O.Gürsel/Gezi ve Sol Muhalefet Üzerine Düşünmek (2) 

 

                                               “Gezi’nin önümüze … göz kamaştırıcı bir ufuk olduğunu …                                        etrafımıza bu ‘olay’ın açtığı bu ufuktan bakmanın daha                                              doğru ve daha anlamlı olduğunu düşünüyorum.” (1)

 

Var olan Sosyalist Muhalefet bir sonuç olarak “gösteri siyasetinin” içinde yerini almıştır. Hiç bir zaman arzulamamış olsa da gelinen yer itibariyle durum bu.

Son yirmi-otuz yılda ne düşünsel, ne kitlesel, ne Tin’sel ilerleme kaydetmiş.  Niceliksel çöküş bir yana 19. yy Sosyalizmini savunmak için geçen yüz yılı tahrif ederek yazmak zorunluluğu hissediyor! İdeolojik savunma ezberi son 20 yılda ortaya saçılmış “insanlık suçlarıyla” yüzleşmeyi önlüyor. Sistem için öylesine zararsız hale gelmişler ki; bu haliyle demokratik devlet imajı için korunması gerekli “yapılar” olduğu öne sürülebilir.

Bu koşullar içinde…

 

“Kahrolsun bağzı şeyler!”

Neler mesela?

Ş. Argın Gezi İsyanı analizine dayalı önerilerde bulunuyor.

“…sol’un önündeki temel görev ‘devrim stratejileri’ geliştirip takip etmek değil, ‘direniş taktikleri’ arayıp bulmak… Solun temel hedefi ‘kitleselleşme değil öncelikle ‘kamusallaşma’ olmalıdır… sol kamusal dert ve tasaları kendine vesile değil, mesele edinmeli.” Bu arada yazarın ‘kamu’ sözcüğü ile “tek bir ruh tarafından hareket ettirilen tek beden” (2) tanımını anımsatalım; bu tanımlama ile yazar “hareketin” bir Tinselleşme pratiğini de içermesi, ya da hareketin bir Tinsellik içinde yer alma ihtiyacını ifade ediyor olmalı.

 

“Sol toplumun vicdanı olmak… yerine kendi vicdanının sesini takip etmeli… ‘kamunun temsilcisi olmaya çalışmak yerine, onun bir parçası haline gelmeye… bizatihi ‘kamu’nun teşkil ve teşkilatlanmasına adamaya hazır olmalıdır.” Bu tür bir “görev alma” elbette örgütlenme biçimini ve örgüt içi insani ilişkileri de değiştirmeyi gerektirecektir.

 

“… bu tür hareketleri ‘apolitik’ olarak niteleme, solun, özellikle de radikal solun … sergilenen ‘siyasal itaatsizlik’ tavrını görememesine yol açıyor. … derdi…esasen ‘kamusallaşmak’ olan bir solun bu türden eylemlere bayrakları, flamaları ile değil kendi … bedeniyle katılması…” öneriliyor. “Yer’siz davranışlar” samimiyeti, sahiciliği, güveni yaralar. Bu “hareket, birlik” topyekun davranacak refleksler kazanarak “demokratik sistem içinde ‘kontra demokratik’ eylemler marifetiyle devlet egemenliğine karşı halk egemenliğini canlandırmanın ve harekete geçirmenin yollarını aramalı…” (3)

***

Bu ülkede “gündemdeki” sorun kendi “dünyasında” henüz üretim-tüketim-bölüşüm  ilişkilerini, iktidar-tahakküm-özgürlük sorunsalını çözememiş bir Sosyalist Devrim değildir. Kaldı ki Sosyalizmin bizzat kendisi “devrime” uğramak zorundayken. İhtiyacımız olan şey “ne idüğü belirsiz” bir sosyalist iktidar da değildir; aksine iktidarı zayıflatan, güçsüzleştiren siyasal ilişkilere ihtiyacımız var; Gezi de aynı şekilde bir İktidar zorbalığına haddini bildirmek üzere patlamıştır. Sonuçları ile böylece “etkin bir siyasi güç” olunabildiği kanıtlanmıştır.

Hiyerarşik, asık suratlı, kavgacı siyaset, bu insani negatif ilişkiler bu tür bir “siyasi” birlikteliğin “gönlüne, ruhuna” aykırıdır.

 

Dindar ve olmayanların, kadın ve erkeğin, Türk ve Kürdün, cinselliği farklı olanın, birbirleri üzerinde hakları ve birbirlerine karşı sorumlulukları vardır. Dinsel Tinsellik bu gerçeklik üzerinden “uyumlu” bir toplum arıyorken tahakküm de üretiyor; biz ise bu “doğal” bilgi üzerinden özgürlük üretmek zorundayız. Gezi isyanı bunun mümkün olduğunu gösterdi.

Tek sorun kapitalizm değildir; kapitalistik mülkiyet ilişkilerinin yaraladığı, yozlaştırdığı insanlar “üretim ilişkileri” değişir değişmez, “eskiye” ait davranışsal alışkanlıklarını hemen terk etmeyecektir. Nasıl ki feodal kültürün içinde “burjuva-kentli” kültür gelişmişse, günümüz kapitalist/Neo-Liberal kültür içinde de bencillikten uzaklaşma gayreti ile tabiata, kentlere sahip çıkan bir kültürel süreç beslenebilir. Bu “yolda olmak”, bu yolda mesafe almak için ortak mücadele alanlarında, mekanlarında karşılaşan insanlar arasında, insani-siyasal-kültürel-örgütsel ilişkilerde rekabet ve hiyerarşi taşımayan gelenekler yaratmak vazgeçilemezdir.

 

İktidar hayali bile insanları, örgütleri katılaştırıyor. İktidar arayan her insanın sahiciliği kayboluyor. “… Gezi’nin … ‘iktidar alanı’nın tamamen dışında konumlandığını, tüm gücünü de buradan aldığını düşünüyorum.” (4)

Örgüt, parti içi iktidar olma, koruma süreçleri de insani kirlenmeleri koşulluyor. İlkesiz ittifaklar, yüzüne gülümseyip kuyu kazmalar, insani acımasızlıkları besleyen, bulaştıran, alışılan “minik kötülükler”, çok büyük “kötülükleri” besliyor; iktidar mücadeleleri, “vaad edilen” dünyaya ait inandırıcılığı en başından tüketiyor. Bu yapılar, “iddialarına” aykırı tahakküm ilişkileri üretiyor; “Özgürlükçü Tinsellikten” uzaklaşıyorlar. Korkunç bir çelişki içinde “yok etme/değiştirme” iddiası taşıdığı Tahakküm-sömürü hayatının aynını, kendi içinde yeniden, yeniden üretiyor; çıkış ideallerinin o kadar uzağına düşüyor ki bulunduğu konumu savunma adına samimiyeti yitirmiş “ruhsuz” bir dil’e sığınıyor. (*) “Oysa Gezi’nin ‘post politik’ duruşu ve tavrı esasen tam da bu geleneksel politik kültüre karşı çıkar… (abç) sadece politik sisteme değil onun içinde yer aldığı politik kültüre de itiraz eden bir hareketin (abç)… ‘kontra-politik” olarak nitelendirilmesi çok daha yerinde olacaktır.” (5)

 

T. Bora da Gezi İsyanı analizinde benzer umudu ve kaygıyı dile getiriyor. “Bir kazanım olarak iktisap edebilecek mi? Bir ‘devrimde devrim’ olacak mı; insanları dönüştüren bir deneyim, muhalefetin, politikanın, demokratikleşme ve özgürleşme mücadelesinin dönüşmesine (abç) katkıda bulunacak mı? Yoksa yetersizliğini, darlığını açığa vurduğu yapılara (abç) yeni moral ve kadro kaynağı temin etmekten ibaret mi kalacak?” (6)

 

Devrim’i mümkün kılacak Devrim için…

Gezi İsyanı “genlerinde, “şifresinde” bize Devrim yapacak Devrim imkanlarını göstermiştir.

Artık işçi sınıfının Devrimci olmadığı görülmektedir! Soma katliamı sonrası bile sesi çıkamamıştır. İşçi sınıfı adına Devrimci Politika “ütopik sosyalizm” kategorisine dahil olmaktadır.

Gezi bileşenleri olarak; tüm çalışanlar, tüm mülksüzler, sigortadan alacakları emekli maaşı ile yaşayacak olanlar ve bu maaşı da alamayacak olanlar, tüm işsizler, özgür, neşeli bir ülkede yaşamak isteyen tüm gençler, taşeron sistemin ucuz işçileri olacak üniversiteli delikanlılar, Neo-Liberal kapitalizmin önünde sonunda tüm ülkeyi vahşi bir orman hayatına döndüreceğini anlayanlar, Din ticareti yapan Dincilerden olmayan dindarlar, anadilde eğitimi “kutsal” hak görenler, emeğe ve kutsallara saygı duyanlar, kadın ve çocuk şiddeti-istismarına öfke duyanlar… Bir ORTAK MUHALEFET ÇATISI altında, BİRLİKTE MUHALEFET neşesiyle Devrimi mümkün kılacak “kültürel bir Devrim” için yola çıkılması gerekiyor.

Cephe değil!

Cephe “zamanında ve gerektiğinde” saldırma, iktidar amacıyla da kullanılabilir; oysa bu yapı yalnızca bir “savunma tahkimatı” içindir! Her bireyin varsa, ait olduğu siyasi yapısının-örgütünün ‘iktidar’ mücadelesi ile bu yapıdaki varlığı, iktidar oluncaya dek çelişmeyecektir!

Bizi-kendimizi iktidarın kötülüklerinden korumak için; salt savunma amaçlı bir ORTAK MUHALEFET!

Biliyoruz ki boynuna hangi tabelayı asarsa assın tüm iktidarlar, önünde sonunda gücünün sınırlanması gereken “egosal hastalık” yuvaları olacaktır.

 

—————————————————————————————————————-

1. Şükrü Argın. Gezi’nin ufkundan: Liberal Demokrasinin Krizi, Kamusallık ve Sol. Agora kitaplığı.  sf 9

2. agy sf XVII

3. agy sf 84-85

4. agy 46

5. agy sf 30

6. Aktaran Ş. A. agy sf 21

 

(*) Ruhu olan dil’e örnek…

 

Meksika Kenti…

Geldik.

