Mahmut Alınak / DÜNYANIN TÜM İŞ MAKİNELERİNİ DE GETİRSENİZ KATLİAMLARINIZI GİZLEYEMEZSİNİZ
Siz hayata ve insana düşmansınız, yıkılası saltanatınız için doğmamış bebeği bile öldürecek kadar canavarlaşmışsınız. Siz zifiri karanlıksınız; öyle karanlıksınız ki, akıl sır ermez kirli plânlarınız ve kurnazlığınızla tüm dünyaya pabucu ters giydirirsiniz.
Cizre’de karşılaştığımız manzara kanımızı dondurdu. Hükümetin haftalar önce yaptığı açıklamaya bakarsanız her şey normale dönmüş durumda. Oysa gittiğimizde şehir hâlâ işgal altında, girişler yasak ve etrafta kuş uçurtulmuyordu.
Tarihe tanıklık etmek için bir yolunu bulup şehre girmek istiyoruz. Aklıma bir düşünce gelmiyor, bir şaşkınlık ve beyin tembelliği çöreklenmiş üstüme. Av. Hakzan Sadak bir avukat arkadaşı ile telefon görüşmesi yapıyor; böylece birkaç gündür kısıtlı da olsa bazı avukatların girişine izin verildiğini öğreniyoruz. Ne de olsa adliyenin işlemesi devlet için önemli! Ben yine de pek emin değilim, izin vermezler diye kaygılanıyorum.
Şehrin girişinde silahlı sivil polisler durduruyor bizi. Hakzan Sadak kimliklerimizi gösterip, baro başkanı ile görüşeceğimizi söylüyor. Avukatlık kimlikleri işimize yarıyor, zorluk çıkarmadan içeri girmemize izin veriliyor. Nusaybin caddesinde daha yüz metre kadar ilerlemiştik ki, üstümüze doğrultulan uzun namlulu silahlarla durduruluyoruz. Avukat olduğumuzu söylüyoruz bizi durduran polislere. Arabanın plâkasına bakan bir polis, “Plâka numarasını emniyet müdürlüğüne bildirdiniz mi?”diye soruyor. Bildirmediğimizi söylüyoruz. Gözlerinde okuyamadığımız bir anlamla biz süzüp, “Plâkanın bize anons edilmesi gerekiyor,”diye devam ediyor. Plâka bildirilmemiş ise, bunun kaçak giriş anlamına geleceğini anlamakta gecikmiyoruz. Bu durumda köşe başlarını tutan silahlı polisler bize her an ateş edilebilirler. Polis kısa bir tereddüt geçirip kenara çekiliyor, biz de yola devam ediyoruz.
Hakzan Sadak ve Erdal Kunur bombalanan ev ve işyerlerine dehşet içinde bakarken, ben arabanın arka koltuğunda camı indirip tehlikeli olduğunu bile bile birkaç fotoğraf çekiyorum. Şehir bomboş, yaprak kımıldamıyor, harıl harıl enkaz taşıyan iş makinelerinin homurtusundan başka ne bir kuş sesi, ne bir ağaç hışırtısı duyuluyor. Rüzgâr bile dilsiz. Cizre’yi öldürmüşler, o hayat dolu şehir kurşunlanıp yerde yatan bir ceset gibi hareketsiz. Güzelim Cizre’nin narin bedeni bombalarla paramparça edilmiş. Dört beş katlı binalar içindekilerle birlikte yerle bir edilmiş.
Hükümetin, “Operasyonlar bitti,” dediği günden beri haftalar geçmiş ama hâlâ enkaz taşıma işi bitmemiş. Devlet şehri abluka altında tutarak işlediği suçların delillerini ortadan kaldırmaya çalışıyor. Harabeye çevirdiği şehre makyaj yaptıktan sonra kapıları medyaya, siyasi partilere ve kurumlara açacak. Bilmiyor ki şehrin yüreğine kazının o izler bin sene de geçse silinmeyecek.
Sokak başlarını kesen polisler silahlarını üstümüze doğrultmuş bir halde bizi birkaç kez durduruyorlar. Hakzan oldukça temkinli, kimliklerimizi gösterip avukat olduğumuzu ve baro başkanı ile görüşeceğimizi söylüyor. İçimizde bir sızı ile bir mezar sessizliği içindeki Nusaybin caddesinde namluların gölgesinde ilerleyip Baro Başkanı Nuşirevan Elçi’nin evine gidiyoruz.
Baro başkanı bizi Botan’a has sıcak bir konukseverlikle karşılıyor. Çay ikram ediyor ve bizi yemeğe alıkoymak istiyor, ancak zamanımız yok. Cizre’nin yaşadığı travmayı anlatıyor üzgün bir sesle. Seksen iki günden beri içeride hapis kaldığını öğreniyoruz, dokuz aylık bebekleri top seslerinden günde ancak üç saat uyuyabilmiş. Bebeğe başkanın amcası merhum Şerafettin Elçi’nin adı verilmiş. Şerafettin bebek daha kundaktayken devletin toplarıyla tanışmış.
Sonra Şırnak ve Silopi’ye gidiyoruz. Her iki şehir de Cizre gibi yaslı. Şırnak’ta da sokağa çıkma yasağı bekleniyor. İdil’e gitmek istiyoruz, ancak İdil’e 27 km. kala yolumuz kesiliyor, geçişimiz engelleniyor.
Silopi ve Şırnak’ta, Cizre’de bombalanan binaların enkazının döküldüğü Dicle nehrinde ceset parçalarının su yüzüne vurduğunu duyup dehşete kapılıyoruz. Ceset tarlasına dönen şehirde toplanan et parçaları torbalara doldurularak morglara götürülmüş. Yapılan DNA testlerinde bazı cesetlerin yarısının Habur’daki morgda, diğer yarısının da başka morglarda olduğu anlaşılıyor. DNA sonuçları farklı günlerde çıktığı için bazı aileler ölülerini iki kere defnetmek zorunda kalıyorlar. Bu ve benzer trajik birçok şeyi sonradan öğreniyoruz.
Şehirlerde cirit atan polis panzerleri tepelerinde dalgalandırdıkları bayraklarla hoparlörleri sonuna kadar açıp halka küfredercesine ırkçı faşist marşlar çalıyorlar.
Yüzlerce ölü ve enkaza çevrilen şehirler, yaslı bir halk…
Savaşlarda “düşman” öldürmek nasıl ki hiçbir kanuna ve kurala tabi olmayıp iç hukukta yargılama konusu yapılmazsa, bu sömürgeci hanedanlar devleti de burada düşman olarak gördüğü Kürtleri hukuk ve insanlık tanımadan fütursuzca katlediyor. Bu devlet öyle bir devlet ki, yarın hakkını arayan Türk’ ü de yine gözünün yaşına bakmadan katleder.
Bu yara sarılsa da hep kanayacak. Cizre katliamı unutulmaz vahşeti ile daha şimdiden tarihin hafızasına kazındı. Koçgiri, Halepçe ve Zilan deresi katliamları nasıl ki hafızalarda hep kanamaya devam ediyorsa, Cizre katliamı da tarihin kanlı sayfalarında vicdanları sarsmaya devam edecek. alinakmahmut@hotmail.
http://bianet.org/bianet/insan-haklari/172647-79-gun-sonra-cizre