Bu sinema yazısı yine bir altyazı çevirisine destek niyetiyle kaleme alınmıştı. İlk kez 16 Ağustos 2007 tarihinde divxplanet forumunda paylaşmıştım. Zaman içerisinde filmle ilgili yeni yeni notlar da birikti kafamda ama yazının orijinal halini bozmamak en iyisi. Yalnız Umur Talu’dan yaptığım alıntıyla ilgili bir bağlam notu düşsem iyi olur. Bu film Ermeni Soykırımı tartışmaları ekseninde Fransa-Türkiye ilişkilerinin bir kez daha gerildiği bir dönemde vizyona girmişti. Bu yüzden “Ama Fransa da Cezayir’de şunu şunu yapmıştı” adamcıkları arasında Costa-Gavras filmini bezirganca bir sempatiyle kucaklayanlar çıkmıştı. Halbuki Costa-Gavras – Laurent Herbiet ikilisinin baba rolü için neden Charles Aznavour’u seçmiş olabileceği üzerine azıcık kafa yorsalar, alnı boyalı Yunan filozofu gibi gülmeyi kesip daha derin düşünmeye başlayabilirlerdi belki. Fotoğraflar çeşitli sinema sitelerinden, italik ara başlıklar çevirdiğim altyazıdan alınmadır. Yazının ilk halinde yer alan bazı anlatım bozukluklarını ve imla hatalarını yakalayabildiğim ölçüde düzelttim. İyi okumalar.
Cezayir Bağımsızlık Savaşı, Toussaint Rouge olarak anılan FLN saldırılarının başladığı tarihte, yani 1 Kasım 1954’te başlar ve Cezayir’in Fransa’dan bağımsızlığını kazanmasıyla sonuçlanan, 19 Mart 1962’de bir ateşkes kararının alındığı Evian Anlaşması’yla sona erer. Bu savaşın tarihsel açıdan en önemli kesiti aslen başkentte cereyan eden Cezayir Savaşı’dır (Battle of Algiers). Bu kesit kabaca 1955-1957 dönemini kapsar. FLN’nin düzenlediği sayısız saldırıya ve büyük bir genel greve karşılık, Fransa yüz binlerce askerini Kuzey Afrika’ya yığar ve çekirdeğine sistematik işkenceyi, köy boşaltmaları ve blok şefliği sistemini (quadrillage) oturttuğu geniş çaplı bir pasifikasyon hareketine girişir. 1958’e doğru Cezayir’deki gerilla etkinliğini bastırmayı başarır. Ama ilerleyen aylardaki gelişmeler sonucunda Cezayir Savaşı’nı kazanmasına rağmen, kendisine karşı verilen Bağımsızlık Savaşını kaybeder [1]. Film, 1955-1957 yılları arasındaki pasifikasyon döneminden bir kesiti ve bu dönemin günümüzdeki yansımalarını konu alır. Olayların geçtiği coğrafi bölge “Fransız Cezayiri”nde yer alan, o dönemdeki adıyla St Arnaud, şimdiki adıyla El Eulma kasabasıdır. Mon Colonel’in yönetmenlik koltuğunda oturan isim Laurent Herbiet. Çeşitli yapımlarda Alain Resnais, Claude Lelouch ve Blake Edwards gibi önemli sinemacıların yönetmen yardımcılığını üstlenmiş biri. Frank Zamponi’nin 1999 tarihli Mon Colonel adlı romanını okuyana dek sadece bir kısa film yönetmenidir [2]. Herbiet, kitabı okur okumaz, önce yayınevine, gerekli izinleri aldıktan sonra da Costa-Gavras’ın yapım şirketine koşar [3]. O andan itibaren film artık tipik bir Costa-Gavras filmi olmaya adaydır.

