Nerden tanıyacaksınız? Tanımazsınız. Şu anda Ethem Sancak’ın nezareti altındaki havuz medyaya dâhil Akşam adlı gazetede yazıyor. Bu o kadar önemli değil. Ne yazdığını tahmin etmek de. Hakkında bir soruşturma olmadığı halde, 1981 yılında korku belası kaçtığı Belçika’dan sanırım 2014 yılının ortalarında bu gazeteye paraşütle iniş yapan Kayahan Uygur’un bugününü anlamak için biraz gerilere uzanmak gerekiyor.
Bugün çeşitli gazetelerde yer alan eski Aydınlıkçı yazar kadrosu kamuoyu tarafından isim isim bilindiği halde Kayahan Uygur neden bu kadar az tanınmıştır ya da hiç tanınmamıştır? Bunun birinci nedeni, Kayahan Uygur’un, 1975 yılında çıkan Halkın Sesi dergisinde ve 1978 yılında çıkmaya başlayan Aydınlık dergisinde ön planda yer aldığı halde, aslında pek dişe dokunur bir yazı yazmamış olması, yani aslında yazar olmamasıdır. İkinci nedeni ise, bu zatın, aşağıda da alıntılarla ortaya koymaya çalışacağım gibi, esaslı bir istihbaratçı ruhuna (ya da ruhsuzluğuna) sahip olmasıdır. İstihbaratçı ruhuna sahip kişiler, karakterleri icabı fazla ön plana çıkmazlar, dikkat çekmekten hoşlanmazlar ve bu sayede her türlü istihbarat faaliyetinde ve entrikada başarıyla yer alırlar.
Kayahan Uygur hakkındaki bu ilk yazı, daha çok, Havariler (1972-1983) adlı otobiyografimden bazı alıntılarla onun geçmişini ve karakterini aydınlatmaya yönelik olacak. Şu anda Akşam’da çıkan 149 makalesini üşenmeden okumaya çalışıyorum ama henüz başlardayım. En yeni makalesini ve en eski iki makalesini okudum şimdiye kadar. Üçü de korkunçtu, belki de korkunç demek pek doğru olmaz, iğrençti. Fakat dediğim gibi, makalelerinin eleştirisine, sabredip bütün yazılarını okuduktan sonra gireceğim. Bu yazı, sadece onun geçmişine küçük bir ışık tutmaktan ibaret olacak.
Kayahan Uygur’a Havariler’in 120. Sayfasında rastlıyoruz, ilk olarak. 1970’li yılların ortalarıdır. Metin Göktürk adlı bir arkadaş, Aydınlıkçı çevrede kendisine “polis” iftirası atılmasından son derece rahatsız olmuş ve günün birinde Hasan Yalçın’ı yolda yakalayıp kendisine yönelik suçlamanın delillerini istemiştir. Tabii ki, Hasan Yalçın’da delil falan yoktur. Telaşla gelip bana ve diğer birkaç arkadaşa durumu anlatır. Bunun üzerine Aydınlık hareketinin o zamanki önder kadrosu bu durumu görüşmek üzere toplanır. Bu önder kadroda, pek kimse bilmez ama, Kayahan Uygur da vardır. Gerisini okuyalım:
“Merkez Komitesi’ne kooptasyon usulüyle alınmış en genç üye Kayahan Uygur, Hasan Yalçın’dan bile daha kuşkucu bir tipti. Koca gözlüklerinin ardındaki uzun, sivilceli suratını daha da uzatarak. ‘ateş olmayan yerden duman çıkmayacağı’ gibi bir tez ileri sürdüyse de bunu kimse kabul etmedi.” (Havariler, s. 120)
Tabii, Metin Göktürk aklandı. Kayahan Uygur ise, o kötü istihbaratçı ruhuyla bundan sonraki benzer olaylarda hep benzeri bir tutum takındı. Sadece bu tür olaylarda mı? Hayır, örgüt içindeki ihtilafları körükleyip fesat çıkarmakta da. Sırasıyla gittiğimize göre, şu olayı da okuyalım:
“Bizim Doğan Yurdakul, çok uyumlu, çok yumuşak başlı bir insandı. Günün birinde Yazı Kurulu’nda büyük bir üzüntü içinde, Ankara’dan getirdiği Halkın Sesi’ne ait paraya, İstanbul’da ‘arkadaşlar’ tarafından el konduğunu açıklamak zorunda kaldı. Ben durumu hemen kavramıştım tabii ve legal kesimde yer alan arkadaşların önünde bu sorunu dallandırıp budaklandırmaktan yana değildim. Ne var ki Kayahan tam tersi bir tutum içindeydi. Kimdi derginin parasına el koyan bu ‘adamlar’? Doğan bunların kim olduğunu söylese ya da en azından ‘şekil ve şemaillerini’ bize tarif etse iyi ederdi. Bu ne rezaletti… Kayahan, gerilimi artırdıkça artırıyor, Doğan da onun karşısında ezildikçe eziliyordu. Sonunda müdahale etmek zorunda kaldım… Kayahan benim müdahalem üzerine homurdanarak sesini kesti.” (s. 160-161)
Aslında örgütlerde insanların karakterine pek dikkat edilmez, onların verimliliğine vb. bakılır. Oysa temel karakteristik özellikler o kadar önemlidir ki. İşte bir insanın bugünkü durumunu görebilmek için bile kırk yıl önceki bazı karakteristik tutumlar bizim için yol haritası görevi görmektedir. Kayahan Uygur, yukarıda da görüleceği gibi, bile bile, kasıtlı olarak karışıklık yaratan ama kendinden güçlü bir otoriteyle karşılaştığı zaman da kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırıp boyun eğen bir tipti.
İşte bir karakter özelliği daha. Kayahan Uygur, insan hayatının bile söz konusu olduğu kritik anlarda daima insanlara darbe indirmekten yana, acımasız ve vicdansız biriydi. Mustafa Kemal Çamkıran, hiç hak etmediği halde, benim ve Doğu’nun paranoyaları sonucu, “polis olma ihtimali” konusunda örgüt içinde soruşturmaya uğruyor. Yıl 1977. Bir evde, Merkez Komitesi üyelerinin önünde sorgulanıyor ve ardından Merkez Komitesi onun hakkında karar vermek üzere müzakereye çekiliyor.