İşte buradayız.

Biz, Ulusal Yerli Kongresi ve Zapatistalar, hep birlikte sizi selamlıyoruz.

Erkek kardeşlerim, kız kardeşlerim

Yerli, işçi, çiftçi, öğretmen, öğrenci, ev kadını, şoför, balıkçı, memur, emekçi, işportacı, sokak çetesi, işsiz, gazeteci, dindar, homoseksüel, lezbiyen, transseksüel, sanatçı, militan, entelektüel, eylemci, denizci, asker, atlet, meclis üyesi, bürokrat, erkek, kadın, çocuk, genç, yaşlı.

Ulusal Yerli Kongresi’nin erkek ve kız kardeşi, Meksika’nın yerli halkları…

Biz burada olmamalıydık.

Bunu duyduktan sonra, benim arkamda olanlar eminim ki beni ilk kez kızgınlıkla alkışlamak isteyecekler. Bu nedenle tekrar ediyorum:

Biz burada olmamalıydık.

Burada olması gerekenler, yerli Zapatista komünleri, onların 7 yıllık mücadele ve direnişleri, sesleri ve yüzleridir.

Zapatistalar, erkekler, kadınlar, çocuklar ve yaşlılar, Zapatista Ulusal Özgürlük Ordusu’nun dayandığı temeller, yürümemizi sağlayan ayaklar. Konuşmamızı sağlayan ses, bizi görünür kılan yüz, bizi yönlendiren akıl.

Burada olması gerekenler, başkaldıranlar, onların inatçı gölgeleri, sessiz dirençleri, canlanan anılarıdır.

Başkaldıranlar, EZLN’nin sıradan neferleri olan kadın ve erkekler, halklarımızın yüreğinin bekçisi olanlar…

Sizi görmeyi, sizi duymayı ve sizinle konuşmayı hak edenler onlardır.

Biz burada olmamalıydık.

Ama buradayız.

Yerli kardeşlerim

Yerli olmayan kardeşlerim

Biz bir aynayız. Burada, görmek ve görülmek için, bizi görmeniz, kendinizi görmeniz ve ötekinin kendisini bizim görüntümüzde görmesi için biz buradayız. Buradayız ve biz bir aynayız. Gerçek değil, yalnızca bir yansıma. Işık değil, yalnızca yansıyan ışık. Yol değil, yalnızca birkaç adım. Rehber değil, bizi sabaha çıkaracak sayısız yollardan biri.

Meksika kentinin kardeşleri

Biz “biziz” dediğimizde, aynı zamanda “biz değiliz” ve “biz olmayacağız” demek istiyoruz. Yukarıdakiler paradır ve onun için konuşanlar bu sözleri dikkate alıp dinlemeli ve ne olduğuna dikkatlice bakmalılar ki, baktıklarının neyi istemediğini görsünler. İşte bunun için.

Amacımız iktidar ya da iktidar sahibi olmak değil. Bir yol ve bir söz dayatmak değil. Asla böyle olmayacağız.

Biz, yalnızca aşağıdan gelebilecek olan adaletin, yalnızca birlikte kazanılabilen özgürlüğün, her zaman ve her aşamada mücadelesi verilen demokrasinin, yukarıdan gelmesini aptalca umut edenlerden değiliz. Biz böyle olmayacağız.

Biz, yeni birtakım sözcükler ardına kendini gizleyen kaypak bir hesap değiliz, biz sonsuz savaş özlemindeki sahte bir barış değiliz, biz, önce “üç”, sonra “iki”, sonra “dört” ya da “hepsi”, ya da “hiçbiri” diyenlerden değiliz. Böyle olmayacağız.

“İyimser” ve “sağduyulu” gibi davranıp her şeyi geçiştirmeye çalışan ve gittikçe gülünçleşen bir iktidarın “sabah pişmanlığı” değiliz. Böyle olmayacağız.

Biz onların mikrofonu değiliz.

Bütün seslerin arasında bir sesiz.

..

Biz bir yankı olmaya devam edeceğiz, biz bir ses olmaya devam edeceğiz.

Biz bir yansıma ve çığlığız ve her zaman öyle olacağız. Biz bir yüze sahip olabilir de, olmayabiliriz de, silahlı ya da silahsız, biz Zapatistalarız ve sonsuza dek böyle olacağız…

Biz asiyiz ve asi olacağız. Herkesle birlikte olmak istediğimiz için olacağız. Savaşsız, bir yer ya da bir yol olarak. Çünkü toprağın rengi böyle buyuruyor:

Mücadelenin birçok yolu ama yalnızca tek bir yönü var: Toprağı örten tüm renklerle birlikte bir renk olmak. …

Onlar, bir gösteri seyretmek için ve hatta dinlemeden duymak için burada olduğumuzu söylüyorlar. Bizim az olduğumuzu, bizim zayıf olduğumuzu, bir fotoğraftan, bir anekdottan, bir manzaradan, son kullanım tarihi yakın, kolayca tüketilen bir üründen daha fazla bir şey olmadığımızı söylüyorlar.

Meksika kenti…

Biz buradayız. Toprak renkli asiler olarak buradayız ve haykırıyoruz:

Demokrasi! Özgürlük! Adalet!

Meksika

Biz buraya size ne yapmanız gerektiğini söylemeye ya da size belli bir yol göstermeye gelmedik. Sizden saygı ve alçakgönüllülükle yardım istemeye geldik. Toprağın rengini taşıyan bizler bu bayrak altında onurlu bir yer edinmeden güneşin doğmasına izin vermeyin.”

Toprağın rengi
11 Temmuz 2008 Cuma
Meksika Kenti…

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

14 Comments

  1. Zurnanin zirt dedigi yer: muhalefet. Eger birileri kendilerini muhalif olarak tanimliyorsa tanimlasin, yeterki ozgulukcu / anarsist / liberter kelimelerini kullanarak lutfen bunu yapmasin. Yazari bilmem, tanimam ya da tam tersi.. Muhalefete cagiran birine diyecegim tek bi laf vardir; ne seni ne de senin sundugun / sunacagin iktidari ya da yontemi istemiyorum. Beraber mucadele edebiliriz ama bunu muhalefet vs kavrami altinda yapamayiz.

  2. Yazının ana ruhu iyi de, şurası bütün havayı bozdu:

    “Artık işçi sınıfının Devrimci olmadığı görülmektedir! Soma katliamı sonrası bile sesi çıkamamıştır.”

    Ben linç korkusuyla süpermarkete kaçan bir diktatör hatırlıyorum.

    Torunlar’daki iş cinayetinden 2 gün sonra oradaki öfkenin Halkalı’ya sıçradığını, yol kapayıp barikat kuran binlerce inşaat işçisini daha yeni gördük.

    İşyeri mücadeleleri tıpkı daha geniş toplumsal mücadelelerimiz gibi. Şimdilik tepkisel, öfkeli ve protesto eğilimli. Daha çok savunmacı. Fethedici adımları cılız ve ürkek. Örgütlenme çabaları, adımları ufak ufak. Mevzi kazanarak ilerleyen bir örtgütlü “hareket” haline gelmedik. Gelelim yavaştan.

