Köylüler ve Yahudiler
Sovyetler Birliği’ndeki nasyonalist devletçi-sosyalist sistemle Almanya’daki nasyonal-sosyalist sistem arasında belli benzerlikler olduğu gibi, ülkelerin yapısından gelen farklılıklar da vardır.
1930’lu yıllarda henüz bir tarım ülkesi olan Sovyetler Birliği’nde sistemin başındaki Parti, ekonomiye hakim olabilmek ve sanayi toplumu haline gelebilmek için, o zamanki ekonominin can damarı olan köylülüğü yok etmek zorunda hissetti kendini. “Üretici güçlerin geliştirilmesi”, “sosyalizm için, küçük burjuva denizinin kurutulması, “ileri sanayi temelinin yaratılması” ve “ilkel sosyalist birikim” teorileriyle desteklenen bu büyük atılıma göre, “kulak” adı takılan zengin ve orta köylülük çalışma kamplarına sürülerek orada köle emeği olarak kullanılacak, geri kalan köylüler de, kolhoz ve solhoz adı verilen devlet çiftliklerinde düşük ücretli tarım işçileri haline getirilecekti.
1930’lu yıllarda “sanayi devrim”ini çoktan tamamlamış olan Almanya’da sistemin başındaki Nazi Partisi, ekonomiye hakim olabilmek ve Almanya’yı bir dünya imparatorluğu haline getirebilmek için, o zamanki ekonominin can damarını oluşturan Yahudileri yok etmek zorunda hissetti kendini. “Üstün ırk” ve “hayat alanı” teorileriyle desteklenen bu büyük projeye göre, Yahudi ve Çingenelerin gücü kuvveti yerinde olanları toplama kamplarına alınıp köle emeği olarak kullanılacak, geri kalanları yok edilecekti.
Kısacası, Sovyetler Birliği’nde köy ve köylü; Almanya’da da şehir ve Yahudiler ekonominin efendileriydi. Bu “efendilerin” köle yapılmasına ve yok edilmesine dayalı bir mantık hakimdi her iki sistemde de.
Sovyetler Birliği’nde, zaten zayıf olan burjuvazinin varlığına daha 1920’lerde son verildiğinden sanayileşme hamlesinin devlet eliyle ve devlet sınıfınca yapılması zorunluydu. Almanya’da ise güçlü bir sanayi burjuvazisi vardı. Naziler, bu sınıfı yok etmek yerine, Alman olanlarıyla birleşip ekonomiyi ve köle emeğini onların hizmetine vermeyi tercih ettiler. Yine de dünya imparatorluğu girişiminde, burjuvaziyle el ele veren tekelci devletin son derece belirleyici bir rolü vardı.
Sovyetler Birliği’nde köylülüğün tasfiyesi ve zorla kolektifleştirme, son derece trajik olaylara yol açtı.
“Bazı yerlerde köylüler içlerinden ‘kulak’ seçtiler. Basbayağı bir köy toplantısı düzenleyerek kimlerin ‘kulak’ gideceğine karar verdiler. (Kimsesiz çiftçiler, dullar ve yaşlılar özellikle adaydı.) Başka yerlerde ‘kulak’lar kurayla saptandı.” (Orlando Figes, Karanlıkta Fısıldaşanlar- Stalin Rusya’sında Özel Yaşam, çev: Nurettin Elhüseyni, YKY, Ocak 2011, s.126)
“Demiryolları muazzam sayıdaki sürgünlerle başa çıkamadığı için, birçok ‘kulak’ın taşınmak üzere aylarca bekletildiği ilkel gözetim kamplarının berbat koşullarında çocuklar ve yaşlılar sinek gibi ölmekteydi. 1932’ye gelindiğinde çoğunlukla Urallar ve Sibirya’daki ‘özel yerleşme’lerde 1,4 milyon ‘kulak’ vardı… 1929-32 arasında evlerinden ve köylerinden sürülen ‘kulak’lar toplam olarak en az 10 milyona ulaştı.” (age, s.127)
Şu sahneler, 1938 Dersim katliamı sonrasını anlatan, Haydar Karataş’ın harika romanı Gece Kelebeği (Perperik-e Soe)’de (İletişim, 2011) anlatılan sahnelere ne kadar benzemektedir:
“… Tomsk’a doğru ilerleyen aile (muhafızların ve köpeklerinin yolda uzaktan görülebildiği) gündüzleri saklanırken, (ayıların ve kurtların asıl tehlikeyi oluşturduğu) geceleri yolculuk etti. Birkaç gece ekmeksiz ve yiyeceksiz yürüdükten sonra, çiçek salgınının vurduğu Kerjaki kabilesine ait bir yerleşmeye rastladılar. Kabilenin bütün çocukları ölmüştü.” (Age, s. 146)
“Bunun üzerine Marya kucağında bebeğiyle sınır boyunca yürüyerek, Novgorod polisinin kendisine ulaşamayacağını umduğu komşu Tver iline gitti ve karşısına çıkan ilk köydeki ilk evin kapısını çaldı.” (Age, s. 153)
“… alıştıkları köy sadeliği içinde kendilerini var güçleriyle işe verir, çok çabuk takatten düşer ve ardından donarak ölürlerdi.Geceleyin kızaklar dolaşıp onları toplardı. Sürücüler cesetleri kızakların üstüne attığında küt diye boğuk bir ses çıkardı.” (Age, s. 152)
Ve Gulag sistemi de buradan doğdu esasen:
“Beş Yıllık Plan’da Stalin’in öngördüğü büyüme hızlarına özellikle ülkenin mineral ve yakıt kaynaklarından çoğunun bulunduğu soğuk ve ücra Uzak Kuzey ve Sibirya bölgelerinde zorunlu çalışmaya başvurulmaksızın ulaşılamazdı. ‘Kulak’ların 1929’da kitlesel tutuklanışıyla ve sürgüne gönderilişiyle başlamak üzere, köle emeği tedariki, Gulag sisteminin ekonomik gerekçesiydi. İlk başka rejim düşmanları için bir hapishane olarak tasarlanmasına karşın, Gulag sistemi çok geçmeden Sovyetler Birliği’nin aslında hiç kimsenin yaşamak istemeyeceği ücra bölgelerindeki toprakları yerleşime açmanın ve sanayi kaynaklarını işlemenin ucuz ve hızlı bir yolu olarak bir ekonomik iskân biçimine büründü.” (Age, s. 149)
“Politbüro… ‘Hapishane İşgücünün Kullanılması Üzerine’ başlıklı bir önergeyi kabul etti. O noktadan itibaren siyasal polis Sovyet sanayileşmesinin ana itici güçlerinden biri haline geldi… kampların 1928’de 20 bin olan mahkûm sayısı OGPU’nun NKVD (İçişleri Halk Komiserliği) bünyesine alındığı 1934’te 1 milyona ulaştı. Yeni yetkili makam polis üzerinde denetim kurdu ve bütün çalışma kamplarını Gulag aracılığıyla yönlendirdi.” (Age, s.151)
“Moskova-Volga Kanalı’nın inşasında çeyrek milyon mahkûm çalıştırıldı. Birçoğu bitkinlikten öldü ve cesetleri kanalın temellerine gömüldü. Birçok bakımdan ilham kaynağı olan Petro’nun başkenti St. Petersburg gibi, Stalin’in Moskova’sı da kölelerin kemikleri üstünde kurulan ütopyacı bir uygarlık hamlesiydi.” (Age, s. 188)
“1932-36 arasında çalışma kampları, çalışma kolonileri ve ‘özel yerleşme’ler 2,4 milyon insanı barındırır hale geldi (ayrıca yarım milyonu bulan bir hapishane mevcudu da vardı.) Bu köle işgücü normalde özgür işçilerin gitmeyeceği ücra Kuzey Arktik bölgelerinde kerestecilik, inşaat ve madencilik sektörlerinin gelişmesinde son derece hayati bir rol oynadı.” (Age, s. 245)
Sovyet romancısı Vasili Grossman’ın Yaşam ve Yazgı (çev: Ayşe Hacıhasanoğlu, Can, Ocak 2012) romanı, hem Rusya’daki köylü kırımını ve Gulag’ları, hem de Nazilerin Yahudi kırımını ve toplama kamplarını anlatan bir roman olarak eşsizdir.
Zorla kolektifleştirme sırasında ortaya çıkan “zorunlu” açlıkta Ukrayna’da milyonlarca insan açlıktan ölmüştü. Grossman’ın anlatımıyla:
“Köyün üstünde sessiz, tekdüze bir inilti vardı, canlı iskeletler, çocuklar yerlerde sürünüyorlardı, ağlarken bile sesleri zor duyuluyordu; açlığın yarattığı solunum yetersizliği yüzünden halsiz düşen erkekler su toplamış ayaklarıyla avlularda dolaşıyorlardı. Kadınlar yiyecek bir şeyler arıyorlardı, her şey yenmişti: ısırgan, palamut, ıhlamur yaprağı, evlerin arkasına atılmış hayvan toynakları, kemikleri, boynuzlar, işlenmemiş koyun derileri… Kentten gelen delikanlılar ise ölülerin ve yarı ölülerin yanından geçerek avluları dolaşıyorlar, bodrumları açıyorlar, ambarlardaki çukurları kazıyorlar, toprağa demir kazıklar saplıyorlar, Kulaklara ait tahılı arıyorlar, zorla ellerinden alıyorlardı.” (s. 329)
“Yaşlı Çunyak hemen şöyle dedi:
“Sus. Tren yolculuğundan sonra bana geldiğin günü hatırlıyor musun? Ukrayna’nın tümü 1930’da o trendeki durumdaydı. Isırganotları yenip bitmişti, toprak yiyorduk… Buğdayı son tanesine kadar alıp götürmüşlerdi…”
“Yoksa Kulak mıydınız?” diye sordu Semyonov.
