamadığında iktidar nasıl onun hakkı olamazsa, bir asabiyet de mülkü evirip çevirecek kadar (tedbir) adamı, kölesi, taraftarı, silahı, parası vs. yoksa iktidar onun hakkı olamaz. Nasıl siyâsî iktidar olmanın tabiatı oy çokluğunu gerektiriyorsa, mülkün tabiatı da asabiyet sahibi olmayı gerektirir. Hatta İbn-i Haldun’un asabiyet teorisinin bugünkü demokrasilerin siyâsî partiler teorisinden daha gerçekçi olduğunu söylemek bile mümkündür. Çünkü bir siyâsî parti oy çokluğuyla iktidar olduğu halde muktedir olamayabilmektedir. Oysa İbn-i Haldun’da asabiyet kimdeyse tartışmasız muktedir odur.
Burada sorun, mülkün nasıl el değiştireceğidir. Daha güçlü bir asabiyet ortaya çıktığında mülk nasıl onun olacaktır? Burada 14. yüzyılın dünyasında yaşayan İbn-i Haldun için “kılıç”tan başka yol yoktur. Çünkü o günkü dünyada bu işler hep böyle olmaktadır. Bugün nasıl “demokrasiyi” tartışmak şaşkınlıkla karşılanıyorsa o gün de “kılıç hakkını” tartışmak olacak iş değildir, akıntıya kürek çekmektir. İslâm tarihinde Hz. Peygamber bu anlamda akıntıya kürek çekmiştir. Keza Hz. Ömer, Hz. Ali gibi sahabiler de böyledir. Yine “Başınızdaki kıvırcık saçlı Habeşli bir köle de olsa…” hadisini öne sürerek “meşveret, seçim, ehliyet” vs. diye bağıran tüm gruplar da İslâm tarihinin akıntıya kürek çekenleridir…
İbn-i Haldun kendi çağının adamı olarak son derece gerçekçi, soğukkanlı tespitleriyle işte bu “akıntıya” dikkat çekmekte, işin tabiatının (ne yazık ki) bu olduğunu söylemektedir. Devletin tabiatında varolan bu özellik geçen bin yıllarda “kılıç hakkı” ile sağlanıyordu, çağımızda ise buna “oy hakkı” deniliyor. “Kılıç kimdeyse mülk onundur” ifadesi bugün “Oylar kimdeyse iktidar ondadır” şeklinde söyleniyor. Aslında siyâsetin tabiatındaki güçlü olanın kazanması kuralı değişmiş değildir, kılıç veya oyla fark etmez. Değişen sadece el değiştirmenin daha kansız, kılıçsız, barışçı yollardan sağlanmasıdır. Bunu insanlığın bir başarısı olarak görmek gerekir. Ama hâlâ İbn-i Haldun’un dediği de geçerliliğini korumaktadır. Zira meşhur demokrasi paradoksu çözülmüş değildir. Rousseu’nun da tartıştığı bu paradoks şudur; 1- Demokrasiyi yıkacağını söyleyen bir partinin seçimlere katılması, kazandığı takdirde iktidarın ona devredilerek vaatlerini yapması demokrasinin bir gereğidir, 2- Bu durumda ise açıkça demokrasi yıkılacaktır, 3- O halde bu bir paradokstur…
İşte bu noktada insanlık yine İbn-i Haldun’un dediğine gelmiş oluyor; “Asabiyet mülkün tabiatında vardır”, yani son belirleyici olan daima kılıçtır!..
ibni haldun un sosyolojik tesbit ve yorumlarının önemi biliniyor. hatırlatmalar iyi oldu. teşekkürler….
ancak konu bu değil…
işin ayet, hadis ve peygamberlik uygulama yönü… biz islam dininden söz ediyorsak onun ana kaynakları ne demiş, diye başlamamız gerekir, her halde
Tartışma konuşmanın dinsel literatür üzerinden gitmesini sağlıklı görmüyorum. Önünde sonunda Köleci toplum ilişkileri içinde ortaya çıkmış düşünce ve değer yargılarının, insanların birbirine köle olabileceği meşruiyeti içinde ve kadının “insandan” sayılmadığı bir hayattan doğmuş iddialar en başında kuşkuludur… Bu literatür “keçi boynuzu” tadında bilgiler sağlar bize… Asıl hedefin kaybolmasına yol açar…
Hedef mi? İnançlı insanların birbirine saygı göstermesi; hiç bir inancın aşağılanmaması…
Bu “hedef” bile en başında inancın, ibadetin bireysel olduğunun ortak kabulünü zorunlu kılar… İster otonomcu olsun, ister “devletsi” yapılar, toplumsal süreçlerin organize oluşunda, hayata ait nesnel-somut sorunların ele alınışında Laiklik tartışılamazdır!
Bu sorunun öncelikle zihinlerde değil, hayatın içinde çözülmek zorunda olduğunu da kabul edelim… Sorun da “bu hayatın” nasıl hızlandırılabileceği…
*
Önümüzde duran güzelim bir fırsat heba oluyor!
AKP ve Cemaat arasındaki iktidar savaşı, bu süreçte ortaya dökülenler hayatın-toplumsal ilişkilerin dinsel olarak örgütlenebileceği iddiasının ne denli sahte, naif bir yalan, haince bir hırs, akıl ve insanlığın birikmiş aklı dışında olduğu çırılçıplak önümüzdeyken!