“Ben baştan tutumumu ortaya koydum. Çamkıran ‘polis’ falan değildi. Her şey açıklığa kavuşmuştu. Oral da beni destekledi. Hasan Yalçın ve Kayahan Uygur ise tersi kanıdaydılar. Daha doğrusu Hasan Yalçın durumun iyice berraklaşmamış olduğu kanısındaydı, Kayahan Uygur ise, neredeyse, Çamkıran’ın ‘polis’ olduğunu düşünüyordu. İkiye ikiydik… Doğu şöyle iyi bir düşündükten sonra, Kayahan ve Hasan’a katılmadığını belirtti, o da ben ve Oral gibi, Çamkıran’ın “polis” olmadığı kanısına varmıştı.” (s. 283)
Kayahan Uygur, 12 Mart dönemindeki TİİKP davasının en genç unsurlarından biriydi. Sanırım 1950’li yıllarda doğmuştu. Dolayısıyla, Aydınlık hareketinin önder kadrosu içinde de en genç elemandı ama vicdanı ve hayat sevinci yaşıyla ters orantılıydı. Daima kuşkucu, daima kötümser, daima komplocu, daima yıkıcı, daima fesatçı vb. Hayatımda böyle bir genç insan tanımadım bugüne kadar desem yeridir. Belki de dünyanın bütün istihbaratçıları benzeri bir ruha sahiptir. Bu cümleyi kurduğum için Kayahan Uygur’a “istihbaratçı” dediğim sanılmasın. Sadece Aydınlık gazetesinin istihbarat işlerini yürütüyordu ve Aydınlık gazetesinin o zamanki ihbar siyasetinde önemli payı olduğu kesindir. Aydınlık’a bilgi sızdıran MİT elemanlarıyla teması yürüten en baştaki kişi de oydu.
“Başkanımız Doğu, ‘hakim sınıflar içinde’ ne olup bittiğine ilişkin ‘istihbarat’ faaliyetlerine çok önem verirdi. Ben ise, karakter olarak onun tam zıddıydım. Bu tür gizemli ve gizli kapaklı şeylere karşı doğaçtan gelen bir uzaklığım vardı. Oral da bana benzerdi. Öyle olduğu halde, büyük ölçüde istihbarata dayanan Aydınlık gazetesini yönetmekte nasıl öyle başarılı oldu, bilemiyorum. Bunun nedeni, gazetedeki bu tür işleri Kayahan Uygur’un yürütmesi olabilir. Kayahan Uygur, bu bakımdan Doğu’yu bile ikiye katlayacak kadar kuşkucu, istihbarata meraklı bir kişiydi. TİKP kazara iktidara gelecek olsa, kesinlikle ikinci bir Beria olurdu. Hasan Yalçın’ı ise nedense, Beria’dan çok, eski Menşevik sicili dolayısıyla Stalin’in gönüllü maşası rolünü oynayan, 1938 yargılamalarının başsavcısı Vişinsky’e benzetmişimdir her zaman.” (s. 334)
Kayahan Uygur’un istihbaratçı ruhunun zaman zaman 1. Şube polisi kılığında ortaya çıkması hiç de şaşırtıcı değildir. 1970’li yıllar karmaşasının zirvelerinde yaşıyorduk. Her gün onlarca insan öldürülüyordu siyasi çatışma ve suikastlarda. Aydınlık gazetesinin muhafızları bina çevresinde kuşkulu bir arabayı çevirip içindeki iki kişiyi gazeteye getirmişler. Arabada Hergün balyalarının çıkması, bu kişilerin MHP’nin tetikçileri olabileceği kuşkusunu yoğunlaştırmış. Gerisini okuyalım:
“Gazetenin hemen girişinde, sağ tarafta bulunan Oral’ın odasının antreye bakan camlarının gazete ile kaplandığını görünce, ne olduğunu merak edip odadan içeri girdim. İçeride MHP’li oldukları söylenen iki ‘tutuklu’yla karşılaştım. Kayahan Uygur da içerideydi. Muhafızlara, içerisinin görünmemesi için camları gazetelerle kaplamaları talimatını veren de oydu. Anlayacağınız, Kayahan, Oral’ın odasını bir ‘sorgu odası’ haline getirmekle meşguldü.” (s. 425)
Uzatmamak için ben araya girip özetleyeyim. MHP’li oldukları sanılan gençler çok korkmuştu. Birinin, çalıştığını söylediği işyerinden, “burada böyle biri çalışmıyor” cevabı gelince kuşkular iyice yoğunlaştı. Gençlerin çok korktuğunu görünce onları yatıştırmaya çalıştım, “korkmayın, burası bir gazete, size kimse kötü muamele yapamaz’ dedim. İşte o sırada:
“… içeri giren Kayahan Uygur, benim tam tersime bir tutum takınıp, genç irisine, ‘doğruyu söyle ulan eşşoğlueşek, senin kemiklerini kırarım’ diye bağırdı. Aman Allahım! Birdenbire, eski emniyet ve işkence günlerim canlanmıştı gözümde. Tüylerim diken diken oldu. Ayağa kalktım, Kayahan’a, ‘gelsene bir dakika dışarı’ dedim. Odadan çıktık. ‘Bana baksana sen,’ dedim, ele güne karşı ‘insan haklarını’ çiğneyen yardımcısını azarlayan bir komiser havasında, ‘bu kişiler ne olursa olsunlar, böyle bağırmaya hakkın yok onlara. Kendine gel.’ Bu uyarım üzerine Kayahan ‘kendine geldi’.” (s. 426)
Daha sonra gazete idaresi bu gençleri polise teslim etti.
Kayahan Uygur’un, 12 Eylül darbesi sonrasında arkasına bile bakmadan kaçışının öyküsüyle bitireyim.
12 Eylül darbesinden birkaç ay sonra, Aydınlık’tan kalan kadroların bir kısmının legal planda rol oynadığı, Ufuklar adlı, cuntaya karşı ezop dili kullanarak muhalefet etmeye çalışan bir legal dergi çıkarmaya girişmiştik. Dergiyi, Harbiye’deki mimarlık bürosu görüntüsü altında hazırlayan esas kadro, Hasan Yalçın ve benim gibi aranan kişilerden oluşuyordu. Kayahan Uygur aranmıyordu ve legal kesimle bizim aramızda bağlantı görevini yerine getiriyordu. Dergi dört beş sayı çıkmıştı ki, Nuri Çolakoğlu, “12 Mart dönemindeki gibi ikinci bir işkenceye dayanamayacağını” belirten bir mektup bırakarak İngiltere’ye kaçtı.
“Bu mektubu ‘mühendis bürosu’nda okuduğumuzda Kayahan’ın yüzündeki o her zamanki sinik ifadeyi çok iyi hatırlıyorum. ‘İşte bir kaçak daha’ diyordu, uzun, sivilceli yüzündeki alaycı gülümseyiş, ‘ben dememiş miydim bu adamlara güven olmaz diye.’
