Site Logosu

Gün Zileli

Aşk ve Devrim

Mümtaz’er Türköne’den Hareketle: Bir Proje, İki Lider

Gün Zileli, Kürt Sorunu, MHP, Milliyetçilik, Ortadoğu

 

Ülkücü hareketten Mümtaz’er Türköne gibi bir siyasi ve toplumsal tahlilcinin çıktığını görmek, son zamanlarda beni en çok şaşırtan olaylardan biridir. Hayatın, hiç akla gelmeyecek sürprizlere gebe olduğunu kendi uzun deneyimlerimle bilmeme rağmen yine de şaşırmaktan kendimi alamadım. Bu şaşırmada, elbette içinden geldiğim sol geleneğin, toplumsal hasımlarını, özellikle de “aşırı sağ”dan ve “Ülkücü hareket”ten gelen düşünürleri izlemeye son derece kapalı olmasının benim üzerimdeki etkilerinin rol oynadığını belirtmeliyim.

Bu girişten sonra, Mümtaz’er Türköne’yi uzun süredir ülkücü hareketten gelen biri olarak tanıdığım halde, düşünsel cesaretiyle ve fikirlerini derli toplu ortaya koyuşuyla, Ruşen Çakır’ın programlarıyla ve Cansu Çamlıbel’e T24’te verdiği uzun röportajla çok daha derinlemesine tanıdığımı ve takdir ettiğimi belirteyim.

Tahmin edileceği gibi, bu yazıda, Türköne’nin, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye atfettiği “devletin, Kürtlerin de katılmasıyla yeniden inşa edilmesi” projesi üzerinde durmak istiyorum.

Altını çizerek “atfettiği” dedim, çünkü D. Bahçeli’nin, son aylarda başlattığı “barış projesine” ilişkin son derece kısıtlı beyanlarından başka bir açıklaması yok ortada. Dolayısıyla, Türköne’nin yaptığı gibi, D. Bahçeli’nin “projesine” ilişkin ancak tahminlerde bulunulabilir. Dahası, bu tahminler, yine Türköne’nin belirtiği gibi, son derece “ketum” bir insan olan D. Bahçeli’nin beyanlarından çok, “onun ne yapmak istediğine” ilişkin yorumlar yapan Türköne’nin söylediklerinden hareketle ileri sürülebilir.

Türköne’den hareketle kısaca özetleyecek olursam; D. Bahçeli, “devletin bekası için” devlete “Kürt unsurunu da katmak” ve “Türk ve Kürtlerden oluşan yeni bir devletin inşasına girişmek” istemektedir. “Türkleri temsilen” Milliyetçi D. Bahçeli ile “Kürtlerin lideri” ve Türköne’nin nitelemesiyle “devrimci” Abdullah Öcalan gibi iki “etkili” liderin bu amaçla el ele vermesi böyle bir “devletin yeniden inşası”nda son derece belirleyicidir. Türköne’nin tahliliyle, Türkiye’nin, Ortadoğu’da içinde bulunduğu durum, komşularıyla ilişkileri, özellikle Suriye’de son zamanlarda meydana gelen önemli değişiklikler bu projenin hayata geçmesini zorunlu kılmaktadır. Türkiye’nin, bırakın içteki durumu, örneğin Suriye’deki Kürtlerle (YPG) ile çatışmayı sürdürmesinden elde edebileceği hiçbir şey yoktur. Oysa “Öcalan’ın önderliğiyle” Kürtler devlet yapısına katılırsa zaten federal bir yapıya evrilen Suriye’deki Kürtler Türk devletinin düşmanı değil, dayanacağı bir güç haline gelebilecektir. Amiyane tabirle bu, “bir koy, üç kazan”ın formülüdür.

Elbette çok daha kapsamlı ele alınması gereken bu projenin özetin de özeti açıklaması benim anlayışım çerçevesinde böyledir.

Peki, daha dar alırsam, bir anarşist, daha geniş alırsam bir solcu olarak ben ne diyorum bu projeye?

 

Lafı dolandırmadan belirteyim ki, temelinde “halkların kardeşliği” inancı olan ve bunu her fırsatta haykıran hiçbir toplumsal düşüncenin, Türklerle Kürtleri bir araya getirecek, Kürtlerin toplumsal alanda tamamen kabulünü sağlayacak, “kardeşleşmeyi” teşvik edecek hiçbir proje, tasarı ya da düşünceye karşı çıkması mümkün değildir. Belki böyle bir projenin “samimiyet” derecesi sorgulanabilir, elbette sorgulanmalıdır da ama yekten karşı çıkmak düşünülemez bile. Bu yüzden, Türköne’nin bu projeyi D. Bahçeli’ye atfetmesi ne kadar gerçekçidir (bunu zaman gösterecek) bilmiyorum ama Kürtleri toplumsal kabulün önemli, hatta tayin edici unsuru haline getiren bir projeye karşı çıkmayı bir anarşist ve solcu olarak aklımdan bile geçiremem.

 

Bununla birlikte, Türköne’nin tahayyülünde belirleyici rol oynadıkları çok açık olan iki liderin, yani D. Bahçeli ve A. Öcalan’ın tahlil edilmesinin tayin edici önemde olduğunu belirtmeliyim.