Din adına söz alanların-iktidar olanların, insanlığın biriktirdiği onca güzelliğe sırtını budalaca dönmüş adamların ülkesinde… Kendi gibi olmayanları da K. Sunal için yazılmış (ne kadar çok benziyor! Ve K. Sunal filmleri hala sevilir!) replikler benzeri bayağılıklarla aşağıladığı koşullarda; yine din ve hizmet “aşkına” yola çıkmış bir adamın emperyal projelerin bir taşeronu olarak, en çirkef riyakarlıklarla, bizlerle bir “kedi-fare” oyunu oynayıp, en alçakça komplolarla binlerce insanı hapislere atılmasını sağladığının kanıtlandığı zamanlarda…
Bbireyin-toplumun gündelik gereksinimlerinin din temelinde çözüm arayışı hikayesinin de bilinen iktidar savaşlarından hiç bir farkı olmadığının, Din’in aslında her zaman dünya nimetlerini bölüşmenin, yeniden bölüşmenin aracısı-sebebi oldurulduğunun kanıtları saçılmışken…
Anonimin alıntıladığı yazıdaki “Emevi saltanatı İslam’dan sapma değil, İslam’ın doğal ve zorunlu sonucu bence. Tıpkı Stalin’in de marksist/devrimci sosyalizmin doğal sonucu olması gibi…” cümlesi her şeyi anlatıyor; AKP, Cemaat hikayesi de bu gerçekliği doğruluyor… Din’lerin çıkışındaki hakkaniyet, adalet, merhamet iddia ve arzuları biz “sefil, ahlaksız, bencil” insanların elinde ne hallere geliyor; sosyalist dünya arzusu ile yola çıkanların ideallerinin daha sonrakilerce ne hale getirildiği gibi…
*
Her ne-nasıl söylerse söylesin, binlerce yıl sonunda insanların algısında üretim araçlarının özel mülkiyetine, kadınların mülkiyetine, kişisel servete karşı olmadığına dair peşin bir kabulü taşıyorken; bu temelde yapılan her konuşma-tartışma aynı zamanda kadının insandan sayılmadığı bir dünyaya ait olarak yazılmış-söylenmişken; kadın sorununu çözememiş ve kendi birikimine göre çözemeyecek Din’ler üzerine tartışma her zaman en başında sakattır! Gözü olmayan bir insanın dünya üzerine düşünceleridir! (Kabataş olayı da bu sakatlığın ve hainliğin bilinç altıdır…)
Bu “sakat” görüşün komplikasyonlarını da zavallaı arap toplumları ne korkunç biçimde yaşıyor…
“Mutluluk “kanatları kırık da olsa, bir kuşun uçma çabasından vazgeçmeme mücadelesi” olarak tanımlansa da Arap Müslüman toplumlar bu “mutluluğu” ne zaman kaybettiler? “Ticarete sıcak bakan ilk büyük din İslam olmuştur… Kuran-ı kerim’de şöyle deniyordu: ‘Tacirler bu dünyaya gönderilmiş ulaklar ve Allah’ın yeryüzündeki vekilleridir’ … ‘Milattan sonra 622de başlayan İslami dönemin ilk yüzyılı içinde Mekke ve Medine’de kadınlar, müzik aracılığıyla yeni ruh halleri yaratarak duygularına başka bir boyut eklediler… Hz. Ali’nin torunu Sükeyne de bu özgür ruhlardan biriydi, ne peçe takıyor, ne de kocasına itaat ediyor… düşünce, müzik merkezli toplantılar düzenliyordu… Arapların aşk düşüncesi Fransız trubadurlarına filozoflar aracılığıyla değil, müzik aracılığıyla ulaşmıştı… Kendilerini cinsiyetler arasındaki ilişkiyi yüceltmeye adayan bu kadınların benlik muhasebesi neticede İslami sofuluk tarafından susturuldu.” (T. Zeldin)
(Mutluluk ve Tanrı arasındaki uçurum kaç milyon cesetle dolar. http://www.insanbu.com/a_haber.php?nosu=1221)
İşin ayet, hadis ve peygamberlik uygulama yönünün sonraki pratikten hemen hemen hiç farkı yok diyebiliriz. İslam’da ehl-i kitap mensuplarına ve mecusilere zimmi statüsü tanınması ve kitapsızlara/müşriklere ölüm ya da İslam’a girmek dışında bir seçenek bırakılmaması ortak kabuldür. Ancak Arap olmayan müşriklerin durumu ihtilaflıdır. Ebu Hanife gibi bazı kişiler Arap olmayan müşriklerden de cizye alınabileceği görüşündedir. Peygamber ve dört halife döneminde henüz devletin gerçek anlamda kurulmadığı, İslam devletleri döneminin net olarak Muaviye ve Emevilerle başladığı da tarihçilerin genel kabulüdür.