  3. Gezi Sürecini Doğru Okumak

    Kerem Dağlı

    Gezi süreci üzerine sosyalistler arasında epeyce tartışma yürümüş durumda. Bu tartışmaların ve yazılıp çizilenlerin ağırlık noktasını Gezi hareketinin niteliğinin analiz edilmesi ve açığa çıkan enerjinin devrimci muhalefet kanallarına aktarılması meseleleri oluşturdu. Herkes kendi sınıfsal ve siyasal meşrebine uygun tahlillerde bulundu. Hareketin devam ettiği süreçte eylem sarhoşluğundan gözleri körleşen küçük-burjuva sosyalizminin değişik fraksiyonları, ortalık durulmaya ve protesto gösterileri yükseldiği hızla geri çekilmeye başladığında bir süre daha dalgayı devam ettirmeye uğraştılar. Bugün gelinen noktada bunun çok da mümkün olmadığını “hissetmeye” başlamış durumdalar, ama halen süreçten gerçek anlamda ders çıkartmak yönünde ciddi bir değerlendirmeye rastlamak zordur. Sadece kimi çevrelerin “sürecin çok abartıldığı” yönündeki utangaç ve tutarsız eleştirileri söz konusudur.
    Aralarında nüanslar olmakla beraber küçük-burjuva sosyalist çevrelerin Gezi sürecinden çıkardığı sonucu şöyle özetlemek mümkündür: Gezi hareketi Türkiye tarihinin en önemli toplumsal olayıdır, bir devrime dahi ilerleyebilirdi ama örgütsüz olduğu için ilerleyemedi, çünkü sosyalist hareketin mevcut/klasik örgütlenme düzeyi, biçim ve tarzı yetersiz kaldı, dolayısıyla “Gezici” gençlerin eylem biçimlerinden ve tarzından ders alarak yeni örgütlenme biçimleri geliştirmeliyiz, tren hâlâ kaçmış değil, uğraşırsak buradan AKP’yi devirecek bir güç çıkartabiliriz!
    Bu tahlil tehlikeli yanlışlar barındırmaktadır. Çeşitli sol çevrelerin yaklaşımlarındaki ve tutumlarındaki sakatlıklara dair eleştirilerimizi önceki yazılarımızda ortaya koymuştuk. Burada ise sürecin geldiği nokta itibariyle bir değerlendirme yapmaya, sonuçları ve olasılıkları ortaya koymaya, devam eden yanlış kavrayışların barındırdığı tehlikelere işaret etmeye, alınması gereken doğru tutumların tekrar altını çizmeye çalışacağız. Çünkü gereken dersleri çıkarmamakta ısrar veya tahlillerde kısmi revizyonlarla yetinme, sosyalist hareketin geneli açısından son derece zarar vericidir. Bu hal, küçük-burjuva sosyalist çevrelerin önemli bir kesiminin burjuva muhalefetinin dümen suyuna kayması eğilimini daha da güçlendirecek bir etki yaratmaktadır. Böylece işçi sınıfının burjuvazinin iç kavgasına göre kutuplaştırılması ve bölünmesi de kolaylaşmaktadır. Gezi protestolarının sarhoşluğuyla asıl gözden kaçırılan budur.
    Gezi sürecinin sonuçları bugün itibarıyla çok daha net biçimde görülebilmesine rağmen, küçük-burjuva sosyalist hareketin çoğunluğu aslında başlangıçtaki yaklaşımını korumaktadır. Kuşkusuz, Haziran ayının ortalarında “devrim oluyor”, “devrimci durum oluştu” diyenler veya süreci Paris Komünü’ne, 68 hareketine benzetenler (ki sosyalist çevrelerin pek çoğu bu haleti ruhiyedeydi) bugün aynı yaveleri tekrarlayamıyorlar. Hatta bu çevrelerin Haziran ayında tavan yapan coşkusu, Ağustos ayıyla birlikte yerini görece bir sessizliğe bırakmıştır. Ama zihniyetin değiştiğini ya da gerçek anlamda doğru dersler çıkartıldığını söylemek zordur. Gezi sürecinin yarattığı sarhoşluğun kalıntıları halen devam etmektedir. Halen küçük-burjuva sosyalist hareketin çoğunluğu, Gezi’yi tekrar nasıl canlandırabileceğine kafa yormakta veya Gezi’nin mirasına konmanın hesaplarını yapmaktadır.
    Sürecin başında sosyalistleri Gezi karşısında üç ana grupta toplamak mümkündü; tam da aradığımızı bulduk diyerek Gezi’nin çekimine kapılıp üstüne atlayanlar, ne bulduysak onunla idare edelim ve diğerlerinden geri kalmayalım deyip sürüden ayrılmaya cesaret edemeyenler ve Marksist sınıf bakış açısıyla değerlendirenler. Şimdilerde ise gruplandırma şu şekilde yapılabilir: hâlâ Gezi’den devrim çıkartmaya çalışanlar, bir yandan doğruları dillendirip bir yandan Gezici ruh halinden tam olarak kurtulamayanlar, son olarak da yine sınıf devrimciliğinden sapmayarak bu olguya Marksist bir gözle bakıp işçi sınıfı içinde çalışmaya devam edenler.
    Çeşitli küçük-burjuva sosyalist çevrelerin Gezi sürecinin başlarında ve sonlarında ne tür değerlendirmeler yaptığını, biraz da karşılaştırmalı olarak ele alalım. Örneğin “Gezi devrimi”nin şampiyonluğunu kimselere kaptırmayan Halkevleri, Gezi protestolarının arkasında yatan faktörün “iktidarın 11 yıldır tırmanan saldırıları ve ilerici muhalefet örgütlerinin yıllardır inatla sürdürdüğü direniş pratiklerinin toplumun kolektif hafızasında yarattığı birikim” olduğunu söylüyordu. Bu birikim sayesinde kitlelerin tepkisi “bütün örgütlü güçlerin boyunu aşan bir halk isyanında kendini açığa vuruyor”du. Yani Gezi’yi yaratan solun biriktirdikleriydi ve bu yüzden de sol Gezi’de direksiyonu hep elinde tutmuştu (!), “çünkü ana merkez Taksim’di ve orada ‘solcular’ vardı”. Halkevleri’ne göre “isyanın devrimcileri anlaması değil devrimcilerin isyanı anlaması” gerekiyordu. Ve isyanı anlayan devrimciler olarak Halkevleri, “solun birikimi”nden aldıkları enerjiyle Gezici gençlerin 9 Haziranda bir “ikili iktidar durumu”na kadar işi vardırdığını tespit etti. Artık yapılması gereken “proje ayrılıkları yaratmadan ve taklitçiliklere düşmeden, Sryza gibi, Chavez gibi yakın dönem sol yükseliş örnekleri” yaratmaktı. Ama “ikili iktidar” durumu altında günler geçmesine rağmen Halkevleri ve benzer şekilde düşünen solcuların istediği gerçekleşmiyordu. Sanki bir şeyler eksikti. Nihayet bu eksik de tespit edildi, “eksik olan şey, toplumsal muhalefetin örgütlü kesimlerinin bu hareketin yıkıcı potansiyelini devrimin enerjisi haline dönüştürebilecek müdahalesi”ydi. Bu müdahale yapılmalı ve “devrimci bir tarihsel blok” inşa edilmeliydi.
    Tabii Marksistlerin kafasına takılan şu gibi sorulara bir yanıtı yoktu Halkevleri’nin: Madem Gezi sürecine solun birikimi yol açmıştı ve başından beri hareketin dümeni solun elindeydi, neden bu “ikili iktidar durumu” başarılı bir devrime vardırılamadı? Üstelik solun hareket üzerinde muazzam bir inisiyatifi olması anlamına gelen bu ifadelerin ardından, Gezi’de eksik olanın devrimcilerin müdahalesi olduğu tespiti ne alâkadır? Sol başından beri Gezi’de hâkimdiyse devrimci müdahalenin eksikliğinden bahsedilmesi ne anlama gelmektedir? Bu soruların yanıtsızlığı aslında Halkevleri ve benzeri küçük-burjuva sosyalistlerinin nasıl bir hayal âleminde yaşadıklarının ve Marksizmden ne kadar kopuk olduklarının göstergesidir.
    Ama her şeye rağmen hareket geriye çekilip de ortada bir şey kalmadığında, Halkevleri çevresi de fazla ileri gittiğinin farkına varmış olacak ki, toparlama manevralarına girişmiştir. Tabii işi daha da batırarak. Bu kez de Gezi süreci 1848 ve 1905 dalgalarıyla bir tutulmuş, buradan hareketle Gezi’nin “kısmi ve küçük zaferlerle ve yenilgilerle son bulması”nın muhtemel olduğu söylenmiş, ama ne bu zaferlerden ne de yenilgilerin ne olduğundan bahsedilmiştir. Hatta aynı çevre, yavuz hırsız misali, örgütsüzlüğün başını alıp gittiğini, hatta bu örgütsüzlüğün bizzat aktivistlerin lidersizlik kültüyle yeniden üretildiğini, buradan bir 1789 ya da 1917’nin çıkmayacağını söylemiştir!
    Halkevleri, bu denli “derin ve isabetli” tahliller yaparken sürecin sınıfsal boyutunu analiz etmeyi de unutmamıştır elbet. Onlara göre “Türkiye’deki direnişin görünümü, bir sınıfsal başkaldırıdan çok ‘orta sınıf isyanı’ gibidir. Ancak ‘orta sınıf’ görünümü taşıyan bu isyanın bileşenleri, ‘yeni işçi sınıfı’, ‘proleterleşen küçük burjuvazi’ şeklinde analizlere de konu olmaktadır”. Bu açıklamayla amaçlanan, hareketin sınıfsal karakteri üzerinden gelen Marksist eleştirileri göğüslemektir. Ama işte Halkevleri’nin Marksizm algısı da bu kadardır, harekete katılanların çoğunluğunu emekçilerin oluşturmasından hareketle (ki bu doğrudur) hareketin otomatik olarak işçi sınıfı hareketi karakteri kazanacağını zannetmektedir. Sonra da bu anlayışıyla tamamen çelişik biçimde, tabii hareket geri çekilip ortalık yatıştıktan sonra, şu itirafta bulunmuştur: “Devrimci hareketin sınırlarını belirleyen ve ayaklanmanın devrime dönüşmesini engelleyen en önemli nokta ise, devrimci hareketin işçi sınıfının mücadeleden uzak kalan, hatta karşı devrime yakın duran bu kesimlerine yeterince ulaşamaması oldu.”
    Halkevleri başta olmak üzere solun ezici çoğunluğunun işçi sınıfından bu kadar kopuk oluşunun temel nedeni, sınıf devrimciliğinden uzak olmalarıdır. İşçi sınıfının söz konusu kesimlerinin harekete kazanılamamasından yakınan Halkevleri, onları devrimci saflara kazanmaya çalışmak yerine Gezici gençlerin peşine takılmayı daha cazip bulmaktadır.
    Bir başka örnek olarak SİP-TKP ise, bir yandan kitlelerin örgütsüzlüğüne dikkat çekmiş ve kendince sürecin abartılmaması gerektiği yönünde uyarılarda bulunmuş, diğer yandan ise zaten uzunca bir süredir üzerine oynadığı kentli-Kemalist-küçük burjuva tabanı Gezi’de görünce Taksim’den çıkmamıştır. Bu kesimlerin ilgisine mazhar olabilmek için Gezi’yi “boyun eğmeyenlerin büyük direnişi” olarak selamlamayı ihmal etmemiştir. İlerleyen süreçte ise bu hareketi Fransa’daki 68 dalgasına benzetmiştir. Üstelik de hangi benzerlikler üzerinden? Birincisi her ikisinin de öncesinde bazı kültür kurumlarının kapatılmaya çalışılması (Fransa’da Sinematek örneği ve Türkiye’de Emek Sineması örneği) ve ikincisi ise kızlı-erkekli aynı evlerde veya yurtlarda kalınmasına müdahale edilmesi üzerinden. Zaten başka bir “benzerlik” bulmak da zordur! Sırf Gezici gençlere hoş görünmek için yapılan bu güzellemelerle Gezi süreci 68 dalgasıyla bir tutulmuş, hatta abartının dozu iyice kaçırılarak Gezi’nin 68’i aşan bir potansiyele sahip olduğu ima edilmiştir. Gezi’yi Paris Komünü’ne benzeten kimilerini ise bu bağlamda anmaya dahi gerek yoktur.
