Kongre mi Dediniz?
Hayatımda gerçekten demokratik bir kongre görmedim de, duymadım da desem yeridir. Gördüğüm hep şu oldu: Örgütü yönetecek kurulun üyeleri çok dar gruplar tarafından saptanır ve bunlar kongreye sunulur. Kongre delegelerinin yaptığı aslında, kendilerine sunulan adayları onaylamaktan ibarettir. Dolayısıyla kongreler yönetimleri belirleme yeri değil, göstermelik bir onay yeridir. Bu yüzden de kongrelerin örgütün genel iradesini temsil ettiği savı, koca bir yalandan ibarettir.
Komünist partilerde Merkez Komitelerinin nasıl seçildiğine, 1977 yılında, Arnavutluk’daki Arnavutluk Emek Partisi’nin 7. Kongresinde bizzat tanık olmuştum. Merkez Komitesi listesini kongreye sundu ve delegeler de başka bir alternatif ya da aday olmadığı için oylarını bu listeye vererek Merkez Komitesini “seçmiş” oldu. Yani aslında Merkez Komitesi, kendi kendisini seçti. Daha daha doğrusu, Politbüro Merkez Komitesini seçti. Daha daha daha doğrusu ise o zamanki AEP başkanı Enver Hoca, Merkez Komitesi’ni, dolayısıyla Politbüro’yu belirlemiş oldu. Görüntüde, parti iradesini temsil eden kongre belirliyordu yönetimi ama gerçeklikte ülkenin diktatörü Enver Hoca kendi kendini bir kere daha seçmiş oluyordu. Zaten o zamanki egemen slogan da bunu anlatıyordu: “Parti-Enver, Enver-Parti.”
Liberaller, komünist partilerin bu monolitik yapısını, aynı bizler gibi eleştirirler ama kendi sistemlerindeki parti seçimleri de bundan pek o kadar farklı değildir. Yönetimler daima küçük bir merkezi azınlık tarafından belirlenir. Nitekim öyle olduğu içindir ki, örneğin Deniz Baykal’ın CHP’nin başından uzaklaştırılabilmesi ancak bir komployla mümkün olabilmiştir. Böyle bir komplo olmasaydı, aynı delegeler Deniz Baykal’ı ve listesini onaylayacaklardı.
İşin tuhaf tarafı, insanların bunu, doğal, olması gereken bir şey olarak görmeleri, içlerine sindirmeleridir. İki gün önce yapılan CHP kongresi sırasında, akşama doğru, Parti Meclisi seçimlerinin yaklaştığı saatlerde bir televizyon kanalının spikeri, gayet doğal bir havada şöyle diyordu: “Liste, Kemal Kılıçdaroğlu’nun kafasında.”
Söylendiğine göre, aslında Parti Meclisi için 700 kadar aday varmış. Kemal Kılıçdaroğlu, bu aday başvuruları arasından listesini oluşturup (illa başvuru olması da gerekmezdi ya) kongreye sunmuş. Kongre de Kılıçdaroğlu’nun sunduğu 80 kişilik listeye oy vermiş. Nerede kongre ya da kongrenin iradesi? Kılıçdaroğlu, o 80 kişinin yerine tamamen farklı bir 80 kişi sunmuş olsaydı bu sefer onlar seçilecekti. Yani tek kişinin iradesiydi her şeyi belirleyen. “Seçilen” 80 kişinin bu durumu içlerine sindirip memnun olmaları ise ayrı bir sorun.
Ondan sonra da Kılıçdaroğlu kalkmış demokrasiden söz ediyor. Daha demokratik bir Türkiye vaadinde bulunuyor. Oysa demokrasi önce kendinden başlar. Senin kendi yöntemin demokratik olmadıktan sonra demokrasi nutuklarının ne değeri var ki? Kendi partinde uyguladığın yöntem ne ise, diyelim ki, yarın öbür gün iktidara geldiğinde uygulayacağın şey de odur. İçerde demokratik değilsen, dışarıda demokratik olman mümkün değildir.
