Gezi’nin Bayrakları
Ortalığı yeniden bayraklı yürüyüşler kapladı. Tabii bu bayrakların ardında ampullü bayrakların bulunduğunu görmemek için aptal olmak gerekir. Meclis başkanı, cumhurbaşkanı ve başbakan kılığındaki AKP’liler bu mitinglerde çıkıp “terörle mücadele” adına bütün toplumu terörize eden nutuklar atıyorlar. Bu rezalete sessiz kalmak için de vicdansız olmak gerekir.
Bugün en fazla “bölücülük”ten söz edenler, toplumu gerçekten bölen, parçalayan, kendi iktidar hırsları için Türk-Kürt kavgasını körükleyen, toplumun bir bölümünü dışlayan, bu coğrafyanın bir bölümünü yarı açık cezaevine çeviren, şiddetin her türlüsünü el altından ve el üstünden körükleyen, düşmanlık tohumları ekenlerdir. “Terörü lanetleme” mitinginde yapılan konuşmalar gerçekten ibretliktir. Cumhurbaşkanı olduğunu söyleyen kişi, açıktan açığa, kendisini Başkan yapacak 550 milletvekili talep ediyor. Başbakan olduğu söylenen kişi, HDP’nin baraj altında bırakılması çağrısı yapıyor fütursuzca ve sorumsuzca. Hani siz de karşıydınız baraja? Hatta diğer partileri barajı indirmek için işbirliğine çağırmıştınız yakın zamanda? Bunların karşısında insan akıl sağlığını korumak zorunda hissediyor kendini.
“Milli birlik ve beraberlik”miş. Toplumu bölerek birlik olmaz. Bakın size gerçek birliğin nerede olduğunu göstereyim. Bu toplumda gerçek birliği sağlayan tek hareket Gezi isyanı olmuştur. Açın fotoğraflara bakın, ne demek istediğimi anlarsınız. Orada herkesin bayrağı vardı. Türk bayrağı da vardı. Kürtlerin bayrağı da vardı. Komünistlerin bayrağı da vardı. Anarşistlerin bayrağı da vardı. Her partinin, her eğilimin, her inancın bayrağı yan yana dalgalanıyordu. Bir AKP’li de bayrağını alıp gelseydi, inanın ona da kimse dokunmazdı. Hatta tam tersine, bakın artık aramıza AKP’liler de geliyor diyerek sevinirdi insanlar. Belki birkaç münasebetsiz ve sekter ortaya çıkıp AKP bayrağına saldırmak isteyebilirdi ama inanın, orada bulunan insanlar bunu önlerdi. Bunun adı kitle kontrolüdür. Örgüt kontrolü değil, kitle kontrolü. Gezi’de bazı kişiler arasında çıkan sürtüşmelere insanların nasıl müdahale ettiği, nasıl barışçı bir sonuca varılmasını sağladığı henüz belleklerdedir. İşte budur Gezi. Güdümlü olmayan, kendiliğinden bir özdenetim.
Bugün gördüklerimiz ise, Ankara’daki bayraklı yürüyüş olsun, İstanbul’daki olsun, örgütlerin, örgütsel azınlıkların kitleleri güdümlediği gösterilerdir. İşte bu yüzden de gerçek anlamda bölücüdürler.
Herkesin bayrağının dalgalandığı, kimsenin dışlanmadığı yerde olur gerçek birlik.
Bu ülkenin nüfusunun önemli bir kısmını oluşturan Kürtleri dışlayanlar, Türk bayrağını gözümüze sokanlar bu toplumu hızla bölünmeye götürüyor.
Gün Zileli
22 Eylül 2015
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com
zileli abi, seni hep izlemisimdir, hdp ye oy ver dedin verdik, emep in bakanlik meselesinde senin o her seye eren Hakim ulu anarsist aklin aaa bunu bende anlayamadim dedi, iki ay gecmedi, hdp bakanliktan Adam cekti, niye soktunuz niye cikardiniz diye sorulmasi gereken bir partiye tek soz edilmedi, sen ve sen Stalin antipatin yuzunden, dogruyu gosteremediginin farkindamisin, selo bir saskin dir kendi iradesi yoktur, bunu en iyi emepliler Bilir, eski arkadasindir Mustafa yalcinere sor(aydin onu harcamadan once) sen , neyse ne diycen Adam yolunu tutmus.
devletin kafasina silah dayandiginda, silahi dayayanlari duzen tarafindan elestiren ve karalayanlar, anarsizm iddiasinda bulunamazlar…
https://www.youtube.com/watch?v=j5_Te5ECSHs
zileliyi yerin dibine sokacak onurlu anarsistler ariyorum….
yolladığınız link açılamıyor.
“Bu ülkenin nüfusunun önemli bir kısmını oluşturan Kürtleri dışlayanlar [..]”
Kurtlerin kendilerinin (en azindan sesi cok cikan kesiminin) dislanmagi istemediginden emin miyiz?