“Ancak, bundan hemen sonra, bizzat Kayahan’da tuhaf sendromlar göze çarpmaya başladı. İkide bir ortadan kayboluyor, yapması gereken görevlerini ihmal ediyordu. Bir gün, yüzünde, bu kez, sinizm yerine, enikonu bir panik ifadesiyle ‘büro’ya geldi… ‘Dergiyi çıkarmayı durduralım’ diye önerdi… MİT’in ‘sol kesiminden’, Doğan Yurdakul’la birlikte temasları yürüttükleri ve gazetede yayınlanmak için çeşitli bilgiler aldıkları ‘MİT’çi albay’la görüştüğünü söyledi… ‘MİT’çi Albay’, büyük bir panik içindeymiş, ‘sizi de, bizi de, hepimizi mahvedecekler’ deyip duruyormuş… cunta ve onun emrindeki MİT, bizim en ufak faaliyetlerimizi bile biliyormuş. Yakında, yeni bir saldırı dalgası geliyormuş. Dergiyi kapattıkları gibi, onu çıkaran tüm elemanları ‘derdest’ edecek ve ağır işkencelerden geçireceklermiş. Herkes bir an önce başının çaresine bakmalı, mümkünse kapağı yurtdışına atmalıymış.” (s. 463-464)
Bundan sonrasını yine özetleyeyim. Kayahan’ın karamsar görüşlerine, özgürlükçü umutları ifade eden bir karşı konuşmayla yanıt verdim. Kayahan ikna olmamış ama sesini de çıkarmamıştı. Nitekim bu görüşmeden sonra ortadan kayboldu.
“Hasan Yalçın’la birlikte, onu bulabilmek için, birkaç kere, Aksaray’daki annesinin evine gittik… etek giymiş bir başka Kayahan görünümünde aniden kapıya dikilen annesi… ‘Kayahan yok, nerede olduğunu da bilmiyorum’ dedi, korkunç bir sesle. Mecburen geri döndük. Bundan birkaç gün sonra, Kayahan’ın, karısı Hülya Uygur ile birlikte Belçika’ya kaçtığını öğrendik.” (s. 464-465)
Oysa arandığı falan da yoktu. Kaçışı tamamen paniğin ürünüydü. Korkutmaya çalışan aslında korkağın tekidir.
Otuz beş yıl sonra Türkiye’ye dönüp (döndü mü, onu da bilmiyorum ya!), Aydınlık hareketinden tanıdığı Ethem Sancak’ın havuz medyasına iltihak etmiş. Başta dediğim gibi, iğrenç yazılar yazıyor. Bu 149 yazıyı (çok sıkılırsam bazılarını atlayarak elbette) okuyup yazıların ana dayanaklarına esaslı bir saldırı yapmayı düşünüyorum, haberi olsun.
Belki şu yargım, insanın değişeceği umutları taşıyan birçok arkadaş tarafından yadırganacaktır ama hayat tecrübem bana, “insan yedisindeyken neyse, yetmişinde de odur” sözünün doğru olduğunu söylüyor.
Gün Zileli
21 Eylül 2015
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com
Abi yanlış anlama ama sizin hareketten de senden başka bir tane insan evladı çıkmadı mı yahu?
O kitapları okumuştum. Ne çok şeyi kaçırmışım… Öğrenilmesi gerekenleri öğrenmeden ne çok kitapların kapağı kapatılıyor-muş…
Aklıma gelen soru şu? Ne çok “karışık-karmaşık” tip o yıllarda solcu-devrimciymiş! Ben o yıllarda “sempatizan” sınıfındaydım! İçeri düştüğümde anladım; iri iri laflar eden çok adam benden daha “inanmış” değildi. Çok sonra anladım; bu “çocuklar” zamanın ruhunun önünde sürüklediği, bireyci-kendini çok önemseyenlerdi; yönetme ve hükmetmeyi seviyorlardı…
Velev ki devrim olsaydı, 1930 ların SSCB’si aynen yaşanır mıydı? Bu sorunun bugün yanıtı kolayca “evet” olurdu..
Ve 12 Eylül yenilgisi sonrası arkasında bu denli az birikim, olumlu gelenek bırakmamış olması ve bugün “sosyalist hareketin” algıdaki ve tabanındaki desteğin zayıflığı…
Ve hala aynı tahakkümcü sosyalizmin arkasında duruştaki tuhaflık…
Hayatın bir adaleti vardır… Er ya da geç! Yaşadığımız bu mu?
Kayahan Uygur’u ilk Havariler’de okuyunca merak edip web üzerinde izini bulmaya çalışmıştım. 60’larda hiç olmayan birisinin aniden bir örgütün MK’sı içinde yer alması yanında, Havariler’de çizilen portre de ilginçti (hastalıklı bir karakter olarak, sanki özellikle kurgulanmış bir roman karakteri gibiydi). Tabii ki hiç bir iz bulamadım, yıllar boyunca tek bir satır bile yazmamış, hiç bir yerde görünmemiş gerçekten ilginç. Sonra da birden ortaya çıkmış. Acaba E. Sancak mı bulup çıkardı yoksa kendisi mi yanaştı? O kadar komplocu bir karakter ki hakkında düşünene de bunu aşılıyor.
Ethem Sancak’ın şu yazdıkları da ilgi çekici (http://www.grihat.com.tr/ethem-sancak-aciklarsam-turkiyede-barinamazlar-16974h.htm). “Ethem Sancak, … Akşam Gazetesi yazarı Kayahan Uygur’un da Aydın Doğan tarafından davet edildiğini açıkladı: “Aydın Doğan bütün servetini verse Kayahan Uygur’u tavlayamaz. Bu kadar onurlu bir adamdır Kayahan!”
Kayahan Uygur’un onurlu olmasınna kimse inanmaz da, Sancak’ın söylediği sanki “o her şeyiyle bana ait, iplerini elimden kimse alamaz” demek gibi. Ne dersiniz?
“[..] Kayahan Uygur, insan hayatının bile söz konusu olduğu kritik anlarda daima insanlara darbe indirmekten yana, acımasız ve vicdansız biriydi. Mustafa Kemal Çamkıran, [..] Merkez Komitesi üyelerinin önünde sorgulanıyor ve ardından Merkez Komitesi onun hakkında karar vermek üzere müzakereye çekiliyor.
[..] Doğu şöyle iyi bir düşündükten sonra, Kayahan ve Hasan’a katılmadığını belirtti, o da ben ve Oral gibi, Çamkıran’ın ‘polis’ olmadığı kanısına varmıştı. (s. 283)”
Son derece humanist (!) bir sureci anlatan bu pasajdan hareketle, merak ettigim kucucuk bir sey var:
“Insan hayatının bile söz konusu olduğu”ndan bahsederek konuya girdiginizi dikkate alirsak, ‘Polis’ olduguna dordunuz de katilsaydiniz ne olacakti?
Ne oluyordu?
