O.Gürsel / Bir ülke bir savaşa neden, nasıl sokulur? –
Son günlerde gazetelerde, TV’lerde söylenen, net’te yazılanlar uykularımı bozmuştu. Vicdanı mı, cüzdanı mı, insafı mı, insanlığı mı, ruhu mu kuru kimi yazılamacı tayfası; “kanla” da doldurulan bir “havuz’dan” da beslenen kurbağalar aralıksız vıraklıyor, savaş tamtamlarını bir rock bateristi coşkusuyla çalıyorlardı. Silahlı, bombalı çatışmalarda ölecek on binlerce hayatı umursamadan, konforlu TV stüdyolarında, o camgöz, duygusuz bakışlarla savaş yanlısı takındıkları kurmay edaları midemi ekşitiyordu
O gece yine geç yatmışsam da, beynimde uyumayan sancılardan olmalı, günün ilk ışıklarıyla uyandım. Uzun zamandır “şurama”, yani göğsüme oturmuş “öküzle” birlikte yataktan kalktım.
Pencerenin önünde durdum; gökyüzünde, gümüşsü, kızıl bulutlar doğudan, batıya akıyordu. Görüyor, anlıyordum; tabiat, milyarlarca yıl yinelediği bir sabahı aynı coşku ile bir kez daha yaşıyordu. Sonsuz döngü sürüyordu. Işık ve karanlık, sıcak ve soğuk, hayat ve ölüm durmaksızın birbirine dönüşüyordu. En güzel renkler, en güzel iklim, ışık ve karanlığın, sıcak ve soğuğun, mevsimlerin birbirlerinden tümüyle kopmadığı zamanlarda yaşanıyordu. Karşıt sanılan fizik gerçeklikler, uzlaştıkları, birinin diğerine baskın olmadığı anlarda, hayat ılımanlaşıyor, görüntüler de yumuşuyordu.
Bebekler, sabah gibiydi, yumuşacık, sevimli, gülümseyen varlıklar. Bencillikten ve kötülüklerden kaçınarak ihtiyarlamayı becerenlerin son yılları da, yaz akşamları gibi tatlı olmaz mıydı?
Bu düşüncelerim göğsümdeki “öküzü”, halının üstüne düşürdü; odanın bir köşesine isteksizce yürüdü, arada başını döndürüp, bakışlarımı yakalamaya çalıştı.
Düşündüklerimi yazmak üzere bilgisayarımı açtım; otomatik açılan bir haber sitesinde okuyuverdim; “Şanlı ordumuz, Suriye’ye girdi! Sabah, TSİ ile 05 de… 9800 tank.. 50 bin asker.. Suriye sınırından… Şu ana kadar bir çatışma yaşanmadı. Birliklerimiz hızla ilerliyor. Başbakan ‘Suriye’yi işgal etmek gibi bir düşüncelerinin olmadığı, harekât’ın ülke güvenliğini sağlayacak bir tampon bölge kurma amacıyla sınırlı kalacağını söyledi.”…Rusya’nın nasıl bir tepki vereceği merak ediliyor. ABD henüz bir açıklama yapmadı…”
“Öküzüm” bakışlarımı yakaladı; önleyemedim; koşarak geldi; yerini biliyordu, sıçradı; yerleşiverdi. O bile bu “harekâtla” Ortadoğu bataklığına dalındığını; artık kanlı bir mecraya girildiğini, bu açıklamanın “sahtekârca”, yani politik olduğunu anlamıştı.
***
Bir ülkede iktidarı, yoksulluk, adalet, eğitim, sağlık sorunlarını çözeceği, refah ve demokrasi getireceği vaatleriyle ele geçirmiş çete, önünde sonunda yol ayrımına gelir. Geldi. “Tebaasının” emeğini sömürmek, yağmalamak, hatta kanını da içmek üzere kurgulanmış para-iktidar hırsı taşıyan seküler ya da dinsel egemen “ideolojik” örgütler, verdikleri sözleri yerine getiremeyecekleri anlaşıldığında, tarihin o kadim çözümüne başvuracaktır. Şiddet! Yani, savaş!
İçeride olmadı, daha da iyisi dışarıya taşınmış, bir komşu ülkenin işgali için çıkartılacak savaş. Fetih ve yağma! Etobur ,vahşi babanın avlayacağı “ganimetten” pay bekleyenlerin oy yüzdesi ne kadar? “Evlatları tarafından gömülmek isteyen” ne kadar ebeveyn, aksine “evlatlarını gömdürecek” bir savaşçı önderi arkaladı? İnsan, bir sandığa attığı “masum” bir oy ile “evlat katili” olabilir mi? Göreceğiz.