Costa-Gavras, filmin üzerine oturduğu şartları ve baş karakteri şu sözlerle anlatmaktadır: “Teğmen Rossi 50’li yıllardaki Fransa’yı sembolize ediyor. Söylevini komünizm ve terörizmle mücadele üzerinden kuran albayın tüm buyruklarını kabul ediyor. O dönemin Fransa’sı kendisine söylenen her şeye inanır. Ve ona Cezayir’in Fransız olduğu söylenmiştir… Hindiçini’nde küçük düşürülen Fransız askerleri bunun rövanşını almak istediler. Politik iktidar önlerini açtı. En kötüsü: Onlara olağanüstü iktidar alanları emanet edildi. Hiçbir limit yoktu.” [3] Senaristin bu şekilde özetlediği filmin konusunun üzerinden, biz biraz daha ayrıntılı geçelim. Doksanlı yılların başında, Cezayir Gazisi Emekli Albay Raoul Duplan kimliği belirsiz kişiler tarafından öldürülür. Polis ve askeri birimler cinayetin nedenini ortaya çıkarmak için soruşturmalarını yürütürken, belirli aralıklarla bir dizi imzasız zarflar alır. Zarflarda bir günlüğün parçaları ve Duplan cinayeti ile ilgili yönlendirici notlar vardır. Günlük 1955-1956 yılları arasında Cezayir’de görev yapmış, daha sonra da görev sırasında kaybolduğu rapor edilmiş genç teğmen Rossi’ye aittir. Guy Rossi, hukuk fakültesinden yeni mezun olmuş, sevgilisi tarafından terk edilmiş, asker bir babanın sol eğilimlere sahip oğludur. Terk edilmenin acısına dayanamayıp, gönüllü olarak Paraşütçülere katılmış ve Cezayir’de aktif görev talep etmiştir. St Arnaud kasabasının alay komutanı Raoul Duplan’in emrinde hukuk danışmanı olarak görev yapmak üzere kasabaya gönderilir. Albay, o sırada, ünlü pasifikasyon hareketini örgütlemekle meşguldür. Pasifikasyon hareketinin hedefi yerli Arap nüfusun, ve hatta yerli Fransız nüfusun, isyancılara verdiği desteğin, ne pahasına olursa olsun, önüne geçmek, Cezayir’in Fransız kalmasını sağlamaktır. Etkinliğini, mümkün mertebe yasal açıdan bir meşru bir zemine oturtmak için bir hukukçuya ihtiyacı vardır.
Filmin nasıl bir film olduğu, ne anlatmak istediği ile ilgili ilk ipuçlarını çizilen Albay tiplemesinden elde edebiliriz. Albay, St Arnaud’da, başta işkence olmak üzere Fransızların işlediği bütün insan hakları ihlallerinin bir numaralı sorumlusudur. Ancak o ne bir sadisttir, ne de bir ırkçı. İşkence yapmaktan zevk almaz. Onun için bu sadece bir araçtır. Cezayir’de savaşmış bir başka paraşütçü ve ünlü ırkçı Le Pen’den, en az direnişte savaştığı Naziler kadar nefret eder. Keyfi güç kullanımına karşıdır. Binlerce kişinin öldürülmesine, 50 kişinin asılmasını yeğ tutar. Hatta Araplara saygı duyduğu bile söylenebilir. Ezan dinlemek hoşuna gider. Profilin bu şekilde belirlenmesiyle, insanlığa karşı işlenen suçlara karşı gösterilmesi gereken tepkinin yolundan sapmasının, kişiselleştirilmesinin ve içinin boşaltılmasının önüne geçilmek istenmektedir. Arzu edilen şey meseleyi kişiselleştirmeden yapılanlara odaklanılmasıdır. Bu profil, yıllar yılı beyaz perdede boy gösteren mavi gözlü, donuk bakışlı, sadist SS subaylarından çok farklıdır. Senarist seyircinin ortaya atılan profile odaklanmasını sağlamak için kontrollü deney yapar gibi “yan” unsurları sahneden çeker. Filmde Cezayir direnişinin üyeleri isimsizdir. Cezayir Savaşı’yla ilgili en ünlü film olan La Battaglia di Algieri neredeyse tamamen FLN kadroları üzerinde kuruluyken, Mon Colonel’de FLN’nin adı hiç anılmaz. İsyancılar arasında işkenceye sonuna kadar direnen tek kişi bile çıkmaz. La Battaglia di Algieri direniş ruhunu anlatmak üzere tasarlanmış bir film iken, Mon Colonel işkencenin pasifikasyonda oynadığı rolü ve sadece maruz kalan açısından değil, uygulayıcısı açısından da ne kadar yıkıcı ve dönüştürücü olduğuna vurgu yapar. Bütün bu anonimliğe rağmen, isyancılara halkın desteğinin altı, biraz silik ancak insancıl duygularını henüz tamamen yitirmemiş bir paraşütçünün algılayabileceği netlikte çizilir. Öte yandan tıpkı La Battaglia di Algieri gibi tarafını oldukça net ortaya koyan bir film olarak FLN’nin terörist taktiklerine mesafe almayı ihmal etmez.