“Kulaklıkla ne ilgisi var? Herkes ölüyordu, savaştan daha kötüydü.” (s. 328)
Ve Nazi işgalciler gelir ardından. Bakalım ne yaparlar:
“Sonra Almanlara küfretmeye başladı. Semyanov’a, ilk başta insanların Almanların kolhozları ‘kaldıracağını’ umut ettiklerini, ama Almanların kolhozların kendileri için de iyi bir iş olacağını sezdiklerini anlattı. Beş evlik, on evlik kooperatifler kurmuşlardı, gruplar ve ekipler eskisiyle aynıydı.” (s. 327)
Ve Nazilerin “sağlam işgücü” ile gaz odalarına yollanacakları ayırmasını anlatan şu iç kanatan sahne:
“Kafile meydanda bir yarım daire çizdiği sırada kampın kapısından krem rengi bir otomobil çıktı. Otomobilden yakası kürklü bir palto giymiş gözlüklü bir SS subayı indi, sabırsız bir el hareketi yaptı ve onu izlemekte olan orkestra şefi, çaresiz kalmış gibi bir hareketle hemen kollarını indirdi, müzik durdu.
…
“Subay sıraların yanından bir aşağı bir yukarı yürüyordu. Parmağıyla gösteriyordu ve kafile lideri sıralardan insanları çağırıyordu. Subay, çağrılanlara ilgisiz bir bakış atıyordu ve kafile lideri, subayın düşüncelerine engel olmamak için, ‘Kaç yaşındasın? Mesleğin ne?’ diye alçak sesle soruyordu.
“Ayrılanlar otuz kişi kadardı.
…
“Seçilip ayrılanları beşer kişilik sıraya soktular, yüzlerini kampın kapısındaki ‘Arbeit macht frei!’ (Çalışmak özgürleştirir! Ç.N.) pankartına döndürdüler.
“Sıralardan bir çocuk bağırmaya başladı, kadınlar yabanıl, tiz bir sesle bağırmaya başladılar. Seçilenler başlarını önlerine eğmiş, hiçbir şey söylemeden duruyorlardı.
“Fakat karısının elini elinden bırakan bir adamın duyguları ve karısının sevgili yüzüne şu son hızlı bakışı nasıl anlatılabilir? Şu sessiz ayrılık ânında, yaşamı kurtulduğu için duyduğu kaba sevince saklamaya çalışarak saniyenin bilmem kaçı kadar bir süre gözlerini kırptığını anımsayarak nasıl yaşanabilir?” (s. 299)
Gaz odalarının o korkunç, o kahredici anlatımına hiç girmeyelim isterseniz. İnsanlık bunları yaşadı.
***
Sivas’ta insanlar yakıldı. Yakanların avukatları mecliste oturuyor. Zaman aşımı suçluları makamlarında oturuyor. Zaman aşımını protesto eden, bu ülkenin yiğit insanları gaz bombası, biber gazı ve tazyikli su yiyorlar.
Uludere’de insanlar bombalandı. Suçlular yerli yerinde oturuyor ve ısrarla korunmaya devam ediliyorlar.
Bu ülkenin köylüleri ve Yahudileri, Aleviler ve Kürtlerdir.
Gün Zileli
14 Mart 2012
işçi emekçi diye gelen otoriter komünist marksistlerin ne kadar zalim olabileceklerinin kanıtı.bakunin marks döneminde devletin kölelikten başka birşey getirmeyeceğini söylemişti.marks ise bakunine komünist örgütün başına geçtim istersem seni öldürtürdüm diye şaka yapacak kadar haysiyetsiz bir adamdır.
gerçekten sovyet sozyalizmini bu kadar güzel kötüleyecek insan çok az bulunur.başarmışınız sayın zileli.2012 yılı da bu eleştiri ve hakaretler için harika bir yıl.nasıl olsa maocuların yıllardır küfrettiği,troçkistlerin sürekli eleştirdiği sovyet sosyalizmi denemesini yerden yere vuruyorsunuz.hatta alman faşizmiyle eş tutuyorsunuz.pekala lenin’i yi okuduğunuza inandığım halde.bence köylüler mülkiyet sahibidir ve mülklerini kaybetmemek için elinden geler her türlü karşı harekete destek olur hatta destekler.sovyet sosyalizmi nasyonel sosyalizm mi sizce,iyi de bu kadarı insafsızlık değilmi,milliyetçi sosyalizm mi yani.peki hangi nasyonalizmdir bu.rus nasyonalizmi mi?eleştiri olsun da ne olursa olsun değilmi.hala sindiremiyorsunuz işçi sınıfı”proleterya” iktidarını içinize.ama gözünüz aydın işte onu da becerdiler.siz köylülüğünüzle mülklülüğünüzle mutlusunuz.anarşist falan değil.ille de sovyet sosyalizmine saldırmak zaten moda sizler için.devam edin ama artık egemen güçlerin hiç ilgisini çekmiyor inanın.kime yaranmak istiyorsunuz.sürekli sovyet muhaliflerinden örnekler yaparak eski mapoculuğunuzu mu tatmin ediyorsunuz?
erayis caan sovyetler birliğinde zengin kimse yoktu.köylüler yiyecek ekmek bulamıyorlardı.o kadarda mülk istemeleri normaldir.insanları aç bırakmanın neresi sosyalizm?
bu üç aşamalı bir süreç olarak cereyan etti.
Önce mülksüzleştirme: yahudilerin gettolara tıkılması ve proleterleştirilmeleri ile dekulakizasyon.
sonra “çalışma kampları” ve gulaglar: bu kitlelerin “köle emeği” statüsünde savaşa ekonomisinde işe sürülmeleri…
en son aşama, “ölüm kampları”.. Todeslager.. auschwitz, treblinka vs.
türkiyede bu üçüncü aşama yaşanmadı. ama varlık vergisi uygulaması ile aşkale kampı ilk 2 aşamaya tekabül eder. gayri müslim sermaye türkleştirilip, gayri müslimlerin proleterleştirilmeleri hedeflenmiştir..
Sınıf temelli kırım mantıklı.. Zenginlere acıyamıyorum bilin mi?
İbretliksin. Burada söz konusu olan zenginler değil, gariban köylüler ve Yahudiler. Ayrıca zengin olsa ne olacak ki. Bir insan zengin diye çoluk çocuk bu muamele reva mıdır? Senin gibilerden iyi toplama kampı gardiyanı olur. Zaten Figes’in kitabında bunların da örnekleri var. Çoğu göğüslerindeki madalyalarla intihar etmişler.
Anonim; insanlık suçunun mantığı olamaz. Mantık ve katliam kelimeleri ancak sadist bir bakış açısında bir araya gelebilir
İnsanlık suçunu daha fazla mülk edinerek işliyorlar zaten.. İnsanlık suçu işleyinlerin insanlık suçu işliyorsunuz demeye hakları yoktur.. GULAG’a atılanlar hepsi über iyi insanlardı, hepsi fakirdi ve masumlardı ama ah şu lanet Stalin.. Milliyetçilere, kapitalistlere ve dindarlara acımam.. İşçi sınıfına şimdi nasıl acınmıyorsa.. 11 İşçinin yanarak ölmesinden yırtarlar, maden ocaklarında ölümlerden yıtarlar ama garibim işçi sınıfı rahat bir gün yüzü göremez.. Hastalansa çocuğunu hastahaneye götüremez.. Bazı şeyleri tekrar tekrar anımsatmak lazım herhalde.. Zenginlerin ve onların elinin altındaki ayak takımına acımam.. Acıyan acısın.. İnsan haklarından filan bahsetsin.. Çok da umurumda olmaz..
senin stalininin diktatörlüğü altında en çok acı çeken işçi sınıfıydı kardeşim. Cehalet hiçbir şekilde mazur görülemez. Biraz okuyup öğrenmen gerekiyor ne olup ne bittiğini.
Bilgilerinizi güncellemeniz gerekiyor. Tarihi bir kalıntı gibisiniz.
Peki aydın insan, üstteki yoldaşım tarihi kalıntı ve ben de cahilim, iyi güzel.. Hangi kaynakları önerirsin? Hangi anti-komünist kaynaktan besleniyorsun, hangilerini okuyayım? Bak okumaya niyetli bir komünistle konuşuyorsun, pek sık rastlanır bir şey değil.. Misal bir KKE çevresi, misal bir RFKP çevresi, misal bir TKP çevresi.. Sorgulayan çevreler sadece Anarşistlerimiz, Troçkistlerimiz, dincilerimiz, kapitalistlerimiz de seviyordur tabi sorgulamayı.. Sorgulamak güzel şey..
şöyle önereyim:
1. Paul Avrich, Kronstadt 1921, Versus;
2. Eugenia Ginzburg, Anafora Doğru, Anaforun içinde (2 cilt), Pencere;
3. Anatoli Ribakov, Arbat Çocukları (Roman), Cem
Şimdilik bunları oku, sonra konuşalım. ama söz ver, okuyacaksın.
Bu sefer George Orwell’i unutmussun.. bir de herkese oku filan diyorsun ama sen niye okumuyorsun? Okuyunca beyninde bocek olacagini mi dusunuyorsun?
olur.okurum.
Hiç bir şey okumayın sadece arkanıza yaslanıp gözlerinizi kapatarak ülkemizin radikal sol örgüt pratiklerine bakın ve onların iktidarında neler yaşanabileceğini tahmin edin.
