Tayyip Erdoğan’ın, BDP’yi kastederek, “terör örgütünün uzantılarıyla görüşmem” dedikten sonra Oslo sürecinin yeniden başlayacağını, dolayısıyla “terör örgütü”nün” uzantılarıyla” değil, kendisiyle görüşüleceğini, keza aynı gün Abdullah Öcalan’ın “örgütün eylemlerinin fazla ileri gittiğini” açıklamalarından sonra, geçmişte bu sitede yayımlanmış bazı yazılardan paragrafları buraya yeniden alıp alt alta dizmem gerektiğini düşündüm.
———————————————————
Terörist!
“Kulübelere barış, saraylara savaş.” Bunu, hangi milliyetten olursa olsun tüm yoksullara, ezilenlere barış, tüm sömürücülere savaş diye de okuyabiliriz. Birbirine silah sıkmak zorunda kalan yirmi yaşındaki gençler el sıkışıp tepelerindeki efendilere, yöneticilerine karşı çıktıkları an, işte o an gerçek barışın yolu açılmış olacaktır ve inanın o an, tepedekilerin, yerleşik çıkarlarını korumak için can havliyle birbirlerine sarıldıklarını göreceğiz.
25 Ekim 2007
***
“İyi Şeyler Olacak” Söylemi Bir Dengeler Politikasıdır
(DİHA’nın benimle yaptığı röportajdan)
Son zamanlarda Kürt sorununun demokratik barışçıl çözümü konusunda herkes bir şeyler söylemeye başladı. Gül “İyi şeyler olacak” dedikten sonra bir şeyler olmaya başladı. Ertuğrul Özkök bile Öcalan’ın muhatap alınabileceğini söyledi. Erdoğan’ın bir takım açıklamaları oldu. Yine Öcalan’ın bir yol haritası açıklaması bekleniyor. Siz bütün bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Valla ben barışçıl çözüm denen şeye inanmıyorum. Yani kurumların yapacağı, örgütlerin yapacağı çözümlerin de halkların lehine sonuç vereceği konusunda son derece kuşkuluyum. Erdoğan öyle der, Cumhurbaşkanı böyle der, bunlar hep günlük dengelerdir. Biri yatıştırır, öbürü onu dengeler. Politika denge oyunudur. Kocaman bir Kürt meselesi var, düşük yoğunluklu bir savaş var. Türk devleti bu meseleyi uzun vadeli olarak, başını ağrıtmayacak şekilde çözmek istiyor ama bu çözüm değil. Yatıştırmak istiyorlar, uzun vadede en tehlikesiz hale getirme peşindeler. Aslında gerçek bir barış istediklerine inanmıyorum. Sonuç olarak bu bir devlettir ve silahlı, buna göre konumlanmış güçleri vardır. Devlet uzun vadede bu işin, başını ağrıtmayacak bir çözüme varmasını ister. Devlet oluşumuna zıt bir şeydir çözüm. Oyalama, oyalama içinde de mümkün olduğu kadar yatıştırma ve uzun vadeye yayma. Ben halkların kendi inisiyatifiyle kazanacakları şeyler dışında bir barışın, devletle örgüt ve kurumların yapacağı barışın gerçek bir barış olacağına inanmıyorum. Barışı devletler, örgütler ve kurumlar değil, bu topraklarda yaşayan halklar sağlar. Onlar kendi ağırlıklarını koymadan bu sorun köklü bir şekilde çözülmez.
23 Temmuz 2009
***
Gün Zileli ile Röportaj
(DHA’nın benimle yaptığı röportajdan)
Yıllardır süren bir savaş ortamı sonucunda PKK 7. defa eylemsizlik kararı aldı siz bu kararı nasıl değerlendiriyorsunuz buradan hareketle kalıcı bir barışa gidilmesi için taraflara ne gibi roller düşüyor?
Bu konuyla ilgili herkese, İngiliz yönetmen Ken Louch’un İrlanda Kurtuluş Ordusu’nun (IRA) yürüttüğü ulusal kurtuluş mücadelesinin 1920’lerdeki seyrini anlatan “The Wind that Shakes the Barley” (“Rüzgârda Sallanan Başaklar” ya da “Özgürlük Rüzgârı” diye de çevrilmiştir) filmini izlemelerini salık veririm. Ben “taraflar” diye bir şey kabul etmiyorum. Taraf dediklerinizin ikisi de resmi ya da gayriresmi devlet örgütleridir. Bir tek taraf vardır, o da Kürt halkıdır. Barış, devletler arası pazarlıklarla değil, Kürt halkının özinisiyatifiyle kazanılır. Barışın tek koşulu Kürtlerin haklı taleplerinin kabul edilmesi ve ulusal baskıya son verilmesidir. Kürtleri temsil ettiğini ileri süren örgütlerin reelpolitik pazarlıklarıyla gerçekleşmez barış.
25 Ağustos 2010
***
Yukarıyı Zayıflat, Aşağıyı Güçlendir!
(DHA’nın benimle yaptığı röportajdan)
DTK’nın Özerklik Çalıştayının ardından ortaya çıkan Demokratik Özerklik Projesinin kendisini ve ilkelerini nasıl buldunuz? Hangi noktaları eksik veya hangi noktaları desteklenmeli ve geliştirilmelidir?
Demokratik Özerklik Projesini esasen çok olumlu buldum. Elbette geliştirilecek yanları vardır. Bence bu, sadece Kürdistan’a değil, Türkiye’nin bütün bölgelerine uygulanacak, örnek alınacak bir projedir. Bugüne kadar Türkiye’nin toplumsal projelerinde Kürtler hep ortaya konanların takipçisi olmuştur. Bugün görüyoruz ki, Kürtler bu projeyle bir anlamda öncülüğü ele almışlardır ve bu da çok olumlu bir gelişmedir. “Geri” denen “ileri” deneni geride bırakmıştır eşit olmayan gelişmeye uygun olarak. Türkiye’nin batısı hâlâ üniter devlet modelinden kopabilmiş değildir, sol da buna dahildir.
4 Ocak 2011
***
Kürt Hareketinde Devrimci ve Reformcu Yol Ayrımı
(Süleyman Arıoğlu’nun bu sitede yayımlanmış yazısından)
Abdullah Öcalan şimdiye kadar bir denge siyaseti izleyip devletle bağı hiç kopartmadı. Son dönemdeki onca badireli süreçten sonra gelinen noktada Öcalan dışında herkes bu boş umudun sonuca varmayacağını gördü. Ancak Öcalan, tepeden devletle uzlaşarak meseleyi çözüme bağlama siyasetini sürdürme taraftarı. BDP’nin parlamento boykotunu, seçmenin bariz baskısıyla sürdürdüğü ortadayken, Öcalan’ın 8 Temmuz’da “Devletle mutabakata vardık” açıklaması yaparak, BDP’ye parlamentoya dönün çağrısında bulunması da bunu gösteriyor. Öcalan’ın Kürt halkı üzerindeki güçlü etkisine rağmen, bu siyasi çizgisinin kitlenin beklentilerini tatmin etmekten çok uzak olacağını söylemek hiç yanlış olmaz.
Öcalan’ın çizgisi Kürt halkını tatminden uzak ama AKP’nin ve Kürt burjuvazisinin beklentileriyle çok örtüşüyor. Bu da ilginç bir görüntü oluşturdu tabii. Daha bir ay öncesinde seçim meydanlarında Öcalan’ı darağacına göndermekten bahseden AKP, iflas eden siyasetini kurtarmak için şimdi onun ipine tutunmaya çalışıyor. AKP’nin önce yandaş kalemleri ardından da bizzat bir bakanı, Öcalan’a övgü dolu referanslar vermeye, PKK’yi ise Ergenekon’un kontrolünde bir örgüt gibi sunmaya başladılar. Bunun nedeni, PKK’nin Öcalan’ın “mutabakat” açıklamasını, boşa çıkarması. Fırat Haber Ajansı’na açıklama yapan Cemil Bayık, “Hiç kimse kendini kandırmasın, halkımız bu konuda duyarlı olmalı; bunlar taktik ve oyalamadır. Önderimizi, hareketimizi ve halkımızı oyalamak istiyorlar” diyerek PKK’nin tavrını ortaya koydu.