Bir de su var: “Daha sonra gazete idaresi bu gençleri polise teslim etti.”
Arabada –silah filan degil– balyalar halinde Bugun gazetesi oldugu icin.. degil mi?
Bu kadar karanlık ve davranış bozukluğu olan bir kişiyi nasıl merkez komitesine kadar sürüklediniz, bunu anlamış değilim. Bir sürekli ve bilinçli hata yapma zinciri. Çok garip.
bence de.
dedim ya bu tür örgütlerde karaktere bakılmaz, verimliliğe bakılır.
1. Bu örgütte böyle bir şey olmadı ama eğer çoğunluk polis olduğuna karar verseydi ne olacağı hiç belli olmazdı. öldürülebilirdi bile. İçeri odada silahlı iki genç bekliyordu.
2. Polise teslim edilmeleri üzerinde yazıda durmadım. Tabii ki zırvalıktı. Polise teslim etmek zaten ayıptı. Teslim edilecek bir şey de yoktu. Ama o iki genç polise teslim edildiklerine sevindiler. Çünkü öldürülme korkusuna kapılmışlardı haklı olarak.
kesinlikle haklısın. Onu Ethem Sancak’ın angaje ettiğini ben de düşündüm. Öte yandan, Ethem Sancak, Kayahan Uygur’u öyle uzun boylu tanımazdı ki, onun “onur”unu nerden bilmiş.
var var. Gazeteci Ragıp Duran var mesela. Hüsamettin Kurultay var. Zeki Sarıhan var. Özcan Büze var. İsimsiz çok sayıda kahraman var.
tanıklıklarınız önemli, emeğiniz için teşekkürler.
Afedersiniz, Ayd..lıkçılar neden hep böyle insan malzemesi üretiyor?
Bu bir cevap ya da polemik degil; sadece ilham ettiklerinden yola cikmak daha kolayima geldi]
“O kitapları okumuştum. Ne çok şeyi kaçırmışım…”
Ben okumadim. Haberim bile olmadi… Ilgi sahama girmiyordu o tur kitaplar.
[Mesleki kitaplari saymazsak, kitapligim (esit agirlikta) Alevilik, Kurtler ve din/mezhep/tarikat vb hakkinda kitaplarla dolu.. ve, simdi geri donup baktigimda, hepsini toplasam incir cekirdegini dolduracak kalitede bilgi icermedigini gorebiliyorum. Yazik olmus onca zamana.]
GZ’nin Havariler’ini de, simdi artik okuyabilecegimi sanmiyorum; cunku, gozlerim kitap fontlarini reddediyor. Bir yerlerde PDF/eBook formatinda bulsam (bilgisayarin buyutme imkanini kullanarak) okumak isterim.
“Aklıma gelen soru şu? Ne çok ‘karışık-karmaşık’ tip o yıllarda solcu-devrimciymiş!”
Bu geclerin (sagcilar dahil) birileri profilini cikarmis midir acaba? Sosyal arkaplanlari (background) vs cinsinden… Onlari bu kadar gozukara yapan acaba umitleri mi yoksa umitsizlikleri miydi? Ve, neydi bunlar?..
“Ben o yıllarda “sempatizan” sınıfındaydım!”
Ben degildim. Ne sagci ne de solcu oldum. Ikisinden de sakinmak icin kendime Kemalist/Ataturkcu dedim. Inandigimdan degil; bir cesit muska –sadece digerlerini uzak tutmak icin.
Daha sonra, kendi yalanima kendimin inanmasini imkansiz kilan seyler oldu: Kemalizm (ve MKA) hakkinda okudum. Devlerin yakindan gorunusu cuceymis 🙂
Sonucta, ideolojilere ve/ya orgutlu inanc yapilarina inanmayan birisi olup ciktim. Ot gelip odun gidecek olmak da bu kadar olur herhalde 🙂
“İçeri düştüğümde anladım; iri iri laflar eden çok adam benden daha ‘inanmış’ değildi.”
Ben hep bunu merak ettim: Neye ‘inanmış’tiniz?
Diğer örgütlerin neler ürettiğini biliyor muyuz? Öte yandan, aydınlık’ın 1975’ten beri izlediği sağcı çizginin bunda özel olarak rolü var. Bir de şu var ki, aydınlık o zamanki entelektüel tabakanın oldukça kaymak bir kesimini toplamıştı. O kaymak kesim doğal olarak daha sonra kendi sınıfsal konumuna rücu etti ve parlak aydınlar olarak medyada rol aldı. aydınlıkçıların bu kadar dikkat çekmesi buradan geliyor.
Baktığım birkaç yazısından çıkardığım kadarıyla ulusalcılığı elden bırakmadan yandaşlık yapmaya çalışıyor. “Liberal katkısız organik AK Parti” başlıklı yazısı bunun örneği mesela:
“Türkiye ne çektiyse liberal katkı maddesinden çekti. ‘Ilımlı İslam’ kılıklı paralel çetenin liberal yazarlarla yaptığı kumpaslar adaleti tahrip etti. Liberal dış proje Taraf gazetesi ülkede kendini Osmanlı torunu olarak görenlerle -˜Cumhuriyet çocuğu’ sayanlar arasında yersiz ve anlamsız bir kutuplaşma yarattı. Liberal sızmanın en zararlı etkisi ise çözüm sürecinde görüldü…”
Trajik.
Ne hikmetse; Hadi Uluengin, **Adı Aydınlık,Kendi karanlık gazete…**derdi Aydınlıkta yetişmişti. Kayahan uygur daha niceleri ! 1980 öncesi,Tuncelili bir polis vardı ilçede İGD ye yakın dururdu. Sonra mühürlemeye onu göndermişler..Meger Derneğin elebaşlarını fişlemiş…Halkın sesi, 2000 e dogru bunları çok okudum.sol basının ihtiyaç olduğu dönemlerde çıktı ama hep mit belgeleri yayınladı sonraları.