Bagimsizlik taleplerinin kirpila kirpila ‘ozerklik’e indirgenmis oldugunu da dikkate alirsak, gelinen noktada bunun Idris-i Bitlisi uzerinden Yavuz’dan talep edilenden (‘size bagli olalim, ama ozerk olalim; bize cok ilismeyin’den) cok mu farki var?
“Bu toplumda gerçek birliği sağlayan tek hareket Gezi isyanı olmuştur.”
Suradaki yazinizin altinda
http://www.gunzileli.com/2015/09/21/kayahan-uyguru-tanir-misiniz/
7 nolu yoruma yazdiginiz cevapta soyle diyorsunuz:
“[..] Aydınlık o zamanki entelektüel tabakanın oldukça kaymak bir kesimini toplamıştı. O kaymak kesim doğal olarak daha sonra kendi sınıfsal konumuna rücu etti [..].”
Kime nasil iltimas gecmeniz gerektigine karisamam tabii ki, ama (daha sonra Alevi kalkismasina donusturulmege calisilmasini saymazsak) bir ‘yeterince lezzetli pasta bulamadiklari icin homurdanan bagzi beyaz yakalilar ve varsillar’dan olusan bir guruhu (Gezi’yi) bu derece guzellemenizi anlamaga calisiyorum… Henuz becerebilmis degilim.
Biraz daha gayret… 🙂
Gezi İsyanı Devrimsiydi! Sonunda bir bebeğin doğumu ile sonuçlanmasa da harika bir sevişme gibi!
Kötü bir terzinin heyecanlı, ümitli bir provasıydı; ele geçmeyen iyi bir elbise gibi..
Nice ucube doğurmuş devrimler, giyildiğinde nice alay konusu olmuş giysiler gerçekliğinde..
Gezi İsyanı da karşılıksız bir aşk, her aşkın “mutsuz” ama yaşanılmışlığı kanıtlayan, vaad ettiği imkânları gerçekleşmemiş olsa da gerçekleşebilir sanısı ve derin anıları ile insanı avutabilen bir “hakikatti!”
İktidarı hedeflememiş, bir ideoloji-çeteye hizmet etme güdüsü taşımayan; anarşist ruhu ile ümit veren, yeni bir çağın, yeni bir geleceğin tohumlarını saçmış olması ile yeni siyasetin ipuçlarını aşikar eden bir isyandı…
“Gezi İsyanı Devrimsiydi!”
Aborjinler, atinca geri gelmeyen boomeranga comak der ya; ‘devrimsi’ de oyle bir sey olmali.
“Sonunda bir bebeğin doğumu ile sonuçlanmasa da harika bir sevişme gibi!”
Amaci bekaret elde etmek olan sevismeler gibi mi.. bir avuc agac icin sayisini bilmedigim ‘olmez’ler peydahlamak..
“İktidarı hedeflememiş, bir ideoloji-çeteye hizmet etme güdüsü taşımayan; anarşist ruhu ile ümit veren, yeni bir çağın, yeni bir geleceğin tohumlarını saçmış olması ile yeni siyasetin ipuçlarını aşikar eden bir isyandı…”
Dise dokunur bir hedef belirlemekten acizlige bu guzelleme, itiraf etmeliyim ki, GZ’ninkilerden kat be kat guzel oldu.
Fakat, benim baktigim yerden, Gezi, Osmanli’da gordugumuz turden, klasik bir Dersaadet isyanina daha cok benziyor…
Patrona Halil isyanina, mesela..
Hamamin namusunu korumak adina, ‘isyan ruhu hala daha devam ediyor’un emarelerini gormek bir onceki nesle doyumsuz nostaljiler tatirmis olsa da, baska gerekce bulunamamis gibi, 3-5 agac icin ortaligi vayeyleye vermek, anarsizm adina bile, insanin agzinda buruk bir tad birakiyor…
Isyan etmek marifet degil ki..
Klasik turkulerimizin belki de yarisindan fazlasi isyan dile getirir.. En apolitik olani, alli turna gibi ucup yarine kavusamayisinin isyanini dile getirir; ama, onca isyana ragmen ucagi icat eden biz olamadik.
Amacsiz, piknige gider gibi, isyana kosan bu cocuklara bir de ‘orantisiz zeka’ filan demiyorlar mi.. gel de dersanelerin kapatilmasina sevinme..
ben bu argümanları bir yerlerden duydum ama… evet hatırladım, yandaş medyada Gezi hakkında buna benzer laflar çok ediliyor.
“yandaş medyada Gezi hakkında buna benzer laflar çok ediliyor.”
Ne yani, sirf birisi Latenceden benden once aparmis diye ‘saglam kafa saglam vucutta bulunur’ da diyemeyecek miyim?
Samimi soyluyorum (Alevi isyani denemesini saymazsak), Gezi ve Gezi guzellemelerini ‘pathetic’ (acinasi) buluyorum.