22 Temmuz 2011
***
Uzak Durmak…
Politik akıl, devlete, paraya, hayatın gerçeklerine yakın olmayı önerir. Hatta sonuçta bunları ortadan kaldıracağını söyleyen bir akıl da, bunları kaldırmak için kullanmak gereğine işaret eder. Evet ama bunlara yakın olduğunuz, kullanmaya kalktığınız sürece onların elinize yapışacağını da bilmeniz gerekir. “Elini veren kolunu kaptırır” sözü bu duruma çok uyar. İşte bu yüzden politik akıl akılsızlıkla özdeştir.
Ortalık “akan kanın nasıl durdurulacağı” konusunda tartışmadan geçilmiyor. O kadar çok “akan kan” lafı ediliyor ki, insanın gerçekten akan kanın durdurulmak istendiğine inanası geliyor. Ne var ki, tartışanlardan hiçbiri silahların gerçekten ve toptan ortadan kaldırılmasından söz etmiyor. Silah var oldukça onun kan akıtması da hiçbir zaman durmayacaktır. Silah susmaz.
Devletler var oldukça silahlar da var olacaktır. Bugünkü koşullarda ise devletleri kaldırmak hiç de yakın bir olasılık değil. O zaman ne yapmak gerekir? Cevabım son derece kısa ve net: Devletten de, parlamentosundan da, silahtan da olabildiğince uzakta durmak gerekir. Eline silah alan, küçük ve gayriresmi bir devlet olmuş demektir. Devletle bağ kuran onun içine çekilir ve şu ya da bu şekilde devletleşir.
28 Eylül 2011
***
Çok Basit…
Televizyon kanallarını işgal eden ve bu işten ekmek yiyen şu ne idüğü belirsiz “terör uzmanları”na kulak asmayıp işin esasına bakacak olursak, “terör” denen olayı ya da savaşı bitirmek son derece basit bir şeydir. Eğer Türk devleti kolonyalist çıkarlarından vazgeçmeyi göze alsa ve Kürtlerin haklarını samimiyetle tanısa; özerklik taleplerini tanıdığını açıklasa ve Kürtlerin ana dilde eğitim gibi temel kültürel isteklerine olumlu cevap verse savaş ya da “terör” anında sona erer ve kum torbalarıyla korunmaya çalışılan o ne işe yaradığı bile belli olmayan karakollara kapatılmış yirmi yaşındaki yoksul aile çocukları da ölmez. Mesele bu kadar basittir.
Durmadan “barış”tan söz eden karşı taraftaki devletsel kuruluşa ve taraftarlarına da söylenecek bir çift söz var. Gerçekten barış mı istiyorsunuz? O halde derhal silahları bırakın ve özerklik hakları için Kürt halkının inisiyatifini devreye sokun. Kürt halk kitleleri bugün özerkliği hayata geçirecek bir olgunluğa gelmiştir. Silahı bırakın ve özerk örgütlenmeyi fiilen başlatın. O zaman büyük çoğunluk arkanızda olacak ve kolonyalist devlet çok zor duruma düşecektir. Elindeki tek dayanağı olan “şehitler” edebiyatı sona eren devletin askeri harekâtlar yapmak ve savaşı sürdürmek için hiçbir bahanesi kalmayacaktır.
19 Ekim 2011
***
Dışardan Gazel !!!
Türkiye’deki Kürt düşmanı bir takım aşırı sağcı çetelerin AKP iktidarına söylediği şeyi ben tersinden söyleyeyim. Onlar, “hiç PKK gibi terörist bir güçle görüşme yapılır mı?” diye yükleniyorlar AKP iktidarına. Ben de tersinden, PKK yöneticilerine ve gelecekte Kürt siyasal hareketi adına görüşme yapma ihtimali olan bilcümle Kürt siyasal hareketi temsilcisine tersinden şunu söylüyorum: Hiç devletle ve MİT’le görüşme yapılır mı?
Temsilcilerin ne diyeceğini duyar gibi oluyorum. “Barış için yapılır.” O zaman anlıyorum ki, aynı zeminde değiliz ve benim söylediklerim gerçekten boşuna. Nedir barış? Savaşın silahsız sürdürülmesidir, yani savaşın bir başka veçhesidir. Oysa bizim barış değil, savaşın toptan sona ermesini istememiz gerekir. Yani barış değil, silahların toptan ortadan kaldırılmasını ve savaş denilen şeyin topyekûn yok edilmesini. Bu ise barış görüşmeleri ile değil, silahların tek taraflı olarak ve tamamen bırakılması ile mümkün olabilir. Yani Kürt siyasal hareketi için en savaş karşıtı ve en devrimci tutum, hiçbir şart ileri sürmeden silahları bıraktığını ve silahlı örgütünü dağıttığını ilan etmektir. Bu, Türk devleti karşısında bir yenilgi değil, tersine Kürt hareketi için muazzam bir psikolojik üstünlük anlamına gelecektir.
Öte yandan, diyelim ki, Kürt siyasal hareketi bu kadar radikal bir adım atmaya hazır değil. Bu durumda da devletle ve MİT’le görüşme yapmak, yani pazarlık masasına oturmak yanlıştır. Çünkü devlet ve onun gizli istihbarat örgütü MİT’in bu görüşmelerdeki tek ve değişmez amacı Kürt hareketini teslim almak ve Türk devletine eklemlemektir. Tabii Kürt siyasilerinin de amacı buysa onu bilemem.
30 Kasım 2011
***
Harp ve Sulh!
Neyse, lafı uzatmayalım. Bu yazıda söylemek istediğim esas olarak şu: Barış silahla sağlanmaz. Gerçekten barış isteyenler silahı bir yana bırakıp samimiyetlerini göstermek zorundadırlar. Vurarak barış olmaz. Tutuklayarak barış olmaz. Öldürerek barış olmaz. Operasyonla barış olmaz. Hem vuracaksınız, hem de barıştan, haklardan söz edeceksiniz!
Kim inanır hain kurda!
29 Aralık 2011
***
Muvazaa…
(Bu yazı, içinde doğrudan adı geçmeyen Leyla Zana’nın, Tayyip Erdoğan’ı barışı sağlayacak kişi olarak göstermesinin ardından yazılmıştır.)
Sonuç olarak, ne amaçla yapılırsa yapılsın ya da temsilcilik görevi verilen kişi istediği kadar iyi niyetli olsun veya bir zamanlar istediği kadar o kitlenin gerçek lideri olsun, halihazır durumda, gerçek siyasi güçlerin yerine başka güçleri ikame etmeye çalışmak hiçbir zaman hayırlı sonuçlar vermez.
Muvazaaya talip olan liderler bir zamanlar o dava için yıllar süren mücadeleler vermiş, hapisler yatmış olsalar bile.
Ad vermeye ne gerek var.
15 Haziran 2012
***
“Umut” Adlı Çocuk… “İmkânsız” Adlı Gerçek…
Umut’lar unutulacak birkaç dramatik yazıdan ve sahte ağıttan sonra. Öte yandan, politikacıların sahtekârca açıklamalarıyla “barış umutları” yeniden ve yeniden sürülecek ortalığa. Oysa her iki tarafın da “barış” derken yapmak istediği, kendi siyasi çıkarlarını karşı tarafa dayatıp boyun eğdirinceye kadar savaşı şu ya da bu şekilde sürdürmektir.
Oysa savaşın gerçekten sona ermesi için bir tek umut var. O da ellerine silah tutuşturulup savaş alanlarına sürülen her iki taraftaki gençlerin “artık yeter bizim sırtımızdan yaptığınız ölüm tacirliği” demeleri ve birbirlerine silah sıkmak yerine, 1917 Rusya’sında ve Almanya’sında olduğu gibi kardeşleşmeleri, silahlarını yere bırakmalarıdır.
Hatta silahlarını kendilerini ölüme süren politikacıların üzerine çevirseler daha da güzel olur. İşte o zaman tüm dünyadan savaşların ebediyen silinmesinin yolu açılmış demektir.
“İmkânsız” mı dediniz?
Zaten biz de imkânsızı istiyoruz. Çünkü gerçekçiyiz.
20 Haziran 2012
***
Gerçek İhanet Nereden Gelir?