Dev-Sol’un, TKP’nin, PKK’nın ürettiği dönek sayısı Aydınlıkçılarınkinden kat kat fazladır. Aydınlık’ın dönekleri genellikle medyada oldukları ve kendi alanlarında başarılı bulundukları için dikkat çekerler, “fazla” görünürler. Doğu Perinçek bununla övünür bile, “Bizim döneklerimiz bile sistemin tepesinde yer alır, başkalarınınki barcılık yapar” der. Bunun en önemli istisnası Gün Zileli’dir. Bir Aydınlık döneği olarak hayli “başarısız”dır. Kayahan Uygur ile yazdıklarının tamamına yakını doğru, ancak gene biraz abartmış. Kayahan Uygur TİİKP’de ve TİKP’de hiçbir zaman Merkez Komite üyesi olmadı. Yetenekli denilebilecek bir gazete yöneticisiydi sadece. Belçika’da hukuk fakültesi bitirdi ve özellikle göçmen işçileri acımasızca sömürerek zengin oldu. Hala kendisinden nefretle söz eden çok sayıda Türk vardır Belçika’da. Ethem Sancak’la ilişki kurması ise kendilerine “Öz Aydınlıkçılar” diyen dönek takımının yıllık toplantılarında olmuştur. Gün Zileli iyi bilir ki, sistem Aydınlıkçılardan nefret eder, dönek Aydınlıkçıları ise el üstünde tutar.
yıl 1975; mevsim yaz; yer aksaray; devrimci gençlik birliği salonu.. konu: üç dünya teorisi.. konuşmacı: kayahan uygur. katılım çok yüksekti diğer gruplarda gelmişti. halkın kurtuluşu; halkın yolu; halkın birliği… daha pek çok.. konuşma yaptıkdan sonra tartışmalar başladı.. o günün konjonktüründe fena değildi.. doyurucu cevaplar veriyordu. bir devrimcinin akp lileşmesine tanık olmak ne kadar üzücü..
Kaçırdığım şu; insanların ne kadar savrulabileceğine değgin ayrıntılardı. Bu cümleler insanları-insanlığı tanıyarak yaşama anlayışı olanlar içindi..
*
Sömürüsüz, savaşsız, adaletli bir dünyanın insan aklı ve iradesiyle kurulabileceğine inanmıştık.
Bugün de inanırım ama ideoloji, yöntem ve süreç konusunda artık çok farklı düşünüyorum.
*
İdeolojiler ve örgütlü yapı konusunda size katılıyorum. Benim de bu “yöntemlere” inancım kalmadı. Katılımcı, hiyerarşisiz, eşitlikçi, özgürlükçü… topluluklar olmalı…
*
Farklı yollardan yürüyerek aynı mekâna varılabilir. Bu arada yürünülen yolda öğrenilenler, gelinen mekâna ait değerlendirmeleri de farklılaştırır. O mekâna çok yorgun, bitkin ya da neşe-özgüvenle de varılabilir.. Entelektüel anlamda baktığımızda, belki okunanlar ve okuma farklılıkları bu ayrılıkları açıklayabilir…
M.Kemal’den başlandığında 1789 devrimine gidilir. Oradan 1848.. 1871.. 1917…
Türkiye’nin 1923’ü “kabaca” Fransa 1789’u…
İnsan sürüklenir gider..
Kayahan Uygur, 1974 yılında afla çıkıldıktan sonra oluşturulan ilk merkez komitesinin üyesiydi.
İlginçmiş. Ben de böyle bir çizgi tutturduğunu tahmin etmiştim. Ben onu esaslı bir silkeleyeceğim de zamana ihtiyacım var.
Nahit .. 12 neler de yazıyor? Ne korkunç değil mi?
K.Uygur neden kafasına bir kurşun sıkmamış? Neden bu zor ve rezil yolu seçmiş? Neden bir köşesinde sessizce ölümü seçmemiş; sokakta yaşayan, şarap parası isteyenleri, düz dilencilere yeğlerim; saygı duyarım. Diğerlerine değil! İçecek ve bir gece soğuktan ölecek. Bu sefil hayatını uzatmaya çalışmıyor. K. Uygur onlar kadar saygı duyulası değil..
Bu tür “korkunçluklara” kafa yormalı; K. Uygur yalnız değil… Egosunun gelişkinliği ilişkisi ile her insanın içinde bir K. Uygur vardır; ölü bir tohum; filize yatkın çekirdek, ya da henüz kök salmamış fide…
Gün Z. neden onlara benzemedi? Bunca sefil arasında.. 1990 da anarşizmi seçmeseydi.. Yanlışta ısrar etseydi..
Bir şey daha..
Bitmiş, tükenmiş ideolojilerin ardında yürüme ısrarı, insanı utanç verici, tuhaf yollara sürükler —..mi?
***
Gün abi, yukarıda bir arkadaş 1975’te devrimci gençlik birliğinin katılımı çok yüksek, kalabalık toplantısından bahsetmiş. Belki sen de katılmışsındır o toplantıya. Böyle örnekleri okuyunca, duyunca insanın içi gidiyor tabii.
Acaba Türkiye solunun 70’lerdeki o militan kitleselliği yeniden yakalaması için ne yapması lazım?
Sen şimdi gezi’yi örnek vereceksin ama gezideki kitlesellik, düzen içi, kemalist damarı baskın bir kendiliğinden halk hareketinden besleniyordu.
Sizin gençliğinizdeki o militan, keskin solcu kalabalığı yaratmak, toplamak için ne yapmalı?
bu doğru değil. Gezi 70 hareketine göre çok daha radikaldi. Örgütlerin yarattığı 70’ler fetişizmine kulak asma, hepsi birbirinin gözünü oydu ve solu bitirdi. Her dönemin kendine özgü atmosferi ve koşulları vardır. Ben de çok gençken (henüz solcu olmadan) bir kovboy ya da şövalye filmi seyreder ve o dönemlerde yaşamaya özenirdim. oysa bunlar efsane. Evet 1970’lerin ortalarında büyük bir kitlesellik oluşmuştu ama sol örgütler bu potansiyeli fena halde harcadı.
“Döneklik” fenomenine sebep olan demeyeyim ama bunu mümkün kılan, ne kadar marjinal de olsa çeşitli radikal gruplardaki lider kadrolarının “kültürel sermaye” biriktirmeleridir. İlişkiler, isim, basında konum, belli bir kalem oynatma ve hitap yetisi vb. Koşullar değişince bu sermaye başka bir ideolojinin hizmetinde mobilize edilebilir ve paraya tahvil edilebilir.
İlacı basittir, önderlik olgusunu mümkün olduğunca tabana yaymak, doğrudan demokrasi, ağ tipi örgütlenme, vb. yani mümkün olduğunda “lider” yaratmamak.
ilk elde yazmam gereken iki ismi unutmuşum: Akın Evren, Ayşe Nesrin Erbil.
“K.Uygur neden kafasına bir kurşun sıkmamış?”
KU’yu savunur duruma dusmek pahasina.. [Tanimam, etmem. Mazisini bilmem. Yazilarini da okumuslugum yok.]
Insan hayati ‘linear’ degil..
Olesiye asik olduklarindan soguyor, ‘olum ayirana dek’ sozleriyle bir araya gelenler –gun geliyor– ayriliyorlar ve kimse cikip onlari kavline ihanet etmis saymiyor…
Fakat, ideolojiler degil de, ideolojilerin lojistik ayaklari –yani, ‘komitacilik’–, insanlari –ne hakla, bir turlu anlayabilmis degilim– ‘katolik nikahi’na zorluyor.