Aşırı sağcı MHP’nin tek ve tekçi lideri D. Bahçeli, Meclis’te gidip aniden DEM Partililerin elini sıkıncaya kadar DEM Parti’nin kapatılmasını savunan esaslı bir Kürt düşmanı olarak biliniyordu. A. Öcalan için “bebek katili” türü iç gıcıklayıcı nitelemeleri, mucidi olduğundan emin değilim ama çok yakın zamana kadar en sık ve kışkırtıcı şekilde kullanan siyasi şahsiyetlerin başında geldiğini söyleyebilirim. Bunun ötesinde, MHP bünyesinde işlenen Sinan Ateş cinayeti konusundaki suskunluğunu ya da “ketumiyetini” halen korumakta olduğu da kaydedilmelidir. Herkesin bildiklerini uzatmama gerek yok.

PKK’nin kurucusu ve lideri, hatta bunun da ötesinde “Kürt halkının manevi lideri” kabul edilen, neredeyse çeyrek yüzyıldır hapiste olan bir müebbet hapis mahkûmu olması nedeniyle özgürlükçülük gereği savunmak durumunda olduğumuz Abdullah Öcalan’ın, tutuklanmadan önceki yine bir çeyrek yüzyıl tutan PKK liderliği boyunca ne yazık ki Kürt gerilla hareketi içindeki çok sayıda militanın infazından sorumlu olduğuna ilişkin anlatımlar ve tanıklıklar, her şeyi bir yana bırakalım bu insanların yakınları tarafından ileri sürülmektedir. Bunun ötesinde, A. Öcalan’ın, Türkiye’nin kritik dönemlerinde, AKP iktidarı ile muhalefetin en çetin çatışma anlarında, son derece tayin edici seçim öncesi dönemlerde kendisine yollanan “özel” aracılar yoluyla hep iktidardan yana tavır koyduğu da malumdur. Buradan baktığımız zaman, Türköne’nin Öcalan’a “devrimcilik” atfetmesi, açıkça belirteyim ki, benim nazarımda D. Bahçeli’ye atıflarını da kuşkulu hale getirmiş bulunuyor.

 

Böyle bir kardeşleşmeyi ve dayanışmayı, ortak bir toplumsal oluşumu ne kadar desteklersem destekleyeyim, Türköne’nin, Türklerin ve Kürtlerin ortak bir zeminde buluşmasını ve hatta kardeşleşmesini öngören projesinin, biri milliyetçi, diğeri “devrimci” sağcı iki liderinin hiç güven verici olmadığını belirtmek zorundayım.

 

Gün Zileli

24 Nisan 2025

www.gunzileli.net

gunzileli@hotmail.com

 

 

 

 

 

17 Comments

  1. Anonim

    Öcalan da sizin gibi bir anarşist değil mi? Neden Türköne’nin Öcalan’a “devrimcilik” atfetmesinde tırnak işaretleri kullandınız? Öcalan’ın Bookchin ile yazışmalarını ve devrimcilikte sizin fikirlerinize benzeyen düşüncelerini https://theanarchistlibrary.org/special/index ve özellikle https://theanarchistlibrary.org/category/topic/kurdistan sitesinde okuyabilirsiniz.

  2. Gün Zileli

    Ayinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz. Ziya Paşa

  3. Anonim

    Siz de TikTakTokçular gibi kısa, öz ve yoğun bir cevap vermişsiniz.
    Ben de sizi taklit edeceğim ama sizler kadar kısa, öz ve yoğun yanıtlar vermede usta değilim.
    – Ziya Paşa yaşasaydı belki de “Ayinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz.” lafının artık geçerli olmadığını kabul ederdi. Örneğin iç yüzünü işlediğiniz ve sizin de uzun bir süre katıldığınız Bolşevik/Sovyet devrim tarihi. Binlerce daha örnek verebilirim. Diğer örnek Mao’nun Çin’i. İnşallah, “Elhamdülillah Marksist-Leninistiz” lafınızın hala bu göz boyamayla geçinenlerle bir alay olduğunu yanlış anlamamışım.
    – Benden de bir atasözü: Fikirler yanlış olmasa da, zamanla yanlış olurlar. Sanırım bir eski Marksist olarak Marks’ın üstadı Hegel’den aldığı diyalektik mantığın statik klasik mantığa zaman unsuru katma amacı olduğunu bilirsiniz. (Tez-Anti-tez-Sentez ve sentez = yeni tez).
    – Dünyanın gözünü Sovyet Rusya’ya ilk açanlardan biri olan Gulag Takım Adaları ilk defa 1973’de yayınlandı ve 1974’te Türkçeye çevrildi. Ve siz hala Marksist-Leninist-Maocu idiniz.
    Kitaptan bir alıntı:
    “ Berdyayev çevresinden bazı kişileri bir yargılama için kuklaya dönüştürmeyi başardılar, ancak Berdyayev’de başarılı olamadılar. Onu açık bir yargılamaya sürüklemek istediler; onu iki kez tutukladılar ve (1922’de) kendisi Dzerzhinsky tarafından bir gece sorgusuna tabi tutuldu. Kamenev de oradaydı (bu da onun da ideolojik bir çatışmada Çeka’yı kullanmaya karşı olmadığı anlamına gelir). Ancak Berdyayev kendini küçük düşürmedi. Yalvarmadı veya yakarmadı. Rusya’da kurulan siyasi otoriteyi kabul etmeyi reddetmesine yol açan dini ve ahlaki ilkeleri kesin bir şekilde ortaya koydu. Ve sadece onun bir yargılama için işe yaramayacağı sonucuna varmakla kalmadılar, aynı zamanda onu serbest bıraktılar.”
    Ben çok eminim ki, fiziksel işkenceye dayanabilme sınırları hariç, siz de Berdyayev gibi ilkelerinize sadık kalıp kukla olmazdınız. Bu da bence ayine ile laf arasındaki ilişkinin, en azından, zamanın akışına bağlı olduğunu akla getirir.
    Not: LÜTFEN 1922 TARİHİNE DİKKAT EDİNİZ. Bence dünyayı başka türlü görenler yalanları kolay kolay yutmazlar. Şu an bile en büyük alçaklıklar, ayinesi ve lafları aynı olan Trump-Netanyahu-Starmer-AB başkanları… Ve diğer sayısız ülkeler (Çin, Hindistan, Rusya… Siyasi cambazlıklarla işi yürütüyorlar. Hele çok beğendiğiniz büyük beyinliler ile yukarıdakilere karşı konuşanlar! İçi çoktan çürümüş, pis kokan DEMOKRASİ’DEN başka bir dayanak bulamıyorlar. Belki de “Allah’ın işine akıl ermez” diyenler çoktan bu dolandırıcılıkların farkına varıp işi benim gibi basitleştirdiler.

