Site Logosu

Gün Zileli

Aşk ve Devrim

Modernite ve Marksizm

Devrim ve Sosyalizm Sorunları

Bu yazı, BirGün Gazetesi’nde (4 Eylül 2011) yayınlanmıştır (Link).

Eleştirmen Semih Gümüş, 2 Eylül 2011 tarihli Radikal Kitap’ta, “Marksizm ve Modernizm” başlıklı bir yazı kaleme almış. Sondaki paragraf, yazının temel fikrini şöyle özetliyor:

Modernitenin yaralarını daha nitelikli bir moderniteyle sarabilirdi Marksizm, ama bu amaçtan uzaklaşmıştı…

Bir süredir izleyebildiğim kadarıyla Semih Gümüş, Marksizmin içinde bulunduğu bunalıma çözüm arayan yazarlardan biri. Dogmalara takılıp kalmayarak yeni çözümler üzerinde düşünmek ve fikir geliştirmek elbette olumlu bir şey ama geliştirilen “yeni” fikirler gerçekten yeni mi bakalım? Ya da hastanın hastalığını doğru mu teşhis ediyor, yoksa onu daha da hızlı ölüme götürecek öneriler mi bunlar? Ben ikincisi olduğu kanısını edindim bu son yazıda. Yazıyı yazmamın bir nedeni bu; diğer nedeni de modernite konusunda bildiğimce biraz kalem oynatmak.

Marksizmden modernitenin yaralarını sarmasını istemek, ondan kapitalizmin yaralarını sarmasını istemekten farksız bir şeydir. Çünkü modernite özünde kapitalizmdir ve ondan başka da bir şey değildir. Modernite kapitalizmin adıdır, onunla var olmaktadır. Modernitenin ölüme gitmesi kapitalizmin ölüme gitmesiyle eşdeğerdir. Zaten Marksizmi de ölüme götüren, moderniteye kendini adapte etmiş olmasıdır.

Semih Gümüş ise, Marksizmin somut uygulamalarının, moderniteye gereğince ayak uyduramadığı, fazla yerel kalıp evrenselleşemediği, modernitenin herhangi bir aşamasında takılıp kalarak “nitelikle bir moderniteye” yönelemediği kanısında.

Oysa Marksizmin teorisinin de, bu teorinin yönlendirdiği somut uygulamalarının da temel hatası, moderniteyi iyi uygulayamamak değil, modernitenin açtığı yola kanalize olmak ve dolayısıyla kapitalizmle birleşip radikal bir akım olmaktan çıkmaktır.

Marx, üretici güçler teorisini ortaya atarak daha baştan teorisini modernitenin arabasına bağlamıştı. Marksistlerin görevi her şeyden önce sosyalizm için gerekli üretici güçleri geliştirmekti. Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin teorisyenleri, Bernstein’lar vb. bu teoriyi son noktasına kadar geliştirip kapitalizmi desteklediler. Bernstein’a göre, Marksistler burjuvaziye her türlü desteği verip üretici güçlerin geliştirilmesine hizmet etmeliydiler. Lenin, Troçki ve Rosa Luxemburg gibi zamanın genç Marksistleri, Marksist hareketin böylesine burjuvazinin yedeğine koşulmasına karşı çıktılar ve üretici güçleri geliştirme görevinin burjuvaziden alınıp proletaryaya aktarılması gerektiğini ileri sürdüler. 1917’de iktidara gelen Lenin ve Troçki, Marksizmin bu “devrimci” yorumunu uygulamaya koydular. Üretici güçleri geliştirecek olan proletarya olduğuna göre, bu proletarya, “proletarya iktidarı”nın yönlendirmesiyle olağanüstü bir çaba gösterip görevini yerine getirmeliydi. Proletaryanın önüne konan bu acil görevi Stalin proletaryaya ve köylülere aşırı zor uygulayarak yerine getirdi ve SBKP’nin iktidarda olduğu Rusya’yı (o zamanki adıyla Sovyetler Birliği) birkaç on yılda modern bir sanayi ülkesi haline getirdi.

Böylece modernitenin emrettiği ve Marksizmin vazettiği modernleşme görevi Sovyetler Birliği denen büyük bir coğrafyada yerine getirilmiş oluyordu. Buna kimileri sosyalizm dedi, kimileri ise devlet kapitalizmi. Ne ad verirseniz verin, sonuçta bu görevi yerine getiren güdümlü devletçi ekonomik düzen dünya coğrafyasının Rusya gibi çok büyük bir bölümünde kapitalizmin modernleşme ve ilerleme talebini gerçekleştirmiş, Rusya’yı dünya kapitalist sistemiyle uyumlu bir parça haline getirmişti.

Ne var ki, modernitenin aşamaları vardı. Yoğun emeğe ve büyük ağır sanayi tesislerine (özellikle büyük demir ve çelik tröstlerine) dayalı modernleşmenin bu aşaması bir süre sonra, diğer kapitalist ülkelerde de görüldüğü gibi, demode olmaya başlamıştı. Şimdi modernleşmenin ve kapitalizmin yeni talepleri vardı: Yoğun emeğe ve ağır sanayie dayalı üretimden teknolojinin daha ileri aşamalarına (bilgi çağı) dayalı entansif üretime geçiş.

İşte Sovyetler Birliği bunu başaramadı. Başarma yolunda bir takım hamleler ya da reformlar yapmadı değil. Ekonomiyi aşırı merkeziyetçilikten kurtarmaya yönelik Kruşçev reformları, menajerlere daha fazla inisiyatif tanıyan Kosigin uygulamaları ve en nihayet, baskıcı siyasi yapıyı gevşetip topluma daha fazla inisiyatif tanımaya yönelik Gorbaçov politikaları bu uygulamalardan en önemlileri olarak kayda geçebilir. Ne var ki, Sovyet sistemi, modernleşmenin ağır sanayileşme aşamasına göre belirlenmiş bir yapı olduğundan, yani kalkınmacı ve ağır sanayici bir devlet kapitalizmi olarak şekillendiğinden ve bu yönelimi değiştirecek esnek bir siyasi ve kurumsal yapıya sahip olmadığından, bizzat reformların açtığı kanaldan yıkıma gitti.

Çin’de Mao Zedung, 1956 Macar Devrimi’nin de sonuçlarını görerek Stalinist bir hızlı sanayileşme politikasından ürktü. Ayrıca, Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi, sanayileşme uğruna köylülüğü yok etmeye girişmenin doğrudan kendi iktidar dayanağını ortadan kaldırmak anlamına geleceğini düşündü ve hızlı sanayileşmeden vazgeçti. Mao’nun hızlı sanayileşmeden vazgeçmesi, özel mülkiyetçi kapitalizme fidelik edecek küçük mülkiyetin ortadan kalkmasını önledi. Çin, Sovyetler Birliği gibi bir “sanayi devrimi” yaşamadı ama bu sayede kapitalizmin ve modernizmin sonraki aşaması olan entansif üretime küçük mülkiyet kanalından çok rahat bir geçiş yaptı. İşte bugün Çin’in, modern kapitalizmin en modern aşamalarına Amerika’dan bile daha fazla uyum sağlamasının nedeni budur. Bu anlamda, bugün Çin’in, Semih Gümüş’ün özlediği, “modernitenin yaralarını daha nitelikli bir moderniteyle sarma” işini yerine getirdiğini söyleyebiliriz. Elbette bunu toplum üzerinde korkunç bir monolitik komünist parti diktatörlüğü ile yerine getirebilirdi. Çin, Sovyetler Birliği’nin geçemediği, modernizmin ikinci aşamasına geçerek bir anlamda Marksizmin modernite yolundan ilerleme çizgisini sürdürmektedir.

Bence Semih Gümüş, sorunu yanlış yerde arıyor. Önerisi, örneğin, kanserden ölmekte olan hastaya “daha nitelikli kanser hücreleri üretecek besinler” tavsiye etmekten farksızdır. Marksizmi ölüme götüren, üretici güçler teorisiyle ve uygulamasıyla modernitenin ve dolayısıyla kapitalizmin arabasına bağlanmış olmasıyken, ona “daha nitelikli modernite” önermenin başka bir anlamı olamaz.

XIX. yüzyılda insanlık da, Marksizm de yanlış bir yol tuttu. Hatta, modernizme karşı en eleştirel akım olan anarşizmin bile bundan bir ölçüde nasibini aldığını söyleyebiliriz.

Bugün kesin bir sapma gerekiyor. Evet evet bir sol sapma. İnsanlık, ya modernizmin ve dolayısıyla kapitalizmin rayından çıkıp başka mecralara yönelecek ya da kapitalizmin yol açtığı felaketle yok olup gidecektir. Devrimci bir akım bu başka mecraların arayıcısıysa devrimci adını hak eder.

Görmüyor musunuz? Avrupa, hatta dünya yanıyor.

Gün Zileli

2 Eylül 2011

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

31 Comments

  1. Anonim

    Eleştiri anlamlı ve yerinde görünüyor. Ancak, bir ya da bir kac devam yazısıyla hem “sorun” hem “çözüm” üzerine sayın Zileli’nin bu meseleyi derinlestirmesini gerektiren bir yerdeyiz; özellikle “çözüm” üzerine.
    Saygılarımla.

  2. Anonim


    Aydınlanma kavramları ile bir mücadeleye girmenin, sendeki karşılığı nedir? Eşitlik, özgürlük, barış, kardeşlik, bağımsızlık gibi; şimdiki hayatta insanları makinanın bir çarkı gibi birbirine bağımlı kılan, yaşamın karmaşıklığını tanımlamada bu kavramlar yeterli mi? Örneğin, İşgalci ve pislik olan Bush’un, bu hayat içinde “bizim örgütlemeye çalıştığımız karşılıklı bağımlılık, bunu örgütlemeye çalışıyoruz beraberindeki kavramlarımızla”, Ulusüstücülük gibi söylemleri, iktidar sahipleri tarafından şimdiki gerçekliği daha iyi tanımlayan (iyi ve kötünün ötesinde), bir ideolojik hegemonya savaşı da veriliyor, bununla birlikte, sistemin yıkıcılığına karşı olduğunu ifade edenler, Örneğin Murray Bookchin, tanımladığı Ekolojik Toplum Tahayyülü’nde kullandığı kavramlar; yine Aydınlanma’nın kavramlarını kullanarak kendisini yeniden üretiyor, karşılıklı bağımlılığı örgütlemek gibi. Bu kavramsal cephaneyle bir mücadele vermek, özgürleşmenin önünde bir engel ve manipülasyon işlevi görmez mi?