Zaten inanmam “parti içi demokrasi” denen şeye ama yine de tartışalım. Ne yapılmalıydı? Nasıl bir uygulama, Kılıçdaroğlu’nun demokrasi vaatlerine bir nebze olsun kanmamızı sağlayabilirdi? 700 aday mı varmış? Bırakın o 700 kişi serbestçe kendisini aday göstersin kongrede. Elbette, Kılıçdaroğlu ve yönetimi, bu adaylar içinden tercih ettiklerinin listesini yayınlayabilirdi, buna hakkı vardı. Biz eski yönetim olarak şu şu adayları destekliyoruz, onların seçilmesini istiyoruz diyebilirdi. Delegeler de büyük bir ihtimalle, alıştıkları merkeziyetçi reflekslerin sonucu olarak bu listeye oy verebilirdi. Ama o zaman, hiç değilse kongrenin serbest iradesinden bir ölçüde söz edilebilirdi. Adaylar serbestçe ortaya çıkmış ama delegeler merkezin önerisini izlemiş derdik, eh kongrenin seçimi buymuş diye düşünebilirdik. Ama böyle olmadı. O zaman kim inanır demokrasi laflarına ve lafazanlıklarına?
Efendim, Deniz Baykalcılar yeni oyunlar peşindeymiş, bu yüzden Kılıçdaroğlu böyle bir yönteme başvurmak zorunda kalmış. Ah şu “zorunluluklar”! Şimdiye kadar tüm diktatörce uygulamalar, sağda olsun solda olsun “zorunluluk” gerekçesiyle gündeme getirilmemiş midir? Böyle zorunluluklar olmadığı zaman (ki hiçbir zaman eksik olmaz zorunluluklar) babam da demokratik davranır. Örneğin şu Yahudiler, Çingeneler, komünistler ve Alman ulusunun bilumum “düşmanları” olmasaydı Hitler’den daha demokratik biri olur muydu acaba? Emperyalist kuşatma, batılı ajanların kışkırtmaları, “kulak” adı takılan köylüler, işten kaytaran işçiler, Troçkistler, anarşistler, Menşevikler ve SR’ler olmasaydı Stalin de dünyanın en demokratik lideri olmaz mıydı? Mustafa Kemal demokrasiyi arzulamıyor muydu sanki? Arzuluyordu ama ah şu yabancı devletlerin kışkırtmaları, ah şu Kürt aşiret beyleri, ah şu disipline gelmez Dersimliler, ah şu muhalefet olmasaydı ne güzel bir demokrasi uygulanacaktı memlekette. Bu örnekleri daha da arttırıp canınızı sıkmak istemem. Demek ki bu “zorunluluklar dünyasında” demokrasi diye bir şey olmuyor, olamıyor, tüm “arzu”lara rağmen.
Peki o halde bu demokrasi nutuklarının anlamı ne?
Gerçek demokrasi “zorunluluklar dünyası”na karşı mücadeleyle gündeme gelir. Daha da önemlisi, demokrasinin gerçek savunucusu, zorunluluklara mağlup olmayı göze alabilendir.
Gün Zileli
20 Aralık 2010
Sen bu listeyi K.K.’nin yaptigina inaniyor musun?
CHP Türkiye sinirlarindaki en tehlikeli resmi virüslerden bir tanesidir. Deniz Baykaldan Kilcdarogluna dönüsüm, Virüsün bagisiklik kazanmis halidir. Bu partinin ister demokratik kurultayi ister anti demokratik kurltayi olsun niteligi hakinda hicbirsey degistirmemektedir.
Sosyal demokrasi acisindan ise; dünyada böylesi bir misyon yok. Dünyanin tüm sosyal demokrat partileri én büyük tekellerin ve en saldirgan onlanlarin partisine dönüsmüstür. Tony Blair ve Alman sosyal Dp si bunun güzel örnekleridir.
Soguk savas döneminin balans partileri, 90 dan sonra misyonlarni tamamlamislardir. Sosyal demokrasi adina parti kurmak bile tartismali bir konudur.