‘Hadi yavrucum, amcalara bir kufret’ ne kadar anlamliysa, Gezi de bence o kadar anlamli.
içinde year almamışsınız belli ki.
“içinde year almamışsınız belli ki.”
Sevdigim bir soz vardir: ‘Neye bakarsan onu seversin’..
Icinde olsaydim, evet, ben de objektif olamayabilirdim.
tersine, içinde yer alsaydınız daha objektif olurdunuz. Objektif olmanın koşulu önce tanımaktır.
naklederken harf hatamı düzeltseydiniz daha objektif bir tutum olurdu ayrıca.
“naklederken harf hatamı düzeltseydiniz daha objektif bir tutum olurdu ayrıca.”
Simdi anladim sizin bunca Gezi guzellemelerinizin sebebini: ‘Objektif’ kelimesinin esanlamlilari (ya da kapsami) icinde ‘isguzar’ da var saniyorsunuz.
bu işgüzarlık değil sadece sinik olmamak.
“bu işgüzarlık değil sadece sinik olmamak.”
Baskalarina sifat/etiket yapistirmak meslek hastaligina donusmus gibi.
“içinde yer alsaydınız daha objektif olurdunuz. Objektif olmanın koşulu önce tanımaktır.”
Simdiii.. Durun bakalim dogru mu anlamisim?
— Gezi’ye objektif olmak icin Gezi’nin;
— ISID’e objektif olmak icin ISID’in;
— PKK’ye objektif olmak icin PKK’nin;
— DHKP-C’ye objektif olmak icin DHKP-C’nin
icinde yer almaliyim..
Oyle mi?
Ilahi GZ.
mantık oyunlarının sonu yoktur…
“mantık oyunlarının sonu yoktur…”
Sizden iyi olmasin, bir ahbabim, verecek cevabi olmadiginda, deve gureslerinden bahis acardi.
Bu cevabinizla bana onu hatirlattiniz; kulaklari cinlasin.
iyi bir insanmış. Çekişmek istememiş demek ki.
Nietzsche hakkında ne düşünüyorsunuz? Hangi kitaplarını okudunuz? Düşünceleri anarşizme yakın mı sizce?
Büyük bir düşünür. Düşünceleri anarşizme yakındır.
http://marksist.net/node/3312
“Milliyetçilik Yabancı Bir İdeolojidir” O halde “Milli ve Yerli Vekiller” Nasıl Olmalı?
Kendilerini milliyetçi olarak tanımlayan ırkçılar, başkalarını yabancı veya dış güçlerin ajanı olmakla suçlarlar. Örneğin en son Erdoğan, “1 Kasım’da 550 tane yerli ve milli milletvekili istiyorum” dedi.
Ancak bu suçlamayı yapanların kendilerini tanımladığı milliyetçilik denen şey; yani milli ve yerli olma iddiasının kendisi bizzat bir yabancı icadıdır; “yabancı bir ideoloji”dir. Fransa’dan, Almanya’dan gelmiştir. Eskilerin deyişiyle Frenk imalatıdır.
Bu durumda kendilerini milliyetçi olarak tanımlayanların, başkalarını “milli” ve “yerli” olmamakla suçlamaları; sürekli kıçı görünen keçinin, zıplarken kuyruğu kalkan koyuna “kıçı göründü” diye sataşmasına benzer.
Ya da başka bir deyişle: “Dinime küfreden bari Müslüman olsa.”
Erdoğan’ın ifadesinin gerçek karşılığı şudur: milliyetçileri seçmeyin.
Çünkü milliyetçiliğin kendisi “milli” ve “yerli” değildir.
*
Madem “milli ve yerli” olmaya bakacağız, bakalım milli ve yerli olan ne vardır?
Örneğin devlet düşmanlığı artık neredeyse unutulmuş bir yerli ve milli özelliktir.
Eskiden bu millet devletten ne gelirse gelsin şüpheyle karşılardı; devlet düşmanıydı. Devleti kutsal ve dokunulmaz gösteren her şeye şüpheyle yaklaşırdı.
Deniz Gezmiş niye çok sevilmiştir?
Niye dağlardaki “eşkıya” denen “sosyal isyancılar” çok sevilirdi?
Niçin Çakırcalı için türküler yakılırdı?
Çünkü Devlete baş kaldırmışlardı.
Devleti sevmez, ondan sadece korkardı halk. Ve korktuğu için de korkmayana sevgi ve saygı duyar; onu korurdu.
O halde, yerli ve milli vekillerin gerçekten öyleyseler, devlet düşmanı olması gerekir.
*
Eskiden bu halk, davalarını devletin mahkemelerine taşımazdı; kendi arasında hallederdi. Örneğin Aleviler, kendi cemlerinde, bir suç işleyeni bir tür halk mahkemesinde yargılarlar ve cezalandırırlardı. Buna “Dar” denirdi.