(Bu yazı da Leyla Zana’nın açıklamasıyla ilgilidir.)
Tarih boyunca hep böyle olmuştur. En tepedekiler, kendilerine boyun eğmeyenleri ya da muhalefet edenleri hep ihanetle suçlamışlardır. Ama gerçek ihaneti hep en tepedekiler gerçekleştirmiştir.
Neredeyse doğa kanunu gibi bir şeydir bu.
2 Temmuz 2012
***
Oslo Süreci mi, Kılıçdaroğlu Süreci mi?
Kılıçdaroğlu, Baykal’dan sonra, bilinen ulusalcı çizgiden uzaklaşma sürecini başlatmıştı. Bu iyi bir şeydi ama buna o kadar da güvenilemeyeceği günümüzdeki gelişmelerle ortaya çıkmış bulunuyor. Kürt meselesiyle ilgili olarak CHP’de bir değişim eğilimi başlamış gibi görünüyordu ama şimdi anlıyoruz ki, politikanın kaygan zemininde bu değişime güvenmek doğru değilmiş. KCK tutuklamalarına karşı tutum alıyorlardı, CHP içinde görece olumlu bir tutum içinde olan Sezgin Tanrıkulu’nun Kürt sorunundaki beyanları umut vericiydi. Kılıçdaroğlu, Oslo konusundaki “yeni” politikayla bu olumlu gelişmeleri elinin tersiyle itmiş bulunuyor. Yazık çok yazık! CHP artık, Kürt gerillaları hakkında “leş” tabirini kullanacak kadar aşağılık bir çizgide seyreden Sözcü adlı varakpârenin dümensuyuna girmiş bulunuyor.
21 Eylül 2012
***
Gün Zileli
28 Eylül 2012
artık seldanın acılı ezgisi arka hücrelerden gelmesin ozan da gitti zaten
Ne Kürtler, ne de Türkler orospu çocuklariyla anlasamaz, onlar kendilerini bilir.
Murat BELGE
Hamasetin kısırdöngüsü
Geçenlerde, benim kaçırdığım, izlemediğim bir programda, bir konuşmacı, şakayla karışık, “Ancak bir diktatör bu sorunu çözebilir” demiş. “Sorun”, Kürt sorunu. Şakayla karışık, ama epey ciddi aslında.
Bir kere, bunu her yere uygulayabilirsiniz: Kıbrıs sorunu bundan çok farklı mı? Ermeni Kıyımı’nın kabul edilmesi ne kadar farklı? Daha birçok konu sayabiliriz. Bir toplum ki bir yığın çözülmemiş sorun biriktirmiş; her birinin çözümü için de bir “diktatör” gerekiyor!
Ama, sorunların maliyetini biraz inceleyince, hepsinin bu hâle gelmesinde çeşitli diktatörlerin zengin katkıları görülüyor.
Şu son hafta içinde, hükümetten birkaç kişi ve Başbakan, Oslo sürecinin yeniden başlayabileceğini ima ettiler ya da söylediler. İşte, Bahçeli’den gelen tepki.
Bahçeli’den bu tepkinin gelmesine alışığız zaten. Ama Kılıçdaroğlu da her zamanki gibi bir tuhaf. Bir yandan kendi partisinden Haluk Koç’un beyanatını düzeltmeye çalışırken bir yandan kendisi gerilim tırmandıracak bir dil kullanıyor: “Ülkesinin çıkarını korumayana hain denir” diye bir lakırdı etmenin ne anlamı var?
Neyse, Kılıçdaroğlu’nun kendisiyle çelişen davranışlarda bulunması da alışılmamış bir şey değil. Onu da kanıksadık.
Ama şu bizim “demokrasimiz” diye bağrımıza bastığımız şey fiilen böyle işliyor ve bu işleyiş de “Sorunu ancak bir diktatör çözebilir” yargısını pekiştiriyor.
Nitekim Başbakan, “İmralı ile de görüşülebilir” dedikten bir gün sonra BDP ile görüşmeyeceğini ilân ediyor; “teröristle yanak yanağa” edebiyatı yapıyor; durmayıp şehit ailelerinin ne diyeceği konusuna geliyor. Bunları söyledikten sonra Bahçeli ya da Kılıçdaroğlu’ndan nerede ayrıldığı, ayrılıp ayrılmadığı belli olmuyor.
Bu kargaşa içinde BDP’nin tutarlı bir çizgi izleyip akılcı bir politika yaptığını iddia etmiyorum tabii. Çünkü öyle değil. Ama bütün siyaset alanı birbirine “tencere dibin kara!” diye bağıran aktörlerle doldu ve tutarlılıktan eser kalmadı.
“Öcalan’la görüşülebilir” ise BDP ile neden görüşülemiyor? BDP “teröristle yanak yanağa” ise Öcalan’ın “terörist”le ilişkisi ne?
Erdoğan, “Almanya ve Fransa sorunun çözülmesini istemiyor. İskandinav ülkeleri yataklık yapıyor” derken de Türkiye’nin çok iyi tanıdığı siyaset adamı imgesinin tam ortasında duruyor.
Bu yazıda verdiğim örnekleri, yani bu yargıları, bu kategoride önermeleri yıllardır dinlemekte olan, yalnız siyaset meydanında değil, akla gelecek her yerde bu “hamaset” edebiyatıyla karşılaşan, dolayısıyla bunları önemli ölçüde
içselleştirmiş bir halk var. Belki çok yürekten benimsemiyor, ama en azından, “political correctness” denen şeyin, bu ülkede, bu lafları durmadan tekrarlamak olduğunu bellemiş.
“Demokrasi” de son analizde “demos”u şuna veya buna ikna etmek, onun rızasını kazanmak olduğuna göre, şu meydanda salınan bütün figürler, o “demos”un beğeneceğini tahmin ettikleri sözleri birbirlerinin ağzından kaparak söylüyorlar.
Üzerlerine durmamasıya anti-demokratik içerikli bir kültür boca edilen kitlelerle demokrasi yapmak… Bir kısırdöngü bu. “Tavuk mu yumurtadan…” misali bir durum. “Şu döngünün dışına çıkalım” diyen de yok.
http://duzceyerelhaber.com/kose-yazi.asp?id=10764&murat_belge-hamasetin_kisirdongusu
Kürt sorunu, Batı’daki şövenizm alt edilmeden “çözülemez”, çünkü sorun artık Türklerin şövenizmi sorununa dönüştü. De Gaulle gibi biri çıkmayacak. Zaten De Gaulle de diktatör sayılmazdı. Ve şövenizmin çökmesinin en garantili yolu, şövenizmi pompalayan öznelere duyulan öfkedir. Yani mesela devlet’e. Mesela siyasal partilerin çoğuna. Mesela egemen basına.
O küçük adam, sanki yedi düvelle savaşıyormuş gibi savaş narası atıyor baksanıza. Arkasına almış devlet gücünü, biliyor ki ona kimse dokunmaz, bir gece yatağından alınıp işkence görmez, işinden olmaz, ailesi bombayla öldürülmez. Onun için sanki aslanlarla dövüşüyormuş gibi kahraman hissediyor kendisini. Sırf kahraman hissetse yine iyi. Ezilmişliği içinde bir başkasını ezmenin tadını hissediyor damağında. Birilerinin ona değer verdiğini, onun Türk olduğunu ve Kürtlerin Türk olmadığını, o hainlerin kendisinden aşağı olduğunu biliyor.
Onu bundan kurtaracak tek şey, o Türklük kimliğinin onu uyutmak için, onu ezilmiş bırakmak için yaratıldığını anlamak. Bunun da tek yolu, açık çıkar çatışması. Uzatmayayım, kısaca Batı’da bir çalışan hareketi ortaya çıkmadan, devleti karşısına alıp, egemen basının yalancı yüzünü direk hissetmeden, egemenlerin her dediğine kudurmadan, öfke duymadan, onlarla ideolojik bağını kesmeden bu sorun çözülemez.