ABD İNG başkanları biraraya geldi bu hayret alamet degil Irak savası öncesi Tonny abd GİTMİŞTİ VE Irak a girdlier İRAN kolla kendini bunlar yapacakları an gibi meydanda ALLAH KİMSESİZLERİN MAZLULARIN YANINDA OLSUN KAHROLSUN FAŞİZM YAŞASIN ANARŞİZM
sorunun asıl kaynağı bizdeki devrimci geleneklerin liberter evrensel pratiklerde yakın zamana kadar kömüntern kaynaklı devletçi gelenekten beslenmesi özgürlükçü anarşizmle yeni yeni tanışıyor olmamız olabilirmi?galiba bu güdük devletçi,millici beslenme radikal devrimci gelenekleri devleti ben daha iyi yönetirim analayışının dışına çıkamamasını getirdiğinden olmalı geçmiş sorunlu pratiklere sosyalist devletin sorunsuz olabileceğine hatta biz halkın öncülerinin yanlış ve hata yapmayacağı ön kabülüyle soruna yaklaşınca reel yaşanmış pratikteki sorunları bile görmemeye yada önemsememeye varacak seviyede sahiplenilmesi hatasına düşülmektedir.ben daha iyisini yaparım diyenlerden bile bütün devlet-iktidar-hegemonyanın sorunlu olup özgürlüklerin engelleyeni olduğu ön kabülüyle iktidar ve gücü asıl sahibi halka devredecek kural,kurum ve işleyişleri gerçekleştirmek için politik iktidara talibim diyebilmelerini beklerdim o nu bile yapamayıp kendine özgürlükçü devrimci diyenlerin geçmiş örneklerinden farklı bir işlevi olacağını sanmıyorum galiba halkımızda bunu bildiğindenmidir bilinmez bu tarz anlayışlarıda boş dükkanlarıyla yanlız bırakmıştır.tek değişik örnek HDK gibi duruyor umalım daha özgürlükçü ve aşağıdan yukarı öğrenen organizasyon olabilip başarabiliriz
Sovyetler Birliği kurulduğu ilk yıllarda, Batılı devletlerle yapılan uluslararası bir toplantıya Sovyet delegasyonunu temsilen birkaç sıradan işçiyi de alıyorlar. Sonra kendilerine “hani siz işçi-köylü devletiydiniz?” denince bu eleştiriye hak verip o ülke yurttaşı olan bir de köylüyü delegasyona katıyorlar.
Bu tavır devrimci ve anarşizanca. Sovyetler Birliği kurulduğunda böyle bir tavır da vardı. Ama sonra .eşitli nedenlerle bürokratik bir diktatörlüğün yöntemleri egemen oldu. Ama öyle olmayabilirdi de.
Devletin varlığı kaçınılmaz olarak bu ikinci eğilimi kazandıracak mıydı? İlk eğilimin kazanma şansı yok muydu? O koşullarda devletsiz bir devrimci iktidarın yaşama şansı da olamayacağına göre dışa karşı devletli ve içe karşı da en az devletli bir sistem başarılı olamaz mıydı?
Sahi Gun Zileli, bu newrozu nerede kutluyor? “Sicak odasinda, bilgisayarinin onunde, koltuguna yaslanarak, kitaplarina bakarak, yavrusunun elini tutarak” demeyin sakin…
Mesela bizim aile Kürt degil, Iranli degil, 1990’lardan önce Nevruz diye birseyin adini da duymamistik, ne ben, ne babam, ne de dedem böyle bir sey duymamis. Böyle bir gelenegi olan varsa, Kürt olur, Azeri olur, alevi olur, her neyse kutlasin, onlarin Nevruz bayramlarini da kutlariz ama tesekkür ederiz biz almayalim. Onlar da eger geleneklerinde yoksa toplumda bazilarinin bayram ilan ettikleri günleri kutlamayabilirler, nedir bu her seyi beraber yapma meraki? Ne kadar bayram varsa, hepsi kutlanacaksa, yilda 365 gün bayram yapmak gerek.
“Bu ülkenin köylüleri ve Yahudileri, Aleviler ve Kürtlerdir.”
Aleviler ve Kürtlerin ülkemizde ayrımcılığa, baskılara ve katliamlara uğradıkları, maruz bırakıldıkları, ve iktidar yapılarından dışlandıkları bir gerçektir. Fakat, yazınızın bütünlüğü içerisinde, Alman Nasyonal Sosyalizmi ve Stalin Komünizminin benzerlikleri ve farklılıkları, paralellikleri incelenirken, Almanya’da yahudilerin, SSCB’de ise köylülerin ekonomik kalkınma için, “slave labor”, “forced labor” olarak kullanıldıkları (ve imha edildikleri) belirtilmiştir. Aleviler ve Kürtler için asimilasyon belki ama totaliter iki örnekteki gibi topyekun imha politikaları, ve “slave labor” tarzı sömürülmeleri bence sözkonusu değildir. Son cümledeki tahlil biraz zorlama olmuş kanaatindeyim.
* Çok sık kullanılan (ve büyük ölçüde doğru) bir tabir vardır: “Türkiye’de proletarya Kürtleşti!” Gerçekten de Kürdistan’da 90’lardaki iç savaş sırasında ve sonrasında batıya göç eden Kürt kitleler bugün en fazla sömürülen, sosyal haklardan en fazla mahrum bırakılan, en kötü şartlarda (ve güvencesiz) çalışan kesimleri oluşturuyor.
* Alevilere gelecek olursak… Necdet Saraç, bir TV programında HES, baz istasyonu, altın arama vb. projelerin en fazla yoğunlaştığı bölgelerin çoğunlukla Alevilerin yoğun olarak yaşadığı yerler olduğunu ifade etmişti. Onlar, yaşadıkları köylerde, HES vb. yapımı yoluyla hem yaşadıkları doğadan koparılıyorlar, hem de (şehirlere göç etmek zorunda kalarak) özgün kültürlerini kaybetme tehlikesi yaşıyorlar.
* Evet, “Bu ülkenin köylüleri ve Yahudileri, Aleviler ve Kürtlerdir.” ifadesi doğrudan ‘slave labor’ anlamını karşılamayabilir, fakat önemli bir gerçeklik payı vardır. Yoğun Kürt işçi emeği sömürüsünü ve (Alevi düşmanlığı eşliğinde) doğanın bu denli talan edilmesini de birer “primitif akümülasyon” örneği olarak sayabiliriz.
Aşağıda Çıracı cevaplandırmış aslında. Tabii ki, benzetmelerde hiçbir şey yüzde yüz üst üste oturmaz. Sonuçta benzetmedir. Kürtlere ve alevilere dikkat çekerken, onların da modernleşme ve uluslaşma adına ezilip dışlandıklarını anlatmak istemiştim. Köle-işçi olarak kullanıldıkları elbette söylemez ama çoğunluğu kürt ve alevi olan işçilerin ülkedeki sömürüsü köle işçi statüsüne oldukça yakındır. aynı şeyler değildir elbette. Köle işçi sonuçta mahkûmdur ve bütün hakları elinden alınmıştır. işçinin ise nerede sömürüleceğine karar verme hakkı vardır.
22 MART 2012
Usta… Mazlum halkların dayanışması ….Kardeşliği falan değil…Dayanışması diyorum…Artık bunu düşünelim bence
Selamlar…
Kürt milliyetçiligi ve Alevi mezhepçiliginin kuyruguna takilma teorileri. Sosyalizm kalmadi azinlik milliyetçiligi verelim. Isteyene nasyonal sosyalizm de verebiliriz. Yahu ne zaman sagduyu (commun sens) sahibi olacaksiniz?
” Aleviler ve Kürtler için asimilasyon belki ama totaliter iki örnekteki gibi topyekun imha politikaları, ve “slave labor” tarzı sömürülmeleri bence sözkonusu değildir. Son cümledeki tahlil biraz zorlama olmuş kanaatindeyim.”
Read more: http://www.gunzileli.com/2012/03/14/koyluler-ve-yahudiler/#ixzz1pvmY2qcG
Dersim’de yaşananlar Genosid’in tüm alametlerini karşılamaya yeter. Şayet bugünü konuşmuyorsak.
Şeyh Sait’te, Ağrı’da vs’de ”toplu imha”nın birçok örneğiyle karşılaştık. Dersim o konuda bir ilk değildi.
Çorum, Maraş örnekleri de ”pogrom” sınıfına giren; kitlesel ”imha” teşebbüsleriydi. 90’lara gelindiğindeyse ”köy boşaltmaları” yoluyla Aleviler ve Kürtlerin ”selfleştirilmesi” süreci yaşandı.
Pek bilinmez ama Karadeniz’de de onlarca Alevi köyü boşaltıldı.
Kürdistan’daysa ”yıkım” çok daha ağırdı. Koruculuk ve göçü kabul etmeyenlerin hayvanları, meraları, ağılları ve evleri tahrip edildi. Aileleri kaybedildi. Tarım ve hayvancılıktan başka bildiği bir şey olmayan köylüler şehirlerde sefalete itildi. Köylerinde kendilerine ”yeter” durumda olan, imece tarzı kültürleriyle birbirlerine katkıda bulunan toplumsal üretim mekanizmaları yok edildi. Bir nevi toplum açlıkla terbiye edildi.
Örnekler birebir uymayabilir. Sovyetlerin zoraki ”gulagları” varsa; Tc’nin de ”korucu”luğu vardı. Sovyetlerin kolhoz’u varsa; Tc’nin de ”gettolaştırması” vardı.