    Yani, şimdi, Aydınlanma’nın kavramlarının içeriği burada önemli, “Kardeşlik,Eşitlik, Özgürlük” dediğimiz zaman burada bir şey yok, kötü bir şey değil ama sonradan bunların içeriği nasıl dolmuş? Örneğin üç tane küp var üzerine yazılmış, Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik bunlar güzel ama o küplerin içine ne dolduruluyor onun adına, iş burada değişiyor. Onların içine, ne yazık ki, ilerleme, burjuva özgürlüğü gerçek özgürlük değil, eşitlik hiç yok adeta veya George Orwell’in dediği gibi, bütün hayvanlar eşittir ama bazıları daha çok eşittir gibi anlaşılacak şekilde, eşitliğin gerçekten gerçekleşmediği bir sorun söz konusu. O bakımdan bizim o küpleri yok etmek ya da onları kırmak değil, o kavramları ortadan kaldırmak değil, o kavramların gerçek içeriğini vermek gerekir veya bu sınıfsal bir şey, bir başka sınıf onu bir başka şekilde dolduruyor, biz nasıl doldurucağız, bütün mesele bu. Burada da eşitlik, özgürlük, kardeşlik güzel ama bence kendi içeriğiyle olmalı, nedir? Özgürlük, mesela Devlet’in olmadığı bir mutlak özgürlük olursa ancak özgürlük olur yoksa gerisi palavra olur, hatta bugün Özgürlük, piyasa ekonomisi için bile kullanılan bir kavram haline gelmiş, işte ilanlarda bile görürsün, bir araba mesela, araba markalarından anlamam ama “Chevrolet ile gitmek bir özgürlüktür” gibi, tabii gerçekten işi iyice yozlaştıran, gerçek içeriklerinden uzaklaştıran, bu da nasıl olacak, bir ideolojik mücadele meselesi, örneğin Fikret Başkaya’nın da bu kavramlar üzerine eleştirileri mevcut; “Sürdürülebilir Kalkınma”, aslında hiç olmayacak bir şey, gerçekten de kalkınma diye bir şey olmaz, bu dünyada öyle bir hiyerarşi kurulmuş ki, o hiyerarşiyi kırmadan olmaz. Kalkınma gibi görünen şey, örneğin sen kalkındığını düşünüyorsun ama öbürü daha fazla kalkınıp gidiyor. O bakımdan gerçek içeriklerine kazandırmaya özen göstermek lazım bence. Yoksa şu da değil bence, Aydınlanma’yı, Aydınlanma Düşüncesi diye gelen şeyi, ansiklopedistler, düşünürler o tarihte öyle bir şey getirmişler, burada bizim sahip çıkmamız gereken bazı şeyler var. Zaten sahip çıkıyoruz, özgürlük mesela bizim en çok sahip çıktığımız kavram ama o muhtevada değil, o zaman onların muhtevasının ne kadar sahte olduğunu göstermek lazım, zaten pratikte de, 200 yıldır bu gözüktü, özgürlük, özgürlük, özgürlük diye, katledilen özgürlük oldu. Mesela eşitlik, kapitalizmde eşitlik olmaz, kapitalizm koşullarında eşitlik diye bir şey olmaz, kardeşlik olmaz. Örneğin demokrasi, benim anlayışıma göre bir tane demokrasi vardır; doğrudan demokrasidir, bildiğimiz temsili demokrasisinin reddidir o, devrimlerde ortaya çıkan, aşağıdan halkın inisiyatifiyle ortaya çıkan organları yaşatmak, onların gerçekten hayata geçmesi için mücadele etmek gereklidir. Yani yeni kavramlar yaratmayacağız ama onlara gerçek anlamlarını vereceğiz, benim anlayışım böyle.

    “Hapishanelerin, fabrikalara, okullara, kışlalara, hastanelere ve bütün bunların da hapishanelere benzemesi şaşırtıcı değil mi?”— Michel Foucault

    Bu da biraz aynı ikili paradigma içerisinde değil mi, gerçek ve gerçek olmayan gibi bir ayrım, yine modernist düşüncenin sınırları içinde değil mi acaba?

    Valla, bilmiyorum belki ben de biraz modernist olabilirim, bilmiyorum.

    Belki daha sonra konuşmak bunun üzerine, tartışmak…

    Evet senin şerhin önemli onun üzerine düşünmek gerekli.

    Teşekkürler. ”

    http://www.gunzileli.com/2011/02/03/gun-zileli-ile-%E2%80%9Cjan-valtin-karanligin-otesinde%E2%80%9Dye-ve-mevcut-%E2%80%9Ckaranliga%E2%80%9D-dair-soylesi-emre-ozkapi/

  3. @ibrahim inci_

    “XIX. yüzyılda insanlık da, Marksizm de yanlış bir yol tuttu. Hatta, modernizme karşı en eleştirel akım olan anarşizmin bile bundan bir ölçüde nasibini aldığını söyleyebiliriz.”
    KESİNLİKLE HAKLISINIZ.
    AYNI MANTIKLA AŞAĞIDAKİLER DE SÖYLENEBİLİR:
    1)Paris Komünü de olmamalıydı:Çünkü Yenilmiştir.
    2)Marksizm, 20 yy. da Rusya ve Çinde devrim olacağını ve yenileceğini öngörebilmeliydi.
    3)Marksizm 1. ve 2. Dünya Savaşlarını engellemeliydi.
    4)Kristof Kolomb’un rotasının, Newton’un formülünün eksik olduğunu da karakaplısına yazmalıydı.
    ……
    Bugünkü bilgilerimizle Marksizmin Üretici Güçler teorisinin eksik yanlarını görmemiz, onun büyük bir keşif olduğu gerçeğini gölgelemez. Marksizmin geliştirilmesi için gösterilecek bütün iyi niyetli çabalar, Üretici Güçler Teorisinden de yararlanmak zorundadır.

  4. Gün Zileli

    üretici güçler teorisi Marksizmi ölüme götüren bir teoridir, bugün geldiğimiz noktada bunu daha iyi görebiliyoruz. Bu, Marx’ın kapitalizmi tahliline gölge düşürmez. Marx bu açıdan büyük bir düşünürdür ve aşılabilmiş değildir bugün de. Çıkarttığınız sonuçlar bana değil, size aittir. Paris komünü olmalıydı, yenilmesi onun olmamasını istemeye yol açamaz. Rus ve Çin devrimleri de öyle. Marksizm I. ve II. dünya savaşlarını engelleyemezdi ama modernizmin sonucunun savaş ve yıkım olduğunu görebilmeliydi, modern gelişmeleri kutsamadan önce (ki, Komünist Manifesto’da yapılan tam da budur).

  5. çıracı

    Sayın Zileli,
    Bana kalırsa modernizmin kalkınmacı, teknolojik ilerlemeci paradigmaya dayalı olması ve bu paradigmadan ödün vermiyor olması modernizmin egemen sınıfların tekelinde (bu sınıf burjuvazi de olabilir, bürokratik “sosyalist” devlet aygıtı da olabilir) gelişmiş/gelişiyor olmasındandır. Doğal olarak modernizm bu sınıfların çıkarı doğrultusunda gelişmiş, aşağıdaki kesimlerin bilgi/bilim/sanat/felsefe üretme sürecine katılmasına elinden geldiğince engel olmuştur. Basit bir örnek verecek olursak kriz dönemlerinde üniversitelerde ilk kapatılan veya geliri kesintiye uğratılan bölümler genelde felsefe, sosyoloji gibi bölümler olur, çünkü bu bölümlerde burjuvazinin doğrudan çıkarı yok denecek kadar azdır ve hatta bu bölümlerde öğrencilerin kazanabilecekleri bilinç ilerde öğrencilerin düzeni sorgulamalarına neden olup kapitalizmin çıkarlarını tehdit dahi edebilir. Başka bir örnek ise Mao’nun Çin devriminin başından 1960’lara kadar düşünen, sorgulayan, eleştiren kesimleri (entelektüellerden sıradan insanlara kadar) tasfiye etmesi, bilgi üretme sürecinin tekelini ÇKP’nin (hatta büyük ölçüde kendisinin) tekeline bırakmasıdır. Yazınızda (ve ilerlemeci/kalkınmacı paradigmayı ele alan başka yazılarınızda) öne sürdüğünüz fikirlere büyük ölçüde katılıyorum, fakat ‘akıl’ ve ‘bilim’ kavramlarını toptan reddetmemek gerekir diye düşünüyorum. “Kar, reel üretim ve kalkınma odaklı olmayan, emekçilerin özgür bireyler olarak katılabildikleri ‘aşağıdan bir modernizm’ mümkün müdür?” sorusunun da ele alınması gerekir diye düşünüyorum.

  6. casus belli: Marksizm aydinlarin afyonudur

    Belli araliklarla belli dozda marksizm alanlar kendilerini güçlü ve zeki hissederler. Tüm problemlerini çözdüklerini zannederler, karsi cinsle olan iliskilerinde daha özgüvenli olurlar, gelecege yönelik sonsuz bir ümit belirir, bazi bagililarda gereksiz fedakarlik ve kendine zarar verme hissi de dogar ancak marksizm uyusturucusunu alim
    süresi uzadikca organlar tahrip olur; özellikle beyin hücreleri ölmeye baslar, Stalinit akud ve Maomao hastaliklari belirebilir, bazi marksizm bagimlilari birkaç yillik bir süreden sonra baslarini duvara vurmaya baslarlar, bu asamada hastaligin artik tedavisi mümkün degildir. Tek çare bir müddet siyasetle ugrasmamak, halkin arasina karisip tevazu içinde kendini yeniden egitmektir, marksizm hastalari yakinlarinin destegiyle bunu atlatabilirler, onemli olan marksizmin bir afyon oldunu anlayip, geleneklerin degil ideolojinin daha zararli oldugunu kavramaktir.

  7. Anonim

    GÜNDELİK YAŞAMDAKİ MARX

    Karl Marx hep bir düşünce ve söz deryası olarak değerlendirilir. Ancak her durumda olduğu gibi burada da can sıkıcı bir soru ile karşı karşıyayız: Ya gerçek hayattan ne haber? Kişinin kendi iradesi altındaki ömrü boyunca yaptığı tercihler ile kendi düşüncelerini sunuş tarzı arasında ne tür bir ilişki vardır?