  4. Gün Zileli

    Stalin nasıl Hitler’den fazla sayıda komünisti öldürtmüşse, söz konusu kimse de, lider olduğu dönemde çok ama çok sayıda gerillayı ve gerilla liderini öldürtmüştür. Olgular bunu söylüyor.

  5. Anonim

    Yazdıklarımla yaptığınız ölüm olguları saymanlığı arasındaki bağı göremedim. Olgularla ideolojiler-teoriler arasındaki bağı bile bilmiyorsunuz. Ben Öcalan olgularınızı düşündüğümde ilk aklıma gelen Amerikalıların Kızılderililer hakkında söyledikleri: “Şef çok, Kızılderili yok”. Üstelik tarihte ölüm saçanlar hakkında bilginizin affedilmez kıtlığını da gösterir. Ve nasıl üretim teknolojiyle arttıysa soy kırımı ve devasa katliamlar da öyle.
    Ben dediği ile yaptığı aynı olanlardan söz ettim ve Hitler ile Stalin bunlar arasında. Stalin 1953’de öldü ve siz çok daha sonra Marksist-Leninist-Maoist olup doğru-yalanlara inandınız. Hala emek, emek, emek nakaratı dilinizde. Kendinizi aynada görmek isterseniz Frantz Fanon iyi bir başlangıç. Tabii, kolonilerdeki büyük beyinlileri zamanımıza uyum içine sokmak şartıyla.
    Hadi biraz gülelim: Kapitalistler sizden çok emekçileri sever. Bakın mesela daha çok emeğe neden olduğundan yırtık pantolonlar daha pahalı.
    Siz Lenin’in ve hatta Marks’ın bile emekçeler hakkında dediklerinden habersizsiniz. Büyük beyinli Lenin emekçilerin kulaklarından tutup yol gösterdi.
    Hala bana göre 10 bin yıllık, Sahlin’e göre 2 bin yıllık doğru-yalanlarla dünyayı harabeye çevirenlere inanıyorsunuz. Başka bir görüşten tamamıyla yoksunsunuz. Ölenler saymanlığı yapıyor, sizleri kapana alanların iyi/kötü taraflarını ayıklayıp kara cahillere siyasi görüşler olarak sunmanız yetiyor.
    “Marksist-Leninist-Maoist”likten anarşistliğe, daha sonra da sosyal medyacılık-youtubistliğe, şimdi de kısa-öz-yoğun Tik- Tak-Tokistliğe terfi ettiniz. Genel ve toplumsal İLERLEME bir mitse de, KİŞİSEL İLERLEME çok gerçek.
    Bakın aşağıdaki listeye, Öcalan anarşistlikte ünlü olmakta sizi çok daha aşmış. Bence bu bir “tesadüf” değil, fırsatlardan yararlanmalarda antenleri güçlü olmak. Anarşist-Bookchin, Anarşist-Öcalan, Rojava… bağlantısının çok kısa bir listesi:
    1. https://trise.org/2021/01/04/the-evolution-of-the-kurdish-paradigm/
    2. https://theanarchistlibrary.org/library/joris-leverink-murray-bookchin-and-the-kurdish-resistance
    3. https://www.currentaffairs.org/news/2023/06/how-the-kurds-of-rojava-embraced-revolutionary-new-ideas-of-social-organization
    4. https://lefteast.org/power-to-the-people-rojava-anarchism-and-murray-bookchin/
    5. https://www.voanews.com/a/writings-of-obscure-american-leftist-drive-kurdish-forces-to-syria/3678233.html
    6. https://www.rudaw.net/english/middleeast/syria/21042016
    7. https://social-ecology.org/wp/2015/08/interview-with-a-young-kurdish-revolutionary/
    Sayısız çok daha var!