İşkence hakkında La Battaglia di Algieri’nin mesajı, o filmin albayını oynayan Jean Martin’in ağzından verilir: “Cezayir’in Fransız kalmasını istiyor musunuz, istemiyor musunuz?” Bu sözlerle, Fransız ordusu kendi toplumuyla oturduğu onay pazarlığındaki en güçlü argümanı ortaya koymaktadır. Cezayir’in Fransız kalmasının yolu budur, diyerek toplumun önüne işlenen suçların kolektif sorumluluğunu paylaşma teklifi konulmaktadır. Mon Colonel’de ise işkencenin işlevsel yönüne odaklanılmaktadır. Ancak La Battaglia’dan farklı olarak “bilgi almanın” ötesinde, direniş ve dayanışma ruhunu yok etmek için eldeki bütün fiziksel, psikolojik, hukuksal ve dinsel imkanların seferber edilerek nasıl kullanıldığı gözler önüne serer.

Filmin fay hattı Albay Duplan ve Teğmen Rossi’nin ilişkisidir. Filmdeki bütün yan gerilimler eninde sonunda bu hatta birikir. Teğmen, Albay’la yakın olduklarını düşünmektedir. Albay’ın bakışı ise filmde net biçimde çizilmez. Rossi’yle gerçekten gurur duyduğu anlar da vardır, onu ölesiye küçümsediği anlar da. Albayın isteği üzerine ilk işkenceli sorgusunu yönetmesinin ardından, ilişkileri en kirli, ama öte yandan da en yakın düzleme, hatta neredeyse bir baba-oğul düzlemine sıçrar. Albay kalbi kırık bir solcudan işkence dişlisine yeni bir çark üretmeyi başarır.
Burası fay hattındaki öncü sarsıntıların ilk ortaya çıktığı andır. Rossi bir askerden çok bir hukukçudur. Sürekli olarak hukukun ve sivil otoritenin üstünlüğüne vurgu yapar. Şiddete alternatif olarak bu kavramları ileri sürer. Albayın buna yanıtı meşruluk/yasallık ikilemini çözdüğü kısımlarda bulunabilir. Öte yandan Raoul Duplan politikacıların bu konudaki iki yüzlü tavrını teşhir eder. Film de bu argümanların arkasında durur, “sosyal demokrasinin ihaneti” fikriyle birleştirerek Mitterrand’a kadar ilerletir eleştiriyi. Fay hattına Rossi cephesinden gerilimleri yükleyen en önemli yan ilişki Rossi ile “tek kollu ukala komünist öğretmen” Ascencio’nun ilişkisidir. Ascencio’nun ve arkadaşlarının varlığı Rossi üzerinde etkili olmuştur. Yaşadığı çatışmada asker tarafının kaybetmesinde bu etki Albayın sertleşen tavrıyla beraber başrolü oynar. Ascencio filmde sömürgeciliği açıktan eleştiren tek Fransızdır. Costa-Gavras bugünden bakınca yaşananların ne kadar anlamsız ve haksız, hatta kabul edilemez olduğunu anlatmak için akıllıca bir denklem kurar. 1950’lerin genç teğmeninin günlüklerini 1990’ların genç teğmenine (Galois) okutur. İki teğmen arasında 40 yılı aşan bir ilişki tesis eder. Galois bir biçimde Rossi’ye bağlanmıştır. Mektuplarını sabırsızlıkla bekler, şapşallıklarına güler, sevişme anılarını dudaklarında bir gülümsemeyle okur. Kanaatlerinin bazılarını paylaşır. Galois, 1990’ların Fransa’sının geçmişe, görece yumuşamış bakışını temsil eder. Herbiet iki teğmen arasındaki ilişkiyi örerken, Costa-Gavras’ın anlam yaratmadaki bilindik ustalığından çok faydalanmış gibidir. İki teğmenin birbirlerine ne kadar da benzediğini Rossi’nin babasının bakışları ve Galois, Rossi’nin fotoğrafına bakarkenki kamera hareketleriyle görürüz.