Buna gonullu olarak uyan olursa, bir sey diyemem; ama, herkesin gonullu olarak uyacagini beklemek, dogal (dogamiza uygun) olmadigi gibi, rasyonel de degil.
Bu bakimdan –GZ’nin KU ile ne alip veremdigi oldugunu bilmiyorum [belki, okeyde tas calmistir ‘namussuz’ (!); belki de daha kisisel bir ihanetini yasamistir; kim bilir]– ama, birilerine ‘donek’ diyenlerin ’40 sene sonra ikna edilip magaradan cikarildiginda, dunyanin geri kalanina hain diyen Japon askeri’ konuma dusmek ihtimalini gozardi da etmemek gerekir.
“Neden bu zor ve rezil yolu seçmiş? Neden bir köşesinde sessizce ölümü seçmemiş; sokakta yaşayan, şarap parası isteyenleri, düz dilencilere yeğlerim; saygı duyarım. Diğerlerine değil! İçecek ve bir gece soğuktan ölecek. Bu sefil hayatını uzatmaya çalışmıyor.”
Ben, kendi adima, kendi hayati hakkinda kim nasil karar vermisse –karar verecek imkani ve iradesi oldugunu farzedersek–, ona karismak taraftari degilim.
“K. Uygur onlar kadar saygı duyulası değil..”
Dedim ya, KU hakkinda (GZ’nin yukarida yazdigi birkac satir hakkinda) hic bir sey bilmiyorum.
Tek anladigim, ortadan kaybolup gitmek –ya da, GZ’nin makbul bulacagi saflarda (pasif de olsa) yer almak– yerine, ‘karsi’ tarafta (ustelik de, bir anlamda, ‘aktif’) yer almis gibi gorunuyor.
KU’nun isledigi gunah-i kebir (‘cardinal sin’) bu ise, benim baktigim yerden, bu, onu otomatik olarak afaroz etmek icin yeterli sebep degil.
“Bu tür ‘korkunçluklara’ kafa yormalı; K. Uygur yalnız değil…’
Degil tabii ki. Hatta oyle olanlarin sayisi –buyuk bir ihtimalle–olmayanlardan cok cok fazladir.. Dolayisi ile ‘hanci pirisi, hanci pirisi!’ diyen o Karadenizlinin durumuna dusmek de var.
“Gün Z. neden onlara benzemedi? Bunca sefil arasında.. 1990 da anarşizmi seçmeseydi.. Yanlışta ısrar etseydi..”
GZ henuz sag; dolayisi ile, o yasarken (sanki hersey bitmis ve hep bu ayarda karar kilacakmis gibi) kisilik analizi yapmak istemem –cunku, yarin ne olacagimiz (ne yana donecegimiz) garanti degil.
Ama, ihtimaldir ki, birileri GZ icin de ‘donek’ demislerdir..
Dahasi, yeralti orgutlerde yeterince uzun zaman yer almis olmanin ‘prerequisite’lerinden birisinin de ‘polis’le kose kapmaca oynamak oldugunu dikkate alirsak, GZ’nin zaman icinde ‘polis’e benzer tavirlar sergilemis/gelistirmis oldugunu dile getirenler olmus ya da olabilir.
“Bir şey daha.. Bitmiş, tükenmiş ideolojilerin ardında yürüme ısrarı, insanı utanç verici, tuhaf yollara sürükler —..mi?”
Zor bir soru.
Yine geldik o mesum/malum ‘Japon askeri’ analojisine..
Adam, inanmis. Kirk sene boyunca o inancin geregini yerine getirmis –magarasina kapanmis, kimseyle de gorusmemis. Belki de, rastladigi birkac kisiyi de, dusman belleyerek, haklamis; bilemeyiz…
Biraksak, kirk sene daha (omru yeterse) aynen devam edecek.
Birakmamak da, adamin inancina saygisizlik etmek anlamina geliyor… Malum, bu gunlerde, inanclara saygi cok onemli 😉
Belki de, en iyi cozum benimki: Taa, en basinda, inancsiz/ideolojisiz yola cikmak..
inançsız ya da ideolojisiz olduğunuz doğru değil. Agnostizm ardına gizlenmiş sağcılık. Belki de akp’lilik. Durup dururken KU’yu savunmaya giriştiğinize göre. Ama yine de sitedeki varlığınızı yararlı görüyorum. Herkesin her zaman bir uyarıcıya ihtiyacı vardır. Bu yüzdean belki de bazen sert kaçan cevaplarımız size kırmasın.
“inançsız ya da ideolojisiz olduğunuz doğru değil.”
Bir bakima isabetli bu dediginiz.
Sonucta, kisinin beyinsel etkinligi varsa, verilen herhangi bir ‘t’ aninda, belli bir konudaki degerledirmesinin sonucu su ya da bu hukme daha yakin olacaktir.
Bundan kacis yok –hele de muhatabiniz, ‘Hafiyesi Mahmut’ misali, fikirlerle degil de kisiler ya da olaylara odaklaniyorsa.
Benim bahsettigim inancsizlik/ideolojisizlik o degil.
Ben, serdettigim hic bir fikre sadakat bagi ile bagli degilim. Sartlar (ya da konu hakkindaki bilgim) degistiginde fikrim de degisebilir ve ben bundan zerre kadar gocunmam.
“Agnostizm ardına gizlenmiş sağcılık. Belki de akp’lilik.”
Sagciligi nasil tarif ettiginize bagli.
Eger muhafazakarlik ise, bilmem kac senedir anarsist (ya da ‘solcu’) kalmak da –benim baktigim yerden– bir tur sagciliktir.
AKP’li olmak konusuna gelince: Bu konuda da takintim yok. Bir cok yeminli ‘solcu’nun aksine, AKP’nin dogru buldugum icraat ya da fikirlerini (sirf ‘biz’den degil diye) kotulemekle ugrasmam. O ya da bu ya da bu partiden bir cikarim yok ki, o ya da bu partinin fedaisi olayim.
“Durup dururken KU’yu savunmaya giriştiğinize göre.”
Ah o eski aliskanliklar.. Yine ‘polis’lik tarafiniz depresmis anlasilan..
Ben KU’yu durup dururken savunmaga baslamadim –dahasi o duruma dus(urul)mek ihtimalini bilerek yazdigimi en basta da yazdim. Galiba orayi okumadan cevaplamissiniz.
Ote yandan, siz, galiba, sizin her yazdiginizin herkesce ‘gospel’ (‘kelam-i kadim’, ‘kutsal’) sayilmasini, itirazsiz kabul edilmesini bekliyorsunuz. Eger oyleyse, uzgunum; ben o guruha mensup degilim.