    Marx’ın kendi ailesi ve dostları karşısındaki davranışları, çağdaş politika ve hayatta kalma mücadelesi ile olan yakın ilişkileri, yaşamının pratik niteliği ve aldığı kararlar; tüm bunlara şöyle bir bakmaya değer. Marx’ın formüle ettiği temel düşünceleri reddettiğim halde, o düşünceleri çürütmek üzere bir karakter suikasti gerçekleştirme niyetinde değilim; ben yalnızca, dehşet verici bir dünya ile sağladığımız uzlaşmaların ve ona verdiğimiz ödünlerin, düşüncelerimizi dile getirmenin çok ötesinde, özgürleşme çabamızın gerçek alanı olduğunu hem kendime hem de başkalarına hatırlatmak istiyorum. Asıl eşitliğimizi, hep birlikte yaşadığımız karabasanın adice seyri içinde, bir anlık önemsiz soyutlamalarda görürüz. Özel ve kamusal yaşamı arasındaki ilişkiyi bir giriş noktası olarak kabul edip “günlük” Marx hakkında yapacağımız kısa bir araştırma bu söylediklerimizi destekleyebilir.
    1843 yılına gelindiğinde, Marx henüz Büyük Düşünür olmadan önce, bir koca ve baba olmuştu. Babalığı boyunca, altı çocuğundan üçünün ağırlıklı olarak yoksulluktan ölmesine tanık olacaktı. Guido 1850’de, Francesca 1852’de ve Edgar 1885’te, yalnızca yoksulluktan değil, bir o kadar da Marx’ın burjuva bir görünüm sergileme arzusundan dolayı ölmüştü. David McLellan’ın genel bir kabul gören Marx: Yaşamı ve Düşüncesi adlı biyografisinde, bu durum tekrar tekrar vurgulanmaktadır.
    Ardı arkası kesilmeyen bu ailevi sıkıntılara rağmen, Marx 1845 yılından itibaren öldüğü yıl olan 1881’e kadar Helene Demuth’u hizmetçi olarak çalıştırmış ve 1857 yılından itibaren Demuth’a bir hizmetçi daha eklenmişti. Hiçbir kuşkuya yer olmaksızın bilindiği üzere, Marx’ın gayri meşru oğlu Frederick’i 1851 yılında doğuran, hizmetçisi Helene Demuth’tan başkası değildi. Marx’ı bu skandaldan ve Louis Freyberger’a göre ise “çetin bir aile içi sorundan” kurtarmak üzere, Engels çocuğun babalığını kabul etmişti.

    Marx ailesi 1840’lı yılların sonundan itibaren Londra’da yaşamaya başlamış ve Jenny Marx’ın fiziksel ve duygusal yapısını kısa süre içinde tahrip eden uzun bir sıkıntı dönemine göğüs germek zorunda kalmıştı. 1850’lerde ölen üç çocuğun yanı sıra, Bayan Marx olmaktan kaynaklanan çeşit çeşit baskının ağırlığı altında kalışı, Jenny’nin hızla bozulan sağlığının başlıca nedeniydi. Temmuz 1858 yılında Marx durumun vahametini Engels’e şöyle itiraf ediyordu; “Karımın sinirleri tümüyle harap olmuş durumda…”

    Gerçekten de Jenny yedinci kez hamile kalarak 1856 yılında ölü bir bebek doğurduğunda ruhsal açıdan yoğun bir tahribata uğramıştı. Jenny aynı yılın sonlarına doğru, Politik Ekonominin Eleştirisi’nin kopyalanmasını tamamladığı sıralarda, maddi felâketlerden kaynaklanan “sıkıntıdan”, Noel şenlikleri için hiç paraları olmamasından yakınıyordu. Birkaç mirasa rağmen, Engels’e yollanan dilenci mektupları hiçbir zaman kesintiye uğramamıştı; nihayet 1860 yılına gelindiğinde, Jenny’nin bir zamanlar oldukça güzel olan o dış görünümünden geriye kır saçlar, çürümüş dişler ve aşırı şişmanlık kalmıştı. Yine aynı yıl içinde, oldukça uzun ve gereksiz bir çalışma olan Herr Vogt adlı yerginin kopyasını çıkarmaya başladıktan sonra yakalandığı çiçek hastalığı Jenny’yi hem sağırlaştırmış hem de çopurlaştırmıştı.
    Bir yandan Marx’a sekreterlik yapan bir yandan da, dışarıya karşı sergilenecek ailevi görünümün önceliğinden kaynaklanan borçların ve alacaklıların yoğun gerginliği altında kalan Jenny’ nin yaşamı büyük güçlüklerle geçiyordu. Marx 1862 yılında Engels’e şöyle yazıyordu: “Karım, hiç olmazsa görüntümüzü kurtarmak için, esasen yere çivilenmemiş her şeyi rehincilere götürmek zorunda kaldı.” Marx’ın günlerini Britanya Müzesi’nde geçirerek alacaklıları atlattığı 1860’lı yılların ortasında ise, üç kızdan büyüğünün özel dersleri ya da bir “bayanlar okulunda”ki öğrenimi için harcanan paralar söz konusuydu. Marx 1866 yılında, müstakbel damadı Paul LaFargue’ye yolladığı bir mektupta “karısının yaşamının bir enkaz haline geldiğini” itiraf ediyordu.