Emevilerin Mevali olarak anılan Arap olmayan müslümanlara yaptığı ayrımcılık ve onlardan cizye alması, Arapçılıktan çok o dönemin şartlarından kaynaklanıyor bence. Araplar fethettikleri yerlerde azınlıktılar ve iktidara henüz tam olarak hakim değildiler, bu yüzden de yeni geldikleri bölgelerde tutunabilmek için yerlilerin başını – İslamı benimseseler dahi – bir parça ezme ihtiyacı hissettiler. Abbasi devrinde fethedilen bölgelerde İslama geçişlerin artması ve İslam dininin yerliler arasında oturmasıyla beraber ön yargılar zayıfladı, Arap olmayan Müslümanlara karşı politikalar yumuşadı ve hatta kısa bir müddet sonra Arap olmayan Müslümanlar daha yüksek pozisyonlara gelmeye başladı (sadece memluk olanları değil, hür olanları da).
O. Gürsel dinin kadına yaptığı ayrımcılıktan söz etmiş. Aslında pek çok şey gibi genel olarak kadın-erkek eşitliği meselesi de üzerinde düşünülmeden savunulan ve tartışılan bir konu. Eşitlik diye bir şey olacaksa, neden zorunlu askerlik kadınlar için de geçerli bir uygulama değil? Bu erkeğe ayrımcılık değil mi? Kadına oy hakkı tanınmadığı dönemde de zaten bu gibi gerekçeler öne sürülüyordu. Askerlik gibi vatandaşlık görevlerini yerine getirmeyenler, ülke yönetiminde söz sahibi olmamalı deniyordu. Bence de mantıklı. Bu arada önceki yorumum görünmüyor onu da buraya alıyorum;
İşin ayet, hadis ve peygamberlik uygulama yönünün sonraki pratikten hemen hemen hiç farkı yok diyebiliriz. İslam’da ehl-i kitap mensuplarına ve mecusilere zimmi statüsü tanınması ve kitapsızlara/müşriklere ölüm ya da İslam’a girmek dışında bir seçenek bırakılmaması ortak kabuldür. Ancak Arap olmayan müşriklerin durumu ihtilaflıdır. Ebu Hanife gibi bazı kişiler Arap olmayan müşriklerden de cizye alınabileceği görüşündedir. Peygamber ve dört halife döneminde henüz devletin gerçek anlamda kurulmadığı, İslam devletleri döneminin net olarak Muaviye ve Emevilerle başladığı da tarihçilerin genel kabulüdür.
Emevilerin Mevali olarak anılan Arap olmayan müslümanlara yaptığı ayrımcılık ve onlardan cizye alması, Arapçılıktan çok o dönemin şartlarından kaynaklanıyor bence. Araplar fethettikleri yerlerde azınlıktılar ve iktidara henüz tam olarak hakim değildiler, bu yüzden de yeni geldikleri bölgelerde tutunabilmek için yerlilerin başını – İslamı benimseseler dahi – bir parça ezme ihtiyacı hissettiler. Abbasi devrinde fethedilen bölgelerde İslama geçişlerin artması ve İslam dininin yerliler arasında oturmasıyla beraber ön yargılar zayıfladı, Arap olmayan Müslümanlara karşı politikalar yumuşadı ve hatta kısa bir müddet sonra Arap olmayan Müslümanlar daha yüksek pozisyonlara gelmeye başladı (sadece memluk olanları değil, hür olanları da).
1-laiklik nedir? devletin hiç bir şeye olduğu gibi/kadar dine karış(tırıl)maması ;yoksa “toplumun dinsel etkilerden korunması için icra-i faaliyet eylemesi mi?
2-sermaye nedir? doğa varlık olarak yaşamaktan çıkıp, üretim toplumu olmamızı sağlayan kudret olarak emeğin birikimli hali mi (altyapı)?
3- o halde din dediğimiz ise, demirküçükaydın ın dediği gibi “üstyapı” yani bu üretim ve mülkiyet ilişkilerin bilinir hali, açıklaması mı? mesela göbeklitepe bize bu konularda ne ifade eder?
4- “laiklik de bu anlamda bir üretim biçiminin dinsel üst yapısı olabilir mi?
Yaşam tarzına müdahale – Yavuz Bahadıroğlu
***
“Hükümet yaşam tarzına müdahale ediyor” diye celâllenmeden önce, ideolojik devlet yapısının 90 senedir müdahale etmediği “yaşam tarzı” bırakmaması karşısında neden sus-pus oturduğumuzun hesabını hepimizin vermesi lâzım.
Mesela, laiklik uğruna yıllar boyu inançlı kesime baskı yapılırken (komünistler de bu baskıdan nasibini çokça almıştır), bugün mangalda kül bırakmayan gazeteler, yazarlar, üniversite kodamanları ve memleketin entelektüel kesimi neden “özgürlük” demedi, “hak” demedi, “hukuk” demedi, “Yaşam tarzına müdahale ediliyor” demedi?
Benim köy evim, “Gizli âyin yapılıyor” ihbarı üzerine 1960’da jandarma tarafından basıldı. İlk kez kelepçe bileklerime geçtiğinde 14 yaşın sonlarındaydım henüz. Kapıyı ve pencere panjurlarını tüfek dipçikleriyle kırarak içeri girdiler. Her tarafı köşe-bucak aradılar. Kur’an dâhil, Osmanlı alfabesiyle yazılı ne buldularsa çuvallara doldurup götürdüler. Gazetelere haber olduk. Zamanın gazeteleri (bazıları hâlâ yayında) “Bir irtica evi basıldı, çok sayıda yasak yayın ele geçti” diye verdiler bu haberi.
