Kim demişti, roman çağının bittiğini, kim?..
Haydar Karataş, Gece Kelebeği-Perperık-a Söe, İletişim, 2010
Haydar Karataş’ın Gece Kelebeği-Perperık-a Söe romanının içinde geçen ve son paragrafında Gülüzar’ın ağzından bir kez daha tekrarlanan “kim demişti… taşların konuşmadığını, kırlangıç kuşlarının yol gözetmediğini, kim demişti” cümlesini yine bu romanla ilgili olarak bir başka bağlamda yankılayıp girmek istedim bu tanıtma yazısına. Evet, kim demişti roman çağının bittiğini, artık romanın öldüğünü, artık yüreğe dokunan o güzel romanları sadece özlemle anıp okuyacağımızı? Haydar Karataş’ın gelip elimize alçakgönüllükle bıraktığı, her satırıyla acı ve ironiyi birleştiren 255 sayfa neyse ki bu öngörüyü ya da saptamayı yalanlıyor. İnsan varlığının özsel karmaşıklığını tüm görkemiyle önümüze süren büyük bir romanla karşı karşıyayız. Yaşar Kemal ve Cengiz Aytmatov ayarında evrensel bir romanla karşı karşıyayız hem de. Bu iki büyük yazarda da gördüğümüz gibi, bir eserin yerelliği ne kadar canlıysa evrensel değeri de o kadar büyük oluyor, son dönemlerde yaygınlaşan ve yaygınlaştığı ölçüde benimsenen bir önyargının tersine. Bugüne kadar adı sadece hapishane arkadaşlarından, Dersimli hemşeri ve dostlarından, Zürih’teki, kendisi gibi siyasi mültecilerden oluşan dar bir çevrede bilinen bir yazarın romanını yayımlayan İletişim yayınlarının, son yılların piyasacı yayıncılık anlayışını yararak büyük bir iş yaptığını da belirteyim bu arada.
Kitabın arka kapak tanıtmasında Sina Akyol, “şaşırarak okudum” diyor. Aynı “şaşırarak okuma” halini ise, yine arka kapak yazısında Murat Uyurkulak, “adeta Dersim’de değil de, nükleer savaşın vurduğu bir dünyada… geziniyoruz” diye ifade etmiş. Ben de romanı ilk okuduğum zaman aynı sarsıcı şaşkınlığı yaşamıştım. Dersim’de 1939 ve daha sonrasında olup bitenler, uzaktan da olsa, az çok duyduğumuz, bildiğimizi sandığımız şeylerdi. Ama birincisi, bu kadarını bilmiyordum, en azından kendi adıma söyleyecek olursam. Yiyecek olmadığı için glüng otu denen ot kaynatılarak yedirilen küçücük çocukların burunlarından yeşile çalan sarı bir sıvının geldiğini, bunun o çocuğun ölüme doğru gittiğinin belirtisi olduğunu, buna rağmen, açlığı kısa süreliğine de olsa bastırmak için bu otun yenilmeye devam edildiğini nereden bilebilirdik ki. İşte Haydar Karataş romanında, olabildiğince çığlıksız (elbette Sina Akyol’un deyişiyle “edebi anlatımıyla baştan başa bir çığlık”), olabildiğince nitelemesiz, neredeyse soğukkanlı diyebileceğimiz edebi bir anlatımla bunları aktarıyor. Oralardan yetişip de, ateşin düştüğü yerde yanıp da bunu böylesine “isyan”sız (ama içten yanan bir isyanla) anlatmak kolay iş değildir, büyük bir yazar metaneti ister. İşte Haydar Karataş bunun üstesinden gelmiş. İkincisi, bir de bu acıyı, yine Sina Akyol’un deyimiyle, edebiyatla ballandırmaktır romanın ve yazarın büyük başarısı. Gerçekten de “acıyı bal eylemek” böyle olurmuş meğer!
Perperık’la ilgili (bu romanla haşır neşir olduğumdan beri dilime hep öyle geldiği ve romanı bilen başkalarıyla hep bu adla paylaştığım için izninizle bunu kullanacağım) çok çeşitli tanıtma yazıları yazılabilir, roman birçok farklı açıdan ele alınabilir. Öte yandan, romanla ilgili oldukça kapsamlı bir edebiyat incelemesi de yazılıp birçok yönüyle irdelenebilir. Ben görece kısa sayılabilecek bu yazıda sadece edebi ve toplumsal açıdan birkaç noktaya değinmekle yetineceğim.