  6. Anonim

    Sayın Zileli olguların tek yorumları olduğunu sanıyor. Ben onun kadar büyük beyinli değilsem de bunun da bir doğru-yalan olduğunu biliyorum.
    Şu an bile İsrail’in Filistin hakkında uydurduğu doğru-yalanı İsrailli eşsiz tarihçi Ian Pappé çok güzel dile getirir: “İsrailliler Yehva’ya inanmazlar ama Filistin’i kendilerine verdiğine inanırlar”
    Not: Beyinleri büyük ama bilgileri küçük olanlara; Siyonistler Amerika’da bir yer istediler ama Amerika vermedi.
    Franz Fanon’un “Yeryüzünün Lanetlileri” kitabında Siyonistler şimdiki İsrailliler ve kolonileri de Filistin.
    “Görece yakın bir zaman önce dünya nüfusu 2 milyardı, 500 milyon insan ve 1,5 milyar “yerli”. İlki Söz’e sahipti, diğerleri ödünç aldı. Arada, bir dizi yozlaşmış küçük kral, feodal lord ve sahte, uydurulmuş bir burjuvazi aracı olarak hizmet ediyordu. Kolonilerde, gerçek çıplaklığını sergiliyor; metropoller onu giyinik tercih ediyordu; “yerlilerin” kendilerini sevmesini sağlamak zorundaydılar. Bir nevi anneler gibi. Avrupalı seçkinler yerli bir seçkin yaratmaya karar verdiler; büyük beyinlileri seçtiler, alınlarına kızgın bir demirle Batı kültürünün ilkelerini damgaladılar ve ağızlarını seslerle, dillerini büken gösterişli, garip kelimelerle tıkadılar. Metropolde kısa bir süre kaldıktan sonra tamamen içeriği ile oynanmış bir şekilde evlerine gönderildiler. Bu yürüyen yalanların kardeşlerine söyleyecek başka hiçbir şeyi yoktu; Paris, Londra ve Amsterdam’dan “Parthenon! Kardeşlik!” diye bağırdık. Afrika ve Asya ağızları yankıladı: “. . . thenon! . . . nity!” Bu Avrupa’nın altın çağıydı.”
    Frantz Fanon “Yeryüzünün Lanetlileri”
    Türkiye tarihinden bir örnek. Önce, daha iyi anlamak için olmuş bir olay.
    İran şahı halkının “gerçek” Müslüman olmasını ister. Üniversiteler açar. Büyük beyinlileri yetiştirir, köylere gönderir. Bir süre sona hapsi geri döner. Fakirlerin derdi “gerçek”/sahte Müslümanlık değil. Yiyecek, barınak, sağlık, çocuk yapmak. Dönen büyük beyinliler Tahran’da halihazırda zengin ama ruhanilikte fakir olanlara akıl koçluğu yapmada bol bol iş bulurlar. Son 40-50 yıl Türkiye’de parası bol, ruhları ölü olanlar arttı. Hatta koyu dincilikle para peşinden koşmak arasında çok sıkı bir bağ var. İslam’ı tüccarlarla sufiler yayıldı. Erdoğan’ı bu ruhaniliğe susamış zenginler destekledi.
    Şimdi de aynı amacın, zamana uymalardan dolayı, değişik tezahürüne; doğru-yalan uyduran Atatürk. Protestanlığın zenginlere, yani kapitalistlere, ruhanilik verdiğini bilirsiniz İNŞALLAH! Protestanlığa göre Allah evreni yaratmadan önce kimin cennete kimin cehenneme gideceğine kesin kara vermiş. İslam’da buna alın yazısı denir. Protestanlık kapitalizmde insanı çalışkanlığa dürter; çünkü eğer çalışkan olur da kapital biriktirirsen bu senin cennete gitmene delalet olur. Atatürk kapitalizm ister ama İslam’ı istemez. Atatürk, Franz Fanon’un, laiklik modasına uyan bir büyük beyinlisi. Alın yazısının tembelliğe neden olduğu doğru-yalanını uydurur.

  7. DEM Partili

    Belucistan bağımsızlık ilan etmiş.
    Vah vah! Hâlâ 21. yy’da “bağımsızlık” isteyen mi kaldı?
    Oysa demokratik Pakistan daha iyi değil mi? Taliban’la birlikte halkların kardeşliği esas alınırdı. Ne gereği vardı bu “ilkel” bağımsızlık sevdasına? Demokratik toplum sosyalizmi en iyisi bence.

  8. Nasname haklı beyler!

    Nasname yıllar öncesinden bugünü görmüş:

    05 Ocak 2012 at 13:44

    DENİZ GEZMİŞ VE ABDULLAH ÖCALAN KEMALİZMİN TRUVA ATLARI ..

    Yıllardır Deniz GEZMİŞ i hep bir devrimci ve bir kahraman ve bir efsane olarak yutturuldu Türk halkına. Oysa gerçekte Deniz GEZMİŞ efsane olması ne devrimciliğinden nede kahramanlığındandır. Olsa olsa GİZLİ BİR KEMALİST olmasındadır. Deniz GEZMİŞ Türk sol hareketini kendi şahsında boğdu, her ne kadar onun da yaşamına mal olsada Kendisi ile beraber Sol Hareketi KEMALİZE ederek adeta atom bombası atılan bir coğrafya gibi bir daha ot yeşertmesine nokta koydu.

    APO yani Abdullah ÖCALAN da aynı durumdadır. Kürtler yıllardır onu bir Kürt halk mücadelesi lideri olarak gördü ve umut bağladı. Ancak o Kürt Halkının verdiği tüm çaba ve emekleri boşa çıkardır. Kürt mücadelesini KEMALİZME kanalize etti. Türklerin ve Kemalistlerin APO yu da adeta Deniz GEZMİŞ gibi bir efsane bir Kemalist Kahraman Olarak göreceği günler çok yakındır. O zaman Kürt halkı da gerçeği öğrenmiş olacak ama ne Kürtlük nede Kürdistanlılık hiç bir şey kalmayacak. Kala kala APO nun ihanetine derin bir öfke ve iç isyandan başka bir şey kalmayacak. Kürt Halkı yakılan köyleriyle, öldürülen çocuklarının mezarlarıyla ve gördükleri işkenceleriyle kalacak. Bugünün Koltuk kapma mücadelesi veren sözde Kürt siyasileri de **** kına yakacak.