“Suç”umuzu da onlardan öğrendik. Meğer biz, yani evdeki beş kızla üç kadın, bir de çocuk, yani ben, “Devletin sosyal ve ekonomik veya siyasi veya hukuki düzenini, kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla veya siyasi amaçla veya siyasi menfaat temin ve tesis eylemek maksadıyla, dini veya dini hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri alet ederek” propaganda yapmışız, telkinde bulunmuşuz…
Öngörülen cezayı yine gazetelerde okuduk: “Beş yıldan on yıla kadar hapis.”
Ne diyorsunuz siz? O günlerin darbe havası (27 Mayıs darbesi), bugünlerin demokrasi havası gibi değildi. “Hükümet-i cumhuriye”yi yıkmaya çalıştığımız söylentisi bile çıkmıştı bizim ilçede. Kaç ay “idamlık” gözüyle bakılmış, vebalı gibi bizden kaçılmıştı.
Bu ülkede bu türden envai çeşit baskılar yaşandı. Çok fazla gerilere gitmeye de gerek yok; 28 Şubat sürecinde atılan manşetler, yazılan yazılar, oynanan medyatik oyunlar, yapılan uygulamalar ortada…
Sonuç olarak şunları söylemek mümkün ki, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının dinsiz olmaya hakkı vardı, ama lâik olmama hakkı yoktu (Yaşam tarzının sınırlarını devlet belirlemişti)…
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının Allah’a ve Peygamberlere inanmama hakkı vardı, ama Kemalist olmama hakkı yoktu (İnancın sınırlarını devlet çizmişti)…
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının dinsiz olma hakkı vardı, fakat “tarikatçı” olma hakkı yoktu (Vicdanî kanaatin sınırlarını devlet oluşturmuştu)…
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının bir yere kadar “dindar” olmaya hakkı vardı, ama dinini istediği yerde, istediği gibi öğrenmeye, öğretmeye ve yaşamaya hakkı yoktu (İmam hatiplerle ilâhiyat kapalı, özel din eğitimi ise yasaktı)…
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının başını açmaya, mini etekle yahut şortla dolaşmaya hakkı vardı, ama başını örtmeye ve çarşaf giymeye hakkı yoktu (Modayı bile devlet belirlerdi)…
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının şapka giymeye hakkı vardı, ama fes, kalpak, takke giymeye hakkı yoktu (Kılık-kıyafet devlet tarafından tanzim edilmişti)…
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının Fransızca, İngilizce, Flamanca, Hintçe, Sanskritçe v.s. okuyup yazmaya, bu dillerde şarkı söylemeye hakkı vardı, ama Kürtçe/ Lazca okuyup yazmaya ve şarkı mırıldanmaya, hatta Kürt, Laz, Arnavut, Romen olmaya hakkı yoktu (Hangi ırkın ahfadı olduğumuzu devlet belirlerdi: “Ne mutlu Türk’üm diyene!”)…
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı her lise mezununun askeri okullara girmeye hakkı vardı, ama imam-hatip lisesi mezunlarının hakkı yoktu (Meslek tercihini bile devlet yapıyordu)…
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının öz babasını, öz annesini sevmemeye, beğenmemeye ve bunu özgürce açıklamaya hakkı vardı; ama Atatürk’ü sevmeme, beğenmeme hakkı yoktu (Kimi seveceğimizi devlet söylerdi)…
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının “devrim nikâhı” da denilen nikâhsız beraberliğe hakkı vardı, ama dini nikâh kıydırmaya hakkı yoktu (Devlet nikâhımıza karışırdı)…
Daha kimin evini soruyorsunuz?
**********
KAYNAK:
Yeni Akit gazetesi, 9 Kasım 2013.
Y. Bahadır’ın yazısından ne öğreniyoruz?
1. AKP ve Erdoğan’ın yaşam tarzımıza müdahale hakkı vardır; sıra bize geçince neden ağlıyorsunuz?
2. Bize zulüm yapıldı; benzerinin de “size” yapılmasına katlanacaksınız.
3. Demek ki, Dinsel hayat tarzını yaşamak için ABD taşeronluğu yapmak, ülke nimetlerini hırsızlamak “eleştiri” konusu değil… ( Bir zavallı masalcı dede bu adam… 12 en fazla 13 yaş zeka düzeyini ikna edebilir; bir de bu yaş seviyesinde bırakılmış onlarca milyon insana… İyi bir insan olma çabasında ama, kırılma anlarında gerçek “insani iyilik” yerine bilinen sıradan bir çok bilmiş taraftar, zavallı bir “yandaş” olmayı sindirebiliyor…)
4. Masallarla kendini öyle kandırmış ki, insan denilen yaratığın sancılı yolculuğundan haberi yok;
İki olay, “Gezi İsyanı ve “17 Aralık sonrası” yazdıklarına baktım… Omurgasız bir yandaş! Bir kaç örnek vereyim…
Gezi sonrası
“Malum: Türkiye nüfusunun bir bölümü çaprazdan bakıyor ve yapılan bazı düzenlemelerle hayatlarına müdahale edildiğini düşünüyor. Ben katılmasam da, olay budur. Gezi ağaçları kendilerini haklı ya da haksız sıkışmış hisseden kitlelerin patlama bahanesidir.