Aslında Sünniler bile mahkemeye gitmekten çekinirlerdi. Bilirlerdi düşmanı oldukları devletin keyfiliğini. “Kadıyı kime şikâyet edeceksin” derlerdi.
Yani bunlar “yerli”, “milli” olan hasletlerdi.
O halde, bugünkü mahkemelerin karşısında, yurttaşların kendi kuracakları mahkemeler kurmaya çalışan vekilleri seçmek gerekir ki “yerli ve milli” olsunlar.
Yani aslında şu özyönetim denen şeyi savunanları; şu merkezi ve bürokratik mekanizmaya karşı olanları seçmek gerekir ki “yerli ve milli” olsunlar.
*
“Yerli ve milli” olacak vekillerin milliyetçi olmamaları gerekir. Hele hele Türk milliyetçisi hiç olmamaları gerekir.
Eskiden şu yabancı ve “gavur icadı” milliyetçilik ve Türk milliyetçiliği ortaya çıkmadan önce, Türk, bir kaba görgüsüz anlamına gelen bir sıfattı. Türk’ün, dile ya da soya ilişkin bir anlamı bulunmuyordu.
Örneğin, Yakup Kadri, Yaban romanında bunun bir örneğini anlatır. Yabancı ülkelerde çıkan milliyetçiliği almış ve Anadolu’ya getirmiş Türk Milliyetçisi aydınla; yüzde yüz “yerli ve milli” köylünün konuşması buna örnektir.
“– Biz Türk değiliz ki, beyim.
– Ya nesiniz?
– Biz İslamız, Elhamdülillah… O senin dediklerin Haymana’da yaşarlar”
Yani Türklük sadece dışarıdan gelmiş Frenk icadı değildir. Türkçe konuşan köylüler, (Ankara’nın Haymanası’nda iç Anadolu Kürtleri yaşar ve orada Kürtçe konuşulur) Kürtçe konuşanlara, Türk demektedirler, çünkü Türk kaba ve cahil anlamındadır.
O halde, Türk’ü kaba ve cahil anlamında bir sıfat olarak kullanan milletvekilleri seçelim ki tıpkı o iç Anadolu’nun Türkçe konuşan yüzde yüz “yerli ve milli” köylüleri gibi, “yerli ve milli” olsunlar.
*
Eskiden bu milletin İslam’ı da devlet İslamı değildi. Hele Türklük falan, yine yukarıdaki alıntıdan anlaşılacağı gibi, Kavmiyetçilik diye reddedilirdi.
Eskiden insanlar, devlet desteğiyle inşa edilmiş camilerde devletin memuru; devletin kulu, kapıkulu olan imam ve müezzinler yoktu.
Çünkü İslam Allah ve Kul arasına başkasını sokmazdı. Bu nedenle cemaat içinden birini imim olarak benimser ve onun arkasında saf dururdu. Yani imamlar diğer Allah’ın kulları gibiydiler. Allah’ın kullarıydılar. İnsanlar Allah’ın kulları olarak Allah’ın kullarının ardında saf tutarlardı örneğin.
Ama şimdi, devletin kulları, devletin memurlarının ardında saf tutuyorlar. Bu namazlar Allah için değil; devlet için kılınıyor.
Eskiden camiler, bir tür özyönetim organlarıydı, cemaatin sorunlarını tartıştığı ve konuştuğu, sonunda karar bağlayıp uyguladığı. Şimdi ise, devletin daireleridir. Devletin tepesindekilerin hazırladığı, vaaz denen genelgeleri okuyan veya anlatan devlet memurlarına imam denmektedir. Yani camiler şimdi birer özyönetim organı değil, merkezi devletin halkı kontrol altında tutma ve yönetme organlarıdır.
O halde devletin atadığı, devletin kapıkulu imamların arkasında değil; Allah’ın kulu olan; devletten para ve maaş almayan imamların arkasında namaz kılan; devletin maaşlı memuru olan imamların arkasında namaz kılmayı reddeden Müslüman vekiller seçelim ki, “yerli ve milli” olsunlar.
*
Eskiden bu insanlar para için değil, Allah, yani toplum için yaşarlardı. Para için yaşayana hor gözle bakarlardı. “Çok laf yalansız, çok mal haramsız olmaz” derlerdi. Bu halkın “yerli ve milli” bir özelliği buydu.
O halde, çok konuşanlara itibar etmeyen; çok malı ve parası olanlara hırsız gözüyle; haram yemiş gözüyle bakan ve onların çaldıklarının hesabını soran vekiller seçelim ki, “yerli ve milli” olsun.
*
Evet, yerli ve Milli vekiller seçelim.
Yerli ve milli olmanın ilk şartı, milliyetçi olmamaktır. Hele hele Türk milliyetçisi olmamaktır.
Milliyetçilik de, Türklük de bir “gavur icadı”dır.