    TKP üzerinden eleştirilmesi gereken bir husus da Gezi protestolarına katılan kitlelerin heterojenliğine düzülen övgüde ifrata kaçılmasıdır. Kendiliğinden hareketlerin doğasında olan bu heterojenlik, yani toplumun farklı sınıf ve katmanlarından insanların bir araya gelmeleri hali, elbette toplumun geniş kesimlerinin harekete geçmesi bakımından anlamlıdır. Ama ancak harekete yön verebilen sağlam bir örgütlülük varsa bu heterojenlik bir olumluluk haline gelebilir. Aksi takdirde, olayların sıcaklığı ve polisle çatışmak gibi durumların heyecanı kısa sürede geçecek ve kitleler büyük oranda eski ruh hallerine ve pozisyonlarına döneceklerdir. Nitekim Gezi’de de böyle olmuştur. Çok öne çıkartılan Türk bayraklı genç kızla BDP’li gencin polisin karşısında birlikte direndikleri fotoğrafa abartılı anlamlar yüklemek yanlıştır. Kimileri, süreçte ağırlıklı bir yeri olan ulusalcı-Kemalist ve dolayısıyla Kürt karşıtı önyargıların kendiliğinden aşılacağını sansa da öyle olmamıştır. Benzer biçimde, sınıfsal talepler öne çıkmadığı ve işçi sınıfı ağırlığını ortaya koymadığı sürece tuzukuru küçük-burjuvalarla işçi-emekçi gençlerin bir süreliğine yan yana, aynı parkta sabahlamaları mümkündür. Ama işçiler kendi sorunlarını ve taleplerini dillendirmeye başladığı anda küçük-burjuva ukalalığı ve vurdumduymazlığı nüksedecek, ya işçiler ya da tuzukurular alanı terk edecektir.
    Bir başka örnek olarak ele alacağımız Kızılbayrak çevresinin değerlendirmeleri de ilk iki örnek kadar çelişkili ve tutarsızdır. Sol çevrelerden hiçbirinin Gezi’ye önderlik edecek kapasiteye sahip olmadığını ve devrimcilerin sadece en önde duran kararlı neferler olmaktan öteye geçemediğini ifade eden Kızılbayrak, hemen ardından “yine de toplamında ilerici-devrimci hareket 31 Mayıs patlamasından en büyük kazanımı sağlayan kesim olmuştur” diyebilmiştir. Peki, nedir bu kazanım? “…işçisi, emekçisi, genci ve kadınıyla sola açık önemli bir kitle politizasyonu yaşanmış” olması! Kuşkusuz harekete katılan kitlede belli bir politizasyon yaşanmıştır. Ama bunun sınırları da bellidir ve buradan devrimci hareketin hanesine yazılabilecek somut, elle tutulur bir kazanım çıkmamıştır. Nitekim hareket geri çekilmeye başladığı anda polisin karşısında bir avuç devrimcinin-sosyalistin kalması ve forumların 8-10 kişiye kadar düşmesi bunu açıkça göstermektedir. Son dönemde gerçekleşen mitinglerde de sosyalist grupların saflarında dikkat çeken bir artış yaşanmamıştır.
    Ancak Kızılbayrak çevresi doğru dersleri çıkartmak yerine, Marksist eleştirileri küçümsemekle işi geçiştirmeye çalışmıştır. En başından beri sürecin abartılmaması gerektiğini, hareketin küçük-burjuva bir sınıf karakteri taşıdığını (bunun anlamı Gezi’de işçilerin olmadığı değildir), aslolanın işçi sınıfının öncü kesimleri içinde örgütlenmek ve dolayısıyla onları mücadele alanına taşımak olduğunu, gücü ve vizyonu olmaksızın gözü kapalı Gezi’ye gidenlerin hareketin kuyruğuna takılmaktan kurtulamayacağını ve hatta burjuvazinin işçi sınıfı içinde yaratmaya çalıştığı kutuplaştırmanın-bölünmenin payandası konumuna düşeceğini söyleyenleri, saf proleter devrim beklentisi içinde olmakla itham etmiştir. Peki, sonra ne olmuştur? Yöneltilen Marksist eleştirileri alarak küçük-burjuva çevreleri eleştirmekte kullanmıştır.
    Bu tutarsızlıkların sebebi arka planda yatan yanlış yaklaşımdır ve bu yaklaşım Gezi’nin sınıfsal karakterine ilişkin tahlillerde kendini açığa vurmaktadır. Kızılbayrak, uzun uzun Gezi’ye katılan kitlelerin çoğunluğunu emekçilerin oluşturduğunu (sanki aksini iddia eden varmış gibi) ispatlamaya girişmekte ve bu yüzden de Gezi’nin sınıf karakterinin “orta sınıf” yani küçük-burjuva olarak nitelendirilemeyeceğini iddia etmektedir:
    “Burada tartışmada iki temel yanlış var. Bunlardan ilki, Haziran Direnişi’ni bir ‘orta sınıf’ hareketi olarak niteleyen yaklaşımdır. Hareket belirgin bir alt sınıflar katılımına dayandığı halde bunu ‘orta sınıf’ hareketi olarak niteleyenler, özellikle medya üzerinden ön plana çıkan görüntüden hareket ediyor olmalılar. Ön planda görünen bir takım figürler genellikle burjuvazinin alt katmanlarına ya da küçük-burjuvazinin iyi halli kesimlerine denk düşüyor. Ama bu görsel medyanın getirdiği bir yanıltıcı görünümdür. Her şeye rağmen harekette etkin olan toplamında sol harekettir, bütün o çeşitliliği içinde sol hareket… Yılları bulan örgütlü mücadeleci süreçlerden gelen, harekete de bunun birikimiyle katılan sol parti, örgüt ya da çevrelerdir. Ve sol hareketimiz tüm yapısal zaaflarına rağmen hiç de salt bir ‘orta sınıf’ hareketi değildir. Nesnel konumuyla genellikle küçük-burjuva bir kimliği temsil ediyor olsa bile, her şeye rağmen emekçi katmanlara yakındır ve işçi sınıfıyla açık bir gönül bağı içindedir.” (H. Fırat, Haziran Direnişi-I, http://www.kizilbayrak.net, 2 Kasım 2013)
    Gerçekten de ortada iki temel yanlış vardır. Birincisi bir toplumsal hareketin sınıf karakterini salt katılanların hangi sınıftan olduğuna göre belirlemek, ikincisi ise harekette etkin olanın sol olduğu ve Türkiye solunun da “orta sınıf” hareketi olmadığını söyleyerek Gezi’nin sınıfsal karakterinin küçük-burjuva olduğuna karşı çıkmak. Türkiye solunun işçi sınıfıyla bağının sadece gönül bağı düzeyinde kaldığı ise belki tek doğru sözdür. Kızılbayrak, hareketin sınıfsal karakterinin ne olduğu sorusuna ise oldukça ilginç bir cevap vermektedir: “Haziran Direnişi’ne bu türden belirgin bir sınıfsal-siyasal damga vurulamadı. Şu veya bu sınıf ya da siyasal akım bu direnişi kendi amaç ve hedefleri doğrultusunda yönlendiremedi, ya da ondan bu doğrultuda yararlanmayı başaramadı. Bütün bunlardan çıkan sonuç, Haziran Direnişi’ni belirli bir sınıf ya da siyasal kimlikle tanımlamanın olanaksızlığıdır. Kendiliğinden patlayan ve yarattığı büyük sarsıntının ardından yine kendiliğinden sönümlenen bir halk hareketinin kendine özgü bir yönü oldu bu.” (age)
    Yani bazı toplumsal hareketler sınıf karakteri tahlil edilemeden, “heterojen”di deyip geçiştirilebilir! İyi de zaten sınıf karakteri sayıca hangi sınıftan insanların hareket içinde daha çok yer aldığına göre değil, harekete egemen olan çizginin hangi sınıfa ait olduğuna göre belirlenir. Bu açıdan bakıldığında harekete dibine kadar küçük-burjuvazinin damgasını bastığını bizzat Kızılbayrak da ifade etmektedir. Bir yandan harekette etkin olanın sol olduğunu diğer yandan hiçbir siyasal akımın yönlendiriciliği olmadığını söylemek ise ayrı bir tuhaflıktır. Sonuç olarak Kızılbayrak’ın bu denli kıvranmasının sebebi şunu diyebilmektir: İşçiler oradaydı, biz de onun için gittik ve hareketin kuyruğuna da takılmadık, bilakis belirleyici olduk… Bir an için bunun doğru olduğunu kabul edelim, o zaman da Kızılbayrak’ın şu tespitine açıklık getirmesi gerekir, “Haziran Direnişi’nin en temel ihtiyacı tam da örgütlülüktü”. Evet, onca “etkin” sol örgüt ne yaptılar orada?
    Daha fazla uzatmaya gerek yoktur. Sosyalist hareketin çoğunluğunun Gezi sürecinde iyi bir sınav veremediği açıktır. Son on yıllık süreçte birçok kez ve farklı dönemeç noktalarında ortaya çıktığı gibi, sınıf devrimciliği temeline oturmayan anlayışlar her kritik dönemeç noktasında savrulmaktadırlar. Bu yüzden de Gezi protestoları genelde sosyalistleri şaşırtmış, hazırlıksız yakalamış ve kuyruğuna takmıştır. Gezi patlamasını kimse önceden öngörememiş ve bu bağlamda hazırlık yapamamıştır. Sorun burada değildir ve kastettiğimiz hazırlık da anlık bir mefhum değildir. Bu çapta toplumsal hareketlere yön vermekte yetersiz olduğunu zaten bildiğimiz sosyalist hareket, en azından sürece daha soğukkanlı ve objektif yaklaşmayı başarabilir, böylelikle hareketin kuyruğunda sürüklenmekten kurtulur ve hiç olmazsa dersler çıkartarak deneyim kazanabilirdi. Ama böyle olmamıştır.
    Gezi süreci açıkça ve bir kez daha ortaya koymuştur ki, sosyalist hareket genel olarak bu tür toplumsal hareketlere karşı hazırlıklı değildir ve süreci doğru okuyamamaktadır. Oysa bu ciddi bir eksikliktir ve aşmanın en önemli şartı da bağımsız bir ideolojik-politik hattın varlığıdır. Elif Çağlı süreci doğru okumanın nasıl mümkün olacağını şöyle özetlemiştir: “Yeni gelişmelere hazırlıksız yakalanmamanın yolunun, yaşanan zamanı doğru algılamaktan ve doğru bir siyasal tutum geliştirmekten geçtiği asla unutulmamalı. Bunu başarabilmek için de, işçi sınıfının bağrından yükselen bağımsız bir sınıf çizgisini var edebilmek, bu uğurda gereken devrimci sınıf duygusuna ve bilincine sahip olabilmek gerekiyor.” (Burjuva İktidara Karşı Mücadelede Sınıf Çizgisi, http://www.marksist.com, 30 Temmuz 2013)
    Bağımsız sınıf çizgisini var edebilmek için burjuva siyasetlerden bağımsız davranabilmek ve sürekli yalpalayan küçük-burjuva devrimciliğine prim vermemek gerekiyor. Hele ki içinden geçtiğimiz siyasi konjonktür göz önüne alındığında, küçük-burjuva solculuğunun burjuva muhalefete payanda olması kaçınılmazdır. Gezi süreci bunun bariz bir örneğini daha oluşturmuştur. Hareketin kuyruğuna takılan küçük-burjuva solcular, yüzeysel bir AKP karşıtlığı üzerinden burjuva muhalefetin çizgisine eklemlendiklerinin farkında bile değillerdir. Sürüden ayrılmaya cesaret edemeyen ve süreci doğru okuyamayan, bu yüzden de bir yandan “olaylardan geri kalmayalım” diğer yandan da “belki biz de bir şeyler kaparız” duygusuyla hareket eden sosyalistlerin sınıf devrimciliğinden tamamen kopmaları da kaçınılmazdır.