Hak verilmese de anlamaya çalışmak ve artık sükûneti sağlamak lâzım.”
“Mısır’da darbe olmuş…
Demek oluyor ki, Gezi Parkı olaylarını darbeye taşımak isteyenler, burada yapamadıklarını Mısır’da yaptılar…”
“Gelelim “orantısız güç” konusuna… Orantı, yani denk… Polis kendine saldıranlara aynı saldırı araçlarıyla karşılık verecek ki, “orantılı güç” olsun…
Yani; molotofkokteyli atanlara molotofkokteyli atacak… Taş atanlara taş atacak… Sapanla bilye fırlatanlara bilye fırlatacak… Havai fişek savuranlara havai fişekle mukabele edecek.
Cop yok, gaz yok, panzer yok, kalkan yok, silah yok, su sıkmak yok… Geriye ne kalıyor o zaman? Saldırgan teröristlere yalvarmak kalıyor:
…Ne çocuğu? Bunlar kamu malına zarar veren, mağazaları yağmalayan, araçları yakan, dükkânları kundaklayan ve kamusal alanı işgal altında tutan teröristlerdir. Teröre merhamet olmaz… otuz beş yılda PKK terörüne kırk bin can neden verdik? Oldu olacak, yakaladıkları teröristlere sarılıp yanaklarından öpsünler bari: Çünkü bir bu eksik!
…Sözde “sanatçı”larımız da sık sık bunları yapanları ziyaret edip “yardım ve yataklık” yapmışlar.
Yahu siz milletin sanatçısı mısınız, bir avuç sergerdenin sözcüsü mü?.. Askeri darbelere ivedilikle arka çıkan bu “sanatçı”lar değil miydi?
…Borsadan, faizden, alkol ve sigara ithalatından beslenen işadamları, sigara/alkol sınırlamasıyla ve faizlerin düşmesiyle uğradıkları zararın intikamını almak için meydanlarda boy göstermişler… Başbakanı çileden çıkaran tablo işte bu tablodur…
…“Sert” olarak yorumlanan tavrı bundandır. …Taviz tavizi doğurur ve yol olur.”
Bu adamlarla ne işimiz var? Kendilerini mezara gömmüş insanlar bunlar; bizim de yanlarına yatmamızı istiyorlar… O “iyi yürekli”, “müşfik” söylemleri sahte; sıkıştıkları an, şeytanla yatıp kalkmaya hazırlar…
Yaptıkları zalimliklerin, dayatmaların, hayatı bize cehennem etme gayretlerinin gerekçesi bu zamanında gördükleri haksızlıklar mı? Hayır; o gün bu zulmü yapmamaları için “karşı tarafta olanların” çare gördüğü bir yöntem yalnızca!
Yanlış mı? Evet…. Hepsi bu! Bu intikamcı adamlar, kendilerine haksızlık yapanları mezarlarından çıkartsın, onlarla hesaplaşsın!
Gezideki cinayetleri ve din adına yapılan dolandırıcılıkları görmezden gelenlerin ne insanlıkla, ne iyi insanlıkla, ne de gerçek bir dindarlıkla alakaları olabilir… Bu tür yazarlar zavallı, yaşadığı günlerin kölesi olmuş zavallılardır…
(Not, Anonime…. Bu tür alıntıları daha özenli yapman dileğiyle…)
Bence Y. Bahadıroğlu ve onun gibiler de kendi açısından haklı, siz de, herkes de. Ama bunların hiçbiri mutlak doğru değildir. Herkesin kendi özgürlüğünü, kendi inanç ve bakış açısını savunmasından daha doğal ne olabilir? Muhafazakarların, dincilerin, milliyetçilerin kendi bakış açılarını tek doğru görmeleri normaldir. Ama materyalist solcuların bunu yapması çelişkidir bence. Herşeyin maddi bir nedeni varsa, insanlık, vicdan, iyilik ve kötülük, doğru ve yanlış gibi metafizik şeylere yer yoktur. İyilik ve kötülük bir inançtır. Bakış açısıdır.
Nasıl ki milletleri yaratanlar milliyetçilerse, şiddeti ve zulmü yaratan da devletin kendisi ve onun ideolojisinin uygulamalarıdır. Y. Bahadıroğlu’nun Gezi hakkında yazdığı omurgasız yazılar, yukarıda yazdığı gerçekleri değiştirmez. Y. Bahadıroğlu gibi yalakalar her daim olacaklardır. Ama gerçek, Türkiye halkının büyük kesimini oluşturan müslüman kesimin ayni rumlar,ermeniler,kürtler gibi devletin hışmına uğrarken, çoğu sol örgütlerin ve solcuların buna sessiz kalmasıdır. Geçmişe baktığımızda bir çok sol örgütün kemalizmin tortularını taşıdığını görürüz. Bu ülkede solcular hiçbir zaman dindar kesime elini uzatmadı ve İslamı anlamaya çalışmadı. Belki de, işte bu yüzden günümüzde onlarda kendi içlerinde örgütlenmeye başladılar kapitalizme karşı…anti-kapitalist müslümanlar gibi…belki de, sorun marksizmin üst yapıyı oluşturan din gibi ulus gibi kurumlara ilişkin yeterli herhangi bir teorisinin olmamasından kaynaklanıyordur…belki de, daha çok Gezilere ihtiyacımız var bir arada yaşayabilmek için….bir anarşist olarak Gün Abi nasıl değerlendirir bilmek isterim doğrusu….