“Ama yine de sitedeki varlığınızı yararlı görüyorum. Herkesin her zaman bir uyarıcıya ihtiyacı vardır.”
Isin dogrusu, ben de sizin yazdiklarinizi (icerikten maada yaziyor olmanizi) yararli buluyorum. Takdir ediyorum.
Cunku, sizin ait oldugunuz kusak icinde, benzer ilginclikte hayatlar yasamis olanlar arasinda bile, okuyucusu ile bu denli sansursuz muhatap olan (bu sabri gosterebilen) ya hic yok ya da cok az.
Bu nedret, baska hic bir sey olmasa bile, ayri bir kiymet ifade ediyor.
“Bu yüzden belki de bazen sert kaçan cevaplarımız sizi kırmasın.”
Etiket/sifat takmak konusunda biraz daha tutumlu olabilseniz, sozu soyleyenin (soyledigi sozden maada) hangi kampta oldugunu tahminle daha az mesgul olsaniz, tartisma ortamini daha az kasmak acisindan isabetli olacak..
[Bu arada, madem boyle bir beklentiniz var(di). Yukaridaki en son alinti cumlede, ‘yüzdean’ ve ‘size’ yanlis yazilmisti onlari duzelttim. Bu sefer yeterince objektif olabilmisimdir umarim.. 😉 ]
sağolun. Aceleyle yazarken hatalar oluyor.
Düşünceleri değiştirmek, yeni senteze gitmek..
Bu değil; para, çıkar için kalemşörlük konumuz. Bakınız. Adam ne yazmış..
“ABD’nin orkestra şefliğinde yürütülen bir kampanya ile AK Parti’nin oyları düşürüldü ve HDP’nin barajı geçmesi sağlandı. Suriye’de ABD’nin havadan, PKK-YPG’nin yerden etnik temizliğe başlaması Türkiye’nin içine çekildiği istikrarsızlığın ilk sonucudur. Yerlerinden yurtlarından edilen on binlerce Arap ve Türkmen’in sınır kapılarına yığılmış hâli Batı ve işbirlikçilerinin acımasız yüzünü ortaya koyduğu kadar, bazı çevrelerin aymazlığını da kanıtlamaktadır…”
***
“Solculuktan”, iktidarın faşistik, hegemonik yayılma politikasına angaje olmak bir “fikir değişikliği” değildir. Bence doğrusu şu; o adam o zaman da aynı adamdı; aslında değişmedi! iktidar ya da onun bir parçası olma tutkusu içinde o gün o “tabela” altında bulunmayı amaçlarına uygun bulmuştu; yanılgısı “yanlış ata oynamış” olmaktır! Bir çok solcu sanılan şahıslar gibi…
“Bu değil; para, çıkar için kalemşörlük konumuz. Bakınız. Adam ne yazmış.. [Alintiyi tekrar alintilamadim.]”
Sizin beni illa KU savunucusu yapmak azminize hayranim 🙂
Adami okumam (okumadim hic). Ne eskisini ne de yenisini bilirim.
Fakat, asagidaki sozleriniz uzerine bir iki kelam etmek isterim:
“‘Solculuktan’ [kasit], iktidarın faşistik, hegemonik yayılma politikasına angaje olmak bir ‘fikir değişikliği’ değildir.”
[Ara not: (Ister secimle gelsin, isterse de topuzunun hakki icun) fasistik hegemonik yayilma arzusuyla yanip tutusmayan bir iktidar duymadim, gormedim, bilmiyorum ben. Varsa; iktidar o degil, baska bir yerdedir.]
‘Solculuk’tan kasit o degildir tabii. Degildir de; ‘fikir degisikligi’ illa ‘solculuk’ icinde mi gerceklesmek zorunda?
Dahasi, ‘fikir degisikligi’ herkes icin ayni olcutlere mi tabi olmak zorunda? Yani, “yeter solculuktan cektigim; ahir omrumde biraz da kovusturulmadan, acliktan nefesim kokmadan yasayayim” demis olamaz mi? [Bkz Solculuktan kapitalizmin reklamciligina yerlesenler.]
Bir de su var: ‘Gazeteci’ dedigimiz taifeye (bir gazetede yazi yazan ya da bir TVde/radyoda program yapan kisilere) atfedilen bu zimni uhrevi ahlak beklentisini anlamiyorum.
Adamlar (kadinlar), nihai analizde, birer profosyonel.
Yaptiklari isi para icin yapiyorlar –aksi halde, Internet’te her yerde istediklerini bedavaya yazabilcekleri halde, isten atildiklarinda ciyaklamazdilar.
Ve, bir isi para karsiligi yapiyorsaniz, isin (urunun/hizmetin) mahiyetini, genel cercevesini siz kararlastiramazsiniz –Kapitalizmin bir tur Heisenberg prensibidir bu.
Futboldan ornek vermek istemem, ama en yaygin olani o oldugu icin kolayima geliyor: Fenerbahce’de oynarken, koyu bir Galatasaray taraftari olsaniz bile, Galatasaray’a karsi ciktiginiz macta Galatasaray’a gol atmaktir goreviniz.
Basin dunyamizdan buna cok taze ornekler de verebilirim.
Levent Gultekin mesela. Havuz/Yandas medyada yazarken kim(ler)e gol atmaga calisiyordu; simdi Cumhuriyet’te yazarken kimlere?
Ayni sekilde, Cumhuriyet’in tamamini (bugunku halini) de inceleyebiliriz:
Cok degil, bir iki sene once kan-bicak dusman oldugu (ya da o goruntuyu verdikleri; artik bilemem) Cemaat ile simdi cok ilginc rezonanslar sergiliyor..
Farkli fakat benzer bir aberrasyonu da, AKP’yi desteklemek babinda, Aydinlik (hatta OdaTV) icin de soyleyebiliriz, zannedersem.
Demem o ki, ilginc zamanlardan geciyoruz.. Siyasi anlamda ‘spouse swapping’ her kesimde o kadan yayginlasti ki, artik ‘galat-i meshur’ saymaktan baska care kalmadi.
“Bence doğrusu şu; o adam o zaman da aynı adamdı; aslında değişmedi! iktidar ya da onun bir parçası olma tutkusu içinde o gün o ‘tabela’ altında bulunmayı amaçlarına uygun bulmuştu; yanılgısı ‘yanlış ata oynamış’ olmaktır! Bir çok solcu sanılan şahıslar gibi…”
Buna katilirim.
Katilirim da, gonul koymagi cok da anlayabildigimi soyleyemem.
Soyleyemem; cunku, aldatilmis olmaktan sikayet eden herkes aslinda biraz da [lutfen uzerinize alinmayin, genelleme yapiyorum] kendi ahmakligina yaniyordur.