Bir halk nasil mi ozgurlesir? Ozgurlugunu baska halklarin kani ve gozyasi uzerine kurmadigi zaman. Bir halk nasil ozgur kalir? Kahramanlarinin ve kurtaricilarinin esiri olmayan, devlet ve iktidardan uzak duran bir halki kimse kolelestiremedigi gibi, baska halklarida esaret altina almasini saglayan araclara sahip olmadigi icin daima ozgur kalir. Ozgurluk ve adalet icin verilen mucadelelerde, dusmanin silahlarini, yontemlerini kulanarak verilen mucadeleler yenilgiyle bitmeye taa
DHA
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, AK Parti Büyük Kongresiyle ilgili yaptığı kısa değerlendirmede, “Salondaki afişlerde ’Büyük millet’ yazıyor. O milletin adı niye yazmıyor? Sözde milliyetçi geçiniyor. Konjonktür milliyetçisi” dedi.
Iste bunlar böyledir, hâlâ bu adamlardan birsey bekleyen var mi?
halkımızın devrimci öncüsü olduğunu sanan türk solunun kürt sorunu anlayışına üzülmemek elde değil.daha kendi’türk sorunu’ na ilişkin en ufak bir çabası olamamış her şeyin türk olmasından rahatsızlık duymayıp bu kültü yok etmesi beklenenler kürt sorununu hiç anlayamamasınada şaşırmamak gerek.asıl sorun olan türk sorunu türk solunun iliklerine kadar işleyip kendi türklüğü ile yüzleşemeyenlerin özgürleşemeyeceği ortada iken esir düştükleri milli duyguları ile bütün sorunları zehirlediklerinin farkına vardığında kürt sorununu sağlıklı konuşabileceğiz.zileli bu konuda verimli tartışmalar açabilmesi için fanonun ezen ezilen ulus yazılarını tartışmasında fayda var.bu gidişle halkın devrimci öncüleri hızını alamayıp hoşiminede terörist deyip isyan ve özgürlük mücadelelerini bir kez daha ıskalayacaklar
Sayin Zileli, Kürtlerin hak mücadelesinin meşru olduğuna inanan biriyim. Ancak mücadelenin şiddetsiz ve sivil olması gerektiğini de düşünüyorum. Yazınızın sonundaki bölümde Kürt gerillalardan bahsediliyor, Foça’da yaşanan son olayı okumuşsunuzdur, gerilla dedikleriniz eylem için bölgede hazırlık yaparken kendilerini gören üç köylüyü kurşuna dizdi, böyle bir vahşeti yapanlara nasıl gerilla denebilir, o üç gariban köylünün suçu günahı neydi?
O üç köylü için PKK özür dilemeye bile tenzzül etmedi. Onlar için küçük bir ayrıntı bu. İstatistiğe eklenen 3 adet kişi. Yazıyla üç, sayıyla 3.
Savaşın acı mantığını gösteriyor. İster devlet, ister gerilla savaşı olsun.
Devrimci, özgürlükçü, müthis ve muhtesem gerillanin bu eylemi asagidaki siklardan hangisiyle açiklanabilir?
A sikki: T.C. den yana idiler, fasist idiler
B sikki: Tirk kani tasiydiler
C sikki: Yezit idiler
D sikki: Hepsi
E sikki: Heeeç iste öölemesine….
Kürt hareketini, etnik bir hareket olarak nitelendirmek, herhalde bir sosyalistin düşmeyeceği bir hatadır. Ne yazık ki, bu ülkenin solu zaman zaman bu hataya düşmektedir.
Gerillanın o üç köylüyü öldürmesi, kendisinin ve hareketin yozlaşmasıyla ilgili bir konu olmalı. Köylüler kendisini görmüşler ve sonradan tanıklık yapabilirlermiş. Saldırıyı engelleyebilirlermiş. Bu yüzden o zavallı üç köylüyü öldürdü muhteşem ulvi amaçlar peşinde koşan terörist gerilla!..
terör eğer “güçlünün, gücünün yettiğine uyguladığı şiddet” ise, pekekenin üç köylüyü öldürmesi de bal gibi terör eylemidir.
devletinkileri saymaya gerek yok. zaten kendisi varlığıyla teröristtir, her devlet gibi…
PKK ve solun masum insanlara yönelik bu tür terör eylemlerinin yanı sıra, yaptığı intihar eylemlerine de açıkça karşı çıkılmalıdır. Aşağıda bu konuya değinen iki yazı var:
http://kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc129_5.html
http://www.dersimsite.org/hayalden.html
Hayatının 31 yılını hapishanelerde geçiren Vietnamlı muhalif şair Nguyen Chi Thien’in ABD’nin Los Angeles kentinde öldüğü bildirildi.
Thien’in yakın arkadaşı Hanh Thang-Thai, uzun süredir verem ile mücadele eden 73 yaşındaki ünlü şairin tedavi gördüğü hastanede hayata veda ettiğini söyledi.
Vietnam’ın en ünlü şairlerinden biri kabul edilen Thien, hapishane yıllarında vereme yakalanmıştı.
İlk kez 1960 yılında lise öğrencilerine II. Dünya Savaşı’nın Sovyetler Birliği saldırısı sonucu değil, ABD’nin Japonya’ya atom bombası atması sonucu sona erdiğini söylediği için hapsedilmişti.
Daha sonra komünist rejimi eleştirdiği şiirleri için hapse gönderilen Thien, hakkında yeterli delil bulunmadığı için hiçbir zaman mahkeme önüne çıkmamıştı.
1977 yılında hapishaneden çıkan Thien, sadece “Cehennem Çiçekleri” adlı şiir kitabını el yazısı ile kaleme alıp, daha sonra el yazmalarını başkent Hanoi’deki İngiliz Büyükelçiliği’nde diplomatlara teslim edene kadar serbest kalmıştı.
Büyükelçilikten çıkar çıkmaz tekrar tutuklanan ve hapse gönderilen Thien, 1985 yılında Hollanda tarafından Uluslararası Şiir Ödülü’ne layık görülmüştü.
31 yıllık hapis hayatının ardından 1991’de serbest bırakılan Thien, 1995’te ABD’ye göç etmişti.
Şiddetsiz ve kansız bir devrim İran da oldu.Şah ayaklanan kitleye müdahale edemedi çünkü halka şiddete başvurması kendini ve yönetiminin gideceğini değeştiremezdi ve öylede oldu
Şiddet olayı Sosyalistler mecbur kalmadıkça reddetmişlerdir. ve devletin kolluk güçleri insn öldürme olayını görevleri gereği sosyalistlerden daha profesyonelce yaparlar.
Yukarıdaki yorumlara okuyunca resmi ideolojik söylemler boy göstermiş.
Sosyalistler olaylara tarihsel materyalizmin gözüyle bakarlar 30 yıllık bir savaş kaybedlin mevziler ve kazanılan haklar tabiki vardır. Bügün mecliste kürtleri temsil eden insanlar gökten zembilden inmedi kürtler bunu bedeli ödedi ödüyordar ama bizim liberal sol’umuz kendi maddi çıkarlarından dolayı tüm solu ve silahlı kürt hareketini nefretle lanetliyor
Savaşın detayınımı istiyosunuz öldülen kadın gerillalara yapılan tecavüzler, ölü ele geçirilen gerillaların karakol bahçelerindeki insanlık dışı görüntüleri vs. vs.
kendi adıma değil lanetlemek, kürt özgürlük hareketi ve onun önderliğindeki direnişi genelde saygıya layık ve desteklenmesi gereken bir mücadele olarak değerlendiririm, etik olarak.bu topraklarda kısmi bir serbestileşmeden söz edilebilirse, bunda en büyük pay bu yiğit halkın nice acı bedellere rağmen otuz yıldır sürdürdüğü kahramanca mücadelenindir.
ancak aynı etik gereği yapılan yanlışları söylemek de boyun borcudur.
neylersin ki marksist olup, olaylara biriler gibi matarihsel bakamayıp, etik olarak bak ıyorum. bunda suç benim mi,
mi?
(Oslo konusunda, benim görüşlerime ve Kadir Cangızbay hocanın görüşlerine paralel bir yazı…)
Kürt tuzağı – Selçuk Candansayar
08 Ekim 2012
RT Erdoğan’ın son AKP kongresindeki konuşması demokrasi için yeni bir manifesto daha bekleyenleri hayal kırıklığına uğrattı. Yine de bir tür ‘onuncu yıl nutku’ muamelesi gören söylev AKP zihniyetinin demokrasi anlayışının özünü ortaya koyuyor.