Türkiye adı bile milli ve yerli değildir.
Buranın yerli ve milli adı: Rumeli, yani Roma Ülkesi’dir.
Roma Bizans’tır. Bizans Yunan kültürünün egemen olduğu bir Roma’dır.
Osmanlı sultanı kendine “Sultan’ı Rum”, diyordu. “Yerli ve milli” Osmanlı, kendini Roma İmparatoru olarak görüyordu.
O halde, “yerli ve milli” olarak ülkenin adını Türkiye değil; Rumeli olarak belirleyecek; Okullarda Osmanlı imparatorluğunun bir Türk imparatorluğu olduğunu değil; üçüncü Roma imparatorluğu olduğunu okutacak tarih anlayışını savunacak “yerli ve milli” vekiller seçelim.
*
Bu listeyi herkes bu bakış açısıyla uzatabilir.
22 Eylül 2015 Salı
Demir Küçükaydın
Kendilerini milliyetçi olarak tanımlayan ırkçılar, başkalarını yabancı veya dış güçlerin ajanı olmakla suçlarlar. Örneğin en son Erdoğan, “1 Kasım’da 550 tane yerli ve milli milletvekili istiyorum” dedi.
Ancak bu suçlamayı yapanların kendilerini tanımladığı milliyetçilik denen şey; yani milli ve yerli olma iddiasının kendisi bizzat bir yabancı icadıdır; “yabancı bir ideoloji”dir. Fransa’dan, Almanya’dan gelmiştir. Eskilerin deyişiyle Frenk imalatıdır.
Bu durumda kendilerini milliyetçi olarak tanımlayanların, başkalarını “milli” ve “yerli” olmamakla suçlamaları; sürekli kıçı görünen keçinin, zıplarken kuyruğu kalkan koyuna “kıçı göründü” diye sataşmasına benzer.
Ya da başka bir deyişle: “Dinime küfreden bari Müslüman olsa.”
Erdoğan’ın ifadesinin gerçek karşılığı şudur: milliyetçileri seçmeyin.
Çünkü milliyetçiliğin kendisi “milli” ve “yerli” değildir.
*
Madem “milli ve yerli” olmaya bakacağız, bakalım milli ve yerli olan ne vardır?
Örneğin devlet düşmanlığı artık neredeyse unutulmuş bir yerli ve milli özelliktir.
Eskiden bu millet devletten ne gelirse gelsin şüpheyle karşılardı; devlet düşmanıydı. Devleti kutsal ve dokunulmaz gösteren her şeye şüpheyle yaklaşırdı.
Deniz Gezmiş niye çok sevilmiştir?
Niye dağlardaki “eşkıya” denen “sosyal isyancılar” çok sevilirdi?
Niçin Çakırcalı için türküler yakılırdı?
Çünkü Devlete baş kaldırmışlardı.
Devleti sevmez, ondan sadece korkardı halk. Ve korktuğu için de korkmayana sevgi ve saygı duyar; onu korurdu.
O halde, yerli ve milli vekillerin gerçekten öyleyseler, devlet düşmanı olması gerekir.
*
Eskiden bu halk, davalarını devletin mahkemelerine taşımazdı; kendi arasında hallederdi. Örneğin Aleviler, kendi cemlerinde, bir suç işleyeni bir tür halk mahkemesinde yargılarlar ve cezalandırırlardı. Buna “Dar” denirdi.
Aslında Sünniler bile mahkemeye gitmekten çekinirlerdi. Bilirlerdi düşmanı oldukları devletin keyfiliğini. “Kadıyı kime şikâyet edeceksin” derlerdi.
Yani bunlar “yerli”, “milli” olan hasletlerdi.
O halde, bugünkü mahkemelerin karşısında, yurttaşların kendi kuracakları mahkemeler kurmaya çalışan vekilleri seçmek gerekir ki “yerli ve milli” olsunlar.
Yani aslında şu özyönetim denen şeyi savunanları; şu merkezi ve bürokratik mekanizmaya karşı olanları seçmek gerekir ki “yerli ve milli” olsunlar.
*
“Yerli ve milli” olacak vekillerin milliyetçi olmamaları gerekir. Hele hele Türk milliyetçisi hiç olmamaları gerekir.
Eskiden şu yabancı ve “gavur icadı” milliyetçilik ve Türk milliyetçiliği ortaya çıkmadan önce, Türk, bir kaba görgüsüz anlamına gelen bir sıfattı. Türk’ün, dile ya da soya ilişkin bir anlamı bulunmuyordu.
Örneğin, Yakup Kadri, Yaban romanında bunun bir örneğini anlatır. Yabancı ülkelerde çıkan milliyetçiliği almış ve Anadolu’ya getirmiş Türk Milliyetçisi aydınla; yüzde yüz “yerli ve milli” köylünün konuşması buna örnektir.
“– Biz Türk değiliz ki, beyim.
– Ya nesiniz?