    (Kaynak: Marksist Tutum, Aralık 2013, no: 105)

    http://marksist.net/kerem-dagli/gezi-surecini-dogru-okumak.htm

  4. Küçük-Burjuva Sosyalistlerin “Gezi Komünü”

    Utku Kızılok

    Gezi Parkı protestolarıyla ortaya çıkan kitle hareketlenmesi ve etkileri, gerek burjuva siyaset arenasında gerekse sosyalist hareket içinde tartışılmaya devam ediyor. Laik, geleneksel sermaye kesimleri ve statükocu devletçi burjuva güçler kendileri açısından doğal olanı yaparak, “Gezi” sürecini AKP’yi sıkıştırmak ve yıpratmak için kullanırken, karşı taraf da çeşitli hamlelerle buna sert bir şekilde cevap veriyor. Burjuva kamplaşma ve çatışmada abartma, çarpıtma, kara propaganda ve manipülasyon son sürat devam ediyor. Tüm burjuva kesimler, olumlu ya da olumsuz “Gezi” sürecini kendi çıkarları çerçevesinde değerlendiriyor ve kitleleri etkilemeye çalışıyorlar. Hiç kuşkusuz “Gezi”yle ortaya çıkan durum, önümüzdeki dönemde burjuva siyaset sahnesini etkileyen dinamiklerden biri olmaya devam edecek.
    Sosyalist hareketin büyük çoğunluğu, hep bir ağızdan “Gezi” protestolarını anti-kapitalist bir hareket olarak nitelendiriyor. Sınıf mücadelesinin verili koşullarıyla hiçbir şekilde örtüşmeyen ve hayal âleminin ürünü olan bu değerlendirmeyi, daha beter ve daha “uçucu” tahliller ve benzetmeler izliyor. “Gezi”yle birlikte yepyeni bir toplum doğduğunu müjdeleyenler mi istersiniz, devrimin göz kırptığını ve “Gezi”nin eşsiz bir komün olduğunu söyleyenler mi istersiniz, sosyalistlerin gövdesini oluşturduğu parklardaki forumlardan sovyet tipi iktidar organları çıkartmaya çalışanlar mı istersiniz, hızını alamayıp “Gezi” ve Paris Komünü arasında benzerlikler kuranlar mı istersiniz… Düşler “gezi”sinin çıfıt çarşısında yok yok! Trajik bir durum ama “Gezi” patlamasının ışığı sosyalist hareketin büyük çoğunluğunu daha da körleştirmiş bulunuyor. Bu körleşmenin, işçi sınıfı hareketinin sağlıklı gelişmesinin önünde bir engel olduğu açıktır. Bu nedenle, proleter sınıf devrimcileri için gerçekleri ortaya koymak, ideolojik ve politik mücadeleyi yükseltmek zorunlu bir görevdir.
    Öncelikle şu soruyu sormak gerekir: “Gezi”yle başlayan kitle hareketlenmesi, Türkiye’de sınıf mücadelesinin seyrini değiştirmiş ve tırmanışa geçmesini mi sağlamıştır? Hiç kuşkusuz bunun cevabı, buz gibi bir hayırdır!
    Bilinen nedenlerden ötürü işçi sınıfının siyasal ve sendikal örgütlülüğü son derece zayıftır. İşçi sınıfı örgütsüz, dağınık ve sınıf bilincinden yoksun olduğu için bugün esas olarak burjuva kamplaşma temelinde bölünmüş bulunmaktadır. Son derece ağır çalışma ve zor yaşam koşullarına rağmen işçi sınıfı henüz harekete geçebilmiş değildir. Sınıfın içinde bulunduğu örgütsüzlük ve bilinçsizlik durumu, onu sınıf mücadelesinde son derece geri bir pozisyonda tutmaktadır. Sınıf hareketinin bu hâli, “Gezi”deki kitle hareketlenmesiyle değişmiş değildir. Peki, yepyeni bir toplum doğurduğu söylenen, inatla proleter sınıf hareketi damgası vurulan, Komün benzetmesi yapılan, anti-kapitalist payesi verilen ve ülkeyi sarstığı iddia edilen böylesi bir kitle hareketi nasıl oluyor da sınıf mücadelesinin seyrinde hiçbir değişime yol açmıyor? Yol açmıyor, çünkü harekete atfedilen bu nitelendirmelerin hiçbir gerçekliği yoktur.
    “Gezi” bir işçi hareketi olarak doğmamış ya da buna dönüşmemiştir. “Gezi” sürecine damgasını basan küçük-burjuva zihniyettir. Burada önemli bir hususun altını çizelim: Söz konusu kitle hareketi içinde küçük-burjuva kesimlerin ezici çoğunluğu oluşturmaması, meselenin özünü değiştirmemektedir. Burjuva medyanın da sahiplenerek öne çıkarttığı “Gezi”deki küçük-burjuva kitlenin arzu, istek ve davranış biçimlerinin geneli belirlemesi, bu temelde şekillenen taleplerin içeriği ve sınırlılığı, düzen karşıtı olmaması gibi hususlar bu gerçeğin bir ifade biçimidir. “Gezi”de prim yapan şeyin örgütsüzlük olması da manidardır ve boşuna değildir. Sosyalist örgütlerin militanları açıktan küçümsenmiş, örgütler köhne ve bürokratik bulunarak aşağılanmış, “Gezi”deki özgür ruhlu gençler övgüsüyle örgütsüzlük yüceltilmiştir. Böylesi bir kitle hareketi içinde tek tek işçilerin ya da nesnel olarak işçi olmalarına rağmen zihin dünyalarında küçük-burjuva olan “beyaz yakalı”ların yer alması durumu değiştirmez. Modern dünyada, içinde işçileri hiçbir şekilde barındırmayan hangi kitle hareketinden bahsedilebilir, işçilerin bulunmadığı hangi milyonluk gösterilerden, mitinglerden vb. söz edilebilir ki? Temel bir ölçüttür: Bir eylemin işçi sınıfının damgasını taşıması için, işçilerin tek tek bireyler olarak değil, bir sınıf olarak eyleme geçmesi, kendi sınıf kimlikleri ve kendi sınıf talepleriyle orada yer alması gerekmektedir.
    “Gezi”, Türkiye’deki sosyalist hareketin ezici çoğunluğunun proleter sınıf temeline oturmadığı gerçeğini, bariz şekilde gözler önüne seren bir ayna işlevi görmüştür. Proleter sınıf temelinden yoksunluk, yani işçi sınıfı eksenli bir yönelimin olmaması her türlü savrulmayı da beraberinde getirmektedir. Söz konusu sosyalist hareket proleter sınıf temelli sosyalizm tasavvuruna değil, küçük-burjuva bir sosyalizm anlayışına sahiptir. Kemalist önyargılarla da beslenen bu küçük-burjuva sosyalizmini esas motive eden şey, kapitalist düzen karşıtlığından ziyade AKP karşıtlığıdır. Bunların, Kemalist önyargılar, laiklik ve yaşam tarzı kaygılarının güdülemesiyle gelişen ve AKP karşıtlığıyla sınırlı bir temele oturan “Gezi”ye olmadık sıfatlarla övgüler düzmesi hiç de şaşırtıcı değildir.
    Şurası çok açık ki “Gezi”, tam anlamıyla küçük-burjuva sosyalizminin tatmin aracı haline gelmiştir. İşçi sınıfının verili durumuna, söz konusu toplumsal-siyasal gelişmenin işçi sınıfı açısından ne ifade ettiğine, bağımsız sınıf çizgisinin nasıl geliştirileceğine ve sınıf hareketinin nasıl ilerletileceğine odaklanılmamıştır. “Gezi” sürecine proleter perspektiften yaklaşıp eleştiri getirenlere, “uzun süredir böylesi bir eyleme hasrettik, size de direniş beğendiremiyoruz” denmesi, kimin nereye odaklandığını göstermektedir. Küçük-burjuva sosyalistleri açısından gelişen eylemin sınıfsal bileşimi, işçi sınıfının damgasını taşıyıp taşımaması ve hızla burjuva güçler arasındaki çatışma alanına çekilmesi çok da önemli değildir. Onlar için önemli olan, kendilerini özdeşleştirecekleri ve havasını soluyup tatmin olacakları bir eylemin gelişmiş olmasıdır. Nitekim Gezi Parkı’nda bir öğrenci karnavalına dönüştürülen ortamın; bencillikten ve çıkardan uzak, dayanışmanın kalbinin attığı özgürlükler alanı olarak sunulması, üstelik de bunun bir kendinden geçme ve sarhoşluk biçiminde ifade edilmesi, küçük-burjuva solcularının esas derdinin kendilerini tatmin etmek olduğunu gözler önüne sermektedir. Abartma, yüceltme ve sahip olduğu şeyi eşsiz kılmaya çalışma küçük-burjuvazinin doğasındandır. Nihayetinde bu yataktan beslenen küçük-burjuva sosyalizmine, bir öğrenci karnavalının eşsiz bir komün olarak gözükmesi gayet doğaldır.
    “Gezi” yorum ve güzellemeleri bir nesnelliğin değil, küçük-burjuva sosyalizminin öznelliğinin ifadesidir. Nesnellikten kopuk bu öznellik toplumsal gelişmeleri yanlış kavrayıp yorumlarken; çapı, mahiyeti ve niteliği belli olan “Gezi” hareketini işçi sınıfının tarihsel önemdeki deneyimlerine benzeştirmeye çalışarak bunları ayağa düşürmektedir. “Gezi”nin önce bir komün olarak ilan edilmesi, bilahare bir şekilde Paris Komünü’nün gündeme getirilmesi bunun bir ifadesidir. Burada, “Gezi komünü” adlandırmasının yalnızca bir dayanışma ve paylaşım anlamında kullanılmadığını, bunun aynı zamanda ve hatta daha ziyade doğrudan demokrasinin hayat bulduğu bir toplumsal ve siyasal örgütlenme biçimi olarak sunulduğunu da belirtelim. Aslında “Gezi” bir kere komün olarak adlandırıldıktan sonra, Paris Komünü ile benzerlikler kurulması kaçınılmaz hale gelmektedir.