Müslümanlara yapılan her türlü baskıya karşıyım elbette. anti-kapitalist müslümanları da çok olumlu bulurum, keşke bu eğelim daha da güçlense. Onları kardeşlerim olarak görürüm.
Sorun “dindar kesimi, islamı anlamaya çalışmak…” değildir. Yalnızca inançları dolayısıyla zulme, ayrımcılığa maruz kaldıkları için savunulmaları gerekirdi… Dinsel inancı, milliyeti nedeniyle değil. (Anonimin kastının bu olduğunu düşünerek yalnızca ifadeyi düzeltiyorum…)
Dinsel inanç (mazlum-zalim)diyalektiği korkunç bir şey; Hitler’in zulmüne uğramış yahudilerin o hikayelerine az mı göz yaşı döktük; yine de dökerim; ama bilirim ki bu mazlumlar uygun koşullarda zalim olmaya öyle de yatkındırlar ki! Bakınız; İsrail… Ülkemizde Tayyipgiller! Bilinen “medyaya” bakıyorum… Aynı hırsızlık yolsuzluk konuşmalarında Allah’ı dilinden düşürmeyen malum zevat gibi, köşelerinde hanım, hanımcık yazan veya iyilik timsali mavralar döktüren adamlar, ne Camide içki, ne de Kabataş olayında yapılan katliam, cinayet kışkırtıcılığını görn namuslusu bu olayları çarpıtmak için solucanlar gibi kıvranıyor. Bizim bu yufka yürekli, insanlık-tarihsellikten kopuk “iyilikçiliğimiz” önünde sonunda bu şeytan yardakçılarının iktidarına yem olacaktır… Birer “faydalı aptallar” olarak anılacağız…
Sivas katliamı nedeniyle kimler özür diledi; günah çıkarttı? Pişmanlık, suçluluk duygusu… İçten bir acıma, hayıflanma… Var mı, ben rastlamadım…
Bu nedenle müslüman veya yahudiye el uzatmak sözcükleri yerine ezilen, aşağılanan her insana el uzatmak ; Laikçilerin bence tarihsel olarak “mecbur” kaldıkları acımasızlıklarını bugün hoş görmesek de İnsanlık Tarihine ait vahşetin kaynaklarını inkar ederek yol alamayız…
Bu nedenle Toplumsal hayatın örgütlenişinde, gündelik hayatın zorunlu ilişkilerinde Dinsel kuralların yer alamayacağını kabul etmek, iddia etmek zorundayız…
Yineleyeceğim… Bu anlamda Din’ e karşı olunmalıdır; dindar insana değil… Türbana, kadına ait özel dayatmalara karşı olunmalıdır; bu dayatmalara yenilmiş kadına değil! İnsana, inancına, hayatına, değerlerine saygı ile yaklaşılmalıdır… Zorbalık ve aşağılama ağır suçlardan biri olarak görülmelidir…
Din insanın kalbinde, evinde ve Camisinde olacaktır… Yoksa bu “zihniyet” bizi de kendine benzetmek için en azgın zulmü hem de Sıvas’ta olduğu gibi ne acıma, ne de pişmanlık duymadan gerçekleştirecektir… (Görülmüyor mu zaten…? Bu zorbaca dayatmalarda, ‘güvercinlerin’ nasıl da ‘şahinler’ tarafından susturulduğu, yedeklendiği, suç ortağı edildiğinin somut gerçeği, Y. Bahadıroğlu gibi bir ‘güvercinin’ analizi ile kolayca anlaşılmıyor mu? )
Antikapitalist Müslümanlar, geleceği olmayan bir hareket… Ayrıntılı olarak bilmiyorum ama belki en tüccar, en kapitalist, en mülkiyetçi din İslamiyet! Kadın konusunda ne yazdıklarını bilmiyorum… Ne olursa olsun, Dinsel referanslar üzerinden konuşmak, tartışmak sosyalistlerin-anarşistlerin yapmaması gereken bir şey; hayatımız hiç bir zaman bu tartışmaların sonuçlarına bağlı olamaz; Din, bireysel olmak zorundadır; cemaat, tarikat ilişkileri de toplum yönetimine, siyasete girmemek zorundadır…
(Not; Anonim’in Kadın-Erkek eşitsizliği meşruiyetini askerlikle ilişkilendirmesi Anarşizm felsefesine uygun mudur; bilmiyorum… Ama bildiğim Kadın-Erkek eşitliği gibi soyut, iki yüzlülüğe açık, gösteri amaçlı uygulamaları koşullayan bir yaklaşımda olmam… Ama “kadının erkeğin kulu-kölesi” zihniyetinin tezahürlerini zaten görüyoruz… Sonuçta kadın da bir bireydir; en azından negatif ayırımcılığa tabi tutulamaz… Uzatmaya gerek yok; bu coğrafyada bilinen dincilerin kadına biçtiği hayat kabul edilemez; pazarlık edilemez; uzlaşma aranamaz… Bu da bizi başa döndürür… Din bireysel…
Bu konuyu düşünmeye değer mi?… Her erkeğe ezebileceği en az bir kadın veya kadınlar bahşeden bir gelenek, böylece sömürülen, ezilen zavallı erkeklerin egosunu bir şekilde tatmin ederek, onların sosyal, siyasal talepleri için mücadele azmini, şiddetini azaltıyor mu?