Gün sana adam gibi eleştiri yazmağa deymez… Senin, suratına tükürdükçe, Nisan yağmuru sanan yüzüslerden bir farkın yok… Sen kanemicilerin sofrasına oturmuş, yoksulların yolunu şaşırması için elinden geleni yapıyorsun… Yemlendiğin teknenin hakkını veriyorsun yani… Halkın adaletinden belki sen yırtacaksın, ama senin gibilerin o tokmaktan tadacağı günler çok uzak olmasa gerek… Sana tavsiyem, git Perinçek gibi açık açık çalış… Bırak bu Anarşistlik ayaklarını…
“Ancak, köylülere toprağı toplumsal, kolektif, kooperatifsel ve artel biçiminde işlemenin daha yararlı olduğu pratikte gösterilebildiğinde, ancak köylülere, ortak çiftlikler ve arteller sayesinde yardım edilebildiğinde, ancak o zaman, iktidarı
elinde tutan işçi sınıfı, köylülere haklı olduğunu gerçekten kanıtlayabilecek ve milyonlarca köylü kitlesini yanına
çekecektir.”
Evet, Lenin ve devamcıları, köylülüğü kazanmak için aynen yukardaki alıntıda olduğu gibi düşünüyorlardı… Burada, Gün herzesinin afişe etmeğe çalıştığı terörcü bir zihniyetmi var, yoksa köylülüğün iknasına dayanan bir yöntemmi var, diğer okuyucular karar versin.
Gün de, CIA nın hiç Ukranyaya gitmemiş, bazı yazarcıklarının, hayal dünyasında Komünizme küfür etmek amacıyla yazılmış Gulak türü hikayeciklerle uğraşsın. Gün ün Akit te yazan, ağızlarından salya akıtarak Komünizme küfreden yumuşak kafalı takkeli gericilerden ne farkı var ona da Günü takip edenler karar versin…
“Yumuşak kafalı takkeli gericiler” değil ökkeş, Türk Solu yazmış:“Her Türk, alışverişini mutlaka Türk’ten yapmalıdır. Kürde aktarılan para PKK’ya maddi destek demektir. Her Türk, Türkçe konuşmalıdır. Bunu da İstanbul şivesi ile konuşmalıdır. Şehri istila eden Kürtler kendi dillerini hâkim kılmaktadır. Türk, Kürt dizisi izlemez. Kürtçe müzik dinlemez. Kürtçe müzik çalan barlara gitmez. Kürtçe konuşulan minibüse binmez. Kürtçe kaset satan dükkândan alışveriş yapmaz. Türk medeniyeti, köyden gelen etkilere kapatılmalıdır. Köy, her halükarda Kürtçülüğün yaşam alanıdır. Türk’ün damak tadı, Kürt yemekleri ile yer değiştirmektedir. Türk’ü kebaba, lahmacuna mahkûm eden anlayışla mücadele edilmelidir. Her şeyden önce Türk üremelidir. Artan her bir Türk bebesi, bizi Ergenekon’dan çıkartacak bir kurtarıcıdır.”
iste sol, iste sosyalizm, iste halk, Islam, insan ve toplum düsmani canilerin varacagi nokta.
Hakaret içeren bu yorum, Stalinistlerin fikir düzeyini ve zorbalıklarını göstermesi bakımından, ibret-i alem için çıkartılmamıştır.
Admin
Son yorumun sahibi kafa, senin sol diye bulup alıntıladığın kişilerin kim olduğunu bilemeyecek kadar cahilsen, hiç bir yorumda bulunmada seni adam sansınlar. Türkiyenin anlı şanlı faşistleri, Türk Solu adına bir dergi etrafında kümelenmiş, gerçek sola çamur bulaştırma derdindeler… Nasıl ki, Gün de kendi cephesinde bir tür dezinformasyon yapıyorsa… Yani senin anlayacağın, ha Gün ha TürkSolu!
Yorumu mu silme Gün efendi.. Sosyalistlerin herkese hakettiği dilden konuşmasına bir işarettir o yorum…
sovyetler birliğinin, organizasyon modeli olarak 3. reich ile bir tutulması fazla zorlama. nasyonalist devletçi sosyalizm gibi adlandırmalar tabii stalin sevici tayfadaki arkadaşları biraz gıdıklıyor. bence işlerine de geliyor bu tip aynılaştırmalar. faşist diktatörlüğün motivasyonları ve organizasyon modeli rusyadaki bürokratik diktatörlükten büyük ölçüde farklıdır. ha beka algısı farklı mı? elbette değil. abd, türkiye, iran, çin, israil gibi her biri farklı bir örgütlenme modeline sahip devletlerin farklılıkları ve benzerlikleri kadar fark ve benzerlik vardır aralarında. yorumunda kke, tkp filan diye bir şeyler zırvalamış olan stalin sevici arkadaş zahmet edip kronstad’ı filan okumasın. mahnovist hareketin nasıl alçakça kırıma uğratıldığını filan da öğrenmeye kalkışmasın. nasıl olsa bunların hepsi emperyalist yalanlar ona göre. hani doğu perinçek faşistine göre ermeni soykırımının emperyalist yalan olması gibi… “bunlar emperyalizmin yalanı” dedin mi akan sular duruyor ne güzel…
öyleyse bu güzel kardeşimiz otursun lenin’in “nisan tezleri”ni okusun, “devlet ve devrim”ini okusun, özellikle son yazılarını okusun. son yazılarının sovyetler birliğinde hangi yıl yayımlanabildiğini araştırsın. elbette son yazılar son mektuplar’dan bahsederken yalnızca meşhur vasiyet metninden söz etmiyorum. lenin’in sscb’ye dair pek vurgulanmayan ilginç tesbitleri vardır orada. 1917 ekim öncesi “devlet ve ihtilal”de eski devlet aygıtının paramparça edilip yenisinin inşası üstüne kapsamlı bir tartışma yürüten lenin, son yazılarında sscb’nin çarlık aygıtını, çarlık bürokrasisini yeni “proleter” devlete ikame ederek büyük hata yaptığını söyler… uzun lafın kısası lenin döneminde başlayan sürecin nereye gittiği bizzat lenin tarafından öngörülmüştü ancak stalin su katılmamış bir karşıdevrimci olduğu için bürokratik diktatörlüğün bekası uğruna milyonlarca kişinin canına okumaktan çekinmedi. olay budur. stalin denen pisliği hala savunan insanlar zaten anarşist olmasınlar, anarşizm okuması da yapmasınlar ama BİZAHMET biraz lenin biraz da marx okusunlar. en azından kendileriyle konuşulabilecek, tartışılabilecek birkaç mevzumuz olur…
unutmadan “ökkeş” arkadaş maşallah pek devrimci bir arkadaşsın. seni çok yiğit gördüm, öyle halkın adaleti lafları filan afili laflar elbette ama aynı zamanda senin derin kimlik krizini de gösteren laflar. bir taraftan kke – rfkp – tkp muhabbetleri yapacaksın bir taraftan da halkın adaletinden bahsedeceksin. gün’e denk gelmezmiş ama gün gibilerin halkın tokmağından tadacağı günler uzak değilmiş.
bak güzel kardeşim ben gün gibi olmaktan kastın nedir anlaşılmıyor. ben gün gibilerden değilim şahsen. ama mevzu stalin denen alçak halk düşmanıysa buyur muhataplarından biri benim. şu halkın tokmağı bir an önce işlemeye başlasa iyi olur zira biz anarşistler meydanı kke karikatürlerine bırakacak değiliz. hem eliniz uzanmışken belki aklınıza faşist cellatlar, işkenceciler, 19 aralıkçılar falan da gelir ne dersin… devrimci kardeşlerimizin 10 sene sonra ufacık da olsa bir aksiyona girmesi bizi bahtiyar kılar doğrusu…
Ben Sayin Gün Zileli´nin yerinde olsam Ökkes rumuzlu yorumcuyu kendi haline birakirim… Birak daginik kalsin fikrasindaki gibi… Sevgili Zileli, solcumuzun hal-i pürmelali ortada. Matbaayi 200 yil sonra bu topraklara getiren ecdadlarimizin torunlariyiz. Bunlar da solculuk adina (200 yil kadar olmasa da) epey bir geriden takip ediyorlar hayati. Türk Solu ile alakasi olmadigini bu arkadasimiz deklere etse de, inanin su yazdiklariyla ayni kaptan beslendikleri izlenimi veriyor. Isin zor be Gün Zileli.. Bence sen yazacagini yaz, yorumu onlar yapsin (daha dogrusu küfrü onlar etsin), cevap yazma.
Zileli nin kuyrukları, kuyruğunuza basmış olmalıyım ki ciyak ciyak bağırıyorsunuz…Size söyleyecek pek bir şey yok… Tarihi, emperyalist-kapitalizmin maaşlı Romancılarından öğrenen siz gibi zavallıların, bize tarih dersi vermeye çalışması komik oluyor tabi… Sizin tapınağın papazları George Orwell, Soljenistin vb. Kapisiteniz bu kadar demek…
Ama sizlere sormak gerekiyor, siz hangi sistemden yanasınız… Kapitalizm den yana olduğunuz su götürmesede, ben yinede sormak istiyorum, Kapitalistler, zulum ve sömürüye dayanan bu saltanatlarını gönüllü biçimdemi toplumsallaştıracaklar… Gün efendi, Staline kuduz bir köpek gibi saldırıyor.. Kulakları tasviye etmiş diye…. Ya ne yapacaktı! Onların sömürmesine, spekülasyonlarla sosyalizmin kurumsallaşmasna engel olmalarına göz mü yumacaktı… Öyle yapsa ne güzel olurdu, değilmi!