Perperık’ın beni en çok şaşırtan ve etkileyen yönlerinden biri, roman kahramanlarının olağanüstü diyebileceğim şekilde, okuyucunun yanı başında ete kemiğe bürünmesidir. Burada daha önceki başarılı örneklere girmek istemiyorum ama bunu bu ölçüde başaran, sizi adeta roman kahramanıyla böylesine içli dışlı hale getiren, adeta ruhunuza katan roman sayısı çok fazla değildir. Şu kadarını söyleyeyim ki, Perperık’ın ilk el yazmalarını okuduktan sonra iki ay boyunca Kolsuz Musa’yla (ya da Kolo Musa’yla) kol kola dolaştım. Elbette sadece var olan koluna girmem mümkündü, öbür tarafında, kolunun olması gereken yerde, üst üste giydiği kazaklarının kolları ölü kuş kanatları gibi sallanıp duruyordu. Musa’yla konuştum, daha doğrusu Musa benimle konuştu. O kendine özgü üslubuyla anlatıp durdu, “yani yani” diye diye. Sadece her “yani”den sonra, “Fecire Hatun” ya da “Perhan” demiyordu da, benim adımı söylüyordu. Şaka yaptığımı ya da abarttığımı sanmayın, gerçekten böyle oldu. Hatta zaman zaman kendimi Kolsuz Musa sanıp, bir kolumun yerinde kazak kollarının sallandığını sandığım bile oldu. Bir insan olarak, tüm kaypaklıkları, devlete tapınan yanları, korkaklıklarıyla, küçük çıkarcılıklarıyla birlikte Musa benim büyük kahramanımdı artık. Ya Fecire Hatun. Tüm iyi ve kötü yönleriyle, işine geldiği şeyi maksimize ya da minimize etme kurnazlıklarıyla, empati kurma yetenekleriyle, o hercümerç içinde hayata öylesine sağlam tutunmasıyla, o koşullarda küçük kızıyla birlikte yaşama savaşı veren bir köylü kadını bu kadar mı güzel anlatılırdı, bu kadar mı güzel canlandırılır, gözünüzde bir film seyrediyormuşsunuz gibi mimiklerine kadar ete kemiğe büründürülürdü. Üstelik bunu, esas olarak tasvirlerle değil, roman kahramanlarının o kendine özgü konuşma tarzlarıyla yapıvermek. Bunu ancak çok az sayıda usta yazar becerebilmiştir.
Artık geri kalanları saymayayım. Hece, Perhan, kızları, Çavdar Hüseyin vb. vb. nasıl kendine özgülükleriyle, kendi kişilikleriyle, kendi dünyaya bakışlarıyla, yörenin kültürüyle ve anlayışlarıyla halihamur olmuş bireysel özellikleriyle gelip karşımıza dikilmektedirler. Kim demişti, köylülerin patates çuvalındaki birbirinden ayırt edilemeyecek patateslerden farksız olduklarını, onların bireysellikleri gelişmemiş, birbirinin kopyası kara bir yığın olduğunu, kim?
Her cemaatin kendi ayrı dili vardır. Bu bakımdan bizim köylü edebiyatımız esas olarak başarısızdır. Çünkü genellikle her yöredeki köylüler yazarların onlara yakıştırdığı bir köylü lehçesiyle konuşurlar… Adeta ayrı bir ulus gibi görür onları yazarlar ve hangi yöre olursa olsun aynı lehçeyle konuştururlar. “K”lar “g” yapılınca mesele halloldu sanılır. Bu basitliği aşan, Yaşar Kemal’in dışında sadece birkaç yazardır. Şimdi buna Haydar Karataş’ı da katmak gerekir. Gerçeklikte Zazaca konuşan bu yöre insanlarının konuşmalarını Türkçeye aktarmakta büyük bir başarı göstermiştir. Hiçbir yabancılık duymuyorsunuz okurken. Araya giren yerel deyişler, Zazaca ifadeler öyle güzel oturuyor ki yerli yerine. Karataş, kahramanlarını bir yandan neredeyse İstanbul lehçesiyle konuşturmuş, bu yüzden bir de köylü lehçesini anlamak gibi bir zahmete girmiyorsunuz ama öte yandan öyle güzel bir yerellik tılsımı katmış ki bu dile, hiç de bir köylünün İstanbullu gibi konuştuğu zehabına kapılmıyorsunuz. İşte bu büyük başarıdır. Olağanüstü bir dil çıkıyor böylece ortaya. Bunu vurguyla belirtiyorum, çünkü romanın özellikle ikinci yarısı neredeyse yüzde doksan, kişilerin karşılıklı konuşmalarından oluşuyor.