    Sinir krizleri ve kronik göğüs hastalıklarıyla cebelleşen Jenny, hiçbir zaman bitmeyen aile borcundan dolayı bir türlü rahata eremiyordu. Jenny’nin bulduğu kısmi çözümlerden biri, miktarını Marx’tan saklamayı tercih ettiği birikmiş borçlarını halledebilmek için, haftalık harçlığının küçük bir kısmını elinde tutmaktı. Temmuz 1869 yılında bu tutumlu çabayı öğrenen Büyük Adam patlamış ve Engels’e şöyle yazmıştı; “Bunu neden yaptın diye sorduğumda, bana, tüm borcumuzu açıklamaktan korktuğunu söyledi. Anlayacağın, kadınların her zaman denetim altında tutulması gerekiyor!”
    Hazır söz Engels’ten açılmışken, “aile adamı” olan Marx’tan, çağdaş politika ile yakın ilişkiler içinde olan Marx’ın kronolojik ve adil bir değerlendirmesine geçebiliriz. Şunu da belirtmek gerekir ki, Marx’ın en yakın arkadaşı, meslektaşı ve velinimeti olan Engels, adı oldukça kötüye çıkmış bir “zampara” olmakla kalmayıp, aynı zamanda 1838 yılından itibaren Engels and Erman firmasının temsilciliğini yapmaktaydı; yani Engels 1850’ li ve 1860’lı yıllar boyunca Manchester’da tam mesaili bir kapitalistti. İşte bu yüzden, 1844 yılında yayımladığı İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu adlı eseri, pratik bir işadamının, yani tam da kendisinin açıkça dile getirdiği korkunç sıkıntılardan sorumlu olan sınıfa mensup bir adamın deneyimlerinin meyvesiydi.
    Marx ve Engels, Genç Hegelcilerle kesin bir kopuşa giden ve tarihin ilerleyişini materyalist bir yaklaşımla ele alan olgunlaşmış düşünceleri içeren Alman İdeolojisi’nin yazımını 1846 yılında tamamlamışlardı. Bu büyük kitaba, artık tipik özelliklerini kazanmış olan politika alanındaki pratik etkinlikler eşlik ediyordu. Marx kendi Komünist Haberleşme Komitesi ve onun propaganda çalışmaları hakkında (yine 1846’da) şunu belirtiyordu: “Şu anda hiçbir şekilde komünizme ulaşmaktan söz edilemez; önce burjuvazi dümene geçmelidir.” Aynı yılın Haziran ayında ise, kendi destekçilerine, “cizvitçe” hareket etmeleri ve burjuvazinin hegemonyası için çalışmaktan ötürü “hiçbir şekilde vicdan azabına” kapılmamaları doğrultusunda talimatlar vermişti.
    Kapitalist gelişmenin, “yeterince gelişmemiş” proletaryanın pek çok kuşağının feda edilmesini gerektiren kaçınılmaz yasaları, sermayeyi nihai bolluğa ulaştıracaktı –işçileri ise köleleşmenin zirvesine. Böylece 1847 yılında, kendisinin de davet edildiği Brüksel’deki profesyonel ekonomistler konferansının ardından, Marx serbest ticaretin işçi sınıfı üzerindeki feci etkisine açıkça dikkat çekiyor ve bunu olumlu bir gelişme olarak kabul ediyordu. Kısa süre sonra bir gazeteye yazdığı makalede, sefalet ve ölüm saçarak ilerleyen sömürgeciliği aynı şekilde bir bütün olarak olumlu buluyordu; tıpkı kapitalizmin gelişmesi gibi kaçınılmaz ve ilerici olan ve nihai devrimin lehine işleyen bir gelişme olarak gördüğü gibi.
    1847 yılında Londra’da Komünist Birlik kurulmuş ve aynı yılın daha sonraki döneminde yapılan ikinci Kongre’de, Marx ve Engels’e Birlik’in manifestosunu yazma görevi verilmişti. Giriş bölümlerinde çınlayan birkaç anti-kapitalist cümleye rağmen, manifestodaki somut talepler sonuç olarak aşamacı, işbirlikçi ve yoğun biçimde devletçidir (örneğin miras vergisi, kademelendirilmiş gelir vergisi, kredi ve iletişimin merkezileştirilmesi). 18. yüzyılın ortalarından beri sürdürülen ve Luddistler ile doruğa çıkan kesintisiz mücadeleyi göz ardı eden, bir yıldan daha az bir süre içinde Avrupa’yı sarsacak olan ayaklanmalara hazırlıksız yakalanan Komünist Manifesto, “yeterince gelişmemiş” bir proletaryadan başka bir şey görmüyor.
    Bu politik belge Marx’ın efsanevi taktiklerinden birine, yani hem kapitalizmin hem de proletaryanın eş zamanlı olarak yükselişi düşüncesine kaynaklık eder. Sermayenin gelişimi açıkça insanın sefaletinin, çöküşünün ve acımasızlığının birikimi olarak tasvir edilmektedir; ne var ki bizzat bu süreç boyunca, çok daha “merkezileşmiş, birleşmiş, disipline olmuş ve örgütlenmiş” bir proletarya da ortaya çıkacaktır.
    Sakın, fiziksel ve kültürel bir baskının koyu karanlığından, çok daha robotlaşmış, güçsüzleşmiş ve kişiliksizleşmiş bir proletarya ortaya çıkıyor olmasın? Gerçekten de ayaklanmalar tarihi ile on dokuzuncu ve yirminci yüzyılların militanlığı, eylemci çoğunluğun, en çok sürüleşmiş ve yoksullaşmış kesimlerden değil, en az disipline olmuş ve kaybedecek bir şeyi olan kesimlerden geldiğini göstermektedir.
    Marx, Manifesto ve tamamen reformist olan “Almanya’daki Komünist Partinin Talepleri” ile birlikte 1848 yılında Almanya’ya gitmişti. Yine Marx ve Engels tarafından yazılan “Talepler”, sosyalist değil, burjuva bir devrimin bileşenleriydi ve Mart’ta patlak veren devrime karşı açıkça savaşmış olan pek çok unsura çağrıda bulunuyordu. Marx’ın bir yıl önce Brüksel’ deki radikal olmayan Demokratik Birliğin başkan yardımcısı konumunda oluşu ve bir ön koşul olarak burjuvazinin yükselişine verdiği destek dikkate alındığında, 1848 yılındaki devrimci olaylar ve Komünist Birlik’in önemli bir kesimi ile çabucak bir çatışma içine girmesini anlamak zor değil. Marx Köln’de, Frankfurt Parlamentosu için aday çıkaran bir Demokratik Birliğin kurulmasına yardım etmiş ve Komünist Birlik’in devrimcileri desteklemek üzere yapılacak herhangi bir silahlı müdahaleye destek vermesini şiddetle reddetmişti. İşçileri “yalıtılmış” bir halde görmek istemediği gibi oportünist bir gerekçeye başvuran Marx, Birlik’in bir yetkilisi olarak kendi “sağduyulu gücünü” kullanıp, fazlasıyla radikal olduğu ve burjuva unsurlara verdiği desteğin önünde bir engel olarak gördüğü için, Mayıs ayında Birlik’i feshedecek kadar ileri gitmişti.
    Birlik’i bir kenara attıktan sonra, Marx 1848 yılında Almanya’daki etkinliklerini Demokratik Birliği desteklemek ve Neue Rheinische Zeitung’ daki diktatoryal editörlüğü üzerinde yoğunlaştırmıştı. Marx bu her iki konumunda da, çalışan insanları feodalizmin kalıntıları karşısında tüm diğer “demokratik güçler” ile aynı yere koyan bir “birleşik cephe” politikası benimsemişti. Elbette bu düzenleme işçilere ne özerklik ne de hareket serbestisi sağlayacaktı; ve işçilerde herhangi bir devrimci potansiyel görmemek anlamına geliyordu. Marx NRZ’ nin editörü olarak, proletarya başkaldırısının yenilgiye uğramasının ardından başa gelen geçici hükümetin başkanı ve işadamı olan Camphausen’a tavsiyelerde bulunmuştu. İnsanı daha da hayretler içinde bırakan da şu ki, Marx, Paris proletaryasının Haziran 1848 yılındaki başkaldırısını kınayan Demokratik Birliğin gazetesine her şeye rağmen destek vermişti. Marx bir politikacı ve editör olarak, işçi sınıfının özgün durumu ve çıkarları hakkında radikal bir tutum sergilemeyi ısrarla reddettiği gerekçesiyle, giderek daha çok eleştiriye maruz kalıyordu.
    1848 yılının sonbaharına gelindiğinde, Almanya’daki işçi ayaklanmalarının yeniden başlamasıyla birlikte, Marx’ın kamusal etkinlikleri de daha eylemci ve daha-işçi yanlısı bir renk kazanmaya başlamıştı. Ne var ki, Aralık ayında bu karışıklıklar azalmaya başlamış ve bu değişken yılın Almanya’da çarpıcı devrimci sonuçlar yaratmadan sona ermekte olduğu anlaşılmıştı. İşte şimdi, ancak ve ancak şimdi, Marx gazetesinden, işçi sınıfının devrim için burjuvaziye değil, kendi özgücüne dayanması gerektiğini ilan ediyordu. Ne var ki, bu iş için vakit oldukça geç olduğundan, diye kehanette bulunuyordu Marx, devrimin kaynağını yabancı ve dışsal bir şoktan; yani canlanmış Fransız proletaryasının ayaklanmasının ardından Fransa ile İngiltere arasında patlak verecek bir savaştan alması gerekiyordu. Böylece Marx, nasıl ki 1848 yılı başlarında devrimi Prusya ile Rusya arasındaki bir savaşa endekslemişse, 1849 yılında da aynı şekilde bir Fransız-İngiliz savaşından toplumsal devrim bekliyordu. Üstelik bu ne ilk ne de sondu, zira Marx bundan sonra da pek çok kez, ulusal savaşların mezbahalarında devrim kıvılcımları aramaya devam edecekti; kuşaklar boyu kendisini bir fabrika kölesi ve top barutu olarak feda etmek zorunda kalmaksızın kendi iradesiyle hareket edebilen –ve de edebilmiş olan– bir işçi öznesi, Marx’a bir türlü inandırıcı gelmez. 1848’de devrimin başlangıcına tanık olan bazı radikaller, Marx’ın determinist muhafazakârlığı karşısında dehşete düşmüşlerdi. Örneğin Louis Gottschalk, işçi sınıfını burjuvazi ile feodal yönetim arasında bir seçim yapmaya zorladığı için Marx’a saldırıyordu; “Neden devrim değil?” diye soruyordu Gottschalk. Marx Şubat (1849) seçimlerinde burjuva adayları desteklemesine rağmen, Nisan ayına gelindiğinde (feshettiği) Komünist Birlik, Marx olmaksızın daha da güçlenmiş ve Marx’ı ılımlı Demokratik Birliği terk etmeye zorlamıştı. Dresden’de bir hafta süren sokak savaşına, Ruhr’da başkaldırılara ve Baden’de yaygın ayaklanmalara tanık olan Mayıs ayı ile birlikte, hem olaylar hem de Alman radikal topluluklarının bu olaylar karşısındaki tepkileri Marx’ı bir hayli geride bırakmıştı. Bu yüzden Marx böylesi bir Mayıs ayında, gazetenin 1848-1849 dönemi boyunca devrimci bir tutum sergilediğini belirten küstah –ve tümüyle absürd– bir başyazıyla NRZ’nin yayınına son vermişti.
    Avrupa kıtasında iki yıl boyunca süren başkaldırı olaylarının sona ermesi üzerine, Marx 1850 yılında Londra’ daki diğer Alman mültecilere katılmıştı. Yukarıda da belirtildiği üzere, solun baskısı altında kalan Marx, şimdi de bağımsız olarak örgütlenmiş (ve fazlasıyla merkezileşmiş) bir Alman proletaryası ile bu proletaryanın ele geçirerek sahipleneceği oldukça merkezileşmiş bir devletin savunucusu olarak ortaya çıkıyordu. Radikal olmaktan başka her şeye benzeyen Almanya’daki etkinliklerine rağmen, Marx’ın Komünist Birlik’e yeniden katılmasına izin verilmiş ve Marx, Birlik’in hakimiyetini yeniden ele geçirmişti. Çoğu zaman “ajitatörler” ve “suikastçiler” olarak damgaladığı pek çok Alman radikali cilalayan Marx, Londra’da Çartistler ve seçim reformu ile sendikacılığa bel bağlamış olan diğer unsurlar arasında destek bulmuştu. Marx’ın bu tutumu ona Londra’da bulunanların çoğunluğunu kazandırmış ve hem Komünist Manifesto’daki minimalizminden hem de Almanya’daki devrimci pratiğe uzak kalışından ötürü Birlik içinde kendisini “gerici” olarak değerlendirenler karşısında zafer kazanmasını sağlamıştı.
    Ancak Marx 1850’li yılların başından itibaren zamanının çoğunu Britanya Müzesi’ndeki çalışmalarına harcıyordu; böylece kendi güvenilmez ailesinin patırtılı ortamından uzakta, dünya devriminin seyri üzerine düşünebilecekti. Bu dönemden itibaren, çiçeği burnunda militanlığının göreceli radikalliğini çabucak başından savmış ve herhangi bir devrim umudunun değil, genel bir refahın yaklaşmakta olduğunu öngörmüştü. Ekonomik krizin proletarya ayaklanması ile çakışması, dünyamızın gerçek tarihi için olsa olsa bir alay konusu olabilir. Luddistler’den tutun da Komün’e, 1968 Fransası’ndan tutun da yirminci yüzyılın son çeyreğinde başlayan pek çok mücadeleye dek, başkaldırı kendi kendisinin efendisi olmuştur; işsizlik ve enflasyon biçimindeki büyük dalgalanmalar, beklenenin aksine, toplumsal devrimi ateşlemekten ziyade, çoğu zaman sınıf mücadelelerinin daha düşük ve hayatta kalmaktan ibaret bir düzeye indirgenmesine hizmet etmiştir. Örneğin 1930’lu yıllardaki Büyük Bunalım, kapitalizmin yıkımı şöyle dursun, ancak Alman Nasyonal Sosyalizmi ve onun kuzeni olan Amerikan Yeni Düzen’inde cisimleşen zayıf bir vizyon sağlayabilmiştir. (1930’lu yılların parlak ışığı olan İspanya Devrimi’nin, Sanayileşmiş ulusları etkileyen Bunalımla hiçbir ilgisi yoktu.) Marx’ın –ekonomik krizler başta olmak üzere– dışsal etkilere gösterdiği yoğun ilgi, onun hem pratik hem de teorik yaklaşımını temsil ediyordu; Marx’ın bu tutumu, onun insanların önemli bir çoğunluğunun potansiyel özerkliğine, hayal gücüne ve kudretine en ufak bir ilgi duymadığını göstermektedir.
    Marx’ın yaşadığı dönemin fiili toplumsal mücadelelerine mesafeli kalmış olmasının, sürdürdüğü gerçek burjuva yaşamla yakından bağlantılı olduğu anlaşılıyor. Marx’ın geçimini sağlama tarzı söz konusu olduğunda, onun somut etkinlikleri ile devrimci bir teorisyen olarak kazandığı saygınlık arasındaki uçurum insanı şaşkınlık içinde bırakmaktadır. New York Daily Tribune gazetesinin editörüne göre, Marx 1852 yılından 1860’lara kadar söz konusu gazetenin “en çok değer verilen” ve de “en yüksek ücret ödenen” köşe yazarlarından biriydi. Gerçekten de Marx’ın tamı tamına yüz altmış beş adet makalesi, devrimcilikle alâkası olmayan bu günlük metropolitan gazetesinde başyazı olarak kullanılmıştı; Marx’ın 1855’te gazete yönetiminden, bundan sonraki makalelerinin isimsiz olarak yayımlanmasını talep etmiş olmasının nedenini anlamak zor olmasa gerek. Ancak Marx bir yandan burjuva bir gazetenin başyazarı olarak görünmek istemezken, diğer yandan da bundan çok daha fazlasını, yani -aile yaşamında da gördüğümüz gibi- bir beyefendi olarak görünmeyi istiyordu. Londra’ daki reformist Das Volk gazetesinin matbaa borcunu, “bir skandalı önlemek” için 1859’da ödemek zorunda kalmıştı. 1862 yılında ise Engels’e ticarete atılma arzusunda olduğunu söylüyordu: “Bütün teoriler gridir sevgili dostum ve yalnızca ticaret yeşildir. Ne yazık ki bunu çok geç anladım.” Teklifleri reddetmesine rağmen, Marx 1865 ve 1867 yıllarında, kendisine götürülmüş olmaları bile oldukça düşündürücü olan iki davet almıştı; bir aracıyla Bismarck’tan gelen birinci teklifte, “büyük dehasını Alman halkının hizmetine sunmaya” davet ediliyordu, ikincisinde ise, Prusya Hükümeti’nin resmi gazetesi için ekonomi makaleleri yazması öneriliyordu. Marx 1866 yılında Amerikan fonlarında yaptığı spekülasyonlardan dört yüz sterlin kazandığını iddia ediyordu; keza, Borsa’da hisse senetleriyle nasıl oynanacağı hakkında Engels’e yaptığı tavsiye de hâlâ akıllardadır. 1874 yılında ise Marx’ı, yeni bir aletin patent hakkını ele geçirip büyük paralar kazanmak üzere, diğer iki ortakla mahkemede dalaşırken görüyoruz.