Bildik iktidarcı sosyalist zihniyetin kadın sorunundaki pratik umursamazlığı anlaşılır bir şey; ama hayvanlara yapılan zulmü bile kendine dert edinmiş anarşist hareketin, kadın konusundaki duyarlılığı mutlaka Anonim gibi değildir… Biz Batı kaynaklı sosyal hareketlerin öykünmecileri olarak, orada görece çözülmüş kadın meselesi dolayısıyla burada bu meseleyi yeterince konuşmuyor olabilir miyiz?
İslamiyete ait iktidar savaşında kadınlar en önemli meseledir; bu geleneğin en ağır eziyetini yaşayan kadınlar, bu inanç sistemine boyun eğdiği kadar güç sahibi olacaklardır… Bir gün kadınlar “yetti, benim hayatıma, ne giyeceğime, nasıl bakacağıma, nasıl şarkı söyleyeceğime, nasıl gezeceğime ne karışıyorsunuz yahu!” dediği anda bu inanç sistemi çökecek! Bunu bildikleri için sabah, akşam kadınlarla ilgili mevzular gündeme geliyor… )
Dinsel inanç (mazlum-zalim)diyalektiği korkunç bir şey; Hitler’in zulmüne uğramış yahudilerin o hikayelerine az mı göz yaşı döktük; yine de dökerim; ama bilirim ki bu mazlumlar uygun koşullarda zalim olmaya öyle de yatkındırlar ki! Bakınız; İsrail… Ülkemizde Tayyipgiller!
Read more: http://www.gunzileli.com/2014/02/17/o-gurselkabatas-goruntuleri-ve-faydali-aptallar/#ixzz2u5lnXduH
Mazlumlar uygun koşullarda zalim olmaya yatkınsa aynı şey kadınlar için, ve işçi sınıfı için, ezilen halklar için, kısaca solun savunduğu bütün ezilenler için de geçerli değil midir o zaman?
Her ne kadar sözler arasındaki tutarsızlığın psikolojisini çözmek benim sahip olduğum teorik bilgi dağarcığımı aşsa da, en azından bilmediğim konularda peşin hükümler verilmeyeceğini ve genellemeler yapmanın doğru olmadığını biliyorum. Hem bilmediğinizi söylüyorsunuz hem de peşin hükümler vermekte bir sakınca görmüyorsunuz. “Anti-kapitalist Müslümanlar, geleceği olmayan bir hareket”…bu nasıl bir ön yargıdır…bu yargıya nasıl kolaylıkla, bu insanları tanımadan varabilirsiniz? Kaldı ki müslüman olanlar anti-kapitalist olamazlar mı? Kapitalizme karşı olmak birilerinin tekelinde mi yoksa? Ayrıca İslam’ın toplumsal oluşumunu ve tarihini incelemeden son yüz yılın reel politik aldatmacaları ışığında en kapitalist, en mülkiyetçi din olduğuna nasıl karar verebilirsiniz? Hristiyanlık,Musevilik,Hindiuzim ya da Budizm daha mı az mülkiyetçi daha mı az kapitalist, incelediniz mi? Diğer yandan kapitallizmi hangi tarihten başlatıyorsunuz? Bu dinlerin hepsi kapitalist toplumdan çok daha önce var idiler? Son olarak, kendi söylediklerinizle çelişkiye düşüyorsunuz. Eğer mazlumların uygun koşullarda zalim olmaya yatkın olduklarını söylüyorsanız, ezilen işçi sınıfının iktidarı ele geçirdikten sonra Sovyetler’de,Çin’de diğer sosyalist ülkelerde yaptıklarına ne diyeceğiz? Bırakalım o zaman her şeyi, bu mantığa göre mücadelenin hiç bir anlamı yok. Nasıl olsa mazlumlar zalim olacak uygun koşullarda-iktidar gücünü ele geçirince. Oysa yukarıdaki yorumumda söylemek istediğim Marksizmin din ve ulus konusunda teorik bağlamda ilgisiz kaldığı gerçeğiydi. Belki din toplumun oluşmasından önce vardı ve toplumsal altyapıyı din oluşturdu ilk önce. Elimizde kanıt olmadığı için bunu bilemiyoruz. Ama dini de sizin yaptığınız gibi sadece kör bir inanç olarak kategorize etmek ne kadar doğru?