Bu tanıtmada özellikle belirtmek istediğim önemli bir nokta da şu: Kimse bu romandan sakın ola ki, bir yerel milliyetçilik tadı almaya kalkmasın. Ağzı acıyacaktır. Haydar Karataş’ın romanı, ulus-devlet milliyetçiliğine olduğu kadar yerel milliyetçiliğe de bir darbedir. Elbette Karataş’ın romanında çok keskin ideolojik çizgiler bulunamayacaktır, olgun bir yazar becerisi göstererek bundan zaten kaçındığı baştan anlaşılmaktadır ama romanın o hırçın olmayan, yer yer ironik, rahat ve yumuşak anlatımı içinde şunu görüyorsunuz: Demek bir takım şeyler hiç de bağırmadan, hatta sesini yükseltmeden, adeta bir melodi tadında da anlatılabiliyormuş. Evet, yineliyorum, ulus-devlet milliyetçiliğine büyük bir darbedir bu roman ama aynı zamanda yerel milliyetçiliğin önünde de büyük bir bent oluşturmaktadır. Neden? Çünkü yazar, halka güzelleme yapmak yerine onun iç çelişkilerini, tutarlılık ve tutarsızlıklarını bir arada ele almayı yeğlemiştir. Aynen halkın kendisi gibi. Herhangi bir halkın içine girin, orada kendi kendine övgüden, kendini yüceltmekten çok, kendini eleştirmeyi, hedef tahtasına kendini koymayı, kendi iç çelişkilerini irdelemeyi, hatta kendiyle alay etmeyi görürsünüz. Halk kendini yüceltmez, kendi iç zaaflarını olduğu gibi ortaya koyar. Çünkü kendini destanlaştırıp bir iktidar gücü olma sevdasında değildir; bunu onun adına yapanlar, yine o halkın içinden çıkan ulus-yapıcı aydınlardır. Halkın zaman zaman kendini yücelttiği olsa bile bir adım sonra bununla da dalga geçmesini bilir. Perperık’ta da bunu görüyoruz işte. Cemaat, o kötü koşullarda bile kendini eleştirmesini bilir, aşiretlerin birbirini yemesini irdelemekten geri kalmaz, kahramanı Seyit Rıza’yı bile Sin köyünü basıp yaktığı için eleştirmekten geri kalmaz. Tüm roman boyunca bunu görürüz. Romanın en güçlü yanlarından biridir bu. İşte tipik bir örneği: “Bu kela kargaları aynı Dersim aşiretleri gibi gücü gücüne gideneymiş. Sabahın köründe kavgayla güne başlarlarmış. Karga soyu hırsız da olurmuş. Aynı bu Dersimliler gibi, biri ötekinin yuvasını bozarmış, bir karga fırsat buldu mu öteki karganın yavrusunu kaçırıp yermiş. Turna öyle miymiş…” (s. 220) Devletler, örgütler hiçbir zaman gerçek anlamda kendilerini eleştirmezler. Her zaman bir dış düşman yaratıp o dış düşmana karşı iç tesanüt talep ederler. Oysa halklar, cemaatler, en zor koşullar altında bile iğneyi de, cuvaldızı da önce kendilerine batırırlar. Doğru olan da budur zaten.