    Marx’ın sahip olduğu egemen sınıf kişiliğini yansıtan bu çarpıcı olaylara, kendi Viktoryen otoritesi altında yetişmiş üç kızı karşısında takındığı tavırları da eklemek gerekir. 1866 yılında Paul LaFargue’nün geleceğinin ekonomik açıdan güvence altına alınması hususu üzerinde ısrar eden Marx, LaFargue’yü “çalışkan” olmamakla suçluyor ve yaklaşık olarak yirmi bir yaşında olan Laura’ya ilgi duyan LaFargue’ye son derece bilgiç terimlerle nutuk çekiyordu. LaFargue’ye henüz Laura ile nişanlı olmadığını ve eğer nişanlanacaklarsa, bunun “uzun vadeli bir ilişki” anlamına geleceğini hatırlatan Marx, oldukça puriten ayıplamalarla sözlerine devam ediyordu: “Bana göre, gerçek aşk, vakitsiz bir samimiyetin dizginsiz tutku ve gösterişlerinde değil, sevgilinin kendisine hakim oluşunda, ölçülü ilgisinde, hatta hayranlık duyulan kişiye yönelik çekingenlikte ifadesini bulur.” 1868 yılında, o sıralar yirmi iki yaşında olan kızı Jenny’nin işe girmesine karşı çıkan Marx, daha sonra da, kızı Elanor’ un, Paris’teki son barikatı tek eliyle savunmuş olan Komünar Lissagaray ile görüşmesini yasaklamıştı.
    Politikaya yeniden dönecek olursak, Marx’ın 1850’li yıllarda heyecanla beklediği ekonomik kriz 1857 yılında gerçekleşmiş ve herhangi bir devrimci etkinliğe yol açmadan geçip gitmişti. Ancak Polonya Ayaklanması’nın başladığı 1863 yılına gelindiğinde Uluslararası İşçi Birliği’nin oluşumuna zemin sağlayan yaygın bir huzursuzluk söz konusuydu. Kapital üzerine yaptığı çalışmaları bir yana bırakan Marx, Eylül 1864 yılında Londra’da kurulduğu günden itibaren Enternasyonal içinde en etkin kişilerden biri haline geldi. Tüm Londra Sendikaları Konseyi’nin başkanı olan Odger, Mason’s Sendikasının Sekreteri olan Cremer kuruluş toplantısı için çağrıda bulunmuşlar ve diğer iki İngiliz sendika yöneticisi olan Wheeler ile Dell resmi olarak uluslararası bir örgütlenme önermişlerdi. Marx (kısa bir süre sonra Genel Konsey olarak adlandırılacak olan) yürütme komitesine seçilmiş ve komitenin ilk toplantısı Odger’ın Enternasyonalin başkanlığına, Cremer’in ise sekreterliğine seçilmesiyle sonuçlanmıştı. Böylece, daha başından beri Marx’ın Enternasyonal içindeki müttefikleri sendika bürokratları iken, onun siyasal yaklaşımı da radikal amaçlara izin vermeyen ve “sadece konuşmadan ibaret” olan tümüyle reformist bir yaklaşımdı. Genel Konsey’in ilk kararlarından biri, “işçi sınıfının o samimi evlâdı olan” ABD başkanı Abraham Lincoln’a Marx’ın en sıcak ve kardeşçe selamlarını iletmek olmuştur.
    Marx’ın ilk dönemlerdeki diğer etkinliklerinden biri de, Enternasyonal’in bir parçası olarak, insanın sefaletine adanmış bir Reform Birliği’nin kuruluşuydu. Engels’e bu başarıda “ikimizin imzası var” diyerek böbürlenen Marx, geriye kalan tek Çartist örgütlenme olan Ulusal Reform Birliği üyelik için başvuruda bulunduğunda da yine aynı ölçüde heyecanlanmıştı. Ne var ki, Ulusal Reform Birliği’nin üyelik başvurusunda bulunması, bir süre sonra Enternasyonal’in Manchester muhabiri olarak çalışmayı bile reddeden ve hâlâ tam mesaili bir kapitalist olan sadık Engels için bile biraz fazla olmuştu. Marx Londra’daki sendikaların üyeliğini teşvik ederek İngiliz aşamacılığının tüm kalıntılarını bağrına bastığı bu dönemde Alman sosyalisti Ferdinand Lasalle’a yolladığı bir mektupta ünlü sözlerinden birini yazmıştı; “proletarya ya devrimcidir ya da hiçbir şeydir.”
    Lasalle ve onun Alman İşçilerinin Genel Birliği (ADAV) devlet hakkında ciddi yanılgılar taşıyordu; Lasalle’a göre, Bismarck Prusya Şansölyesi olarak gerçek sosyalist politikalar uygulama kapasitesine sahipti. Buna rağmen Marx, örgütü Enternasyonal’e bağlama umuduyla 1866 yılında ADAV’ın başkanlığı için aday olmayı kabul etmişti. Tam da aynı dönemde (Engels’in kuzenine) şöyle yazıyordu: “ADAV ile olan ilişkimiz yalnızca başlangıçta, buradaki muhaliflerimiz karşısında faydalı olacaktır. Yanlış bir zemin üzerinde duran bu Birliğin tüm kurumları daha sonra ortadan kaldırılmalıdır.”
    Marx’ın kendi otoritesini sağlamlaştırmak ve güvence altına almak için Enternasyonal içinde giriştiği manipülasyonlar üzerine ve toplantıların tarihleri, yerleri ve uzunlukları hakkında çevirdiği entrikalar üzerine ciltlerce kitap yazılabilir ve zaten yazılmıştır da. ADAV örneğine aynı türden pek çok örnek daha eklenebilir; mesela kendisinin hiçbir şekilde radikal olmayan fraksiyonunu Enternasyonal içinde tutabilmek için, Lefort adlı zengin bir burjuvayı kazanması gibi. 1867 yılına gelindiğinde, Marx’ın sabırlı manevralarının ürün verecek hale geldiği anlaşılıyordu; Engels’e şöyle yazmıştı; “bu güçlü makine artık bizim (yani senin ve benim) elimizde.”
    Yine 1867 yılında Marx en gözde nosyonlarından biriyle boy göstermişti; bu nosyona göre, Prusya ile Rusya arasındaki bir savaş hem kaçınılmaz hem de ilerici olacaktı. Böyle bir savaş Alman proletaryasının despotik Doğu barbarlığına karşı harekete geçmesi anlamına gelecek ve böylece Avrupa devrimi için geliştirici bir etki yaratacaktı. Ardı arkası gelmeyen bu “savaş oyunlarını” bir marifet sayan böyle bir kişilik, öncelikle devletin menkul varlıkları olarak cepheye sürülen kurbanları, kendi iradeleri doğrultusunda hereket eden proleter özneler ile aynı kefeye koymaktadır; bu tam da, Marx’ın bir Enternasyonal bürokratı olarak, işçilerin yerine sendika yetkililerini geçirmek üzere uyguladığı stratejinin bir uzantısıydı. Marx, devrimcilerin gerçek görevinin, birbirleriyle rekabet halinde olan milliyetçiler arasındaki anlamsız oyunlarla hiçbir alâkası olmadığını savunan herkesle, bu arada kendi müstakbel damadı LaFargue ile de, doğal olarak alay ediyordu. Ve Enternasyonal’in Brüksel Kongresi’ndeki Belçika delegasyonu 1868 yılında savaş karşısında genel grev önerisi ortaya attığında, Marx bu düşünceyi, işçi sınıfının “yeterince gelişmemiş” statüsünden kaynaklanan bir “aptallık” olarak göz ardı etmişti.
    Proudhon ile Bakunin taraftarlarının zayıflıkları ve çelişkileri burada konu dışıdır; ancak, Proudhoncuların yaklaşmakta olan çöküşünden ve Bakunin’in etkisinin henüz emekleme aşamasında olmasından dolayı 1869 yılını Marx’ın etkisinin doruk noktası olarak kabul edebiliriz. 1870 yılı ve Napolyon’un kötü planladığı Fransa-Prusya Savaşı ile birlikte, Marx’ın gündeminde bir kez daha hükümetlerin “ilerici” ve “ilerici olmayan” askeri zulmü ile karşılaşıyoruz. Marx’ tan Engels’e: “Fransızların bir köteğe ihtiyacı var. Eğer Prusyalılar zafer kazanırsa, o zaman işçi sınıfının merkezileşmesi… Almanların dünya arenasında Fransızlar karşısında üstünlük sağlaması, aynı zamanda bizim teorimizin Proudhon ve onun gibilerin teorileri karşısında üstünlük kazanması anlamına gelecektir.”
    Marx 1870 yılında, Enternasyonal’in Genel Konseyi tarafından da onaylanan bir konuşmasında, yukarıdaki yaklaşımına bir uyarı eklemişti: “Eğer Alman işçi sınıfı mevcut savaşın tamamen ‘savunmaya dayalı’ karakterini kaybedip yozlaşarak Fransız halkına yönelik bir savaşa dönüşmesine izin verirse, zafer de yenilgi de aynı ölçüde korkunç olacaktır.” Yani anlayacağınız, Fransız halkının kasaplığını yapmakta hiçbir sakınca yok –ama belli bir yere kadar. İnsanı dehşete düşüren böylesi iğrenç hesapların zirvesinde, Belçikalılar ve başkaları, proleterlerin her halükârda kendi başlarına birer faktör olabileceklerini düşündükleri gerekçesiyle, şiddetle kınanmışlardı. Peki Prusya ordusundan başka bir şey olmayan “Alman işçi sınıfı”, Prusya yönetici sınıfının emirlerini ne ölçüde yerine getireceğine nasıl karar verecekti? Üstelik eğer bunu yapabiliyorsa, Alman işçi sınıfına, bu yönetici sınıf emirlerini tümüyle reddetme “talimatı vermek” daha doğru olmaz mıydı?
    Marx’ın devrimci içerikten tamamen yoksun olan bu tür açıklamaları, burjuva basın tarafından doğal olarak memnuniyet ve ilgiyle karşılanıyordu. Öyle ki, bilge ve ılımlı açıklamalarından ötürü Enternasyonal’e iletilen bir kutlama mesajının sahibi, İngiliz özel mülkiyet düşüncesinin aziz patronu John Stuart Mill’den başkası değildi.
    III. Napolyon’un başlattığı savaş 1870 yazının sonunda Prusya’nın zaferi ile sona erdiğinde, tahmin edebileceğimiz gibi, Marx Almanya’nın onaylanmış “savunmacı” duruşunu terk ederek, Alsace-Lorraine bölgelerinin ilhakını talep eden bir saldırgan haline geldiğini iddia ediyordu. Fransa’nın yenilgisi Louis Napolyon ve onun İkinci İmparatorluğu’nun yıkılmasına yol açmış ve ardından geçici bir Cumhuriyetçi hükümet kurulmuştu. Marx Enternasyonal’in önünde o sırada iki görev bulunduğuna karar vermişti; yeni Cumhuriyetçi rejimin İngiltere tarafından tanınmasını güvence altına almak ve Fransız işçilerinin her türlü devrimci başkaldırı girişimlerini önlemek.
    Marx’ın siyasal yaklaşımına göre, “Prusya ordularının neredeyse Paris kapılarına dayandığı mevcut kriz içinde, yeni hükümete zarar verebilecek herhangi bir girişim oldukça tehlikeli bir aptallık olacaktır.” Bu köhne ve anti-devrimci strateji kamuoyunda bir hayli yaygınlaştırılmıştı –ta ki kısa süre içinde Komün tarafından şiddetli ve “bilimsel olmayan” biçimde bir alay konusu haline getirilinceye kadar.
    Marx’ın Parislilerin başkaldırısına olumlu bakmadığı iyi bilinmektedir; Marx’ın Komün’ün geleceği hakkında kötümser olmaktan başka Komün için hiçbir şey yapmadığını söylemek aşırı cömertlik olur. Bu başarılı ayaklanmanın başlangıcının üzerinden günler geçmesine rağmen, Marx başkaldırının gözüpekliğini bir türlü içine sindirememiş ve “başarı şansı yoktu” türünden zırvalıklarla kendisini tatmin etmeye çalışmıştı. Komün olgusunu eninde sonunda kabul etmesine (ve böylece, proletaryanın mevcut devlet mekanizmasını kullanması hakkındaki reformist düşüncelerini yeniden gözden geçirmek zorunda kalmasına) rağmen, Marx’ın Komün’e herhangi bir sempati duymadığını şuradan rahatlıkla anlıyoruz; Komün’ ün iki aylık ömrü boyunca, Enternasyonal Genel Konseyi Komün hakkında tek bir laf bile etmemişti.
    Bir mücadele bittikten sonra, o mücadele hakkındaki analizlerin ya da dile getirilen övgülerin, artık hiçbir tehlikenin söz konusu olmadığı güvenli bir ortamda yapıldığı çoğu zaman gözden kaçar. Marx’ın Fransa’da İç Savaş adlı eserinde Komün’ün zaferi hakkında yaptığı ustaca polemikler aslında bir ölüm ilanıdır; tıpkı 1848’deki devrimci Paris esnasında desteklemediği olaylar ile arasına güvenli bir mesafe girdikten sonra Fransa’da Sınıf Savaşları’nda yaptığı gibi.
    Proletaryanın başarısı hakkındaki çok kısa bir iyimserlik döneminden sonra –yine Avrupa’daki 1848-49 ayaklanmaları karşısındaki tutumu gibi– Marx her zamanki renklerine geri dönüyordu. Örneğin Enternasyonal’in 1871 yılında İtalya, Rusya ve İspanya’daki dağınık ayaklanmalara destek vermesini engellemişti; bunların ağırlıklı olarak anarşizmin etkisi altındaki ülkeler olduklarını da unutmayalım. Bir yıl sonra Bakuninciler gibi daha radikal unsurların denetimine geçmesini kabul etmektense, Marx fraksiyonu tarafından tasfiye edilen Enternasyonal’in son toplantısı Eylül ayında gerçekleşti. 1871 sonbaharındaki Londra Konferansı esnasında, Marx’ın burjuva aşamacılığı şu sözlerle iyice su yüzüne çıkmıştı; “İşçileri parlamentoya sokmak hükümet karşısında zafer kazanmakla eşdeğerdir, ama doğru adamı seçmeliyiz.”
    Marx, Enternasyonal’in yok oluşu ile kendisinin öldüğü yıl olan 1881 arasındaki dönemde, daha önceki yıllardan fazlaca farkı olmayan bir tarzda yaşadı. Tıpkı 1848-49 ayaklanmalarından sonra sürgüne giden Alman radikalleri 1850’de göklere çıkardığı gibi, Marx bir yandan Komün mültecilerini ölçüsüzce cilalarken, diğer yandan da sosyalist-olmayan zengin Rus aristokrat Maksim Kovalevski, hali vakti yerinde Dr. Kugelmann, işadamı Max Oppenheim, zengin bir sosyal demokrat olan H.M. Hyndman ve elbette artık emekli bir kapitalist olan Engels gibi adamlarla arkadaşlık ediyordu.
    Bu tür bir arkadaş çevresini tercih eden Marx’ın, ömrü boyunca göremediği gibi, işçilerde radikal bir kapasite görememesi hiç de şaşırtıcı değildir. 1874 yılında şöyle yazıyordu; “Avrupa’nın genel durumu, genel bir Avrupa savaşına doğru ilerleme yönündedir. Avrupa işçi sınıfının kayda değer bir dışsal etkililiğinden söz edebilmemiz için, önce bu savaşı yaşamamız gerekiyor.” Her zamanki gibi dışsal faktörlere –ve elbette “tarihin değişmez yasalarına”– bel bağlayan Marx, 1914 yılındaki savaşı destekleyen Marksist partilerin de katkısıyla Birinci Dünya Savaşı’nda milyonlarca yaşamın yitip gitmesinde bizzat pay sahibidir.
    Gerçek sınıf mücadelesinin olanaklarını görmeyi, kapitalizme yöneltilen fiili karşı çıkışı anlamayı ömrü boyunca reddeden Marx, etkin ve somut biçimde, kuşakların feda edilmesini gerektiren kapitalist gelişmenin bütünlüğü ve ilerlemesi için çalışmıştır. Marx’ın gerçek yaşamı üzerine yapılan bu değerlendirmelerin böyle bir yaşam ile Marx’ın genel düşünceleri arasındaki tutarlılığa işaret ettiğini düşünüyorum. Bu keşfi Marx’ın “ayırt edici teorik” yanına taşımak bu makalenin konusu değildir; yine de, yukarıdaki değerlendirmeler “gövdesinden-ayrılmış” Marx’a dolaylı da olsa ışık tutacaktır.