Ya bırakın siz bu Anarşizm ayaklarını… Sizin kimlerin hizmetinde olduğunuz yazdıklarınızdan anlaşılıyor… Yalanları tekrarlayarak Gerçek gibi yutturabileceğinizi sanıyorsanız, size söylemeliyimki, o saftiriklerle yolumuz çoktan ayrıldı…
Ayrıca Türk Solu diye sosyalistlere çamur atmaya kalkmayın, sosyalistlerin ulusu yoktur… Emperyalizme karşıtılığı sıradanlaştırma niyetiniz, emperyalizm uşaklığında almış olduğunuz yolu gösteriyor ancak…
Bu kadar saf olduğuna göre demek ki dürüst ve inanmış bir adamsın. Senin sandığın gibi Zileli’nin kuyruğu bile yok, değişik adlarla sana hakaretler yağdıran düzeysiz bizzat kendisi, ama yatacak yeri yok, ardından ‘iyi bilirdik’ diyecek kimse de olmayacak.
ökkeş nasıl da işine gelmeyeni görmekten kaçınıyorsun. sana solijenitsin oku demiyorum bak aç biraz lenin oku…
ama yok putuna saldırılan her mümin gibi otomatik saydırıyorsun. Gün’ün stalin hakkında söylediklerinin daha fazlasını nazım söylüyor. hadi bakalım ona cevap ver biraz da…
http://mitolojivegercek.blogcu.com/nazim-hikmet-ten-stalin-e/4483169
@29 işte daha önce benzerlerinin gün zileli, beyaz diş ve çıracı’da gördüğüm klasik solcu kafası. kafa komplo teorilerinden başka şeye çalışmayınca böyle oluyor işte. ama hakkınızı yemeyeyim bu sizlerin suçu değil. saplanıp kaldığınız reel politika batağı başka bir varoluşu olanaklı kılmıyor ne yazık ki… 26 ve 30 numaralı yorumlar bana ait. ve ben gün zileli değilim. stalin’in bir halk düşmanı ve karşı devrimci olduğu ne kadar gerçekse gün zileli’nin aydınlıkçı kafayı aynen sürdürdüğü de o kadar gerçektir. bırakın laf çevirmeyi lenin’i bile sansürletmekten çekinmeyen stalin babanız için ağıtlar yakmayı sürdürün. zira hakettiği çöplükte (bahsetmeyi hep çok sevdiğiniz tarihin çöplüğünde) yerini aldı emin olun… (evet bugün rusların yüzde altmışı en çok özlediği liderin stalin olduğunu söylüyor. bunu tekrarlamayı seven sizler aynı anketlerde yine aynı yüzde altmışın desteklediği politikacının ise faşist putin olduğunu anmaktan niçin kaçınıyorsunuz?)
ha ne diyorduk… söz nazımda… taştandı tunçtandı alçıdandı kaattandı…
(Stalinistlerden Zileli’ye cevap yazıları)
http://www.sosyalistzemin.com/showthread.php?t=3217
http://www.sosyalistzemin.com/showthread.php?t=3217&page=2
http://haber.sol.org.tr/kent-gundemleri/limak-koy-yakmakla-tehdit-etti-iddiasi-haberi-54833
Çok şükür ki böyle bir damar da var:
http://www.youtube.com/watch?v=rIXpXY8mr_Y
Bu arada Stalin dönemi ve zoraki çalışma kampları konusunda görebildiğim kadarıyla Türkçe’ye çevrilenler arasına girmeyen bir konu da, Sovyetler birliği sınırları dahilinde yaşayan Almanlar var. Almanyaların ‘birleşimi’nin ardından Alman milliyetçi yasaları gereği bu insanların çocukları ve torunlarının Almanya’ya getirilimesi sadece insan getirilmesiyle kalmadıi aynı zamanda 2. Dünya savaşının ardından yaşadıklarına ilişkin bilgiler ve de belgeler de gelmeye başladı. Benim ilgilenebildiğim kadarıyla, herhangi bir suç ve ceza olmadan Alman kökenliler ‘gönüllü’ olarak ölümüne bu çalışma kamplarında çalıştırılmışlardır. İlgi duyanlara…
vOLGA aLMANLARINA KARŞI IRKÇI UYGULAMALAR YAPILMIŞTIR.
http://dersimnews.com/manset/gundem/siyaset/akpli-vekilden-canli-yayinda-kamer-gence-kufur-ve-tehdit.html
Aleviler Meydanlara Çıkarken
Bugün İstanbul’da iki miting var. Biri Kadıköy’de Soma’daki maden işçileri katliamını protesto için; diğeri Şişli’de (Ankara Kızılay ve İzmir Basmane Meydanı’nda da) Alevilerin “Yeter Artık” mitingi.
Birincisinin çağırıcısı Sendikalar ve Meslek örgütleriydi; ikincisinin çağırıcısı Alevi örgütleri. Muhtemelen her iki miting de hazırlanışı ve örgütlenişi itibariyle büyük katılımlı, gerçekte var olan potansiyel tepkiyi ifade edici olamayacaklardır.
Çünkü Soma katliamında ölen işçiler için miting yapılacağı önceden bilinmesine rağmen; onunla birleşme; hedefleri aynı demokratik ve kapsayıcı bir biçimde birleştirmenin yolu aranmadan aynı güne ikinci bir miting koyulması bile daha baştan bir şeylerin yanlış gittiğini gösterir. Alevi hareketinin zaafları bütün muhalif ve demokratik hareketin zaafları olmaktadır.
Bu vesileyle bu tür davranışın derindeki kökleri; Alevi Hareketinin kimi sorunları üzerine kısaca duralım.
Bugün devletin Sünni İslam’la tanımlanmış karakterinin yanı sıra Erdoğan’ın devleti ve ulusu tamamen ve esas olarak buna dayandırmayı hedefleyen bu politik çizgisi ve söylemi devam ettikçe Alevilerin giderek daha hızlı bir politizasyonu ve radikalleşmesi kaçınılmazdır. Gezi’de ve son birkaç gün içinde ölenlerin hemen hepsinin Alevi olması bir rastlantı değildir.
Ancak Alevi hareketinin bu radikalleşmesi, sokaklara ve meydanlara çıkışı, programatik ve politik bir radikalleşmeyle atbaşı gitmemektedir. Alevi Hareketi teorik ve politik olarak henüz bir program ve strateji tartışmasından çok uzaktır ve bu sadece onun değil; Türkiye’deki demokratik özlemlere dayanan hareketin de en büyük zayıflık nedeni olmaktadır.
Gezi bir bakıma, önceden teorik ve entelektüel bir program ve strateji tartışmasının hazırlığına dayanmadığı için bir sel gibi gelip geçti. Ama Gezi’nin kalıntısı olan forumlar giderek adım adım el yordamıyla bu gibi sorunlara yönelme; genel ve temel sorunları gündeme alma, eksiği hızla giderme eğilimi gösteriyorlar. Büyük bir olasılıkla eğer Gezi’nin ikinci bir baskısı olursa, bu sefer çok daha hazırlıklı ve adım adım bir yükselişle ortaya çıkma olasılığı vardır.
Ama Alevi Hareketi çok uzun zamandır ve adım adım gelişmesine rağmen kat ettiği yol henüz çok azdır. Neden böyledir?
Elbette böyle olmasında Aleviliğin kır ve köy kökenlerinin; uygarlığa geçmemiş bir ortaklaşmacı köy komününün ilişkileri düzenleyen bir din olmasının; buna bağlı olarak kitapsız yani yazısız olmasının; yani Akli değil Nakli bilgiye dayanmasının büyük bir etkisi vardır.
İslam bir antika uygarlık diniydi; kitaplı bir dindi. Ta Babil’den ve eski Yunan’dan beri gelişmiş bir analitik ve kavramlarla düşünme geleneği vardı. Bu gelenek Politik İslam’ın doğuş ve yükseliş yıllarında ona büyük bir teorik ve entelektüel güç veriyordu. Gezi’nin modern ve şehirli kitlesi de iyi kötü, binlerce yıl Manastırlarda olgunlaşmış ve oradan felsefe aracılığıyla Aydınlanma’ya geçmiş yazılı ve akli geleneğiyle bağlantılı sayılabilir. Yani biri antik prekapitalist, diğeri modern kapitalist uygarlıkların şehirli dünyasından geliyorlardı. Cihanşümul olma özellikleri vardı. Dünyayı değiştirmek gibi bir iddia onların kökeninde vardı.
Ama Alevi hareketinin bu arka plandan yoksunluğu; köyünün ötesini göremeyen; yazısız ve kitapsız, ama eşitlikçi ve dayanışmacı neolitik köy komününden gelen geleneği, modern ve şehirli bir hareket olan Alevi hareketinin önündeki en büyük handikap olarak durmaktadır.
Bu fark en iyi şu örnekte görülebilir. Hegel bir yerde, bir insanın bir cinayeti planlaması ne kadar muhteşem bir şeydir der eylemi ahlaki niteliklerinden soyutlayarak; sırf planlamanın, öngörünün, aklın önemine vurgu yapmak için. Pekâlâ bir evi yapması da diyebilecekken. Benzeri bir yöntemi Alevilik ve İslam arasındaki farkı göstermek için de kullanabiliriz. Bir Alevi hiçbir zaman ikiz kuleleri (yani dünyaya egemen ülkenin en merkezi yerinde dünya ticaretinin merkezini) havaya uçurmayı hayal edemez. Ama bunu modern aydınlanma gibi dünyayı düzene sokma iddialı bir uygarlık dininin geleneklerine dayanan bir Müslüman düşünebilir.