Ne demek istedigimi bir de soyle aciklamagi deneyeyim.
Malum NSA’nin guven/itimat konusunda yaptigi fevkalade guzel bir tanim var. Her ne kadar bilgisayar (isletim sistemleri, yazilimlar vb vs) baglaminda ise de, genele de pekala tesmil edilebilir.
— Trust is a priviledge you grant to someone/something to defy you.
Meal veriyorum:
— Guven/itimat, birisine/birseye verdiginiz (sizi/kendinizi) aldatma/kandirma imtiyazidir.
Kisacasi, ‘Bana solcular ihanet eder dedirtemezsiniz’e goturecek sekilde, ideolojik baglari cok kuvvetli varsaymak, bunun uzerine orta/uzun vadeli guven/itimat iliskileri bina etmek bana garip geliyor.
Daha garibi de, ihanete ugramisliktan sikayet etmek…
“Umma ki kusmeyesin” sozunu de eklemeden edemeyecegim.
Celal Üster mesela.
Alp Orçun.
”etek giymiş bir başka Kayahan görünümünde aniden kapıya dikilen annesi”
pek hoş bir tabir değil..
Hasan San (hatırladıkça yazarım)
Ama o kadar benziyordu ki. Mizahı da yok etmeyelim. ayrıca 13 yıl önce yazıldı
Aldatılmayı göze alamayan, bu nedenle ortak, dayanışmacı, bir “sürü hayvanı”, bir toplumsal varlık olan insanın temel “doğasını” inkâr edenler, yeteneklerini geliştirmek yerine bencil, vahşi ve özgüvensiz bir hayat yaşar. Kendi gövdesine tutsak bir vahşi et obur hayvan gibi… (Ki kimi türlerinde bile sürü içinde güven vardır!)
Bu Nahit’in seçimi… Sonuçlarına da katlanmak yerine burada kendi dünya görüşüne yakın insan mı arıyor; bu da çelişki.. O babasına bile güvenmeyeceklerden-miş!
“Aldatılmayı göze alamayan, bu nedenle ortak, dayanışmacı, bir “sürü hayvanı”, bir toplumsal varlık olan insanın temel “doğasını” inkâr edenler, yeteneklerini geliştirmek yerine bencil, vahşi ve özgüvensiz bir hayat yaşar.”
Aslinda, dikkatle okursaniz, “özgüvensiz”ligin baskalarina fazla guvenmek oldugunu da gorebilirdiniz.
“Kendi gövdesine tutsak bir vahşi et obur hayvan gibi… (Ki kimi türlerinde bile sürü içinde güven vardır!)”
Suru icinde tabii ki guven vardir ama sonsuza dek degil. Ilgili birey suru icinde kaldigi, tercihini suru icinde kalmak yonunde kullandigi muddet boyunca devam eder bu.
Suruden ayrilani kurt kapabilir –bu bir ihtimaldir–; ama surunun “neden bizden ayrildin” diye ayrilip gidenin pesine dustugu gorulmez.
“Bu Nahit’in seçimi… Sonuçlarına da katlanmak yerine burada kendi dünya görüşüne yakın insan mı arıyor; bu da çelişki..”
“Sonuçlarına da katlanmak” kismi anlasilamadi.
“kendi dünya görüşüne yakın insan” kismi ise, benim baktigim yerden, cok da anlamli degil.
Boyle bir seyi neden ariyor olabilirim?
Bulsam ne olacak?
“O babasına bile güvenmeyeceklerden-miş!”
Kimsenin kimseye guvenmesine karsi degilim; istesem de (ki, istemem) engel de olamam zaten.
Ama, fikir / ideoloji / inanc / aidiyet baglamindaki kavillesmelerin uzun vadeli olamayacaklarini, kisilerin fikirleri / ideolojileri / inanclari / aidiyetleri zaman icinde degisebilecegini; dolayisi ile kaygan bir zemin uzerine kurulmus olduklarini bilmek gerekir.
Dahasi, cok daha onemlisi, kisilere fikirlerini / ideolojilerini / inanclarini / aidiyetlerini secmek (ya da yeniden belirlemek) ozgurlugu tanimamak yetkisini nereden aldik?
Sahi.. Baskalarinin bu tur ozgurluklerini engellemegin bir ismi yok muydu?.. Neydi o?
Nahit bey,
yanlış anlamaya koşullanmışsınız; fikir, ideoloji, inanç, aidiyet elbette sorunlu, karmaşık ilişkileri taşır.
Bence, samimiyetle sarılınmış her inanca şiddet içermediği kadar saygı duyulmalıdır. Bu şiddet kullanılmayacak anlamına gelmese de şiddet ve utanç yan yana bulunmalıdır!
İ. Karagül vb. savunmaya devam edebilir misiniz? Bu adamların inanç-fikirle alakaları var mı; ki “istesek seni öldürürdük” diyen yazarları konuşuyoruz…
**
Aşık oldunuz mu? Ona güvendiniz mi?
Dost, yoldaş olduğunuzu hissettiğiniz hiç kimse olmadı mı hayatınızda?
Kuşku, güvendeki kaygı.. insanî şeyler.. Güven verdiğiniz insan olmadı mı hayatınızda hiç…
İnsan yüz binlerce yıl bir kabile topluluğu içinde yaşadı… Sürü hayvanı karakteri taşır. Bu karakter bugün aşağılanabilir ama büyük olasılıkla tür olarak böylece günümüze gelebildi.
Bu “sürü karakteri” olumlu bir ortaklaşmacı, dayanışmacı ilişkiler için de değerlendirilemez mi?
*
Saf akıl ile bakıldığında doğru sanılan şeyler söylüyorsunuz ama insanın Türsel doğası salt akılla reddedilemez. Bunu becerebilmişseniz kutlarım sizi.. Salt akılla bakıldığında, aşk kadar saçma şey az bulunur ama yaşanılanlar ne’yi kanıtlar?
Hoşçakalın…
Kayahan Uygur daha Robert Kolej’e ilk adımın attığı aylarda takıma kazanılan ve sizin de belirttiğiniz özelliklerinden dolayı orada hızla yükselen bir değerdir. Onu herhalde en çok şimdi bir İskandinavya ülkesinde profesör olan tanır. Onun yetiştirmesidir.
Halkın Sesi’nde ve başka yerlerde birlikte çalıştığımız halde Robert Kolejli olduğunu bilmiyordum doğrusu. O zamanlar böyle şeylerin pek bir önemi yoktu. “Takıma kazanılan” derken ne demek istiyorsunuz? İskandinavya’daki profesörü de bilemedim. Kimdir?
“İskandinavya’daki profesör” herhalde Danimarka’da yaşayan Ümit Necef oluyor.