Ticareti öven ve “hayırlı” bulan Hz.Muhammed’in “şeytan”la pazar yeri arasında bağlantı kuran hadisi, herhalde burada yapılan ticaretten kaynaklanmasa gerek. Başka evrenlere çağrı yapan birçok “şeytan”ın bu pazar yerlerinde bulunmasından kaynaklanıyor olması, “nizam-ı âlem”in bunca çeşitlilikten ürkmesi, akla daha yatkın geliyor.
(Reha Çamuroğlu)
Gerçek İslam nedir?
Ebussuud, Ebu Hanife, Şafii veya bir başkasının görüşlerinin İslam olduğu ne belli?
Buhari ve Müslim yazdığı hadisleri Muhammed’den mi duymuşlar ki bu hadislere güvenelim?
İslam’ın Kuran dışındaki hükümleri Allah’tan gelen emirler mi, Muhammed’in görüşleri mi?
Allah’ın emriyse, niye Kuran’da yok?
Muhammed’in görüşüyse niye uymak gereksin?
Kuran’da geçmeyen, yani Allah’ın anlatmadığı namazın vakitleri, rekatları, farzları, sünnetleri, vacipleri ve mekruhlarını kim belirlemiş?
Namaz kılmak İslam’ın Kuran’da yazan bir ibadeti değildir. Kuran’ın hiçbir yerinde namaz kılınmasına dair bir açıklama ya da ayet yoktur. Kimse gösteremez çünkü yoktur. Namazın nasıl kılınacağı, ne kadar kılınacağı, ne zaman kılınacağına dair de ayet yoktur. Hiç kimse namazı açıklayıcı bir sözü Kuran’da bulamaz ve gösteremez. Göstereceğim diyen olursa mutlaka Kuran meallerinden kontrol ediniz. Kuran’da yazanları hadis kitaplarıyla ya da başka bir şeyle anlatanlar Allah’a ve Kuran’a karşı gelmiş olmaktadırlar. Genel olarak böyle şeylerle çok karşılaşmaktayız. Günümüzde insanları siyasete uygun hareket ettirmek ve onları rahatça kullanabilmek için Kuran dışında uygulamalar yapılmakta.
Kuran’da olmayanları hadislerle yapın diye açıklamak Kuran’ı ve peygamberini reddetmektir. Allah anlatıp açıklayamamış ben onun yerine açıklayayım diyenler Müslüman olabilir mi siz karar verin.
Dikkat çeken bir konu da, Türkçede kullanılan dini terimlerin çoğunun Arapça olmaması. Namaz, abdest, oruç, peygamber, uçmak, tamu.
Açıkça görünüyor ki Türkler İslamı Araplardan almamışlar. Farslarla bir rekabete girmişler. Dini önce Araplar kullanmış. Sonra kullanma sırası Farslara ve Türklere gelmiş. Dinin aslında ne olduğu, ne olmadığı kimsenin umrunda değil. Amaç onu çıkara ve iktidara alet etmek. Dinin tek işlevi budur.
Biz ne isek, Dinler de o’dur.
İnsan denilen “mahluk”, eylemleri, düşünceleri ve duygularıyla hem iyi hem de kötü’dür; Dinler de bu karmaşa içinde “iyi’ye” doğru bir yönelim çabası ile doğmuş, gelişmişlerdir. Ancak
1. İnsanın, hayatın ve tabiatın diyalektiğini kavrayamadığı için “korkunç” hatalı saptamaları ile var olan kötülükleri en azından azaltamamış, hatta meşruiyet sağlamışlardır. Belki çoğaltmışlardır da!
2. İktidar, güç elde ettiklerinde “dünyanın kötülükleri” ile daha çok uzlaşmış, “doğuş amaçlarından da” uzaklaşmışlardır.
3. İyi ifade edilmiş..”Dinin aslında ne olduğu, ne olmadığı kimsenin umrunda değil. Amaç onu çıkara ve iktidara alet etmek. Dinin tek işlevi budur.” Ya da Din bu işleve hizmet edebilecek bünyeye her zaman sahip olmuştur…
Ne olursa olsun kişisel, vicdani ve dayatma taşımayan her dinsel inanç ve ibadet bir haktır…
Ancak toplumsal ilişkilerde, siyasette, ortak yaşama süreçlerinde 100 bin yıllık birikimi inkar ederek, Din’ler karşısında “aptal rolü” oynanılmasının da gereği yok… Dünya nasıl kendi ekseni ve güneşin çevresinde dönüyorsa Din ve Tanrı da insanın “yarattığı-uydurduğu” olgulardır… Ama nasıl sanat da uydurulmuş ama olumluluğu ağır basan bir etkinlikse, Dinlerin de olumlu yanları inkar edilmemeli; nasıl ki “simya” bilimlerin “anası” olmuşsa, Dinler de felsefenin, “araştırma-anlama-bilme” süreçlerinin “başlangıcıdır.” Bir aşağılamanın değil, anlama ve saygı duymanın olguları olarak ele alınmalıdır. Ama bir dayatma ve tahakküm araçları olmaya hakları olamayacağını “öğreninceye” dek, bu “anlama ve saygı” konusunda pratikte sorunlar çıkması da kaçınılmazdır… Bunun “suçu” da iktidarda olan Dinci Zorbalarındır… Dindar insanlarla Dinci saldırganları da her zaman ayırdetmenin de önemli olduğunu sanıyorum…