İkiz kuleleri havaya uçurmayı düşünemeyen; ufku bunu kapsamayan bir gelenek; dünyayı değiştirmek için hangi güçlere dayanmalıyım; nasıl bir strateji ve program uygulamalıyım diye de düşünemez. İşte Alevi hareketinin temel sorunu budur.
Aydınlanma da İslam da antik kent veya modern şehirden çıktılar bu onların daha doğuştan bazı olanaklarla donatmaktadır. Ama Alevilik öyle değildir. Son yılların şehirleşmesiyle şehre gelmiştir ve binlerce yıllık geleneklerden kurtulmak kolay olmamaktadır. Zaten bir alevi şehirleştiği ve modern olduğu an bir aydınlanmacıya dönüşme eğilimi gösterir. Sosyalistlerin içinde çok Alevi olması bununla da ilgilidir.
Biri Avustralya’da diğeri köyünde veya Almanya’da bulunan musahip kardeşlerin biri diğerinin yaptığından nasıl sorumlu tutulabilir? Müslüman’ın Camisi; Aydınlanmacının gazetesi vardı. Alevinin gizli cemini yapacağı bir belirli mekânı bile yoktu. Sadece bu bile modern şehirli bir hareket olan Alevi hareketinin nasıl dezavantajlarla yola çıktığını gösterir.
Biraz da bu nedenle, Alevi hareketinin anlamadığı en temel sorun veya temel çelişkisi şudur: Alevi hareketi Aleviliğin ne olduğunun veya ne olduğuna ilişkin cevapların hiçbir politik anlamının olmadığı veya olamayacağı bir demokratik düzen ihtiyacının ürünü iken; bütün tartışmalarını ve politik hedeflerini belirleme çabalarını Aleviliğin ne olduğu sorunu üzerinden yürütmektedir.
Alevi hareketi, politik amaçlarını netleştirdiği ve politik bir hareket olduğu ölçüde bu söylemi, dili ve paradigmayı terk edecektir veya etmek zorundadır. Ya da şöyle formüle edelim: politik bir hareket olduğu ölçüde, Aleviliğin ne olduğu üzerine tartışmaları ve Aleviliğin özel dilini bırakma eğilimi gösterecektir veya göstermek zorundadır.
Alevi hareketinin tartışması gereken konular, diğer politik öznelerle ilişkiler; onların nasıl kazanılabileceği; onlarla nereye kadar gidilebileceği; onları kazanabilmek için nasıl bir programa ihtiyaç olduğu gibi stratejik konular olmalıdır? Hangi talepler aracılığıyla kendi demokratik özlemlerimizi, diğer dinlerden insanların ve Dinsizlerin demokratik özlemleriyle birleştirebiliriz? Yani Müslümanların, Hıristiyanların, ateistlerin vs. demokratik özlemleriyle kendi mücadelemizi nasıl birleştirebiliriz? İşçi Hareketi ile nasıl bir ittifak kurabiliriz? Bunun yolları ve biçimleri neler olmalıdır? Hedeflerimize ulaşmak için hangi güçlere dayanabiliriz veya dayanmalıyız? Kürt hareketi ile nasıl ittifak kurabiliriz? Bu iki mücadeleyi aynı nehre nasıl akıtabiliriz? Bu soruları sormayan bir hareket, Kadıköy’de miting yapılırken kendi köyünün ötesini görmeden aynı gün ve saatte Şişle de miting koyar. Zaafı sadece kendisinin olmaz. Diğerini de zaafa sürükler veya onun zaaflarını pekiştirir.
Alevi hareketinin bu sorunları tartıştığı bir literatür, bir program olmak bir yana böyle sorular bile bulunmamakta ve tartışılmamaktadır.
Bir de Kürt hareketine bakalım. Kürt hareketi, Türkiye’nin batısındaki insanları nasıl kazanırım; Alevilere nasıl ulaşırım; İçi hareketi ile nasıl ittifak kurarım diye tartışmakta, ulaştığı sonuçlara göre doğru veya yanlış davranmakta, örneğin eski partisini bir kenara atıp HDP’yi kurmakta ve oraya geçmektedir. Başarılı olup olmadığından öte sorunun böyle koyulması bile muazzam bir ilerlemedir ve Alevi Hareketi’nin henüz ne kadar dar bir ufuk içine hapsolmuş olduğunu gösterir.
Alevi hareketi içindeki radikal demokrat ve devrimci eğilimlere sahip olanlar bile henüz bu farkı fark etmiş ve önemini kavramış değildirler. Sadece şu gözlem bile aradaki farkı göstermeye yeter: Kürt Özgürlük Hareketi’nin Alevileri kazanmak; Alevi hareketiyle iyi ilişkiler kurmak diye bir derdi varken (bunu ne ölçüde doğru ve başarılı yaptıkları ayrı bir sorundur ama böyle bir sorunu vardır Kürt hareketinin); Alevi hareketinin, Kürt özgürlük hareketini kazanmak diye bir derdi yoktur; hatta Kürt hareketinin kendisini kazanma çabalarını bile rahatsız edici bulmakta; Kürt özgürlük hareketini rakip ve hatta düşman görmektedir. Elbette istisnalar vardır ama genel eğilim böyledir. Bu da Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin en büyük zaafıdır.
Bu tartışmaların Alevi hareketi içinde hiç görülmemesi ve Alevi hareketi içindeki tartışmaların Aleviliğin ne olduğu üzerinden yürümesi, Alevi hareketinin henüz bağımsız bir hareket olarak ortaya çıkmadığının ve egemenlerden bağımsızlaşmadığının bir göstergesidir.
Alevi hareketi içinde radikal ve devrimci bir kanat, Aleviliğin ne olduğu üzerine devrimci ve doğru bir tanım üzerinden tartışmayı yürüttüğü sürece daha baştan kaybetmiş demektir. Gerçekten devrimci ve demokratik bir Alevi hareketi veya Alevi hareketi içinde bir devrimci ve demokratik bir kanat, Aleviliğin ne olduğu üzerine bir tartışma içindeki bölünme temelinde değil; Aleviliğin ne olduğu üzerine bir tartışmanın kendisiyle bölünerek ortaya çıkabilir.
Buraya kadar adeta matematik formüller veya geometrik teoremler gibi ifade ettiğimiz bu düşünceleri, harflerin yerine somut değerler koyarak göstermeye çalışalım.
Öncelikle, Alevi hareketini var eden, Türkiye’de ulusun, din, dil ve ırk üzerinden tanımlanmış oluşudur. Yani aslında Alevi Hareketi bir Ulusal harekettir. Ulusun Türklükle tanımlanmışlığı Kürt hareketini; Sünni Müslümanlığın Emevi ve Kemalist bir yorumuyla tanımlanmışlığı da Alevi hareketini ortaya çıkarmıştır.
Politik olan, yani ulusal olan, yani devlete ilişkin olan bir dil, bir din, bir “ırk” veya etni üzerinden tanımlanmasaydı, yani Türkiye Cumhuriyeti kurulurken gerçekten demokratik bir cumhuriyet olarak şekillenseydi, bir dile, kültüre ve dine bir imtiyaz ve politik bir anlam vermeseydi, bu gün bir Alevi ve Kürt hareketi olmazdı.
Çünkü böyle bir cumhuriyetin daha adı örneğin Türk veya Türkiye Cumhuriyeti değil, örneğin Ön Asya Demokratik Cumhuriyeti gibi bir şey olurdu.
Bu Cumhuriyetin okullarında Türk Tarihi değil, tüm dillerden, dinlerden, kültürlerden, sınıflar ve cinslerden temsilcilerin ortaklaşa yazdığı bir tarih, yani fiiliyatta bir insanlık tarihi okutulurdu.
Keza ulus bir dille de tanımlanmış olmayacağından, yani herkesin ana dilinde eğitim hakkı veri olacağından, bu ortak tarihi herkes kendi ana dilinde okurdu.
Yani soy, etni, dil, tarih vs., daha somut olarak Kürtlük, Türklük, Araplık vs. bütünüyle kişilerin özel bir sorunu olurdu, tıpkı gerçekten laik bir ülkede dinin kişilerin özel bir sorunu olması, hiçbir politik anlamı bulunmaması gibi.
Böyle bir cumhuriyette, elbette din de ulusun tanımında hiç bir anlam ifade etmeyeceğinden, yani tamamıyla kişilerin özel sorunu olacağından, zorunlu, din dersleri, diyanet işleri, imam hatip okulları vs. olmazdı.
Keza böyle bir cumhuriyette, “Azınlıklar” da olmazdı şimdiki Türkiye Cumhuriyeti’nde olduğu türden. Çünkü çoğunluk olmayacaktı. Dolayısıyla örneğin Fener Patikliğinin ekümenik olup olmadığı veya “Azınlık Okulları”nın statüsü gibi sorunlar da olmazdı. Olursa da bu devleti değil Fener Patrikliğini ilgilendirirdi.
Tabii böyle bir cumhuriyette üç kişi bir araya gelip istediği dini kurabileceği, istediği dine girebileceği, çıkabileceği veya dinsiz olabileceği için, Aleviliği ayrı bir din olarak gören Aleviler, Aleviliği bir kültür olarak gören aleviler veya Aleviliği İslam’ın bir biçimi olarak gören aleviler de olabilirdi ve bunların her biri de kendi Alevilik anlayışına göre istedikleri gibi birlikler, ibadet yerleri veya eğlence veya buluşma yerleri açabilirlerdi. Bunların bir futbol kulübü veya kanarya sevenler derneği kurmaktan hiçbir farkı olmaz hiçbir politik anlamı bulunmazdı.