Costa-Gavras bu filmde Albay’ın alayla söylediği “sulu gözlü hümanizmle” sınırlamaz kendini. Haksızlığa ve yanlışa işaret edip kenara çekilmez. Hükmü verir ve uygular. Adalet duygusu dıştalanmaz ve yerine getirilmesi Baba Rossi’nin ellerine bırakılır.
Costa-Gavras yanlış anlaşılmayacak kadar açık mesajlara sahip ticari-politik filmler yapan bir sinemacı. Ama 2000’li yılların, Soğuk Savaş kadar olmasa da, politik ve ulusal-tarihsel kamplara bölünmüş, algıda seçiciliğini yer yer kaybetmiş, sembollere ve söze aşırı duyarlı hale gelmiş sinema seyircisinin bizim coğrafyamıza düşen kısmının Costa-Gavras’la imtihanı benim için merak konusu. Malum; Fransa-Cezayir ilişkisi son iki yıldır bizim güncel dağarımızda da yer tuttu. Tartışmalara konu oldu. Bu tartışmalardan birinde gazeteci Umur Talu şu sözleri sarf etti: ”Tarih, insanlık suçlarının takdiri, trajedilerin ortak bilinci, nefretlerin ortadan kaldırılması, halkların, insanların yakınlaşması, hakikatin aranması, ilkeler, özgürlük, hukuk, demokrasi; ‘Oportünist bezirganlar piyasası’na bırakılamayacak kadar hayati işler olmalı.” Costa-Gavras objektifini bugüne dek İşgal Fransa’sındaki Nazi işbirlikçilerine (Un homme de trop, 1967), 2. Savaş sonrası nükleer dünyadaki barış ve silahsızlanma aktivistlerinin uğradığı baskılara (Z, 1969), Latin Amerika’daki insan hakları ihlallerine (Etat de siege,1972) ve kayıp olgusuna (Missing, 1982), Soğuk Savaş’ın Doğu Avrupası’ndaki Sovyet baskısına (L’Aveu, 1970), Filistin sorununa (Hanna K.,1983), Amerikan toplumuna entegre olan Nazi artıklarına (Music Box, 1989), modern kapitalist toplumlarda medyanın olumsuz rolüne (Mad City, 1997), 2. Savaş’ta Katolik Kilisesi’nin işlediği günahlara (Amen, 2002), kapitalizmin kelimenin tam anlamıyla ölümcül işsizlik olgusuna (Le Couperet, 2005) ve en nihayet Cezayir Savaşı’na çevirdi. Ömrü yettiğince yaşlı sinemacı, bakalım keskin gözünü “oportünist bezirganlar piyasasına bırakılamayacak” başka hangi noktalara dikecek?

—
16 Ağustos 2007, Ankara. [1] Cezayir Bağımsızlık Savaşı, http://en.wikipedia.org/wiki/Algerian_War_of_Independence [2] Toronto Film Festivali, http://archives.torontointernationalfilmfe…tion.asp?id=200 [3] Radikal Gazetesi, Gavras Fransa’yı yüzleşmeye çağırıyor, http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=197330