    (Nasname’deki yorumlardan)

  9. Gün Zileli

    Deniz Gezmiş’e atılan çok büyük bir iftira bu. Deniz, devrimci bir kahramandır. Kısacası, nasname saçmalamış.

  10. Anonim

    Saçmalamak?
    Belki biraz abartmış, ama “Son Havadis” gibi saçmalamamış:

    deniz gezmiş harem kurmuş

    deniz gezmiş ‘in yakalanmasından sonra 20 mart 1971’de son havadis gazetesinde yayımlanan haber. “deniz gezmiş harem kurmuş” başlıklı bu haberde odtü yurtlarında kalan gezmiş’in “iki odası olduğu”ndan, “birlikte olduğu kızları özel bir masa üstüne yazdığı”ndan ve “dolaplarda seks resimleri bulunduğu”ndan bahsedilmektedir.

    adalet partisi’ne yakınlığıyla bilinen gazetenin bu haberi; halen türk sağı’nın çokça kullandığı “solculuğu ahlaksızlık ve cinsel sapkınlıkla kodlamak” yaklaşımının önemli bir örneği olması açısından anlamlıdır. bu yaklaşımın benzer bir örneği için rauf tamer’in tam da bu yıllarda tercüman’da yazdığı ve “zengin, karısının başkalarıyla olmasını umursamayan solcular” portresine ilişkin yazıları okunabilir.

    bununla birlikte türkiye özelinde kendini sol olarak addeden siyasal yaklaşımların da sağı değişmez bir ahlaksızlıktan muzdarip bir dünya görüşü olarak sunduğu örnekler de mevcuttur. ideolojik konumların, ahlak tartışmaları üzerinden gitmesi şüphesiz sadece türk soluna ve sağına özgü bir şey değildir. ancak argümanlardaki üslup açısından türkiye’de en kaba haliyle solun ve sağın grotesk bir uç noktayı temsil ettiğini söylemek yanlış olmaz.

    https://eksisozluk.com/deniz-gezmis-harem-kurmus–1801837

  11. Kemalizm'in diğer bir Truva atı: Diyanet

    Diyanet yine Kemalistlere şirin gözükme peşinde!

    https://www.barandergisi.net/diyanet-kemalistlere-sirin-gozukme-pesinde

    “Dün cami mahyalarında “19 Mayıs Kutlu Olsun” yazıları yer aldı, bugün ise Diyanet’ten resmi bir 19 Mayıs anma mesajı yayımlandı. Soruyoruz; sürekli Kemalistlerin saldırısına uğrayan, hutbeleri hedef alınan, imamları linç edilen bir kurum neden hâlâ bu zihniyete mavi boncuk dağıtma derdinde?”

  12. Anonim

    İstanbul’da FETÖ operasyonu: 61 muvazzaf asker tutuklandı

    36 İLDE OPERASYON

    İstanbul merkezli 36 ilde, 23 Mayıs’ta FETÖ’ye yönelik operasyonda, haklarında gözaltı kararı verilen Hava Kuvvetleri Komutanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı ve Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nda görevli 63 zanlıdan 4’ünün albay, 8’inin yarbay, 12’sinin binbaşı, 15’inin yüzbaşı ve 24’ünün astsubay ve uzman çavuş rütbelerinde görev yaptıkları belirlenmişti.

    Soruşturmada, “örgüt mensubu askerlerden sorumlu sivillerin, askerlerle örgütsel irtibat amacıyla kullandığı büfe, market, fatura ödeme merkezi gibi yerlerde kurulu kontörlü hatlar ile kamuya açık yerlerde kurulu ankesörlü hatlardan haberleştiği” tespit edilmişti.

    Muvazzaf askeri personel olduğu tespit edilen şüphelilerden 62’si operasyon kapsamında gözaltına alınmıştı.

    Firari 1 şüpheliyi yakalamaya yönelik çalışmalar sürüyor.

  13. Anonim

    Türkün Lisanla İmtihanı
    Necati Sönmez

    Babil Kulesi’nin yıkılıp dünya dillerinin ayrışmasının üzerinden kaç bin yıl geçtikten sonra, Türkiye’de anadilini kullanmanın bir hak olup olmadığını tartışıyoruz. Buna da şükür, demek lazım. Çünkü aslına bakarsanız, Türklerin başka dillerle arası pek iyi değil. Western filmlerindeki kasaba şerifi ağzıyla söylersek: “Biz burada yabancı dilleri sevmeyiz, ahbap!”

    Gerçekten de, toplum olarak bize ‘yabancı’ olan dillerle ilişkimiz patolojik bir vaka olarak incelenmeye değer. Bir kere ‘küreselleşen’ bir dünyada, yabancı dil bilmeyen Başbakanlara, Cumhurbaşkanlarına sahip bir ülkede yaşıyoruz. “Tek din, tek bayrak” hamasetinin hezeyanı içinde “tek dil”e sahip olmayı da marifet saymış, bunu slogan haline getirmiş siyasi önderlerin ülkesindeyiz. (Hatta tek dilin bile bize fazla geldiği söylenebilir. Bu slogana en çok sarılanların, sahip olduğu o biricik dili ne kadar hor kullandığını hatırlatmaya gerek bile yok; internet ortamında gramer kurallarını katleden, “de, da, ki” eklerinin hatalı yazımından geçilmeyen fevri milliyetçi mesajlara bakmak yeterli).