– Biz İslamız, Elhamdülillah… O senin dediklerin Haymana’da yaşarlar”
Yani Türklük sadece dışarıdan gelmiş Frenk icadı değildir. Türkçe konuşan köylüler, (Ankara’nın Haymanası’nda iç Anadolu Kürtleri yaşar ve orada Kürtçe konuşulur) Kürtçe konuşanlara, Türk demektedirler, çünkü Türk kaba ve cahil anlamındadır.
O halde, Türk’ü kaba ve cahil anlamında bir sıfat olarak kullanan milletvekilleri seçelim ki tıpkı o iç Anadolu’nun Türkçe konuşan yüzde yüz “yerli ve milli” köylüleri gibi, “yerli ve milli” olsunlar.
*
Eskiden bu milletin İslam’ı da devlet İslamı değildi. Hele Türklük falan, yine yukarıdaki alıntıdan anlaşılacağı gibi, Kavmiyetçilik diye reddedilirdi.
Eskiden insanlar, devlet desteğiyle inşa edilmiş camilerde devletin memuru; devletin kulu, kapıkulu olan imam ve müezzinler yoktu.
Çünkü İslam Allah ve Kul arasına başkasını sokmazdı. Bu nedenle cemaat içinden birini imim olarak benimser ve onun arkasında saf dururdu. Yani imamlar diğer Allah’ın kulları gibiydiler. Allah’ın kullarıydılar. İnsanlar Allah’ın kulları olarak Allah’ın kullarının ardında saf tutarlardı örneğin.
Ama şimdi, devletin kulları, devletin memurlarının ardında saf tutuyorlar. Bu namazlar Allah için değil; devlet için kılınıyor.
Eskiden camiler, bir tür özyönetim organlarıydı, cemaatin sorunlarını tartıştığı ve konuştuğu, sonunda karar bağlayıp uyguladığı. Şimdi ise, devletin daireleridir. Devletin tepesindekilerin hazırladığı, vaaz denen genelgeleri okuyan veya anlatan devlet memurlarına imam denmektedir. Yani camiler şimdi birer özyönetim organı değil, merkezi devletin halkı kontrol altında tutma ve yönetme organlarıdır.
O halde devletin atadığı, devletin kapıkulu imamların arkasında değil; Allah’ın kulu olan; devletten para ve maaş almayan imamların arkasında namaz kılan; devletin maaşlı memuru olan imamların arkasında namaz kılmayı reddeden Müslüman vekiller seçelim ki, “yerli ve milli” olsunlar.
*
Eskiden bu insanlar para için değil, Allah, yani toplum için yaşarlardı. Para için yaşayana hor gözle bakarlardı. “Çok laf yalansız, çok mal haramsız olmaz” derlerdi. Bu halkın “yerli ve milli” bir özelliği buydu.
O halde, çok konuşanlara itibar etmeyen; çok malı ve parası olanlara hırsız gözüyle; haram yemiş gözüyle bakan ve onların çaldıklarının hesabını soran vekiller seçelim ki, “yerli ve milli” olsun.
*
Evet, yerli ve Milli vekiller seçelim.
Yerli ve milli olmanın ilk şartı, milliyetçi olmamaktır. Hele hele Türk milliyetçisi olmamaktır.
Milliyetçilik de, Türklük de bir “gavur icadı”dır.
Türkiye adı bile milli ve yerli değildir.
Buranın yerli ve milli adı: Rumeli, yani Roma Ülkesi’dir.
Roma Bizans’tır. Bizans Yunan kültürünün egemen olduğu bir Roma’dır.
Osmanlı sultanı kendine “Sultan’ı Rum”, diyordu. “Yerli ve milli” Osmanlı, kendini Roma İmparatoru olarak görüyordu.
O halde, “yerli ve milli” olarak ülkenin adını Türkiye değil; Rumeli olarak belirleyecek; Okullarda Osmanlı imparatorluğunun bir Türk imparatorluğu olduğunu değil; üçüncü Roma imparatorluğu olduğunu okutacak tarih anlayışını savunacak “yerli ve milli” vekiller seçelim.
*
Bu listeyi herkes bu bakış açısıyla uzatabilir.