    * John Zerzan,
    Elements of Refusal,
    C.A.L. Press, Columbia 1999.

  8. ozgur

    Bilinim gerektirdiği toplumsal beklentiler; sanat toplumu ile eşdeğerdir. Buluşlar gelişmiş teknolojiler yeni toplum idealleri ile beraber betimlenir. Aynı zamanda tüketim toplumunuda örten yeni felsefeler yeni görüşler belirir. Moden felsefe Sanayi çağıyla berber sosyal eşitliğide sosyal toplumuda dizayan etmiştir. Felsefeyi söylemek kadar bilgiyide edinmenin kolaylaştığı sosyal paylaşım ağları, karmaşık ama yapıcı bir çok düşünceleride beraberinde getirecektir. Sadece neye ihtiyaç duyacağımız belirsizdir. Toplumları nelerin meydana getirdiğinin bir çok açıklaması vardır. Bayrak, kan, para, Sınırlr, Din, milliyet, ideoloji, Bunlaın dışındxa geçmişten gelen davranışlarıdır. Gelcekte bunu algılamın bir yoluda ne tükettği ve nasıl tükettiği, Farklı sınırlrın içinde bağımsız bireylerin davranışları, düşünceleri, ideallaeri, tüketim alışkanlıkları yeni toplulukları oluşturacaktır. Gelişmiş sosyal yaşantıda Bilgi edinm, için gerekli olan o bilgiye ulaşacak birikime sahip olma zorunluluğu toplumlar arasındaki dinamizmide etkiyecektir. Devletler veya topluluklar arasındaki davranışlar “tercihli” yönetim birimlerinide meydana getirir ki bunarın arasındaki merkezlenme süreçleri tarihsel olgularada dayanarak kendisini tekrar üretmesine devamlılık sürecini düşünsel durumlarını idealaştırarak meydan getirir.Sosyal birreylerin davranışlarını meydana getiren serbest bilgi edinimi ve eylemleri yaşamın üzerindeki örgütlenmiş yönetim birimlerinide aşağıya çekmektedir.

  9. özgürlükçü

    kuşkusuz marksizmin modernizmden etkilenmemesi düşünülemez her ideoloji içinde yaşadığı maddı şartların ürünüdür.düşman kardeşler marksizme anarşizm penceresinden bakınca ikisininde vucut bulduğu koşullarda gerek aristokrasi,burjuvazi,işçi sınıfı,köylülük gibi sınıflardan etkilenen modernizmin pratik gerçekliğinin gelecek ideallere baskın olduğu koşullarda hemen her ikisininde başaramadığı gerçeğini değiştirmez.yinede bu günkü değerlerde kapitalizmin ve ideolojisi liberalizmin marksizmin ve anarşizmin doğrulanan bir çok anlayışından rol çalacak seviyede etkilediğinide söylemeliyiz.bütün bunlara rağmen bu gün durduğumuz yerden 1870 lerde bütünlüklü bilimsel bir proje olabilmesi bile engels gibi arkadaşlarına nasip olan marx dan daha fazlasını beklemek haksızlık olabilir.150 yıl sonra yaşanan pratiği yaşayıp bilenlerin üstüne ekleyebilmesi gerektiğini söyleyebilmemiz gerekir.eklediğimizin casus gibi marksizmi afyona benzetirken bile marxtan rol çaldığını anlamayan taşkafalar için elimizden bir şey gelmez

  10. Önder

    İnsanlar [kendi ürettikleri] efsanelere inanırlar ama efsanelerin gerçek dünyada bir karşılığı olmadığı gibi, mantıkî bir tutarlılığa sahip olmaları da gerekmez. İnsanlar çok uzun bir tarihsel dönemde kendi beyinlerinin eseri olan efsaneler [mitler] tarafından ‘köleleştirildiler’. Kapitalizmden sonra efsaneler biçim değiştirdi, bu sefer de [elbette eski tür efsaneler ve yabancılaşmalar az-çok etkisizleşmekle birlikte, varlığını sürdürmeye devam etti] kendi emeklerinin ürünü olan metaların [sermaye densin] kölesi durumuna geldiler. Tarih boyunca efsanelerin biçimi değişse de işlevi hep aynı kaldı. Aydınlık felsefesi sonrasında ve kapitalizm çağında artık efsaneler devrinin kapandığı, aklın, bilimsel düşüncenin egemen olduğu ileri sürüldü. Aslında söz konusu olan aklın egemenliği değil, sermayenin egemenliğiydi ama, geçerli ideolojik yabancılaşma, zihinsel bulanıklık yaratarak gerçek durumun bilince çıkarılmasını önledi. Zira, kapitalist egemenlik çağında yeni bir fetiş üretilmişti: Bilim… Bundan sonra yapılan herşey, ‘bilimsellik’ kılıfına sokuluyor ve öyle sunuluyordu. Velhasıl ‘bilimselliği’ tartışılmasını engelliyordu…

    FİKRET BAŞKAYA | “Kalkınma: Bir Efsanenin Sonu” makalesinden..