    ‘Yabancı dil’ bir iletişim ihtiyacının karşılığı değil, daha ziyade iş başvuru formlarını doldururken eksikliğini hissettiğimiz bir şey, bir türlü halledemediğimiz bir karın ağrısıdır. Kimimiz Almanya’da bir ömür tüketir, ama Almancayı gündelik düzeyde bile öğrenme ihtiyacı duymayız. Bir dünya kenti olmakla övünen İstanbul, eğitimli seçkinler dâhil –küçük bir azınlık dışında- sakinleri neredeyse hiç yabancı dil bilmeyen bir metropoldür. Kısacası, Türkler dili daha çok rakı sofrasında salata olarak seven bir millet.

    TV’deki anlı şanlı stand-up’çıların eğlence programlarında, nadiren de olsa stüdyoya bir yabancı konuk düşmeyegörsün (diyelim Rus bir müzisyen, Yunanlı bir şarkıcı/oyuncu, vb.), garibanın şaşkın bakışları arasında, Türkçe espriler patlatılır peş peşe. Anlamış anlamamış pek umursanmaz, ona tercüme etme gereği duyulmaz, daha kötüsü yeri gelir onun konuştuğu dil taklit edilerek peşi sıra kahkahalar patlatılır. Birtakım tuhaf sesleri ağzında geveleyerek yabancı dil konuşuyormuş gibi yapmanın mizah sayıldığı ve seyircinin buna katıla katıla gülebildiği bir kültürel atmosferde, sözgelimi Çince ya da Japonca gibi ‘acayip’ diller ancak bir komedi unsuru olabilir. Bir milyardan fazla kişinin konuştuğu dile, ‘çan-çin-çon’ der geçer, makaraları salıveririz.

    Azerbaycan Türkçesine karşı beslediğimiz küçümseyici sempati, bir yere kadar anlaşılabilir. Ama bize ‘bozuk’ gibi gelen bir dilin, onu kullanan insanlar için en az bizimki kadar doğal bir anadil olduğunu bazen en okumuşlarımız bile unutuverir. Azeriler onca sözcüğü bizi eğlendirmek için uyduruyorlar ya da İstanbul Türkçesi konuşmaya çalışırken tökezleyip böyle komik durumlara düşüyorlar sanki.

    Dünyanın adına ‘olimpiyat’ düzenlenen tek dili herhalde Türkçedir. Toplantı, buluşma, zirve, festival gibi kavramların hiçbiri kesmemiş, ‘olimpiyat’tan aşağısı kurtarmaz diye düşünmüşler. Olimpiyat dediğimiz şey, çok uluslu, çok kültürlü bir etkinlik değil miydi hâlbuki? Diyecekler ki, Sudan’dan Japonya’ya dünyanın her yerinden insanlar, ortak bir spor dalı (Türkçe konuşmak) etrafında buluşuyor. Ama mesela Norveçlilerin -Türkçeyi öğrenmedikleri sürece- hiçbir şekilde katılamayacağı bir ‘olimpiyat’ bu. (İşin kötüsü, Norveç dışında Norveççe konuşulmadığı için onların kendi ‘öz olimpiyat’ına sahip olma şansları da yok!) Böyle alkışlanası bir etkinliğin varlığını, herhalde dillere olan aşkımıza değil, kendi dilimizle kurduğumuz saplantılı ilişkiye borçluyuz. Türkçenin tek hâkim dil olduğu bir ülkeye sahip olmak yetmez, dünyanın geri kalanını da Türkçe konuşturmak lazım; ki böylece yabancı dil öğrenme problemimizi kökten halletmiş olalım!

    Atalarımızın “bir lisan, bir insan” sözünü çoktan unuttuk; bir dil neyimize yetmiyor! Türkçe dışındaki lisanlardan öcü görmüş gibi kaçıyoruz. O nedenle, yüzyıllardır yan yana yaşadığı insanların ‘yabancı’ bir dili konuşuyor olma ihtimali bile ürkütücü geliyor. Hele o dilin bizimkinin deforme bir versiyonu olmayabileceği gerçeği, tahammül edilir gibi değil.

    Birkaç sene önce, Anadolu’da bir üniversite bahçesinde aralarında Kürtçe konuşuyor diye bazı öğrenciler ülkücülerin saldırısına uğramıştı. Sonradan çocukların aslında Arapça konuştuğu anlaşılmıştı, ama ne gam! O dil onlara ‘yabancı’ydı işte… Yine birkaç sene oldu, ama dün gibi hatırlıyorum: Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin Aspendos Tiyatrosu’nda yapılan görkemli kapanış gecesinde Aynur Doğan sahneye çıkıp birkaç türkü söylemişti. “Ahmedo”yu söyleyişi öylesine muhteşemdi ki, antik tiyatroda taşlar bile yerinden kıpırdamış, parça bittiğinde herkes Aynur’u ayakta çılgınca alkışlamıştı. En ön sıra hariç: Törendeki her konuşmayı şakşaklayan vali, kaymakam, vs.’den mürekkep ‘mülki erkân’ bu sefer put kesilmişti, sözüm ona sessiz protesto uygulayarak… Şarkı iyiydi güzeldi de, dilini beğenmemişlerdi!

    Kürtçe parça söyledi diye sahneden indirilen sanatçıları, Ahmet Kaya’nın başına gelenleri hepimiz biliyoruz. Kimileri diyebilir ki, bu ülkede “Kürtçe sadece Kürtçe değildir,” bazı bünyelerde alerjik bir tepki yaratıyor. Peki, memleketin diğer dillerle, örneğin Arapça ile ilişkisine ne demeli?