Bizden öncekiler devletle milletin arasını açmak için her şeyi yaptılar, biz bu on yılda devletle milleti bütünleştirmek, bir ve aynı yapmak için çalıştık!
Erdoğan ve konuşmasını hazırlayan akıldanelerine devletle milletin bir ve aynı olduğu rejime ne dendiği söylense bir anlamı olmaz elbet. Olmaz elbet de, peki Türkiye’yi askeri vesayetten kurtarıp demokrasiyi yerleştiriyor diye destekleyen yetmez ama evetçiler bu hakikati bilmezler mi? Sınırötesi harekat teskeresine medyada verilen desteği görünce ne olduğunu bal gibi de bildikleri anlaşılıyor. Eh, faşizm liberal düşüncenin insana atfettiği özelliklere en uygun siyasi sistem olduğu için ortada ahlak dışında bir sorun olmadığı söylenebilir.
Benzer bir tuzak Kürtlere de kurulmuş durumda. AKP’nin Abdullah Öcalan’la pazarlık yaparken Kürt sorununu demokrasi ya da demokratikleşme süreci içinde çözmeyi amaçlamadığı artık saklanamaz hale geldi. Öcalan’la neredeyse yasal düzenlemelerin ayrıntılarına varan görüşmeler sürerken yasal siyasi yapıları terörize ederek gözaltı, tutuklama, mahkumiyet üçgenine hapsetmenin mantığı da iyice açığa çıkmış durumda.
Erdoğan’ın İmralı ile görüşmeler sürebilir cümlesinin içinde BDP ile parlamentoda kesinlikle görüşmeyeceğini de söylemesi ilk bakışta tuhaf görünüyor çoğu kişiye. Ama aslında çok sağlam bir mantığa sahip bu strateji.
Erdoğan, Kürt siyasi hareketine ancak ve sadece elinizde silah olursa sizi muhatap alırım, aksi halde yok sayarım mesajını veriyor.
Bir yanda ahlaksız liberallerin demokrasi hamleleri, Kemalist ulusalcılığın tasfiyesi gibi sıfatlarla alkışladığı Kürtçe yayının serbest bırakılması, Kürtlere Kürt diyebilme özgürlüğü gibi açılımlarla görünürde Kürt kimliğinin kabul edildiği yanılsaması yaratılıyor. Öcalan’a Kürt hareketinin lideri vasfının tanındığı muamelesi yapılıyor. Eşzamanlı olarak BDP muhatap bile alınmayıp, yok sayılıyor ve parlamentodan atılma planları yapılıyor. Kürt tuzağının saç ayağını KCK’ya yönelik emniyet ve yargı saldırısı tamamlıyor.
Bu tuzağın örtük yanı Oslo görüşmeleri ise açık yanı Habur açılımıydı.
Erdoğan ve AKP, Kürtlere temel olarak şu mesajı veriyor; Kürt olduğunuzu kabul ediyorum burada hiçbir sorun yok. Ayrıca siyaset yapmanıza da izin veriyorum. Ama siyaset için tek bir şartım var. Siyaseti sadece silahlı mücadele yöntemiyle yapacaksınız.
Erdoğan ve AKP, devletle milleti bir ve aynı bütün haline getirmeye uğraşırken Kürt siyasi hareketini de silahlı/ illegal alanda ‘konsolide’ etmeye çalışıyor.
Bir an için KCK savcılarının suçlamalarının doğru olduğunu, KCK’nın PKK’nin yasal/ silahsız uzantısı olduğunu varsayalım. Bu durumda iktidarın derdi demokrasi ve ‘kanın durması’ olsaydı, tam tersine KCK’nın önünü açması ve hatta KCK ile BDP arasındaki bağları güçlendirmesi gerekirdi. Bu yolla Kürtlerin silahlı mücadeleyi bırakıp, KCK geçişi aracılığıyla BDP’de yasal alana aktarılması mümkün olabilirdi.
Seçim yasasında barajı kaldırıp, Milli Bakiye sistemi ve Türkiye Milletvekilliği uygulaması da getirildiğinde Kürtlere, demokrasi içinde haklarınızı siyasi olarak savunmak için bütün şartları oluşturdum, buyrun demokrasiye çağrısı yapabilirdi.
Bu yüzden Erdoğan ve AKP’nin derdinin bu tip bir demokrasi olmadığını Kürtlere yönelik uygulamaları kadar doğru gösteren başka hiçbir tanıt yok.
Devletle milletin bir ve aynı olduğu siyasi rejimlerde etnisite en fazla türkü söyleme özgürlüğünden başka bir işe yaramayacaktır.
Oslo görüşmelerinin yeniden başlayabileceği, İmralı ile görüşülebileceği açıklamalarını sevinçle karşılayan BDP ve Kürtlerin ve daha önemlisi Öcalan’ın bu tuzağı görüp görmeyeceklerini zaman gösterecek.
Eğer iktidarın Kürt sorununun çözümü için tek muhatabımız İmralı’dır tuzağı tutarsa türkü söyleyip, seçmeli derste dil öğrenme dışında Kürt olmak sadece ‘silahlı terörist’ olmak anlamına gelecek. Milletiyle bütünleşmiş bir devletin de kendisi dışındaki silahlı güçlere ne yapacağını bilmek için müneccim olmaya gerek yok.
Tuzağa düşmemek için İmralı’ya gelenlere Öcalan’ın görüşmeler için muhatap olarak BDP’yi göstermesi gerekir. Olur mu? Kim bilir?
( http://www.birgun.net )
TC’nin yargı yetkisini reddetmekmi yoksa ana dil koşuluyla yargılanmanın kabulümü?
http://serbesti.net/?id=2050
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=50134
İlginç bir cinayet serisi:
http://www.yurtgazetesi.com.tr/dunya/yenilendi-parisin-merkezinde-3-pkkli-kadina-suikast-h26921.html
http://www.yurtgazetesi.com.tr/gundem/kandilden-ilk-aciklama-h26957.html
Bu gerçekler bilinmeden Paris suikastleri anlaşılamaz – Coşkun Musluk
11.01.2013
Bu yazıyı korkarak yazıyorum. Korkmak için neden sıkıntısı çekmediğimiz bir ülkede yaşıyoruz. JİTEM’in önemli isimlerinden Binbaşı Ahmet Cem Ersever, Soner Yalçın’a önemli açıklamalarda bulunduktan bir süre sonra katledildiğinde, nüfus cüzdanı onu katledenler tarafından Soner Yalçın’a yollanarak, “Sıra sende!” mesajı veriliyordu. Birileri tarafından hedefe konulduğu, Odatv davasına apansız, delilsiz ve tabii hukuksuz bir biçimde dâhil edilmesiyle anlaşılan ve ilk duruşmasına dokuz gün kalmışken hapiste yaşamını yitiren MİT Baş Müşaviri Kâşif Kozinoğlu, Aydınlık’a yolladığı mektuplarında, “Öldürmek dâhil her şeyi yaptırabilirler!” diyordu. Paris’in göbeğinde üç Kürt kadının susturucu silahlarla işlenen profesyonel bir cinayete kurban gitmiş olmaları, daha da çok korkmamızı gerektiriyor. Zira bu cinayet, görebilenlere çok şey anlatıyor.
İSTİKRARLI HEDEF GÖSTERME
Önce herkesin gördüğü ile başlayalım. Herkesin gördüğü iki nokta var: 1) Cinayet, Abdullah Öcalan ve PKK ile yeni bir görüşme sürecine girildiğinin hükümet tarafından açıkça ifade edildiği bir zamanda gerçekleşti. 2) Öldürülenlerden Sakine Cansız, PKK kurucularından ve Kandil’deki KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı’na yakın duruşa sahip kişilerden biriydi. Bunlardan hareketle, cinayetin yeni İmralı süreciyle bağlantılı olduğu ve özellikle de Kandil’deki PKK liderliğini hedef aldığı yorumları yapıldı ki, tüm bunlar akla uygun görünüyor. Akla uygunluğundan fazlası ise, legal ve illegal anasırıyla, bir bütün olarak Türkiye’deki Kürt politik hareketinde ve daha özel olarak ise PKK içerisinde, bir istikrarlı hedef ayırt etme durumunun söz konusu olmasıdır.