    Peki, Paris Komünü’nün işçi sınıfı açısından tarihsel anlamı nedir? Öncelikle şu hususun altını çizelim: Paris Komünü demek, zamanında Avrupa burjuvazisine kâbus yaşatan bir proletarya iktidarı demektir. Paris, modern Avrupa burjuvazisinin ikinci başkentiydi, işçi sınıfı 1871 baharında bu devasa kentte iktidarı ele geçirmiş ve tüm kıtayı etkilemeye başlamıştı. Paris Komünü, nüve halinde de olsa gelecek topluma açılan bir kapıydı ve yönelimi sosyalizme doğruydu. Fransa’da İç Savaş adlı eserinde Marx, Komün’ü şöyle değerlendiriyordu: “Komünün gerçek sırrı şuydu: Komün esasen bir işçi sınıfı hükümeti, üreten sınıfın, gasp eden sınıfa karşı mücadelesinin ürünü, emeğin iktisadi kurtuluşunun gerçekleşmesini sağlayan nihayet keşfedilmiş siyasal biçim idi.” Komün, burjuvazinin boyunduruğundan kurtulan işçi sınıfının, iktidarı eline alarak kendi kendine yönetmesinin ve doğrudan demokrasinin somut ifadesiydi. Nitekim Komün sürekli ordu ve polisi kaldırdı ve ordunun yerine silahlı işçi milisleri geçirildi. Tüm devlet görevlilerinin seçimle göreve gelmesi, sorumlu olması ve istendiği zaman geri çağrılabilmesi ilkesini hayata geçirmeye çalıştı. Muazzam bir serveti elinde tutan Kilisenin mülkiyetini devletleştirmeye, din ile devlet işlerini ayırmaya, öğretimi laikleştirmeye, zorunlu ve parasız hale getirmeye girişti. Bu bağlamda Paris Komünü bir işçi devletinin embriyonik bir örneğiydi ve ortaya koyduğu eşsiz deneyimle Ekim Devrimine yol gösterdi.[1]
    Şimdi şu soruları soralım: Komün sıfatıyla anılma aymazlığı gösterilen “Gezi” kapitalist düzen açısından nasıl bir tehdit oluşturmaktadır, bu bağlamda nerede durmaktadır? Büyük patronların “çapulcuyum” pankartı açtığı, holding tepe yöneticilerinin teşrif etmekten geri durmadıkları, sermayenin gözde otellerinin göstericilere gönül rahatlığıyla kapılarını açtığı, Erdoğan’a ayar çekmeye çalışan emperyalist güçlerin gelişmesinden memnuniyet duydukları “Gezi komünü”, burjuvazi nezdinde nasıl bir korku yaratmıştır?
    “Gezi”de bir komünün vücut bulduğu vehmine kapılanlar, kitle hareketinin geriye çekilmesi sonrasında ağırlıklı olarak sosyalist çevrelerin ve onların etrafındaki bir avuç insanın katıldığı park forumlarını da doğrudan demokrasinin hayat bulduğu alanlar olarak görüyorlar. Parklarda yapılan forumlar, sosyalist hareketin büyük çoğunluğunu bir hayli heyecanlandırmış durumda. Kimilerine göre forumlar, aslında genel meclislerin yerel ayakları konumundadır; bu meclisler geliştirilerek ve birleştirilerek ülke çapında etkili olacak sovyet tipi iktidar organlarına dönüştürülmelidir. Kimilerine göre forumların önemli bir işlevi vardır; bu forumlar kitlelerin inisiyatif aldığı, söz ve karar hakkına sahip olduğu merkezlere dönüşmektedir. Kimilerine göre forumlar, doğrudan demokrasi organları olarak halk meclisleri deneyimidir; forumlar biçiminde halk meclisleri deneyimi bu kadar yaygın, bu kadar ısrarcı, bu kadar açık ve demokratik biçimde ilk kez yaşanmaktadır. Sosyalizmi belediyecilikle karıştıran hareketseverlere göre ise, forumlardan devrim doğmaktadır!
    İsteyen “biz düşler âleminde yaşamak istiyoruz” diyebilir ve hiç kuşkusuz bunlara kimsenin karışma hakkı yoktur. Ne var ki bunu sosyalizm ve işçi sınıfı mücadelesi adına yapmaya kalkarlarsa, işte durum o zaman değişir. Zira küçük-burjuva sosyalizminin kurduğu düşler, işçi sınıfının mücadelesinin somut ihtiyaçlarının yerine geçirilemez. Hayal ile gerçeği karıştıranlar sınıf hareketine yalnızca zarar verirler. Öncelikle şu hususu belirtmek lazım: Parklardaki forumlar, yükselen ve yaygınlaşan kitle hareketinin doğurduğu bir biçim değil, geriye çekilen ve pörsüyen mücadelenin ifadesidir. Çok açık ki, sosyalist çevreler bu forumlar üzerinden “Gezi”yi yeniden ihya etmeye çalışmış ama sonuç alamamışlardır.
    Bu forumların işçi-emekçi mahallelerine yayılamaması ya da bu bölgelerde birkaç on kişilik bir katılımla sınırlı kalması ise konunun en temel yönünü oluşturmaktadır. Geniş işçi kitlelerinin bu forumlardan haberi dahi yoktur. Nitekim forumlara övgüler düzen kimi sosyalist çevreler, forumların en büyük eksikliğinin emekçi semtlerine yayılamaması olduğunu ve asıl olarak “aydın” semtlerinde ortaya çıktığını itiraf etmek zorunda kalıyorlar. Doğrusu çok ilginç: İşçi sınıfının, bıraktık dâhil olmayı haberinin bile olmadığı forumlar, nasıl oluyor da “kitlelerin” doğrudan demokrasisinin vücut bulduğu yerler oluyorlar?
    İşçi sınıfının içinde yer almadığı park forumlarından sovyet tipi iktidar konseyleri çıkartmaya çalışmak demek, devrim ve sovyetler konusundan pek de bir şey anlamamak demektir. Sovyet tipi organlar sosyalistlerin iradesiyle ortaya çıkartılacak şeyler değildir. Zira sovyetler, ayağa kalkan ve her alanda burjuvaziyle bir savaşıma giren devrimci işçi sınıfının mücadele araçlarıdırlar. Ortada geniş kitleler halinde ayağa dikilmiş işçi sınıfı yokken ve işçi sınıfı burjuvaziyle açıktan bir savaşıma girişmemişken, sovyet tipi iktidar organları hangi ihtiyacı karşılamak üzere ve kim tarafından tarih sahnesine çıkartılacaktır? Aslında tüm tarihsel ve güncel deneyim göstermiş bulunuyor ki, sovyet tipi iktidar organları ancak ve ancak devrim dönemlerinde, kapitalist düzeni alaşağı etmek amacıyla savaşım yürüten işçi sınıfının mücadelesinin somut ihtiyaçlarına cevap vermek üzere ortaya çıkarlar.[2] Sınıf mücadelesi yasasını ve işçi sınıfının verili durumunu dikkate almayan, kendilerini tatmin etmeye yönelmiş küçük-burjuva sosyalistlerine bu yaklaşımın doktriner gelmesi gerçekliği değiştirmez.
    İşçi sınıfının içinde yer alıp almadığından bağımsız olarak söylersek, kitle hareketinin geriye çekildiği koşullarda sovyet/meclis tipi organlar geliştirilemez. Meselâ geçen senelerde İspanya’da meydanları işgal eden Öfkeliler Hareketi, mücadele zayıfladığında mahalle ya da park forumlarıyla kitle hareketini ayakta tutmaya çalıştı. Lakin bu hamle mücadelenin geriye çekilmesinin bir ürünüydü ve kısa zamanda forumlar eriyerek etkisini yitirdi. Diğer bir çarpıcı örneği Latin Amerika ülkelerinden verelim: Özellikle 2000’lerin başından itibaren birçok Latin Amerika ülkesinde devrimci durumlar yaşandı. İşçi-emekçi sınıflar geniş kitleler halinde ayağa kalktılar ve düzeni tehdit etmeye başladılar. Bu süreçte, fabrikalarda, işçi mahallelerinde rüşeym halinde de olsa sovyet tipi organlar gelişmeye başladı. Ne var ki, devrimci durumlar devrime doğru ilerletilemediği ve pörsüyerek sönümlendiği için, bu organlar da ortadan kalktı.
    İşçi sınıfının örgütsüz ve dağınık olduğu, son derece zayıf olan sosyalist hareketin işçi sınıfıyla neredeyse hiç bağının bulunmadığı bir durumda, “Gezi”ye düzülen övgüler gerçeklerden kopuk boş hayallerdir. Hayaller bir kenara bırakılıp bir an önce gerçeğe dönülmelidir. O gerçek şudur: Ağır yaşam ve çalışma koşulları altında sömürülen işçi sınıfı devrimci bir temelde örgütlenmeyi bekliyor. Hüner, bu zahmetli yolda sebatla ilerleyebilmektir.