    Türklerin Arapçayla münasebeti, bu patolojik durum içinde Kürtçeden sonra semptomları en ağır olan vaka, belki de. ‘Bizi arkamızdan hançerleyen’ Arapları sevmediğimiz gibi, Arapçaya da kanımız ısınamamıştır bir türlü. Ümmü Gülsüm’ü kendi dilinden ve o büyülü sesinden değil, uyduruk Türkçe aranjmanlarından dinlemeyi tercih ederiz mesela. Şarkılarını yağmaladığımız diğer tüm büyük Arap şarkıcıları gibi…

    Lise yıllarımdan başlayarak, en yakın arkadaşlarıma anadilimin Arapça olduğunu anlatmakta hep zorluk çektim; ya “hadi canım sen de!” deyip inanmazlardı veya pek de ‘yabancıya’ -hele kafalarındaki Arap’a- benzemediğim için bunu algılamakta zorlanırlardı. Ne yani, Türkiye’de yaşayan Araplar mı var? Evet, hem de tıpkı Kürt çocukları gibi, ilkokula başladığında tek kelime Türkçe bilmeyen, bunun için ekstradan dayak yiyen, daha Türkçeyi sökemeden her sabah “Türküm, doğruyum”u su gibi okuyan Arap çocuklar var bu ülkede. Çoğu asimile oldu şimdi, ama hâlâ varlar. Üstelik bunlar göçmen falan değil, bilebildikleri en eski kuşaklardan beri bu topraklarda yaşıyorlar… Üniversite yaşına gelmiş insanlara bunu anlatabilmek için, öncelikle Arapçanın Kurân’dan ibaret olmadığını, Türkçe, İngilizce, İspanyolca gibi normal bir dil olduğunu kavratmanız gerekir.

    Bir keresinde Arapça harflerle yazılmış “Stanley Kubrick” ismini fotokopiyle büyütüp, gazetede çalıştığım köşenin görünür bir yerine asmıştım. Gelen tepkileri tahmin edersiniz! Üzerinde Arapça harflerle bir şey yazılı her kağıt parçasını ya tanrı kelamı ya da gericilik timsali sayan bir kültür, orada ne yazdığını bile merak etmez. Geçenlerde Faslı bir yazar, Türkiye’de bir edebiyat etkinliğine katıldığında kendi romanından okuduğu pasajların dinleyiciler tarafından kutsal bir metin gibi algılandığını, buna anlam veremediğini anlatmıştı.

    Bu ülkenin en köklü gazetesi, “Tehlikenin farkında mısınız?” cümlesini Arapça harflere benzeterek soldan sağa doğru yazdığında, ‘aydınlanma’ya çağrı yaptığını iddia eder. Olsa olsa karanlık bir zihniyetin ürünü olabilecek böylesi bir bakışın düpedüz kültür ırkçılığı anlamına geldiğini, dahası en hafifinden bu ülkede yaşayan Arap azınlığın anadiline hakaret olduğunu ne gazetenin kendisi ne de takipçileri aklına bile getirmez. Bu reklâm spotu bir ara beni öylesine provoke etmişti ki, Arapça harflerle “Ne mutlu Türküm diyene!” yazılı bir ışıklı tabela hazırlatıp binalarının cephesine asmaları için gazete yönetimine hediye etmeyi bile düşünmüştüm. Kuşkusuz, anlamını bile merak etmeden tez elden imha ederlerdi, ‘tehlike’yi bertaraf etmek için. Doğrusu, böyle bir cümle de Türkçeden başka bir dile yakışmazdı zaten. (Sahi, “Türkiye Türklerindir”in Zazaca, Lazca, Arapça versiyonlarını çerçeveletip ‘büyük gazete’ye hediye edecek bir güncel sanat projesi yapılsa, o grubun medya organlarında haber olarak yer alır mı dersiniz? Alın size gelecek bienal için bir ‘politik iş’ önerisi…)

    Şimdi gelin sıkıysa, pek az Türkçe bilen ama Arapçadan Victor Hugo’yu bile okumuş olan babamın, sizin her gün okuduğunuz gazetelerin bir benzerini kendi dilinde okuyabilme, komşu ülke televizyonlarına muhtaç olmadan dünyadaki gelişmeleri TV’den takip edebilme, arada çiziktirdiği şeyleri bir yerel dergide yayımlama, bu dili çocuklarına da öğretme hakkını savunun. Yaklaşan tehlikeyi görebiliyor musunuz? O meşhur tekerlemedeki tedirginlik ne kadar da yerindeymiş meğer: “Kürtlere haklarını verirsek, yarın Lazlar, Çerkezler, Araplar da aynı şeyi isteyebilir; o zaman halimiz ne olur?” Buyurun bakalım, daha Kürtçeye kulağımız alışamadan, anadilimiz Arapçanın da hakkını talep ediyoruz!

    Pontus Rumcasının, Lazcanın, Megrelcenin, Arapçanın, Süryanicenin bu topraklarda artık giderek hiç konuşulamayacak olması, size ciddi bir kayıp gibi görünmüyorsa; okyanuslarda beyaz balinaların sayılarının giderek azalmasına, pek çok bitki türünün dünya üzerinden silinip gitmesine, Amazonların yok olmasına lütfen boşuna üzülmeyin: Samimi olamazsınız çünkü!

    14.11.2009, Rabat

  14. Anonim

    https://www.haksozhaber.net/memleketin-tapusu-lozanda-ingilizlerden-fransizlardan-mi-alinir-190684h.htm

    Kenan Alpay’ın konuşmasında öne çıkan vurgular:

    “Biz Milli Mücadele’yi verirken Türklerin, Kürtlerin, Çerkeslerin, Lazların ve diğer anasır-ı İslam’ın mücadelesi olarak verdik.