BEN YAZMIŞTIM
Bir alıntı yaparak başlamalıyım: “AKP hükümetiyle [İmralı arasında, CM] yürütülen pazarlıklar çerçevesinde, liberal-muhafazakâr diktatoryanın bütün organik anasırının Kandil’i ikna seferlerine çıkmasının muhtemel olduğunu, bu tutmazsa BDP içerisindeki AKP’yle pazarlığa öteden beri meyilli figürlerin devreye sokulacağını, nihayet bunların hiçbirinin sonuç vermemesi durumunda Kandil’e ve Kandil’deki mevcut PKK yönetimine yönelik çeşitli başka operasyonların yapılacağını tahmin etmek güç olmasa gerektir.” Bu satırlar uzunluğundaki tek cümle, bugünlerde çıkmış bir yazıdan alınmış değil. İki yılı aşkın bir zaman önce, yolum henüz Silivri’den geçmemişken, “Emre Özsuda” müstear ismiyle Odatv’de yayımlanmış, “Kandil-İmralı Hattında Neler Oluyor?” başlıklı yazımdan aktarıyorum. Bu öngörü ile sona eren yazının ilgili paragrafına uygun görülen ara başlık ise, “PKK değil, Kandil’deki yöneticileri tasfiye edilmek istenebilir” oluyordu. Böyle bir öngörüde bulunmamın o dönemki güncel nedeni, Abdullah Öcalan ile o dönem de yürütülen görüşmelere rağmen, Kandil’deki PKK yöneticilerinin AKP’ye ve onun temsil ettiği zihniyete güven duymamaları ve bunu da her fırsatta söylem ve eylemleriyle, zaman zaman Öcalan’la ayrı düşmek pahasına bile olsa, ortaya koymalarıydı. Yalnız, aradan geçen zamanda, gerek AKP’nin, “Ergenekon”, “Balyoz” ve “Odatv” operasyonları gibi, daha başka alanlara yoğunlaşmış olması, gerekse de, bırakalım Kandil’i, el altındaki Abdullah Öcalan’ın bile sürece tam anlamıyla ikna edilememiş olması, Kandil’in apaçık bir hedef olarak ortaya çıkmasını geciktirmiş olmalıdır.
FARK YOK YANLIŞ
Kürt hareketi içerisinden hedef ayırt etme veya ayıklama istikrarının nedeni, hâliyle, şayan-ı merak olmalıdır. Legal ile illegal unsurlar, daha somut ifade edecek olursak, BDP ve PKK arasında bir fark olmadığı veya daha özelde ise illegal unsur içerisinde de İmralı ile Kandil arasında herhangi bir farkın bulunmadığı ileri sürülebilir. Zaten Türk basınında sıklıkla rastlanan, “PKK içinde çatlak!”, “Murat Karayılan-Cemil Bayık ihtilafı” türünden yorumların da, “Örgütün beli kırıldı!”, “Geniş çaplı operasyon başlatıldı!” benzeri “wishful thinking” örnekleri olmaktan öte bir anlam taşımadıklarını belirtmek gerekiyor. Fakat bu yalın gerçeklik, Kürt politik hareketinin ayrı ayrı unsurlarının somutun ve pratiğin etkilerinden bağışık olduğu anlamına ise, hiç gelmiyor. Legal siyasetin heterodoksiye ve çok zaman ilkesizlere de daha çabuk açılan kapıları, PKK çizgisindeki Kürt politik hareketinin ilk legal politik partisi olan HEP’in bile PKK liderliğiyle ciddi sorunlar yaşamasına neden oluyordu. Demokratizm ile savaş arasındaki gerilimi, daha birkaç yıl önce Mehmet Şener vakası üzerinden yaşayan PKK liderliğinin, daha doğrusu Abdullah Öcalan’ın, HEP’in Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmış olmasından memnun olduğu bile yazılır.
“FAZLA OLUMSUZ GÖRMÜYORUZ”
Yakın dönemden örneklerle devam edelim. Kandil yönetimi, Türkiye 12 Eylül 2010 referandumuna giderken, BDP içerisindeki AKP’yle pazarlığa fazlasıyla meyilli birtakım figürleri ikaz etmekten geri durmuyordu. KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu, Mart 2010’da, AKP’nin yüksek yargıyı da denetimine almak amacıyla gerçekleştirmek istediği anayasa değişikliği konusunda BDP’nin izlediği politikadan söz ederken şunları söyleyebiliyordu: “… AKP’nin paketine destek vermek kesinlikle AKP’nin tuzağına düşmek olur. AKP’nin demagojisinin ve oyalama politikasının kuyruğuna takılmak olur. Bu açıdan zaman zaman verilen demeçler daha ilkeli ve net olabilirdi. Ama şu ana kadar BDP’nin tutumunu fazla olumsuz görmüyoruz.” Kandil’in BDP’nin tutumunu “fazla olumsuz görmediğini” dillendirmesi, katiyetle olumsuz gördüğünü dillendirmenin bir yolu olarak okunmalıdır. Kürt legal siyasetçileri Silivri yargılamaları üzerine konuştuklarında AKP’den farklılaşabilmekte bir hayli güçlük çekerken, Öcalan ise şunları söylüyordu: “KCK davasında tutuklu olanların durumu tam rehine almadır, onlara rehine muamelesi yapılıyor. İki yıldır hukuksuz bir şekilde yargılamadan cezaevinde tutuyorlar, Silivri’de de öyle yapıyorlar. Böyle giderse bu şekilde yargılamalar on yıl devam eder. Bu bir çürütme politikasıdır. Daha önceleri infaz ediyorlardı, şimdi çürütüyorlar.”
AKP’YE GÜVENSİZ ÇİZGİ HEDEFTE
Somutun ve pratiğin etkilerinin farklılaştırıcılığı, yalnızca illegal ile legal olan arasında ortaya çıkmıyor. Bu, zaman zaman, el altında olan ile sahada olan arasında da ortaya çıkabiliyor. Bu durumun en somut örneklerinden birine, BDP’nin selefi olan DTP Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldığı zaman tanıklık etmiştik. Kandil’deki KCK Yürütme Konseyi’nden, DTP’nin kapatılması hâlinde milletvekilliği düşürülmeyen tüm DTP milletvekillerinin TBMM’den çekilmesi anlamında “sine-i millet” çağrıları yapılırken, birkaç gün sonra İmralı’daki Abdullah Öcalan’dan, “DTP’nin kapatılması dünyanın sonu değil.” açıklaması gelebiliyordu. Bu açıklama sonrası, AKP’ye güvensiz Kandil’deki PKK yönetimine paralel olarak “sine-i millet” açıklamaları yapan, dönemin Demokratik Toplum Kongresi sözcüsü Hatip Dicle ise, çok geçmeden KCK soruşturmalarıyla doldurulan çuvallardan birine dâhil edilerek hapse atılıyordu. Hatip Dicle, sonraları mahkemelerde, Ahmet Türk gibilerle dönemin İçişleri Bakanı ve “açılım” koordinatörü Beşir Atalay’ın, Atatürk Orman Çiftliği’ndeki Merkez Lokantası’nda yaptıkları “Habur” pazarlıklarını anlatacak ve “legal siyasetçi” arkadaşları tarafından suskunluğa terk edilecektir. Dicle sonradan milletvekili seçilmesine rağmen serbest bırakılmadığı gibi, dahası milletvekilliği bile bir AKP’li adaya bahşedilmiştir. Dicle’de hedef seçilen, bugün bu cinayetle de hedef alındığı gibi, AKP’ye güvensiz Kandil çizgisiydi.