Sol CHP’ye ölümüne bir askla bagli. CHP’yi solcular pek sever , çünkü Turkish solcular Tüsiad’i da pek sever. CHP’yi solcular pek sever, çünkü solcular Is Bankasi’ni da pek sever. CHP’yi solcular pek sever , çünkü solcular Koç Holding’i de pek sever. Solcular CHP kongresini demokratik olup olmamakla elestirir, mesela AK Parti’yi ise agizlarindan köpükler saçarak kötülügün yer yüzündeki timsali olmakla bir tutar. Solcular CHP’nin Genel Baskan tarafindan yönetildigini sanir, AK Parti’yi ise gerici güçler, emperyalistler, gizli ve tehlikeli tarikat yönetmektedir. Solcularin gazetesi Cumhuriyet’i finanse etmek için kurulan sirketin ortaklari Tüsiadçilardir. Türk solu Tüsiad’in, generallerin,Büyük Klüp’ün soludur. Marksisti de, Lenisinisti de, Troçkisti de, anarsisti de, her türlü rengi ve renksisizi ve çbs’si hepsi budur, degismez ve degisemez, onlar pasalarinin, patronlarinin solcularidir, ara sira dayak yerler, iskence görür, hatta öldürülürler, ama bu ask bitmez, bu öldüren ask.
AKP’li yine tutarsızlığın ve ahlaksızlığın doruklarında geziyor. CHP’yi CHP’liler dışında solda sayan yok. Hele bu sitedeki neredeyse bütün tartışmalarda CHP ve AKP’yi birbirinden çok farklı görmediğimizi, neredeyse hepimiz yazdık. Bunun üzerinden “Turkish sol” gibi özenti ağızlarla komik hallere düşmenin alemi ne. Bu yarım İngilizce’yi Pensilvanya’da mı öğrendin. Yalnız senin tutarsızlığın şurada ki; gören de seni TÜSİAD’a, Koç holdinge falan karşı sanacak. Onlara karşıysan da MÜSİAD’a tarafsındır, Çalık’a tarafsındır. Buradaki yakınmaların, sermayeye, “CHP’yi değil, bizi koynunuza alın” türünden bir saçmalamadan öte bir anlam taşımıyor. TÜSİAD’a ya da Koç’a cilvelerin buradan görülmez AKP’li. Aynı şekilde MÜSİAD ve Çalık’a da… Başka yerlerde yazarsan belki görürler bu civelekliklerini. Sermayenin birine taraf öbürüne karşıt olmak senin sermaye uşağı olduğun gerçeğini değiştirmez. Aynen Hilmi Özkök’e taraf olup, bilmem ne generale karşı olmanın bir fark yaratmayacağı gibi…
Sermayeye, askere uşaklık etmiş ve etmekte olan bir zihniyetin devrimcilere saldırması derin bir ahlaki zaaftır. 12 Eylül’de ne yapıyordun sen! Şeyhin Fethullah selam çakıyordu o sıralarda; Sızıntı dergisinden postal yalamaktan dilinin rengi değişmişti. Senin tek bildiğin iktidara, güce yaltaklanmak. Kimseye sataşmadan önce savunduğun pisliğin, kara lekeliliğin bir özeleştirisini yap. Yoksa o batağın içinden her ağzını açtığında, ya başka tartışmalardaki gibi ırkçılık yaparsın ya da buradaki gibi ahlaksızlık.
Hilmi Özkök çok acitmis anlasilan, darbeci generaller hakkinda açilan davalar en çok Ingilizce’yi Pensilvanya’da yarim yamalak degil anadili (yoksa patron dili mi) gibi bilen Turkish solculari üzmüs. AK Parti ile CHP’yi “çok” farkli görmüyormus, sevsinler seni. Sen tekelci burjuvaziye taraf ol, gazetelerin nerede basiliyor, kim finanse ediyor onu söyle.
Ne söylediğim gayet açık. En primitif beyin formu bile eriştiği zeka düzeyi açısından söylediğim şeyin ne olduğunu kavrayabilir. Dolayısıyla AKP’li ya da Fetullahçı, zekasızlığın nedeniyle o ayrımı anlamamış olman söz konusu olamaz. Ama, sermayenin ve faşizmin her dönem sadık bir uşağı olman seni acıtmış ki, böyle zırvalıyorsun. Asıl senin burjuvazi diyen dillerini sevsinler faşist uşak. Benim, sermayenin her hangi bir kesimine taraf olmam söz konusu bile olamaz. Sen ağlak şeyhinle beraber, askerse asker, sermayeyse sermaye her dönem birinin metresi oldun durdun. Bu seni acıtıyorsa, ki öyle olduğu anlaşılıyor; olumlu bile olabilir; belki bu sınıf düşmanlığından vazgeçersin.