    Milli Mücadele’nin hiç bir yerinde Türkçülük, Atatürkçülük, Tek Particilik, Tek Adamcılık, İslam’ı reddetmek, laiklik vs. bunların hiçbirisi yoktu.

    Amasya’dan başlayın Sivas’a gidin, Erzurum’a gelin, Meclis’i açın, Sakarya’ya, Dumlupınar’a gidin laiklik adına bir mücadele göremezsiniz.

    Anasır-ı İslam dediğimizde bu memlekette Türkler, Kürtler, Çerkesler, Lazlar, Gürcüler, Tatarlar, Arnavutlar, Pomaklar, Araplar, Zazalar… hepsi var be kardeşim.

    Sonra sen kalkıp bunların hepsini reddediyorsun ve “burada sadece Türkler var” diyorsun…”

  15. Anonim

    Mustafa Kemal, Selanik’te değil de Halep’te doğmuş bir Osmanlı paşası olsaydı, Kurtuluş Savaşı’nı Türklerle ve Araplarla birlikte gerçekleştirdikten sonra kurulmasına önayak olduğu cumhuriyetin adını “Arabiye Cumhuriyeti” koysaydı, kendisi de Meclis kararıyla “Ebu’l-Arab” adını alsaydı…
    Arabiye Cumhuriyeti’nin bütün vatandaşlarına “Arap” deneceği için hepimiz “Arap” sayılsaydık, Taksim’e, Kadıköy’e, Kızılay Meydanı’na, Kordon’a “Ne mutlu Arabım diyene” pankartları asılsaydı…
    “Arabiye’de” Türk olmadığı, herkesin aslında Arap olduğu söylenseydi, kendilerini Türk sananların aslında “orman Arabı” oldukları iddia edilseydi…
    Arapların “yedi bin yıllık” bir tarihi bulunduğunu, Anadolu’nun esas sahiplerinin Araplar olduğunu, Hititlerin, Sümerlerin, Eski Mısırlıların aslında Arapların atası sayıldığını, Osmanlıdaki Arap paşaların kahramanlıklarını derslerde okusaydık.

    Gün, Turgay, Irmak, Doğu gibi Türkçe isimler almamız yasaklansa, Necati, Feyza, Halil, Hadi gibi Arapça isimler almak zorunda kalsaydık…
    Ezanlarımız Türkçeye çevrilmek yerine Arapça okunsaydı…
    “Anadilde ibadet” isteyen ilahiyatçılarımız susturulsa, Arapça namaz kılmak, Arapça hatim indirmek, ölülerimize Arapça Yasin okutmak zorunda kalsaydık…
    Kalpak yerine fes ve sarık giymek zorunda kalsak, “Fesli Kadir”, “Cübbeli Ahmet ” gibi hocalar camiye çevrilen Ayasofya’da vaazlar verseydi…
    12 Eylül darbesinden sonra zorunlu yapılan din derslerinde “Gök Tanrıcılık”, “Şamanlık” gibi Türk inançları aşağılansa, din dersi öğretmenleri putperest Türklerin “tan yerine” taptıkları için Tanrı dediklerini anlatsa, “Allah” yerine “Tanrı” diyen öğrencileri şiddetle azarlasa, türbelerde ziyaret edilen “dedeler”le alay etse…
    Cemevleri gibi Türk ibadet yerleri “cümbüş evi” diye yaftalansa, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı tarafından dozerle yıkılsa…

    Biz Türkler buna razı olur muyduk?
    Yoksa, Türk kimliğimizin, dilimizin, kültürümüzün, bu ülkenin “eşit” vatandaşları olarak kabul edilmesinde ısrarcı mı olurduk?

  16. Anonim

    Din istismarcısı Yeni Şafak dünya malının peşinde!

    Yeni Şafak’ın ekonomi politikasını manşetten eleştirdikten sonra “Faiz ile Allah’a nasıl şirk koşuluyor?” başlıklı bir haberinde İslamcı bir ekonomi profesörü ile yaptığı röportaj çok tipik. Bu röportajda İslamcı profesör yüksek faizin sermayeyi elinde bulunduran kesimleri yükseltmesinden ve oligarşik bir yapının oluşmasından yakınıyor, Müslümanlığın bununla asla bağdaşmayacağını vurguluyor. Ama ne İslamcı ekonomi profesörü ne de İslamcı sermaye için düşük faiz dolayısıyla Türk lirasının değeri düştüğünde işçinin ucuzlayan emeğini sömürerek elde ettikleri yüksek kârlar bu beyefendilerin Müslümanlıklarına hiç dokunmuyor. Oligarşik yapıdan bahsediyorlar ama devlet ihalelerini kaparken ne en ufak bir utanma ne de “Acaba kul hakkına giriyor muyuz?” diye bir kaygı emaresi gösteriyorlar. İslamcı profesör sermayenin A’dan B’ye aktarılmasını eleştiriyor ama Nurettin Nebati’nin Erdoğan’ın “nas var” söylemiyle desteklenen düşük faiz politikası sonucunda döviz kuru kontrolden çıkınca icat edilen “Kur Korumalı Mevduat” ile elinde döviz bulunduran para babalarına, kamu kaynaklarından 25 milyar dolardan fazla kaynak aktarılmasının konusunu bile açmıyor!

    https://gercekgazetesi1.net/ekonomi/yeni-safak-ekonomide-neden-muhalefet-bayragini-cekti-chp-neden-ihanete-ugramis-hissediyor

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

© 2025 Gün Zileli

Theme by Anders NorenUp ↑