KABA SOLCULUKLA SUÇLANAN KADRO
Somutun ve pratiğin kimi dönüştürücü etkilerine, doğrudan illegal alanda var olduğu ve silahlı mücadele verdiği için daha az maruz kalan Kandil’deki PKK yönetimi, aslında Türkiye’deki Kürt politik hareketinin ideolojik çıkış noktasını muhafaza ediyor. Bugün çoğu altmışlarında olan Kandil’deki üst düzey PKK yöneticileri, 1970’lerin öğrenci hareketinden ve özellikle de soldan geliyorlar. İlk silahlı eylemleri, Celal Bucak gibi Kürt feodallerine karşı olan bu çekirdek kadronun, kimi zaman “kaba solculuk” ile suçlanmaları boşuna değil. Söz gelimi, KCK Yürütme Konseyi Üyesi Cemil Bayık, Bülent Arınç’a “suikast” iddiaları sonrası yapılan Kozmik Oda aralamaları için “Kozmik Oda’ya siyasal İslam yerleşecek!” yorumunu yapıyordu. Yine, Kandil’deki PKK yöneticileri, AKP’yle pazarlığa öteden beri meyilli kimi figürlerin aksine, “Ergenekon” ve benzeri davalarla ilgili de son derece temkinli bir dil kullanıyorlar, hatta zaman zaman tam tersine AKP’yi bir tür “Yeşil Ergenekon” kurmakla suçluyorlardı. Paris’te işlenen son cinayetle ilgili Kandil’den yapılan son açıklamada da bu temkinlilik görülebiliyor. Açıklamada cinayet için “Türk Gladio’sunun işi” tanımlaması yapılırken, “Ergenekon” gibi tartışmalı bir tanımlama yerine, Türkiye solunun geleneksel derin devlet isimlendirmesi olan “Gladio” adının kullanıldığı görülüyor.
YALNIZ TÜRKİYE MERKEZLİ DEĞİL
Bugün yeniden başlayan İmralı görüşmeleri, pek çok açıdan daha ciddi görünüyor. Paris cinayetleri bu görüşmelere öyle ya da böyle direnç gösterebilecek kimi unsurlara yönelik ciddi bir mesaj olarak görülmelidir. Kürt sorununa yönelik, kimlik sorunu, birtakım yasal iyileştirmeler ve anayasal tanınma bağlamında ciddi adımların atılması konusunda, önceki süreçlere kıyasla daha fazla şans verilebilecek bir sürecin başladığı aşikâr. Fakat bu görüşmelerin, Türkiye’nin içinden geçtiği dönüşümün, başka deyişle yeni rejim inşası sürecinin tamamlanması yönünde bir araç olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. İdeolojik motivasyonları, din’i söyleminde ön planda tutmuyor oluşu, tüm temsil düzeylerinde kadınların da birer “Eş Başkan” olarak yer aldıkları bir hareket olması, Orta Doğu politikası bağlamında, PKK çizgisinin Suriye’deki temsilcisi ve bugün Suriye’deki en güçlü Kürt örgütlenmesi olan PYD’nin Batılı güçler tarafından topun ağzına konan Esad ile doğrudan çatışmayı seçmemiş olması, hepsi ve hepsi, böyle bir Kandil’e ve böylesi bir yönetici kadroya sahip bir Kürt hareketine gerek yeni Türkiye’de gerekse yeni Orta Doğu’da neden yer olmadığını anlamak için yeterlidir. Bu cinayetler, Kandil çizgisinin apaçık hedef alınmış olduğunu göstermenin yanı sıra, sadece Kandil’in değil, yeni İmralı sürecinin önünde en küçük bir engel oluşturduğu düşünülebilecek herhangi bir kesimin veya aktörün de hedef alınabileceğini düşündürmelidir. Paris gibi bir yerde profesyonel biçimde işlenen bu cinayetler, işin içinde yalnızca Türkiye merkezli aktörlerin olmadığını da gösteriyor.
ANTER CİNAYETİNİ HATIRLATIYOR
Cinayetler ortaya çıkar çıkmaz, hükümet çevrelerinden ve en açık olarak da AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik tarafından yapılan, “örgüt içi hesaplaşma” yorumlarını düşündüğümde, aklıma ister istemez 1992’de işlenen Musa Anter cinayeti geliyor. Anter’in öldürüldüğü ortaya çıkar çıkmaz, o dönem iktidarda olan DYP hükümetinden de “cinayetin bir örgüt içi hesaplaşma olduğu” yönünde bir açıklama yapılmıştı. 1992’yi, 1993 izledi ve kan, oluk oluk akmaya devam etti… Buradan sonrasını yazmıyor, artık aramızda olan Soner Yalçın’a havale ediyorum… Bu yeni gidiş, Soner Yalçın’lık görünüyor ve aslında, tam da bu yüzden, daha çok korkutuyor…
Coşkun Musluk
twitter.com/cmusluk
Odatv.com
Aşamalar: Yeşil, sarı, kırmızı – Metin Çulhaoğlu
10 Ocak 2013
“Diyalog”, “müzakere”, vb, başına ne koyarsanız koyun şöyle ya da böyle bir sürecin başladığı açıktır. Bir tarafta, Erdoğan’ın damgasını taşıyan AKP siyaseti, diğer tarafta da en genel anlamda “Kürt siyaseti” yer almaktadır. Tarafların bu terimlerle tanımlanması, belirli bir tespitin sonucudur. Diyalog, yerleşik bir kurumun ortadaki sorunu kalıcı biçimde ortadan kaldırma niyetiyle değil, konjonktürel değişkenliklere de açık özel siyasal hesaplarla başlatılmıştır. Dolayısıyla taraflardan ilki, “Devlet” yerine “AKP siyaseti” olarak tanımlanmalıdır. Diğer taraf içinse, İmralı, Kandil, BDP ve Avrupa arasındaki reel ya da muhtemel nüanslar dolayısıyla “Kürt siyaseti” genellemesini daha yerinde olacaktır.
Süreç, zihinlerde, sırasıyla yeşil, sarı ve kırmızı olmak üzere üç renkle canlandırılabilir. Bunlar, “aşama”lardır. Halen sürmekte olan “yeşil” aşamanın hemen ilk ağızda tıkanması, taraflardan herhangi birinin “paydos” demesiyle kesilmesi olasılığı düşük görünmektedir. Örneğin “çatışmasızlık”, “silah bırakma”, “Öcalan’ın önünün daha fazla açılması ve sürece daha aktif katkısı”, giderek “ana dilde eğitim”, “yerel yönetimlerin güçlendirilmesi”, yeşil aşamada belirli bir mesafe alınmasını engellemeyecek gibi görünen başlıklardır.
Ne var ki, bu söylenenler ilk aşamanın kolaylıkla tamamlanıp daha zorlu olan sarı aşamaya hemen geçilebileceği anlamına gelmemektedir. Çünkü yeşil aşamanın en makul ve arzu edilir görünen başlıklarında bile, taraflardan ilkinin kesin niyeti bellidir: Silahlı mücadele yanının ötesinde, belirli bir ideolojinin ve siyaset çizgisinin temsilcisi olarak PKK’nin varlığına tümüyle son verilmesi…
Neden böyle?
Birincisi, PKK bu ülkede düzen siyasetinin, Kürtleri ağalarla, şeyhlerle, Küfrevilerle, Gaydalılarla, Bucaklarla vb “idare etme” rahatlığına son vermiştir. Siyaseti, tabana, Kürt emekçilerine ve yoksullarına taşımıştır. Son dönemde sağdan soldan gelen tüm zorlamalara karşın “aydınlanmacı” ve “sol” bir geleneğe sahiptir. Diyalogun taraflarından ilkini, yani AKP’yi rahatsız eden başlıca olgu budur.
İkincisi, “ulusalcı” kesimin aksi yöndeki tüm iddialarına ve yakıştırmalarına karşın, özellikle ABD, elinde bir “Kürt kartı” olsun istemekte, ancak bu kartın üzerinde “PKK” yazsın hiç istememektedir. Bölgeye yönelik olup baş aktörlüğüne AKP’nin soyunduğu plan, yani “ılımlılaştırılmış” Sünni eksenin sorunları hiç bitmeyecek gibi görünen bölgede sağlam bir kazık olarak tutulması, tamamen biat etmiş emir kullarını gerektirmektedir. Temsil ettiği gelenekle, içinde barındırdığı belirli ideolojik-siyasal yönelimlerle PKK ise bu bakımdan itimat telkin etmemekte, her an “çıkıntılık yapabilecek” bir karın ağrısı olarak görülmektedir.