22 Eylül 2015 Salı
Demir Küçükaydın
demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2015/09/milliyetcilik-yabanc-bir-ideolojidir-o.html
Ferdi Kara: Taksim/Gezi’nin Ardından…
Türkiye 90 yıllık tarihinin en acayip 20 günü yaşadı… Daha önce de acayip şeyler yaşanmıştı elbette; bir Başbakanın idamı, on yılda bir canı sıkılan generallerin bir araya gelip iktidarı gayri demokratik şekilde egale edip kendilerinin, kendilerini iktidar etmeleri ve anayasa yazmaları gibi…
Olaylar dışında ilginç adamlarda gördü Türkiye 90 yılda… “Gerekirse demokrasilerin üstüne şal örtmeli” diyen başbakanlar,
“Ekmek yoksa kurabiye/bisküvi yesinler” diyenler,
“Bu çayda bir şey yok, bakın bende bu çaydan içiyorum” diyen devlet başkanını (sonrasında yüzlerce insan kanserden oldu)…
Evet, Türkiye acayipliliklere alışkın bir ülkedir ancak ülkede son yirmi günde yaşanan ve tarihe Gezi Olayları olarak geçecek olan olay(lar) yaşanılanların en acayibiydi sanırım…
90 yıldır her gelen askeri ihtilal sonrasında susan, onların yazdığı gayri demokratik anayasaları nerdeyse tamamen EVET olarak oylayan insanların ilk defa toplu halde sesini yükseltmesi…
Ancak ne yazık ki bu yüksek ses kalabalığında söz duyulamadı…
Alanlara inen insanlar (çoğunluğu en azından-geneli beyaz Türkler) paradokslarla dolu sloganlar atıp polis tarafından linç edildiler… Aslında bu kalabalıklara “kuru kalabalık” demem gayet yerli olacaktı, ancak devletin pek vatansever polisi arkadaşları dövmeden hemen önce ıslattığı için kuru kalabalık diyemiyorum…
Türkiye genelinde yüz binlerce insanin sokağa dökülüp eskiye özlemi çağrıştıran sloganlar atması, ancak herhangi bir demokratik talepte bulunmamış olması çok garip bir durum değil midir?
“Mustafa Kemalin askerleriyiz”, “Ne Mutlu Türküm Diyene” sloganları atıp hemen arkasından “Faşizme Karşı Omuz Omuza” diye haykırmak bir paradoks değil midir?
Onuncu yıl ve İstiklal Marşı okuyup, hemen arkasından “Cıao Bella ve Gün Doğdu” marşı okumak hakeza…
Meydana inmiş münferit bir kaç Kürdün görülmesi üzerine “PKK Dışarı”, “APO Dışarı” diye slogan atıp, hemen arkasından “Faşizme Karşı Omuz Omuza” diye bağırmak bir paradoks değil midir?
Yirmi günlük süre zarfında duyulan en içi boş ve çığ slogan ise, “Hükümet İstifa” sloganı idi.
Hani olmazdı da, velev ki oldu sayalım ve Hükümet; bu gençler istifa etmemizi istiyor, biz de istifa edelim deseydi ve önümüzdeki Pazar günü seçim yapılacak olsaydı ne sonuç alınacaktı?
İstifası istenen hükümet yine tek başına iktidar olacaktı kuşkusuz. Bu defa güvenoyunu tazelemiş şekilde çıkacaktı sahneye ve Dünya kamuoyuna da, bakın siz bana diktatör diyorsunuz ama ben halkımın oyları ile yine kazanmış olarak çıktım seçimden…
Hükümetlerden istifa etmesini ya da hükümetin bir şekilde gitmesini istiyorsanız, yerine koyacağınız şeyi belirlemeniz gerekmektedir CHP/MHP. Eskinin yerine yeni bir şey kayamıyorsanız/öneremiyorsanız, sadece Hükümetin istifa etmesini istemek, hem de mevcut Seçim Yasası ve Siyasi Partiler Yasası ile yine aynı hükümetin seçileceğini bile bile istifasını istemek, sadece istemektir ve öyle de kalır…
Alanlara sürülen kuru kalabalığın, “Hükümet İstifa” gibi saçma bir talep yerine daha tutarlı talepleri olmuş olsaydı, belki daha makul bir sonuç alınabilirdi…
Başbakan ile görüşen zevat, park/bahçe müdürü tavrı ile değil de gerçek mana da demokrasi taleplerini beyan etseydi sonuç alınabilirdi…
Onların talepleri sadece Park ile sınırlı kalmıştı, talepleri karşılık buldu (şimdilik). Bugün 51 yeni ağaç, 5 bin gül, bir dünya adını bilmediğim ot dikildi Gezi parkına…
Evet, o zevat (ya da meydanlarda ki insanlar)
-Biz, demokratik bir anayasa istiyoruz,
-Biz, Seçim Yasası’nın ivedilikle değişmesini, seçimlerde uygulanan ülke ve bölge barajının AB standartlarına çekilmesini istiyoruz,
-Biz, hiç bir başbakanın kendini Sultan/Şah olarak görmeyeceği bir sistemin temellendirilmesini istiyoruz deseydi…
Başbakanla görüşen bir avuç popülist cesaret edip te Sayın Başbakan;
-Sizin, sevişme standardımıza karışmanızdan rahatsızız,
-Sizin, etek boyumuza karışmanızdan rahatsızız,
-Sizin, nerde içki içip nerede içemeyeceğimize karışmanızdan rahatsızız,
-Sizin, nasıl yasayacağımızı belirlemenizden rahatsızız,
-Sizin, bize hakaret etmenizden bıktık,
-Sizin, rakıyı al aşağı edip ayran önermenizden rahatsızız deselerdi, ki dediklerini sanmıyorum.