    Bu modernite denilen şeyin kapitalizmin kültürel ayağı olduğuna dair daha önce de görüş belirtmiştim. Kim ne derse desin insanlar Tanrısız yapamıyorlar. Aydınlanma çağında paganizme dönüşü teklif edenler yok değildi bildiğim kadarıyla. Tek tanrılı dinleri yok edelim de, insanların neye taptıkları önemli değil telaşındalığı. Türkiye’de ise Fransız Devrimi taklitçisi jakobenlerin, dinin (aslında İslam’ın, -diğer din mensupları görece daha rahat yaşamışlardır dinlerini-) toplumsal hayattaki görünürlüğünü tamamen silme çabaları ve kendi uydurdukları dini (Kemalizm/Kamalizm) kaim kılma gayretleri içinde olmaları. (Alevilik ve diğer tarikatların yasaklanması) Ara ara modernize etme gayretleri. [Modernize çabalarının kapitalizme kolay adapte olunması bağlamında olduğunu düşünüyorum. Dervişlik etkisi altındaki “Bir lokma, bir hırka” anlayışına sahip Anadolu müslümanlığının kapitalizmin gelişimine engel teşkil edeceği düşünülmüştür. Zaten Ernest Renan’ın “İslam terakkiye manidir” sözü de bu bağlamda doğrudur. İslam, kalkınma efsanesine, yani moderniteye, yani kapitalizme manidir. Modernist İslamcılar buna şu şekilde cevap veriyorlardı: “İslam mani değildir, yaşanan müslümanlık manidir.” Ve ellerinden geleni yaptılar modernite için, kapitalizm için. ]
    Özellikle Alevilik’in dünyaya bakışı kapitalizme/modernizme pek elverişli değildi. Seyit Rıza’nın idam edilmeden önce, başındaki sarığın ve yerel giysilerinin çıkartılıp, fötr şapka ve takım elbise giydirilmesi basit bir olay değildir. Dönemin yandaş yazarlarının inkılapları destekler mahiyette şiirleri, romanları vs. Alevi yazar Mehmet Bayrak’ın bir makalesindeki şu sözler de anlamlı. ” Kemalizm’in anlı-şanlı yazarlarından Yakup Kadri’nin ‘’Nur Baba“sı ; 150’liklerden Refik Halid Karay’ın ‘’Kadınlar Tekkesi“ ve Reşad Nuri Güntekin’in ‘’Tanrı Dağı Ziyafeti“ adlı romanları da bu sürece [Alevilik inancını karalama sürecine] ilişkin eserlerdir. Tüm bunlara, Müsahibzâde Celal, Muhsin Ertuğrul, Haldun Taner’in kimi tiyatro eserlerini de katan şair ve yazar Hüseyin Şimşek, konuyu haklı olarak, ‘’Alevileri, taşralı Sünniler değil; asıl, muktedirler aşağıladı“ ana fikriyle özetliyor… Bu kitapların kimi Devlet yayını olarak çıkmış, kimiyse MEB’ce (Milli Eğitim Bakanlığı) okullara tavsiye edilmiştir.”

    Bunları neden yazdım? Şunu söylemek istiyorum. Türkiye’de Kemalizm ile malul olmayan bir ideoloji yoktur. Bu ülkenin İslamcıları dahi Kemalisttirler. Kemalizm ile malul olmak ne demek? Aydınlanma felsefesini kabullenmek veya bu felsefeye bir ucundan bulaşmak demektir. Kendi dinini/ideolojisini tepeden inme benimsetebilmek için, kutsallaştırılmış (yani dokunulmaz kılınmış) “akıl” ve “bilim” silahlarını karşısındakine doğrultarak, karşısındakini etkisiz bırakmak demektir.
    Bilmem yanılıyor muyum? Saygılar.

  11. anton

    ilginç bir yazı ama benzerlerini çokça okudum. öncelikle şu marksizmi kendi gördüğümüz biçimlerden ibaret sanmaktan vazgeçmek gerek galiba. marksizmin biçimlerini (işte leninizm, stalinizm, troçkizm vesaire) eleştirmekle beraber bütün marksizmi (veya marksistleri mi desek) mahkum etme rahatlığına karşı çıkmak da başka bir gereklilik.

    konuya dönersek marksizmi benim anlayış şeklim modernizme eleştirel yaklaşan bir çizgidedir. ancak modernite ile üretici güçler bağlantısını gün beyin fazla abarttığını düşünüyorum. marx’ın üretici güçlerin gelişiminde gördüğü yararı komünist toplum ütopyasının maddi altyapısının oluşturulmasına bağlaması yine benim anlayışımla doğru. ancak marx yine yaşadığı dönemin kendi bakış açısına ayakbağı olması vesilesiyle gelişimin ekolojik sınırlarına çok da vakıf olamamıştır. ilkel komünal topluma katastrofik bir felaket olmadığı sürece büyük olasılıkla dönemeyeceğimizi düşünürsek şu an için marksizm 19. ve 20. yy’da görüldüğü gibi ilerlemenin, kalkınmanın havarisi değil benjaminin deyimiyle bu trenin “imdat freni” olma vazifesine daha yakın bir durumda. ilerlemeci 3. enternasyonal marksizminin çok da taraftar bulamadığı bir dönemde imdat freni olacak marksizm anlayışını hakim kılmak da “marksizmden kaçarak” mümkün olamayacak kadar ciddi bir görev.

  12. Bosuna gayret

    Gün Zileli sonuçsuz bir isle ugrasmakta. Türkiye’deki arkaik solcular marksizm-leninizm’den vazgeçmez. Zaten onlarin marksizmden anladiklari bilinen laf cambazliklari, bir-iki paradigma ve geri kalani kemalizmin ta kendisidir. En basit bir cami hocasi Türkiye’deki herhangi bir marksistten daha açik görüslü, daha sorgulayici, daha az dogmatiktir. Marksist demek beyni donmus, sloganlarla hareket eden, siddete ve güce tapan, postal yalayan (TSK veya PKK postali olabilir), halki küçük gören ve kendini birsey zanneden ukala, cahil, geri bir tip demektir. Onlardan cacik olmaz.Bos konusurlar, bilip bilmeden herseyi elestirirler, her yere tuzu alip kosarlar, herkese alet olurlar, tasaronluk yaparlar. Içki masasinda muhabbette iyidirler. Saçma sapan magazin gazetelerinde, dedikodu kitaplari yaziminda, reklamcilik sektöründe , türkü bar isletmeciliginde, mehyane, kahve, küçük ölçekli turizm sirketi gibi sektörlerde ise yararlar. Baska da bir islere yaramazlar, asalaktirlar, çevreye zarar verirler .

  13. özgürlükçü

    bu asalaklar olmasa memleketin idaresi amirinin emir komutasında devam edeceği için biz postal yalayıcısı sende iktidar-sistem ve akp yalayıcısı oluyorsun galiba casus.gerek marxizm lelinizm ve kendini devamı sayanlar 1800 lerden günümüze eksik ve yanlışlarıyla büyük ölçüde olumlu tüketilerek insanlık tarihindeki yerini almıştır.bizim asıl yapmamız gereken onlarıda aşan seviyede sistemin içinden çıkacak yeniye dair yapıp söyleyebileceklerimiz olması gereğidir.marxa şunu yapyı şunu yapamadı diyerek kendi penceremiz anarşizmden hareketle fazla bir şey diyemeyiz bizede kropotkinin 1.savaşa ilişkin tutumu ile bakuninin savaşlardan yararlanmak isteyen milliyetçi anlayışlarının ve büyük hatalarını sorarlar.iyisimi biz bu gün bunları aşan seviyede geleceğin yeni üretim ilişki ve tarzının öncelikle bilginin insanlığın ortak değeri olması ile başlayıp askinin içinden yeninin nüvesini bize gösterecek olanı farkedebiliriz.

  14. katyn

    sitedeki bir yazı sebebiyle wajdanın katyn filimini izledim anlatılanlaın gerçek oldugundan 1999 yılında stanlinin verdigi emrin orjinal belgesinin yeltsin tarafından walesaya verildigini tv de izledigim için eminim..bu dünyada stalinist varmı bilmiyorum ama bildigim şu varsa insan degiller

  15. Katyn'e

    Marksist-Leninist olup da Stalinist olmayan yok. Troçki’nin de Stalin’den farki yok.

  16. Anonim

    Marksist-Leninist olup da Stalinist olmayan var. Troçki’nin de Stalin’den farkı var.

  17. Katyn'e

    Yaa demek varmis.
    Bir fikra. Eski zamanda bizim Bektasi’nin oturdugu semtte belali adamlar bir garibani mahalle içinde evire çevire dövmekteymis, gariban can havliyle “imdat, bir müslüman yok mu” diye bagirarak yardim istermis. Tabii bütün pencereler, cumbalar, tahta perdeler pat, pat kapaniyor, korkudan herkes sinmekte, gariban çiglik atmaya devam etmekte: “yok mu bir müslüman evladi beni kurtaracak”. Bektasi dayanamayip, pencereyi aralamis: “Var, var ama gelemez”.

  18. Önder

    Bu uslu ve uysal topraklarda, koşullar ne olursa olsun, herkes herkesin yerini alabilir ‘iktidar uğruna’. Yeter ki, bulanık mulanık akan suyun, ‘artı-değer’in başında bulunulsun.

    Adeta ve sanki 70 milyon Makyavel, ya da Mr. Hyde, işte içyüzler!

    Ece Ayhan | Ludingirra, 1997

    Düşündürüyor kara kara..

  19. @ibrahim inci_

    Üretici güçler teorisi, marksizmin büyük keşfidir.Tarihi üretici güçler çekirdeği diyalektiğine bağlı olarak ele alışı olmasaydı, Toplumbilim bakımından çok gerilerde sürünülüyor olurdu. Marksizmin doğal eksik ve yanlışlarının varlığı bu muazzam keşfin değerini azaltmaz. Marksizm “toplumun çekirdekaltı” diyebileceğimiz alanda yoğunlaşamamıştı doğal olarak. Yeni toplum biçimi olan Kapitalizm üzerinde yoğunlaştı : Sınıfsız Toplum – İlkel Komün ile ilgili veriler yeterli değildi, araştırılması dileğiyle uyarı ve dileklerde bulundu. Özellikle üretici güçlerden İnsan Üretici Gücünün 3 milyon yıl öncesinden oluşumuyla ilgili yeni bilgilerimiz, üretici güçler keşfinin -komünün çekirdekaltı yasalarının da keşfiyle- değerini ortaya koymaktadır.