Bütün bunlar olmadığı için, yani Türkiye Cumhuriyeti demokratik bir cumhuriyet olmadığı için, yani politik olan, yani devlete ilişkin olan, yani ulusal olan bir dinle, dille ve soyla, tarihle tanımlandığından, bir Alevi hareketi ve bir Kürt hareketi bulunmaktadır.
Demokratik bir cumhuriyetin varlığı koşullarında ise, ulusu Kürtlüğe veya Aleviliğe göre tanımlamaya kalkan bir hareket ortaya çıkarsa, bu Kürt ya da Alevi hareketi olmaz, demokratik bir ulusçuluğa karşı gerici bir ulusçuluğun hareketi olurdu ve bunu reddetmek ve buna karşı demokratik cumhuriyeti savunmak, her demokratın ve yurttaşların görevi olurdu.
Şimdi bu çok basit, temel ama unutulmuş; burjuva devrimlerinin ve İşçi hareketinin demokratik hedeflerini göz önüne aldığımızda, aslında, Kürt ve Alevi hareketinin, özünde demokratik özlemlerden kaynaklandığını ama bu demokratik özlemleri böylesine net olarak demokratik bir program biçiminde ifade edemediğini; demokratik özlemlerin egemen baskının zıttı biçiminde ifade edildiğini görürüz.
Neden böyledir?
İşte burada sadece Alevi hareketinin değil bütün dünyada bütün muhalif ve devrimci hareketlerin; İşçi hareketinden kadın hareketin kadar bütün hareketlerin çok daha genel ve evrensel zaaflarının nedenleri konusuna geliyoruz. Alevi hareketinin özgül nedenlerinin yanı sıra bu nedenler de Alevi hareketinin zaaflarında önemli bir yer kaplamaktadır.
İnsanlık tarihi düz bir yol izlememektedir. Tarihin yumağı sadece dışındaki ucundan değil, içindeki ucundan da çözülür. İşte orada çözülme bir kör düğüm olmayla sonuçlanır. Veya devrimi doğuma benzetirsek, çocuk her zaman başı önde gelmez, ters gelir, ayakları önde gelir. Çevrilmesi gerekir. Aksi takdirde birden komplikasyonlar çıkar ve süreç ana ve çocuğun ölümüyle sonuçlanabilir. İşte çok genel anlamıyla böyle bir durumda bulunuyoruz. Gordiyos’un Düğümü’nün çözülüp çözülmeyeceği veya ters gelen çocuğun dönüp dünemeyeceği, yani insanlığın yaşayıp yaşayamayacağı henüz hala ortada durmaktadır.
*
Tarihte ileri atılışlar gibi çok büyük geri gidişler de olmaktadır. Daha sonra gelenler, bu geri gidişlerin sonuçlarından hareketle ki o sonuçlardan biri de bunun bir geri gidiş olduğunu, yani tarihi bilmemektir, tekrar o unutulmuş demokratik hedefleri formüle ederler ama bunu dizleri üzerinde sürünerek yaparlar.
Fransız devriminde veya 19. yüzyılın işçi hareketinde yukarıda söylenenler son derece basit ve temel kabullerdi. Ancak 19. Yüzyılın başında hemen Fransız devriminden sonra Burjuvazi Paris’in yoksullarının bu demokratik ideallerine ve düzenine karşı savaş açtı ve bu savaşı kazandı. Adım adım bir karşı devrim gerçekleştirdi. Krallığı yıkmış yurttaşların cumhuriyetini yıktı Bonapart’ı İmparator yaptı. Kiliseyle barıştı ve bir soya, dile, tarihe, dine vs. dayanan bir ulusçuluğa doğru yürümeye başladı.
Bunun karşısında İşçi hareketi ve sosyalist hareket, Aydınlanma ve Fransız devriminin bu demokratik programını savunmaya devam etti. Zaten bu özlemlere ve programa dayanarak da İkinci bir Fransız Devrimi’ni bu sefer Avrupa’nın öbür ucunda Leningrad’da başardı. Aydınlanma’nın idealleri ikinci kez, yüz otuz yıl kadar sonra Avrupa’nın doğu ucuna işçilerin ve sosyalistlerin sırtında varabilmişti.
Ve bu sefer devrimi yapanlar Paris’in yarı esnaf işçileri “baldırı çıplakları” değil; Putilov Fabrikaları’nın Proleterleriydi. Devrim sosyal eşitlik olmadan biçimsel eşitliğin de korunamayacağı sonucundan hareketle bu sefer birincisini (üç renkli bayrağı) içerdiği varsayılan kızıl bayrakla yürüyordu.
Eğer devrim geri ve yüz milyonluk bir köylü denizinin üzerinde yüzen birkaç büyük şehrin işçilerinin sırtında kalmasa; Batı’nın sanayileşmiş ülkelerine yayılıp onların yardımını alıp tecrit olmasa, biçimsel ve hukuki eşitliği sosyal eşitlikle birleştirebilir ve bunu bütün dünyaya da yayabilirdi. Ulusçuluğun sonraki yayılışı, bu olanağın bir hayal olmadığını tersinden gösterir.
Ancak savaş ve iç savaş tüm işçi sınıfını neredeyse yok etmişti; ekonomi neredeyse yamyamlık dönemine dönmüş, açlık ve tifüs her yeri sarmıştı. Bu koşullarda bu sefer ikinci bir karşı devrim yaşandı tıpkı Fransız deviminden sonra olduğu gibi; bu sefer karşı devrimi yapanlar bizzat burjuvazi değil; bizzat kendi bürokratlaşan bir parti ve “Çarlıktan alınıp üzerine biraz Sovyet cilası sürülmüş” (Lenin) devlet bürokrasisiydi. Napolyon karşı devrimini nasıl devrimin üç renkli bayrağı ile yaptıysa bu karşı devrim de devrimin kızıl bayrağıyla yaptı. Karşı devrimlerin devrimlerin bayrağıyla yapılması tarihin genel bir yasasıydı. Bin yıl önce Muaviye’de Kuran’ı mızrak uçlarına taktırarak benzeri bir karşı devrimi başarmıştı.
Bu karşı devrim, bu kızıl bayrağın yarattığı yanılsamayla ve devrimin prestiji üzerine oturduğundan tüm dünyadaki işçi hareketi ve sosyalist hareket de bu karşı devrime kurban gitti İşçi hareketi darmadağın oldu yok oldu; sosyalist hareketteki bütün devrimci ve demokratik gelenekler unutuldu.
İşçi hareketi ve sosyalist hareket bugün hala bu korkunç yenilginin altından kalkabilmiş değildir. Stalinizmin esas büyük zararı sanılanın aksine demokratik hareketedir.
Yani Bonapart, Aydınlanmaya karşı birinci karşı devrim idiyse; Stalinizim bu karşı devrimin ikinci baskısıdır. Aydınlanma ideallerinin son taşıyıcısı olan işçi sınıfını demokratik bir program ve geleneklerden yoksun kılmıştır. İnsanlığın ve sosyalist hareketin en büyük sorunu budur. Sosyalist hareket günümüz dünyasının ihtiyaçları çerçevesinde Aydınlanmanın ideallerini yeniden savunmaya geçmek ve o gelenekle birleşmek zorundadır tekrar eski gücünü kavuşabilsin.
Sosyalist hareket demokratik özlemlerin savunucusu olduğu sürece, ezilenlerin demokratik özlemleri kendilerini sosyalist hareket içinde ifade ediyorlardı. Ama Stalinizmin zaferi ve tahribatıyla bu da yok olunca, bu demokratik özlemler bu sefer verili olan durumdan hareketle kendilerini ifade yolları aramaya başladılar. Her biri kendi üzerindeki baskının aynadaki aksi hareketler haline gelmeye; sosyalist hareketin birleştirici demokratik programından uzaklaşmaya başladılar. Bu ise demokratik hareketi iyice zayıflatmakla kalmadı; demokratik geleneklerin de tümüyle unutulmasına yol açtı.
Örneğin Ulus Türklük ile mi tanımlanmıştı, bu Türklüğün baskı altına aldığı diğer uluslar, artık demokratik bir hareket olmadığından, ulusun Türklükle tanımlanmasının ortadan kaldırılması gibi bir programla veya düşünceyle yola çıkmıyorlardı. Çünkü bunu bilmiyorlardı, unutmuşlardı bizzat o yenilgilerin sonunda. Madem Türklerin devleti var bizim de olsun diyerek, örneğin bir Kürt ulusu ve devleti kurmak biçiminde ifade ediyorlardı eşitlik özlemlerini.
Bu noktada garip bir paradoks ortaya çıkıyordu. Bir baskıya karşı hareketler olmalarına rağmen o baskının bir kopyası olarak ortaya çıkıyorlardı. Demokratik bir özlemin nesnel ifadesiydiler ama program ve özlemlerinin nesnel sonuçları demokratik değildi.
Bu tarihsel bakımdan anlaşılabilir bir durumdu.
Tarihte de birçok kereler böyle olmuştu. Örneğin İslam ve Hıristiyanlık tarihleri de böyleydiler.
Başlangıçta ikisi de son derece demokratik ve devrimci idi, ama her ikisi de devletleştikleri an, tüm demokratik özelliklerini yitirdiler ve kendi demokratik özelliklerini sürdürenleri kovuşturdular, tıpkı Stalinizmin komünistleri yok etmesi gibi.