    [1] bkz. Utku Kızılok, Proleter Devrimin Şafağı: Paris Komünü, MT, Mart 2007
    [2] bkz. Akın Erensoy, Sovyetler ve Devrim, http://www.marksist.com

    (Kaynak: Marksist Tutum dergisi, no: 102, Eylül 2013)

    http://marksist.net/utku_kizilok/kucuk_burjuva_sosyalistlerin_gezi_komunu.htm

  5. 3 ve 4 no’lu yorumda alıntılanan yazılar dikkatle incelendiğinde en başından “düz, ezbere” mantık ile kurgulandığı açıktır.
    “Ne öğrenebiliriz” yerine “nasıl aşağılarım” ön yargısı ile yazılmışlar. Kendi dünyaların sarsılmasın korkusu içinde…
    Bizim de 70 li yıllarda aşağılamak için kullandığımız “küçük burjuva” yaftası yapılması gerekli olan analiz yerine geçiveriyor…
    Yazarların kendilerini yerleştirdiği yer öyle kuşkulu ki… Nasıl da tüm dünyayı, süreci, insanları, bu karmaşık isyanı çözüvermişler… Ezberlerinin algılayacağı kadar uyduruyorlar…
    Bu retorik 70 li yılların aynısı…
    ” Zira küçük-burjuva sosyalizminin kurduğu düşler, işçi sınıfının mücadelesinin somut ihtiyaçlarının yerine geçirilemez…”
    Sanki sosyalizmin “küçük burjuvacası” yolunda ihtimal varmış gibi… Sanki ortada bir işçi sınıfı mücadelesi varmış gibi… Sanki emekçinin-insanın ihtiyacının ne olduğu çok iyi biliniyormuş gibi…
    Bu arada anımsatayım… N. Hikmet yazmıştı… “ay ışığını severmişim meğer, hem de en küçük burjuvacasını…”
    Nice evrensel insani duyarlılıklar bu ucuzlamış “küçük burjuva duygusallığı” içine sokuldu; elde kalan da Stalinist vahşet oldu… Alt yazıda söylevi yer alan Marcos da mı küçük burjuva duygusal… Sizin olsun o duygusuz dünyanız! Özgürlük söylemi de burjuvaca… Ne kaldı geride? Üç öğün yemek ve barınak mı? Sizin olsun! Bu “orta sınıf ev köpeği” hayalleriniz…
    ************
    Hayaller ve gerçeğin arasındaki uçurum kıyısında yazıyorlar; düşecekler ama yanlarında kimleri de o uçuruma indirecekler…

    Ülkede “ne işçi sınıfı var” ne de yeterli bir Sosyalist Örgütlülük… Yine de o bildik “kıl aldırmaz” tuhaf böbürlenen dil…

    “Sosyalist hareketin çoğunluğunun Gezi sürecinde iyi bir sınav veremediği açıktır. …. Bu yüzden de Gezi protestoları genelde sosyalistleri şaşırtmış, hazırlıksız yakalamış ve kuyruğuna takmıştır. …. Gezi süreci açıkça ve bir kez daha ortaya koymuştur ki, sosyalist hareket genel olarak bu tür toplumsal hareketlere karşı hazırlıklı değildir ve süreci doğru okuyamamaktadır.”

    ” Bilinen nedenlerden ötürü işçi sınıfının siyasal ve sendikal örgütlülüğü son derece zayıftır. İşçi sınıfı örgütsüz, dağınık ve sınıf bilincinden yoksun olduğu için …Son derece ağır çalışma ve zor yaşam koşullarına rağmen işçi sınıfı henüz harekete geçebilmiş değildir. Sınıfın içinde bulunduğu örgütsüzlük ve bilinçsizlik durumu…”

    O zaman nasıl bu kadar kuruluyor, bu hayal dünyasının kurgu, ezberlenmiş, 100 yıldır bayatlamış cümleleri…
    ***********

    “Elif Çağlı süreci doğru okumanın nasıl mümkün olacağını şöyle özetlemiştir: “Yeni gelişmelere hazırlıksız yakalanmamanın yolunun, yaşanan zamanı doğru algılamaktan ve doğru bir siyasal tutum geliştirmekten geçtiği asla unutulmamalı. Bunu başarabilmek için de, işçi sınıfının bağrından yükselen bağımsız bir sınıf çizgisini var edebilmek, bu uğurda gereken devrimci sınıf duygusuna ve bilincine sahip olabilmek gerekiyor.”

    ………… Demek bu kadar kolay “yaşanan zamanı doğru algılamak ve doğru bir siyasal tutum geliştirmek”… 50 yıl önce de bu retorik vardı ve bu bir türlü gerçekleşmedi….
    Olmayan işçi sınıfının bağrından doğacak olan… Bağımsız sınıf çizgisi… Artık bu tür söylemler için büyümedik mi? Bu sözler baştan sona hayat süreçlerinin işleyişiyle alakası olmayan “kapalı devre” söylemler…
    ****
    ” Trajik bir durum ama “Gezi” patlamasının ışığı sosyalist hareketin büyük çoğunluğunu daha da körleştirmiş bulunuyor. Bu körleşmenin, işçi sınıfı hareketinin sağlıklı gelişmesinin önünde bir engel olduğu açıktır. Bu nedenle, proleter sınıf devrimcileri için gerçekleri ortaya koymak, ideolojik ve politik mücadeleyi yükseltmek zorunlu bir görevdir.”

    Ne zeki adamlar bunlar; yalnız bunlar görüyor ama “sosyalist hareketin çoğunluğu kör!” … Bu koca bir yalan!
    ***
    Böyle olmuyor; yazanların da okuyanların da yüreklerinin tertemiz, iyicil niyet taşıdığından zerre kadar kuşkum yok…
    Lütfen… Bu mantık ve bu söylemle koca bir yüz yıl yaşandı… Çok ama çok acılar çekildiyse bu acılardan bence sizin -bir zamanlar bizim- “ısrar ettiğiniz” tasarı hayallerin de payı vardır…
    İnsanlık binlerce yıldır acı çekiyor… Lenin ile olmadıysa Lenin’de de Marks’ta da eksiklikler vardır! İşiniz bu olmalı…
    Dinci fanatikler hala diyemiyor… 1400 yıl olmadıysa olmayacaktır!
    Dikkat edilirse benzer düşünce tarzı ve benzer konumlar bunlar…

  6. Birincisi Gezi İsyanına ait bu tür “analizler” örgüt içi yapıldığında kimseyi ilgilendirmez! Ama OMH -Ortak Muhalefet Hareketi- içinde olup da onu aşağılamak ahlaki olur mu?
    Bu birliktelikte “kim olursan gel!” felsefesi olmalı;
    … Aktif Muhalif ve İktidar zorbalığına, tahakkümüne, aşağılamasına ve dönemsel cinayetlerine vb karşı olma halidir önemli olan… Bu yapının Devrim’le alakası yok! Bir iktidar alternatifi olmayı aklının ucundan geçirmemeli; Emekçi Demokrat özgürlükçü İktidar adaylarını her zaman desteklemelidir ama onun bir parçası olmamalıdır!

    Marksistler de bu iktidara muhalif değiller mi?
    Bu muhalefette Proleter Devrimciler” de katılmalıdır; iktidar oldukları zaman bu “hareketi” istedikleri gibi aşağılasınlar!

  7. Gerçekler acıdır O.Gürsel. İnsanların tamamı gerçeğe karşı olsa da, onu benimseyen tek kişi bulunmasa da gerçek yine gerçektir. O yüzden, Ne zeki adamlar bunlar; yalnız bunlar görüyor ama “sosyalist hareketin çoğunluğu kör!” demenin hiçbir anlamı yok.
    Aynı şey Kürt hareketi için de geçerli. Bir avuç bağımsızlıkçı aydın dışında ezici çoğunluğu entegrasyoncu ve işbirlikçi. Onlara da “Ne zeki adamlar bunlar; yalnız bunlar görüyor” denemez.

  8. Gerçekler hem acı, hem de tatlıdır; acıdır; bize sorumluluklar yükler; tatlıdır… hayatımızı anlamlı yaşamayı sağlayabilir… Demek istediğim Gezi ile ilgili karmaşık gerçeklikler vardır ve bu “karmaşıklığa” hakkını vermek gerekir… Birer, birer veri toplamalıyız… Ve hayatımıza oradan ne katabiliriz’i sorgulamalıyız. Eleştirilecek çok ynleri olabilir ama o bir “an’dı!” Yinelenmesi başladığı gibi yine iradi olamaz. Özgündü…. Taklit edilemez…
    Ama elbette… sanırım! Ortak Muhalefetin gücünü gösterdi…
    Bu anlamda taklit etmek üzere değil… Bir yöntem olarak kullanılabilir mi… Ve dünyada ve ülkemizde Klasik Sosyalist Devrim veya Devrim İmkanlarının son derece yetersizliği içinde “ara mücadele yöntemi” olabilir mi? Ki bu sol-demokrat-özgürlükçü-emek yanlısı mücadele içinde gerçekten benzer dayanışma-yoldaşlığı da öğrenebilir miyiz? (bu konuda eksik olduğumuzu düşünüyorum… Yine iktidar perspektifli süreçlerin bizi ‘katılaştırdığını’ sanarak yazıyorum…)

  9. Ben sadece Akp iktidarına değil, kapitalist Türk devletine, ordusuna, yargısına, bürokrasisine, ırkçı faşist Kemalist eğitim sistemine, partilerine, itine, Mit’ine, herşeyine karşıyım ve tamamen ortadan kalkmasından yanayım. Gezi de böyle bir hareket miydi? Eğer öyleyse bunun için ne yaptı? Neden başarısız oldu?

  10. Tamam o zaman! Sen de muhalefettesin! “İsyandasın!”

    Salt muhalefet amaçla birlikte oluruz… Gezi’nin nasıl olduğu artık “tali” bir konudur…
    Gezi’den öğrenilecek en önemli şey “isyan-muhalefet ruhudur!”
    Neden önemli değil artık!
    En önemlisi gerçek samimi bir muhalefet sürecinde her insan bir diğerinden çok şey öğrenebilir… Önemsiz ayrıntılarda, aptal ön yargılarda ayrıştığımızı anlayabiliriz. Bizi birleştiren nedenlerin yanında ayrıştıran şeylerin ne denli önemsiz kaldığını da eminim anlayacağız… (Yeter ki ‘parazit’ sesler çıkararak insanların samimi iletişimlerini; egosal hükmetme hırsına enge gördüğü bu tür yapıları yozlaştırararak kendine yer açmak isteyenleri, 50 yıldır ‘doğrudan’ hayatı güzelleştirememiş, ‘davasında’ milim ilerleme sağlamamış uslanmaz ‘fanatikleri’ tanıyalım; “bozgunculuğu” sağ cephede değil öncelikle Sol içinde yapmaktan vazgeçemeyen ‘meczupları!! ”

    Bakınız…
    *
    Bir Kürt Gencinden Ulusalcılara!

    biz kürd gençleri olarak gezide tgblilerle konuşuyorduk.

    barikatlarda birbirimize yardım ediyorduk.

    aynı şiddete maruz kaldığımızda sırtsırta veriyorduk.

    hiçbir ayrıştırıcı söylemi öne sürmüyorduk….