  20. ibrahim inci'ye

    üretici güçler teorisi Karl Marks’a degil daha sonra yahudi milliyetçiligini ilan eden Moses Hess’e aittir. Marks onunla birlikte çalismis, ondan aldigi teorilerin tanitimini yapmistir. Moses Hess din degistirmemis bir Yahudi oldugu için sol çevrelerde pek etkisi yoktu.

  21. mason marx ve onun cengaveri engels

    marx masondu zaten ahhahahhah ulan cahilliğiniz ağzınızın kapanmamasının sebebi başka birşey değil

  22. iki kelime Marks ögrenip mutlak gerçege ulastigini zannedenler

    Sadece gerici, tutucu, zamandisi, statükocu olarak kalmamakta ayni zamanda komünist rejimlerin ve komünist katillerin tarihteki tüm cinayetlerine suç ortagi olmaktalar. Komünizm en az Nazizm kadar insanlik düsmanidir.

  23. çıracı

    Samanyolu TV ağzıyla konuşarak tarihteki bütün katliamları komünistlere mal edenler sağcıların işledikleri bütün cinayet, katliam ve soykırımları da zımnen örtbas etmeye çalışıyorlar. Arada sırada bu kesimlerin Nazilerin katliamlarından bahsetmeleri de hem demokrat görünme çabasından kaynaklanıyor, hem de Nazileri “demokrasi havarisi sağcılar” arasında bir istisna olarak gösterme çabasından kaynaklanıyor. Halbuki, gerçekte bağımsız liberal entelektüeller (sayıları az olsa da) hariç bütün sağcı liderler ve kanaat önderleri birer gestapodur.

  24. çıracı

    Marx’ı “Mason-Yahudi dünya düzeni” komplo teorisinin bir parçası olarak göstermek de bir zavallılıktır. Evet Marx masonik bir örgüte üyeydi, fakat “masonluk” kavramı ile “masonik örgütlenme” kavramı arasındaki farkı bilmeyen (bilse de söylemeyen) zavallılar, beğenmedikleri her kesimi “mason” şeklinde yaftalayıp cadı avına çıkabiliyorlar. Baskı ve devlet terörünün kol gezdiği zaman ve yerlerde entelektüeller ister istemez masonik metodlarla örgütlenirler, bu tarihsel bir gerçekliktir; bu arada, amaçlarını, kararlarını vs’yi kamuoyuyla paylaşmak istemeyen tekelci sermaye grupları da masonik metodlarla örgütlenirler ki bu da ayrı bir tarihsel gerçekliktir.

  25. katyn

    size ve sizin gibilere yazıcak veya sözleyecek hiçbir sözüm yok abiler zaten söylemiş bektaşı fıkrasından ilham alıcagına insanlıktan nasib al yeter..

    avunmak elbette kolaydır
    şehri yigit bir türkü gibi dolaşmak
    daglara destanlar düşünmek kolaydır
    hapislere bir sevinç çıglıgı gibi düşmek
    kızların diri göğüslerinde
    maatbalarda ve kongre zabıtlarında
    dünyayı tazelemek yeryüzüne
    depremler düşürmek kolaydır
    çünkü binlerce militanın rüzgarlı macerası
    bir kurşun bile degildir NAMUS un mavzerine

  26. katyn

    gönlün kahpeliye tutsaksa açıkcası

  27. Anonim

    Murat BELGE
    Devrimin öznesi işçi sınıfı

    Bu yakınlarda yazdığım bir yazıda, Marx’ın niçin işçi sınıfını, proletaryayı, devrimin öznesi ya da “devrimci özne” olarak gördüğü sorusuna cevap aramıştım. Saint-Simon, Proudhon gibi sol düşünürler de işçi sınıfını projelerinin merkezine yerleştiriyorlardı. Ama onların bu konuda çıkış noktası işçi sınıfının bu düzen içinde mahkûm edildikleri yoksulluktu, sefaletti. Bunu Marx da görüyordu, Kapital’de uzun uzun anlatmıştı. Engels de bu konuda kitap yazmıştı. Ama Marx ile Engels için sorun sömürülmek ve sefil olmaktan ibaret değildi. Sefalet çeken insanların isyan etmesi, ayaklanması çok sık görülmüştür. Ama dünyanın gidişini değiştirecek bir durum da pek yaratmamıştır. Marx ile Engels ise gözlerini kurulacak yeni dünyaya dikmişlerdi. Bu yeni dünyayı proletaryanın kurabileceğine inanmışlardı. Onlar işçi sınıfını “kurtarılacak bir nesne” olarak değil, kendisi “kurtarıcı özne” olabilecek sınıf olarak görüyorlardı.

    Düzen kapitalizm olunca, hele olaylara eleştirel bir gözle bakanlar açısından işçi sınıfı elbette –öyle ya da böyle– önem kazanacaktı. Zaten ilk sendikalar ya da chartism gibi siyasî amaçlı hareketler oldukça kendiliğinden bir biçimde oluşmaya başlamıştı. Ama Marx ile Engels’in yazdıklarından sonra işçi sınıfı ile sosyalizm arasında kopmaz bir bağ oluştu.

    Nerede oluştu? Doğrusu, gerçek dünyadan çok düşünce dünyasında oluştu.

    “Sosyalizm nerede, nasıl kuruldu?” diyerek bakın çevrenize, bakalım işçi sınıfını nerede göreceksiniz: Çin’de mi, Vietnam’da mı, Küba’da mı? Nerede? En etkin varlık gösterdiği, Rusya’dır, 1917’dir. Ama savaş olmasa orada da işçi sınıfının devrim yapması pek düşünülemezdi. Ama bunların hepsinde bir “işçi sınıfı katılımı”nın olduğu varsayılırdı. Birkaç şehirde az sayıda işçi bulunabilen Çin’de de devrimin “işçi sınıfının ideolojik öncülüğünde” gerçekleştiği söylendi –çünkü başka türlü bir önderliğinden söz etmek mümkün değildi.

    Bütün o “bilinç dışarıdan gelir” tartışmalarında da, işçi sınıfının bu gibi olaylarda ve genel olarak siyasette yer alma biçiminin sorunsallığı yatar.

    Bunlar gene büyük ölçüde geride, uzaklaşan geçmişte kalmış olaylar. Bugün ne oluyor? Bugün nasıl bir tavır sergiliyor proletarya?

    Koskoca dünyanın her köşesinde farklı örüntüler tesbit etmek mümkün olduğu için bu soruya net ve toparlayıcı bir cevap vermek çok zor. Ama şöyle zihnimde toparlayıp soyutladığımda, “insanlığın geleceğini kuracak” bir bilinçlilik, bir ortak irade, bir özgüven göremiyorum. Tersine, birçok yerde, ırkçılık dâhil, pek çok faşizan davranış görebiliyorum. Öte yandan, gene Marx’ın, Engels’in beklentilerine hiç uymayan bir şekilde, proletarya toplumda “ezici bir çoğunluk” falan da oluşturmuyor günümüzün dünyasında. Sayıca artış “hizmetler sektörü”nde. Proletarya durduğu yerde daralıyor.

    Bütün bunları, geçen gün değindiğim, emperyalizm mi yaptı? Yani, sömürgelerden sömürdüğünün bir kısmını işçi sınıfına parsa olarak dağıtıp devrimciliğini mi aşındırdı? Böyle olduysa, işçi sınıfı rüşvetle devrimden vazgeçiriliyorsa, Marx ile Engels asıl burada büyük yanılgıya düştüler demektir.

    Ama ben bunun doğru olduğunu düşünmüyorum. Sorunun doyurucu cevabını bu yönde aranmakla bulacağımıza da inanmıyorum. İşçi sınıfı bu duruma geldiyse artık sosyalizm de geçersizleşmiştir, demiyorum.

    Demiyorum da, bütün bu sorulara o alışıldık köhne cevapları vermeye devam edersek, bu işin bir çıkışı da bulunamaz.

  28. Anonim

    de de niye demiyorsun..

  29. Halil Berktay'dan

    (Bu “altın çağ” fikri, milliyetçi tarihle sınırlı değildir aslında. Büyük dinlerle doğup gelen bir yaklaşımdır. Bir “asr-ı saadet”i vardır, bir “kıyamet günü” vardır. Tarihin belirli bir yönü olduğunu varsayan her düşünce sisteminde, benzer öğelere rastlanabilir. Tarihi sonsuz değişim olarak düşünmenin, ilke olarak “altın çağ”cılığa karşı olması gerekir. Marksizm bu açıdan kendi içinde çelişkilidir. Bir yandan, felsefî boyutuyla sonsuz değişimi kabul eder. Diğer yandan, Hegelci “tarihin yönü” takıntısını aşamaz. Dolayısıyla Marksizm’de de maalesef hem geçmişteki, hem gelecekteki bir “altın çağ”la –ya da “kıyamet günü”yle- yüz yüze geliriz. Birincisi “ilkel komünizm,” ikincisiyse “proletarya devrimi ve sınıfsız toplum”dur. Her ikisi de metafiziktir, tarih dışıdır. Ama şimdilik bu ve diğer örnekleri bir yana bırakıp, sadece milliyetçi “büyük anlatı”lara eğiliyorum.)

    http://www.duzceyerelhaber.com/kose-yazi.asp?id=1520&Halil_BERKTAY-uc_altin_cag

  30. Anonim

    Eskiden solcu dergilere baktığınızda basma kalıp yazıların başlıklarının her seferinde mutlaka “üzerine” kelimesini içerdiğini görürdünüz. Başlıkların değişmeyen anahtar kelimesi olan “üzerine”den onun için nefret ediyorum. Keza “proletarya”, “burjuvazi”, “devrim”, “emperyalizm”, “sosyalizm”, “sınıf mücadelesi”, “devrimci propaganda”, “ideoloji”, “ajitasyon”, “örgütlenme”, “örgüt”, “yoldaş”, “devrimci yoldaşlık”, “halkı bilinçlendirmek”, “bilince çıkarmak”, “halka çağrı yapmak”, “direnmek”, “sınıf egemenliği”, “sınıf bilinci” ve daha yüzlerce kelime bana kötü anılarımı, ölümleri, hapisleri, işkenceleri, boş yere çekilen acıları, boşa giden yılları, cehaleti ve cehaletin verdiği cüreti hatırlatıyor. Bu sözcükleri bugün duyunca bile hâlâ tüylerim diken diken oluyor.

    http://desmalasure.de/09/copy_of_1225761131/index_html?dateiname=1230430004

  31. Anonim

    http://www.youtube.com/watch?v=NUZ_5xR8j8s

© 2025 Gün Zileli

Theme by Anders NorenUp ↑