Seni acıtan şeyi buraya alıntılayayım da biraz daha yüzleş kendi gerçeğinle seni gidi sermaye ve faşizm uşağı.
Bak şimdilerde demokrasi sözcüğünü keşfeden ağlak şeyhin Sızıntı’da neler döktürüyormuş darbe günlerinde (Haziran 1979, Yıl: 1, Sayı: 5):
“Askerlik yüksek bir payedir Hakk’ın katında da, halkın katında da (…) O’na denk yüce bir topluluk ve gördüğü vazifeye denk yüksek bir vazife yoktur şu fani âlemde (…)
Her milletin tarihinde asker bir (tepe) varlıktır. O, dağ cesametiyle türkülere mevzu olur, destanlara renk katar ve milletinin gönlünde, yüce burçlarda dalgalanan bayraklar gibi huzurun ve emniyetin remzi haline gelir (…) Asker-millet elinde taşıdığı meşale ile her tarafı aydınlatma yoluna girmiştir (…) Onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi Ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük (…) Eğer atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı (…) Tuğa selam, sancağa selam ve onu tutan yüce başa binlerce selam.”
Linki şu: ( http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/asker.html )
Bak süngüyle inlemekten zevk alan sado-mazoşist ağlak şeyhin, 12 Eylül’ün hemen ardından yine Sızıntı dergisinden darbecilere nasıl selama duruyor (Sızıntı, Ekim, 1980, Yıl: 2, Sayı: 21):
“Bu zafer, kendinden ümit edilenleri getirdiği takdirde, Türk’ün zaferler hanesinde en mualla yeri işgal edecektir. Böyle bir ilk tefahhüs ve sezişe, bir evvelki sene selam durulmuş ve gaziler ocağının yiğit eri Mehmetçik’e teşekkürler sunulmuştu. Ne var ki, yıllardan beri, binbir saldırı ile rehnedar olmuş bir bünye, böyle hemen bir mualece ile iyi edilemeyeceği de muhakkaktı. Daha köklü ve daha gönülden bir hareket gerekliydi ki, milli bünyeyi kemiren yıllanmış seretanlar (5) berteraf edilebilsin. Ve, işte şimdi, binbir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tuluû saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz.”
Linki de bu: ( http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/son-karakol.html )
Dahası da var ama bu yeter sana sermaye uşağı, postal yalayıcı faşist.
Dolayısıyla hakkında konusamazsın, ilkel kemalist toplum asamasında henüz dinler ve dindarlar,ideolojiler ve tanrısızlar ortaya çıkmamıştı.(!) Ayrıca ne FethullahHoca ne de Sızıntı beni ilgilendirmez , kaç kere söyleyecegim sana benim Fethullahçı oldugumu sanıyorsan bu senin anlama kıtlığını gösterir.
bu kadar pespaye asker sırnaşıklığının bir örneği daha duyulmamıştır. bir de 12 eylülde işkence tezgahında can veren devrimcilere küfür ediyor arsız herif.. bunlar da hiç şeref, haysiyet yok mudur?
Daha köklü ve daha gönülden bir hareket gerekliydi ki, milli bünyeyi kemiren yıllanmış seretanlar (5) berteraf edilebilsin.
Bu ağlak şeyhin gerçekte nasıl rezil bir sermaye uşağı ve faşist olduğu ortada. Anlaşılmaz bir yanı yok. Sana bile müridi olduğunu inkar ettirecek kadar rezil değil mi.
aslında kemalizmin-chpnin tek bir oku var; devletcilik. diğer okları sadece kamuflaj, dolgu malzemesi. devrimcilik jakobenlerin halkı zorla devlete tutkallaması. halkçılık tam da böyle tutkallanmış halk isteminin dışa vurumu.milliyetçilik zaten besbelli, devletin ulusunu yaratma porcesi. laiklik de devlete kul- köle olşturma dini.
ancak, hepsi tarihin çöplüğnde yerini almakta. küreselleşen dünyada suya yazılanlar.
gereksiz.
Bu mesaj, kufur nedeniyle mesaj kaldirilmistir. (site-teknik)
seretan: tümör, habis ur. kadın rahminde cikan yengeç benzeri bir ur.
Gün zilelinin bu yazısı harika tüm çıplaklıgıyla dünyamızın üzerinde bulunan karabulutları izah etmiş