Bir ülkede yargı, meclis, üniversiteler, basın, ordu ve bürokrasi gibi “ortak aklı” meydana getirebilecek çoklu yapı; “güçler ayrılığı” darmadağınsa, tek bir kişi, “hiç kimsenin” haberi, onayı olmadan, ülkeyi, 80 milyon insanı savaşa sokabilir. 100 yıl önce olduğu gibi.
Enver, Cemal, Talat çetesi de arkalarına Alman Emperyalizmini almış, koca imparatorluğu kolayca savaşa sokuvermişti. Bu çete, 1908’den beri uyguladıkları terörle İmparatorluğun zaten zayıf olan dengelerini bozmuş, Merkezî İktidarın tüm iplerini ve onlarca milyon hayatın kaderini ellerine geçirmişti.
Sonuçlar biliniyor; sonları da biliniyor ama asıl bilinmesi gerekeni bilmiyoruz! Bu tür felaketler nasıl önlenir? Hem de eşiğinde yaşıyorken!
***
Diyalog, uzlaşma, insanların, toplumun ortak “iyiliğini” araştıran tartışma, eleştirme koşulları yok edildiğinde bir “körleştiren karanlık” içinde yaşamak, kaçınılmaz toplumsal bir yasa olmalı. Ölümlerden yeni ve taze hayatlar doğacaksa da, sanırım biz, “bir süre”, bencil acımasızlıklarla dolu, en az son 100 yılın “günahlarıyla yüklü” bir geçmişin bedelinin ödeneceği, berbat “ihtiyarlık yıllarını” yaşamaktan kaçamayacağız. Son bir hamle ile savaş önlenemezse, uzun sürecek, karanlık ve çok soğuk bir kış bekliyor bizi…
Türkler Anadolu’da 11. yüzyılda egemenlik kurmaya başlamış, Anadolu’nun bütününü neredeyse dört yüz yıla yakın bir sürede ele geçirmişlerdir. Daha önce Anadolu Hıristiyandı, Türk değildi, karışık insan topluluklarının yaşadıkları bir yerdi. Anadolu’nun ilk yerlileri de tarih öncesinden günümüze değin gelen kimselerdi, biz onların torunlarıyız, çok değişik kökenlerden gelenlerin karışımından oluşmuş bir bütünüz, böylece Türküz. Bu Türk Anadolu demektir.
İmdi, tarihe böyle dinci bir açıdan bakılırsa, Anadolu ancak 11. yüzyıldan sonra “bizim” olmuştur diyebiliriz. Bu “bizim” sözcüğü de Türk-İslam sentezi sonucu “Müslüman Türkiye” anlamındadır. Peki üzerinde yaşadığımız bu topraklar kimindir? Biz bu topraklar üzerinde belli bir yılla oturmaya başlayan göçebeler miyiz? Türklerden önce Anadolu’da yaşayan insanlar ne oldular, onların torunları kalmadı mı, soyları sürmedi mi? Anadolu’yu Müslüman Türkler kimlerden aldılar, bu aldıkları insanlar ne oldular? Anadolu 11. yüzyıldan sonra “bizim” olmuşsa, bu toprakların gerçek egemenleri, gerçek iyeleri (sahipleri) kimlerdi, şimdi bu toprakları bizden isterlerse vereceğimiz karşılık ne olabilir? Bu tür soruların benzerlerinin karşılıklarını bugün Almanya’da “Hitlerci dazlaklar” vermeye çalışmaktadırlar. İşte Birinci Dünya Savaşı yıllarında, bütün Avrupa uluslarının Türkleri Avrupa topraklarından çıkardıktan sonra, Anadolu’yu bölüşmek, Türkleri geldikleri yerlere sürmek istemelerinin başlıca nedeni buydu. Yunan ordularını, bütün Avrupa uluslarının yardımlarıyla, Polatlı yakınlarına ulaştıran böyle sarsakça, savruk bir anlayıştı. Bir ulusun varlığını inandığı dinle bağlantılı kılmak, tarihini diniyle başlatmak, yalnız sağıltım görmesi gereken bilinçsiz sayrıların işi olabilir, bu da ülkemizde olmuştur. Sen üzerinde yaşadığın, İslam olmakla övündüğün toprağın tarihine karşı çıkıyorsun, onu kendinden saymıyorsun, sonra dönüyorsun “topraklarımızda gözleri var” demek saçmalığını gösteriyorsun. Bu saçmalıklarla Avrupa aydınının, uygarlığın karşısında yerin yoktur.
https://turandursunkutuphanesi.files.wordpress.com/2013/05/irticanc4b1n-ayak-sesleri-ismet-zeki-eyc3bcboc49flu.pdf