Ama o zamanlar da baskıya karşı tepkiler elbette ortaya çıkacaktı, ama bu tepkiler artık doğuştaki devrimci ve demokratik gelenekler unutulduğundan, bilinen gerici biçim içinde tarikatlar biçiminde ifadesini buluyordu.
İşte yaşadığımız dönemin tayin edici özelliği budur. Ancak bu çerçevede genel demokratik hareketin zayıflığı kadar Alevi hareketinin yukarıda özetlenen içe kapanmışlığı da anlaşılabilir.
Alevi hareketinin içinde bulunduğu durumu daha iyi anlamak için Kürt hareketi bize ilginç bir analoji kurma olanağı sağlayabilir.
Örneğin Kürt hareketi de ulusun tanımından Türklüğü kaldırmak gibi bir demokratik programla değil, Ayrı bir Kürt ulusu yaratmak veya Kürt devleti kurmak amacıyla ortaya çıktı. Ancak mücadele içinde yavaş yavaş daha demokratik bir programa doğru evrilme eğilimi gösterdi. O zaman dilini Kürtlük üzerinden değil, demokrasi üzerinden politik bir dil üzerinden kurmaya başladı.
Kürtlerin kaç bin yıldır var olduğu, Kürtçenin ayrı bir dil olup olmadığı gibi sorunlar artık Kürt özgürlük hareketi için hiçbir şey ifade etmemektedir. Çünkü henüz hala tam böyle net ifade etmemiş olsa da o artık bunların politik bir anlamının olmadığı ve olmayacağı bir demokratik cumhuriyeti hedefi haline getirmektedir.
İşte Aleviler de böyle bir noktaya vardıklarında, yani diyanetin Alevileri tanıması değil de Diyanetin kaldırılması gibi bir talebe ulaştıklarında Aleviliğin ne olduğunun hiçbir politik anlamı olmadığını, mücadelelerinin bunun için olduğunu göreceklerdir.
Ama sadece bu kadarı yetmez.
Aleviler ülkedeki tüm gayrı memnunları; tüm demokratik özlemleri birleştirecek bir demokratik program ne olabilir; örneğin nasıl bir programla örneğin Kürtleri de; Gezi’de isyan eden modern şehirlileri de, AKP’ye oy veren ve hala Erdoğan’ı destekleyen Sünni ve Türk işçileri de kazanabiliriz diye sorduklarında ve buna cevaplar aramaya başladıklarında soruyu doğru sormuş olacaklardır.
Soru bir kere doğru soruldu mu doğru cevap kendiliğinden ortaya çıkar: Ulusun bir dinle tanımlanmasına son verilmesi gibi bir dil ile tanımlanmasına son verilmesi gerekir cevabı kendiliğinden ortaya çıkar. Aleviler ulusun Türklükle de tanımlanmasına karşı çıktıklarında ise Kürtlerin mücadelesiyle Alevilerin mücadelesi aynı demokrasi denizine akabilirler.
Bunu ise bugünkü Alevi hareketi ve örgütlerinin oligarşisine karşı bir ciddi mücadeleye girmeden yapamaz.
Her güç, düşmanlarına karşı başarı kazanabilmek için önce bir iç savaşa girmeli önce kendi içindeki düşmanlarla savaşmalıdır. Alevi hareketi de kendi içindeki düşmanları; yani bugünkü örgütleri ve onların çürümüş bürokratlarını ve dar görüşlülüklerini yenmeden; onlara karşı açık bir savaş açmadan, Karşısındaki düşmanları yenemez ve bunun için başka demokratik hareketlerle birleşemez
25 Mayıs 2014 Pazar
Demir Küçükaydın
http://demirden-kapilar.blogspot.nl/2014/05/aleviler-meydanlara-ckarken.html
Nazım Hikmet’ten Stalin’e
taştandı, tunçtandı, alçıdandı, kâattandı iki santimden yedi metreye kadar.
taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan çizmeleri dibindeydik, şehrin bütün meydanlarında.
parklarda ağaçlarımızın üstündeydi; taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan gölgesi,
taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan bıyıkları lokantalarda içindeydi çorbamızın
odalarımızda taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan gözleri önündeydik.
yok oldu bir sabah!
yok oldu çizmesi meydanlardan,
gölgesi ağaçlarımızın üstünden,
çorbamızdan bıyığı,
odalarımızdan gözleri,
ve kalktı göğsümüzden baskısı binlerce taşın tuncun alçının ve kâadın
N. Hikmet “özel” bir adamdı. Güçlü sezgileri vardı. Dürüst kalmaya çalışan, samimi bir insandı… Bu şiir daha o zamanlar yazılmış… Elbette anlayana…
………..
Bugün pazar, bugün beni güneşe çıkardılar…
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben…
Bahtiyarım…
…..
İnsan kalmayı başarmış bir adam….
Yukarıda bazı yorumcular var…. Şimdiden insan kalma şansını kaybetmişler sanki!
Onlara yine de “acil şifa” dilemek gerekir…
…………..
Basit bir soruyu yeniden, yeniden düşünmek gerekiyor… Her akşam… Yatmadan önce…
Bir insan neden sosyalist olur! Zulmün bir parçası ya da zulme karşı olmak için mi?
Acımasızlığın altında sınıfsal mücadele arzusu değil, kişisel sadistik sapkınlıklar vardır…. İnsanlığın düşmanı her bir insanın içinde yatan bencillik ve iktidar arzusudur.
Stalin’den sonra Stalinizm, toplumsal devrimi insanlara, kitlelere dayanarak yapmaktan vazgeçmişlerin bir aczidir; darbeci, dayatmacı, insanları küçük-aşağı gören, horlayan şişmiş egolu kibirli adamların sahte vicdanlı varoluş halidir… (Tek yanlı okumalarla gerçeğe ulaşamayanlar hariç…)
Orhan Gürsel, Nazım’ın Stalin hakkında iki şiiri var. Daha önceki yorumlarda bahsi geçti mi bilmiyorum ama şiirlerden birisini Stalin’in ölümünden hemen sonra yazıyor Nazım. Diğeri de sizin paylaştığınız meşhur şiir. İlk şiir Stalin’in ölümüne ağıt şeklinde. Amiyane tabirle şair yalakalık yapıyor ölü diktatöre. Niye? Çünkü 1953’te Stalin hala en güçlü isim SSCB’de. Ne zaman ki 20. kongrede Stalin tu ka ka ediliyor, Nazım da bütün Sovyet kamuoyu gibi Stalin’i kötüleyen şeyler yazıyor. O yüzden bu şiirlerin pek kıymeti yok bana kalırsa.
Stalin yaşarken Nazım sesini çıkarsaydı o kadar cesursa. Gerçi bir iki mırın kırın etmiş ama genelde faşo ağanın ağalığını kabul etmiş. Allah aşkına sen de bir şeyler söyle Gün abi.
Stalin’in ölümü üzerine Nazım Hikmet şu şiiri yazmış ve Budapeşte radyosunda okumuş:
5 mart 1953
ilk önce kim kime metin ol kardeşim-
diyecek,
ilk önce kim kime başsağlığı dileyecek?
hepimizindi o,
hepimizindir
yoldaşlarım,
acınızı duyuyorum,
sizin duyduğunuz gibi tıpkı,
aynı şiddetle.
kardeşlerim,
hüngür hüngür ağlamak geliyor içimden,
tutuyorum kendimi sizin gibi tıpkı
aynı metanetle.
seviyorum onu,
marks’ı, engels’i, lenin’i, sevdiğim gibi
sevdiğiniz gibi,
aynı muhabbetle,
aynı hürmetle.
yoksul esir halkımın dostuydu o.
-hangi halkın dostu değildi ki-
bütün emekçi insanlık
beyaz, siyah, sarı
baktı akıllı güzel gözlerine onun,
baktı hayranlıkla, hayretle:
orda aşikâne yollar
orda yollar apaydınlık
orda kurtuluş,
bahtiyarlık
her birine…
halkımın savaş bayrağıdır o.
halkımın ölümü, göze alarak,
kaç kereler,
“barış, bağımsızlık, hürriyet” sözleri yerine
yazdı iki hecelik adını onun
fabrika duvarlarına,
yazı tahtasına okulların
ve köy türkülerine.
yoldaşlarım.
sovyet insanları,
günler ağır
onsuz geçilecek bu ağır günler
sarsıntısız, çatlaksız
ama onunla ve lenin’le beraber
yani… partisiyle
yani… partisi başta
bu parti eşi emsali görülmedik bir çeliktendir
bu çeliğin adı:
boydan boya ömrünü vermek emrine halkın
boydan boya ömrünü vermek…”
gün abi ne güzel kitap önerisinde bulunmuşsun ama bu kitapları nereden bulup okuyacağız? hiçbiri yok kitapçılarda. yol yöntem göster.
1. Paul Avrich, Kronstadt 1921, Versus;
2. Eugenia Ginzburg, Anafora Doğru, Anaforun içinde (2 cilt), Pencere;
3. Anatoli Ribakov, Arbat Çocukları (Roman), Cem
kısaca söyleyecek olursam, Stalin, Sovyet rejimine ve Stalin’e boyun
eğmiştir. Buna rağmen Türkiyeli esir komünistleri bir ölçüde korumaya çalışmıştır ama kısıtlı bir çabadır bu ve daha fazlasını yapamazdı. Yaptığı an kendini mezarda bulurdu. Nihayetinde Nazım, Stalin’e karşı Pasternak’ın dik duruşunu gösterememiştir.
ilk ikisini doğrudan yayınevlerinden ya da kitapyurdu kitap sitesinden elde etmek mümkündür. Arbat çocukları ise sadece sahaflardan bulunabilir.