Komünal yaşamın karşılığı olan doğa dininin tüm öğeleri anlatılır Perperık’da. Hele bir zamanlar Ermenilerin yaşadığı Bent köyünde ölüleriyle yaşayan hayaletimsi bir varlıkla karşılaştıktan sonra dön geri ettiklerinde, Sıncık Dağı’nda Fecire Hatun’un taşlardan oluşan Kertlere yüz sürerek yalvarmalarını anlatan dağ sahnesi eşsizdir. Doğayla iç içe yaşayan bu insanlar, feodal ya da kapitalist uygarlıkların hiyerarşi anlayışından son derece uzaktırlar. Örneğin kadının yeri bambaşkadır bu yöre insanlarının yaşamında. Bir yandan öküz ya da at gibi bir “üretim aracı” olarak görülür ama bir yandan da kadına bir kutsiyet atfedilmiştir. Kadına el kalkmaz, kadın bir kavgada araya girmişse o kavga durur, kadının topluluk içindeki hakaretine bile karşılık verilmez. Elbette Çavdar Hüseyin’le Fecire Hatun arasındaki çatışmada Fecire Hatun’un o toplumun kendine özgü hiyerarşisinde üst kesimden geliyor olmasının da rolü unutulmamalıdır ama yine de bu cemaatin hiyerarşisi ile bildiğimiz toplumların hiyerarşisinin çok farklı olduğu anlaşılmaktadır. Gülüzar’ın, Bent köyüne doğru giderlerken topluluklarını şu şekilde sayması tipiktir: “Altı çocuk, iki kadın, bir de kolu olmayan Kolsuz Musa. İnek, üç keçi ve boynunda ipi koyunumuzla on dört kişiydik.” (s. 106) Bizim yaşadığımız uygar toplumda hayvanların “kişi” yerine konduğu nerede görülmüş. Anlatımlarda da görürüz bunu. Keçiler “kibar”dır, Kangal “insan donu”na girmiştir, at “nazik”tir.
Tipik vatan edebiyatında, örneğin Ömer Seyfettin’in öykülerinde ya da Nihal Atsız’ın romanlarında, kendi tarafı en olumlu özellikleriyle anlatılırken “düşman” alabildiğince kötü gösterilir, şeytanlaştırılır, en olmadık zulümleri yapar. Bu milliyetçi edebiyatın amacı ulusal düşmanlıkları körükleyerek kendi ulus sınırlarını pekiştirmektir. Gerçekten de insanı ağlatacak ölçüde büyük bir zulüm gören Dersim halkı da, Haydar Karataş da, düşmanlığın böylesine körüklenmesinden o kadar uzaktırlar ki. Tersine, Haydar Karataş, bir Fevzi Müdür’ü de olumlu ve olumsuz tüm insani özellikleriyle aktarmaktan geri kalmamış, ölüm korkusuyla titreyen jandarma askerini de merhametle anlatabilmiş, gerçek bir kahraman olan Çavdar Hüseyin’i tüm çelişkileriyle ve zalim yönleriyle birlikte objektif bir şekilde anlatmanın üstesinden gelebilmiştir. Romanı okurken insan acaba bu anlatımlarda Aleviliğin ya da doğa dinlerinin barışçı özelliklerinin, romanın sonlarına doğru anlatılan bir cem sahnesindeki felsefenin rolü var mı diye düşünmekten alamıyor kendini: “Kolsuz Musa söyledi, halla halla erenler, halla halla, dertler yok ola, düşmanlar dost ola…” (s. 219) Hepimize bir insanlık dersi bu…
Ve bir de siyaset dersi hepimize. Bu dersi de, o açlıkta çocuklarını ve her şeyini kaybeden, Gülüzar’ın halası Wae’den, anası Fecire Hatun’dan alıyoruz:
“Öyle, analık, dünya şimdi Hitler’i konuşuyor. Şu dersim ne ki, bir görseniz, adam dünyanın bir ucundan girip öte ucundan çıkmış.”
Annem:
“Kardeşim, o da mı tarlaları yakıyor?”
Ali Hüseyin, anneme dönerek cevap verdi:
“Analık, yakmaz mı, hem de nasıl, şu Dersim ne ki?”
Halam, “Yaksın,” dedi, “o da yaksın, yaksın ki bu ateş onları da yaksın.”
Ali Hüseyin, halamın ne demek istediğini anlamadı.
“Onlar niye yanacakmış analık, o sarayında durup emirler veriyor.”
Halam:
“Paşa da veriyordu.”
Ali Hüseyin etrafına bakındı:
“Öyle deme analık, her şey de ama ne hükümete, ne de Paşa’ya bir şey deme.”
“O nedenmiş?” dedi halam. “Benim babam da şu Bahtaryan’ı yönetti, bir tek insanın burnu kanamadı, öyle sarayda oturmak olur mu, oradan emir vermek bir paşaya yakışır mı? Ver kardeşim, benim eşyalarımı ver, ben gideyim.” (s.179)
Anlayana.
Gün Zileli
10 Mayıs 2010
Radikal Kitap eki, 21 Mayıs 2010, sayı: 479