    Read more: http://www.gunzileli.com/2013/08/09/bir-kurt-gencinden-ulusalcilara/#ixzz3D7eNaHCj

  11. Evrensel Gazetesi’nin Taner Timur ile Gezi üzerine yaptığı röportajın tamamı
    Gezi direnişi bir yılı geride bıraktı… Siz, bir tarihçi olarak; Gezi direnişini Türkiye siyasal tarihinde nereye koyarsınız?
    Taner Timur: Gezi direnişi siyasal hayatımızda tam bir kırılma noktası oldu. Geniş halk kesimleri, Haziran 2013’te, seçim başarılarıyla başı dönmüş popülist bir demagoji “usta”sına “dur!” dedi. Demokratik ve laik muhalefet, övünülen başarıların aslında temelsiz ve geleceksiz olduğunu; Pirrhus zaferinden de öte, bazı yönleriyle geleceğe ipotek koyan “zaferler” olduğunu anlatmak için ayaklandı.

    Nelerdi bu gelişmeler?
    Taner Timur: …, yıllarca AKP’yi destekleyen kimi liberallerin sandığı gibi başbakanın dünya görüşü ve demokrasi anlayışı ile ilgili değildi. Değişiklik şuradaydı: Üstadı Necip Fazıl gibi “halkın değil Hakk’ın egemenliği”ne inanan Erdoğan, artan oylarıyla, artık çok daha otoriter bir tonda konuşmaya ve eskiden söylemekten kaçındığı şeyleri daha rahatlıkla söylemeye hak kazandığı inancındaydı. Yine de bugün bile tüm düşünce ve inançlarını tam bir açıklıkla söyleme noktasına geldiğini söyleyemeyiz. Görünüşe göre, Erdoğan, kendini ve etrafını bunları da 2023 yılında duymaya hazırlıyor.
    Gelelim dış etkilere?
    Taner Timur: ..
    AKP’nin İhvan’la neredeyse organik ilişkiler içine nasıl girdiği zamanla daha iyi anlaşılacak, karanlık noktalar aydınlanacaktır. … Erdoğan yeni Boğaz köprüsüne Mısır’ı alan Yavuz Selim’in adını koydu; fakat kendi iktidarında Mısır’daki elçimizi bile yerinde tutamadı ve onun kovulmasına neden oldu.
    Özetlersek?
    Taner Timur: .. İktisadi büyüme hızı da çok azalmış ve özellikle gençler arasında işsizlik artmaya başlamıştı. İşte tüm demokratları isyan ettiren, hatta yer yer çıldırtan ve biber gazlarına, Toma’lara ve (yalancı-sahici) mermilere rağmen direnişe sevk eden psikoloji bu koşullarda gelişti. Gezi direnişi bir isyan psikolojisinden doğdu.
    Gezi direnişi üzerinden tam bir yıl geçti; bu süre içinde yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz?
    Taner Timur: Erdoğan tüm demokrat ülkelerde yaşanan, ülkemizde de yoğunluğu itibariyle belki de bir ilk teşkil eden Gezi olayını anlayamadı, daha doğrusu anlamak istemedi. Gezi direnişi, bir yönüyle de, kendisinin yıllardır sergilediği nefret söylemine karşı kendiliğinden oluşmuş bir nefret eylemiydi; … Oysa Gezi direnişi, aslında, AKP’nin İslamo-faşizan gidişine “dur” dedi, akıntıyı tersine çevirdi. 17 Aralık’ta yolsuzluğa vurulan “darbe” ise düşüşü hızlandıracak bir “altın vuruş” oldu. Bakınız yolsuzluk, hırsızlık vakaları her devirde, her ülkede görülen vakalardır. Fakat Erdoğan bir “ilk”lerin adamı; burada da bir “ilk”i başlattı ve hırsızları değil, polisleri kovaladı. Gerçekten de post-modern bir kovalamaca! Bunu da “darbeyi önlemek” diye adlandırdı. AKP iktidarı bu mide bulandırıcı “hırsız-polis oyunu”nun altından çok zor kalkacaktır.
    Fakat bütün bunlar yine de son seçimleri kazanmasını engellemedi?
    Evet engellemedi; fakat gelişmeler o kadar hızlı oldu ki kitleler henüz olup biteni layıkıyla kavrayamadılar.. Hani “Türk’ün aklı sonradan gelir” deniyor ya.. Ayrıca şu da var: AKP aslında son seçimlerin galibi değil, bir bakıma en büyük kaybedenidir. Erdoğan bu seçimleri kişisel plebisiti haline getirdi ve % 43,5 oy aldı; oysa plebisitlerde kazanmak için en az % 50 oy almak gerekir. Seçimlerde kimse belediye adaylarını göremedi; her yerde Erdoğan vardı; her yerde Erdoğan konuşuyordu ve seçmen çoğunluğu da Erdoğan’a “Hayır” dedi. AKP son seçimlerde oy kaybeden, hem de önemli ölçüde oy kaybeden tek parti oldu. ..
    Bu da galiba bizi AKP’nin sınıfsal dayanaklarına götürüyor?
    Taner Timur: Doğru. AKP işçilerden, köylülerden de çok oy alıyor, ama asıl sınıfsal dayanağını muhafazakâr orta sınıf, yükselen Anadolu burjuvazisi, Kobi’ler ve esnaf takımı teşkil ediyor. Ayrıca Parti’nin, 19. yüzyılda III. Napolyon’un seçim kazanmak için örgütlediği “10 Aralık Derneği” gibi, lumpenlerden oluşan vurucu güçleri de var. Erdoğan’ın “evde zor tutuyoruz” dediği, yine de ara sıra ellerinde sopalarla, palalarla sokaklarda arzı endam eden tipler bunlar. III. Napolyon, % 74,5 oyla cumhurbaşkanı seçilmişti; fakat Anayasa ikinci kez seçilmesini önlüyordu. O da Anayasa’yı değiştiremeyince, tekrar seçilebilmek ve yetkilerini artırmak için darbe yaptı; sanmam ki bizle benzerlik oralara kadar gitsin!?
    Genel tablo bu, fakat AKP’nin seçim kazanması için mutlaka esnafı, Kobi’leri, inşaat oligarklarını tatmin etmesi gerekiyor ve bunun yolu da düşük faizden geçiyor. Yüksek faizler en çok bu tabakaları perişan ediyor; iflasları artırıyor ve Erdoğan’ın feryadı, Merkez Bankası başkanını haşlaması hep bu kaygıdan kaynaklanıyor. …
    Bu çelişkinin cumhurbaşkanlığı seçimlerini de etkileyeceği söylenebilir mi?
    Taner Timur: …
    Şimdi tekrar Cumhurbaşkanlığı seçimlerine dönelim. Erdoğan bütün bu gelişmelere rağmen bu seçimleri kazanabilir mi? Evet, kazanabilir. Hatta favori de görünüyor. …Oysa şurası da bir gerçek ki, Çankaya’da Erdoğan demek, gerginliğin, kutuplaşmanın, nefretin daha da tırmanması, krizin daha da derinleşmesi demek..
    Gezi bir demokratik devrim atılımıydı;
    ülkenin de Gezi ruhuna uygun bir cumhurbaşkanına ihtiyacı var..
    Son olarak şunu sorayım; sizce yirmi yıl sonra tarih AKP’yi ve Gezi’yi nasıl yazar?
    Taner Timur: Yirmi yıl sonra AKP diye bir partinin mevcut olmayacağını, şanslı bir konjonktürün yarattığı bu yapay ve eklektik kuruluşun -tıpkı esinlendiği Demokrat Parti ve ANAP örnekleri gibi- tarihe karışmış olacağını düşünüyorum.

  12. Terkeden Gezi’ye, bizi terkeden devrime…..

    https://www.youtube.com/watch?v=XIuyclDnZN0&list=RDT5yJDWThP5U

  13. Teşekkür ederim bu video için… Çok sevdiğim bir şarkının sözlerinin de bu denli güzel olacağı hiç aklıma gelmezdi…

  14. Devrim bizi terk etmedi; “biz” onu terk ettik!
    Devrim her zaman “orada duruyor!” Biz ona layık insanlar olmadan O’na “sahip olacağımızı” sandık…
    Kendi Devrimlerimizi yaparak Devrim’e gitmek gerektiği artık daha çıplak bir gerçek… Düşünce ve bireyler olarak kendi ‘devrimciklerimizi’ yaparak yol almak zorundayız…

    Devrim Adalet, sömürüsüz, tahakküm-bilinçli şiddet içermeyen, ve daha mutlu bir dünya içinse buna uygun “insanlar” çoğalmadan mümkün mü? İnsanlığın geldiği bu evrede Devrim günde 3 kap yemek için olabilir mi? Sosyalist Devrimin konuşulduğu ülkelerde, bir çok faşist-totaliter devletler de bu yemeği belediyeler, sigorta sistemleri aracılığıyla veriyor!
    ****
    Sahici, diğerkam sevgiyi, muhatabını küçültmeyen merhamet içeren dünyayı; insandan değil yalnızca ‘doğadan gelen’ her canlı acısıyla ve olur olmaz patlayan sevinç-neşeyle akan göz yaşlarının çoğalacağı bir hayatı vaad etmeyen Devrim, devrim değildir artık….
    Bu “hayalin” ne zaman olacağı bizim sorunumuz değil… Her zaman yolda olmak gerekiyor ya…!
    (Bu yolculuk elbette pasif değil; “Sahici Özgürlükçü-Hümanist-Doğaya saygılı bir Sosyalist” düşüncenin her zaman, AMAÇ-ARAÇ BÜTÜNLÜĞÜ içinde olma gerekliliği anlamında yazıyorum bunları… Ve yukarıdaki yazı da bu bütünlüğü koruyacak bir yöntem arayışı olarak tartışmaya sunuldu…)

Comments are closed.