Burada vurgulanan, kuşkusuz bir örgüt adı olarak “PKK”, bu adın sürüp sürmemesi değildir. Tasfiye edilmek istenen bir ad değil, bu adın temsil ettiği ve/veya bu ada atfedilen ideolojik ve siyasal özelliklerdir.
Peki, AKP çıkıp “bakın, biz eski gömleğimizi (milli görüş) değiştirmiş ve bunu açık açık söylemiştik, şimdi siz de gömleğinizi değiştirin” diyemez mi? Derse, bu öneri diğer tarafta kabul göremez mi?
Açık söylemek gerekirse, işin burası şimdiden peşin olarak bilinemez. Ancak, bir noktada kesin konuşulabilir: Mesele, çıkartılan gerilla gömleğinin yerine neyin giyileceğidir; başka gömlekler de varken tutup cübbe ya da alacalı bulacalı çiçekli böcekli Hawaii gömleği dayatılırsa, “otorite” ne derse desin bunun tepkisiz kalması mümkün değildir.
* * *
“Sarı aşama” dendiğinde, belirleyici faktörler olarak Başkanlık sistemi ve bu bağlamda “yeni Anayasa” ile birlikte Irak ve Suriye’deki olası durumlar öne çıkmaktadır. Eğer “yeşil aşamanın” ardından buraya kadar gelinebilirse, iki olasılıktan söz edilebilir. Birincisi, AKP siyaseti Başkanlık sistemini “Kürt sorununun nihai çözümünün en önemli aracı” olarak özellikle cilalayacaktır. İkincisi, Irak ve Suriye’deki gelişmelerin diyalogu sürdürücü yanının köstekleyici yanından daha ağır basması ihtimal dahilindedir.
Ya “Kırmızı aşama?”
Eğer “demokratik özerklik”, “demokratik konfederalizm”, “radikal demokrasi” vb bu aşamanın başlıklarıysa, bir bu başlıkların içeriğine, bir de AKP’ye, Erdoğan’a ve niyetlerine bakın…
Eğer “ne güzel, ikisi zaten tam tamına örtüşüyor” diyen çıkarsa her halde “pes” demekten başka yapacak şey yoktur.
(soL Haber)
http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/erbilde-bdpye-rakip-parti-kuruluyor-haberi-67544
Genişleyen Boşluk ve Aşağıdan Müdahale
Daha önce bu sitede yaptığım bazı yorumları, tespitleri ve paylaştığım bazı yazılardan çıkardığım fikirleri alt alta koyarak yeni bir “sentez” yapma gereği duydum…
1) Kürt hareketinin legal kanadındaki devrimci damarını oluşturan, ayrıca Demir Küçükaydın’ın bir yazısında “parti komiserlerine” benzettiği kadrolar, KCK tutuklamaları yoluyla tasfiye edilmiştir.
2) Bununla birlikte, AKP-Cemaat rejiminin ABD ile birlikte yürüttüğü “entegre stratejisinin” diğer ayakları, Kandil’deki “şahin kadroların” (daha doğrusu direnişçi kadroların) bir çeşit “Bin Ladin operasyonu” yoluyla uyarılması, hizaya gelmezlerse katledilmeleri; bunlar yapılırken de Barzani’ye yakın duran burjuva/liberal/muhafazakar unsurların muhatap alınması; Öcalan’ın da lider-kültünden yararlanılarak, Kürt hareketinin AKP’nin ve ABD’nin yeni tuzaklarına “ikna” edilmesi. İşletilmekte olan sürecin özeti budur.
3) Kürt hareketinin legal kanadı, demokratik-özerklik projesinden fiilen vazgeçmiş, AKP’nin “ikinci açılımda” öne sürdüğü havuçlara fit olur hale gelmiştir. Bu konuda BDP’yi suçlamanın pek anlamı yoktur, yukarıda özetlediğim “entegre stratejinin” ve “muvazaanın” bu gerilemede payı daha büyüktür. Fakat bu durum, bir yönüyle de faydalı olabilecek bir “boşluk” yaratmaktadır. Yorumumun “öneriler” kısmında bu boşluğa da değineceğim.
4) Geçtiğimiz hafta oluşan YPG-ÖSO anlaşması (şimdilik kesin bir kanıya varmamıza yol açmasa da), Öcalan-AKP müzakerelerinin, Kürt hareketini bugünkü bölgesel savaşta (Suriye-İran-Irak cephesine karşı) TSK ile el ele, cephenin önüne itekleme projesinin az da olsa mesafe aldığını gösteriyor. Kuşkusuz ki, bu tepeden zorlama da Kürt hareketi içerisinde anti-emperyalizm temelinde kırılmalara/ayrışmalara nesnel zemin hazırlayacaktır. Kandil’dekiler hem AKP’nin alicengiz oyunlarına karşı daha uyanıktırlar, hem onların sol-damarı hala tazedir (“şahinler”, Cengiz Çandar’ın iki yıl önceki TESEV raporunda bu yüzden hedef gösteriliyorlar) hem de Kandil’dekiler Suriye-Irak-İran cephesine karşı yürütülen taşeron savaşı konsepti içinde ‘koçbaşı’ olmayı kabul etmezler, bunun “Büyük Türkiye” fantezisi uğruna bir intihar girişimi olacağının farkındadırlar.
Bu sürece devrimcilerin aşağıdan müdahale edebilmeleri için birkaç naif önerimi paylaşmak istiyorum:
1) Hapisteki Kürt devrimcilerinin özgürleştirilmesi ve aynı “suçlardan” içeride olan diğer muhaliflerin de özgürleştirilmesi için kampanyalar genişleyerek, ideolojik ayrım yapmadan devam etmelidir. Tek başına bu da yeterli değildir; çünkü bu kadroların ne ölçüde serbest bırakılıp bırakılmayacakları da bilinmemektedir. O yüzden demokratik mücadelede onların yerini alacak yeni kadroların eğitimine ağırlık verilmelidir.
2) Yukarıda demokratik-özerklik projesi hakkında bir “boşluktan” söz etmiştim. Bu boşluğun telafi edilebilmesi için anti-kapitalist duyarlılığı yüksek olan herkesin, demokratik-özerklik projesini mantıksal sonuçlarına götürerek onun bir “özgür komünler federasyonu” projesine dönüşmesini, ayrıca bu projenin her yerde, yerellerde neoliberalizmle halk arasındaki çelişmelerden doğan hak mücadeleleriyle ilişkisini kurmasını sağlayacak ara-aygıtlar oluşturulmalıdır. Kısacası, BDP’nin yapması gerektiği halde yap(a)madığı şeyler hayata geçirilmelidir.
3) Fırat’ın batısındaki illere göç etmek zorunda kalmış Kürt halk kitlelerinin çoğunluğu emek sömürüsünün en yoğun olduğu sektörlerde (çoğu zaman taşeron olarak) çalışmaktadır. Ek olarak, AKP’nin korporatist sermaye birikim modelinin en önemli ayaklarından birini oluşturan “Kentsel Dönüşüm” adı altında yürütülen inşaat rantçılığı, en başta, kentlerin periferisinde (varoşlarda) yaşayan Kürt göçmenleri tehdit etmektedir. Eğer tüm bu alanlardaki mağdurları ve emekçileri ayağa kaldırmaya yönelik eylem planı oluşturulup uygulamaya konursa;
i) Daha önce bahsettiğim, Kürt hareketindeki olumlu ayrışma olasılığı (kabaca uzlaşmacı-devrimci ayrışması diyebiliriz) artacaktır.
ii) AKP-C’nin besleyip büyüttüğü Samatlardan oluşan (ve sadece Karadeniz’le sınırlı olmayan) çetelere karşı “emekçi kardeşliği” duvarının örülmesi sağlanacaktır.
iii) AKP-C’nin kimi zaman şovenizmi tırmandırarak, kimi zaman da muhalif gruplardan herhangi birini yedeğine alarak yürüttüğü, farklı muhalif kesimleri “kendi etnik, milli, mezhebi mahallelerine hapsetme” ve bu muhalifleri birbirine kırdırma politikası suya düşecektir.
Düzeltme: “Samatlardan” değil, “Samastlardan” şeklinde olacak.
http://www.sendika.org/2013/03/ocalanin-newroz-mektubu-ve-yansimalari-dr-mustafa-pekoz/