Bu süreçte cereyan eden olayların Gezi ya da ağaç ile alakalı olmadığını herkes biliyor elbette, Başbakan da… Ancak maalesef talep edilen sadece Gezi, ağaç, ot-mot oldu. Şimdi sormazlar mı size, ölen bu adamlar Ot’tan bir sebeple mi öldü?
Vesselam, “gaz ile gelen yine gaz ile gider” (harika da bir hikayesi vardır bu gaz ile gelme muhabbetinin) deyimi yerini bulmuş oldu…
Ne bekliyordunuz?
Birkaç yüz bin insan istifa et dedi diye Erdoğan’ın istifa edeceğini mi sanıyordunuz? Ya da ilelebet Taksim’de kamp kurup işgalci güçler gibi yasayabileceğinizi mi?
Elbette ki hayır, sizin MAKUL olmayan hiç bir talebinizin yerini bulmaması yaşamın olağan akışına uygundur… Aksi olsaydı gerçekten şaşırtıcı olurdu…
Direniş Üzerine;
Evet, yirmi günlük süreçte enteresan bir direniş izledik… Direnen insanların yine direnen insanlara karşı itidal çağrıları yaptığı, bir yandan polise taş atılırken diğer yandan da “polise uzanan eller kırılsın” sloganlarının atıldığı bir garip direniş hikâyesiydi Taksim’ in hikâyesi…
Kabul etmek gerekir ki bu “karma”dan daha iyisini beklemek elbette mübalağa olacaktı. Popülizm ile Direnişi karıştıran birkaç zevatın öncülüğünü yaptığı ve birkaç malum siyasi çevrenin (Kemalist, Ulusalcı ve Faşist çevre) önayak olması ile yapılacak direnişten de ancak “Hükümet İstifa” gibi önü-arkası olmayan boş bir talep çıkardı…
Kendilerine vahşice saldıran kolluk kuvvetlerine karşı bu kadar naif bir tavır sergiliyorsa direnişçiler, sonuç kaçınılmaz olarak bu olacaktı; Polis tarafından ıslatılıp ıslatılıp dövülmek…
Polisin halka uyguladığı o vahşi şiddeti (talepleri, kimlik ve siyasi görüşleri ne olursa olsun) nefretle kınıyorum ve umut ediyorum ki; hayatlarında ilk defa polis şiddetine maruz kalmış, Devletin gerçek yüzünü görmüş olan Türk arkadaşlarımızın 40 yıldır Kürdistan’da Türkiye devletinin polis ve askerinin Kürd halkına karşı uyguladığı kırım ve kıyımı anlar ve acılarını anlarlar…
“Kürdler, her Newroz’da ve demokratik taleplerinde dile getirdikleri her gösteride daha da ağır bir şiddetin kurbanı oluyorlar ve bizde Penguen belgeselleri izliyoruz” diyebilirler… Kürd halkını haklı mücadelelerinde yalnız bırakan, devletin soykırıma varan vahşetine gözlerini kapayan (hatta devlet saflarında karşı duran) ve acılarına ortak olmayanların Kürdlerden duygudaşlık beklemesi, eşyanın tabiatına aykırıdır!
Herkese geçmiş olsun diyorum
Düşen (gerçek) Direnişçilerin hatırası önünde saygıyla eğiliyorum.
Bir anekdot; yasadığım ülke/şehirde bir Türkiyeli kurum tarafından “Taksim’e Destek Mitingleri” organize edildiği ve yetkililerden izin alindigi söylenerek beni de davet etti arkadaşlar… Ben de, gerçekten Faşizme karşı ve demokrasi talebi ile yapılacaksa (herhangi bir bayrak ya da flama olmayacaksa) elbette gelirim dedim…
Miting alanına vardığımda elindeki mikrofonuyla kitleyi ajite eden biri; “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” diye slogan atıyor, kitle de onun söylediklerini tekrarlıyordu. Mitingde taşınan en büyük döviz ise, “Ne Mutlu Türküm Diyene” saçmalığıydı… Faşizme karşı yapıldığı iddia edilen bir mitingde, faşizan pankart/afis ve söylemler… Ve ırkçılık/faşizm yani, eskiye özlem kokan alandan hemen ayrıldım…
FERDİ KARA
http://www.nasname.com/a/ferdi-karar-taksim-gezinin-ardindan
Nietzsche, Stirner gibi düşünürlerde (Nietzsche’den etkilenmiş olan Foucault’da da derinlerde aynı durum var) olumlu seyler bulmak için her şeyi tepe taklak yorumlamak, bu düşünürlerde bulunmayan, bir dizi kendilerinden sonra gelen düşünüre dayanarak hak etmedikleri bir kredi açmak gerekiyor. Evet, ahali koyun olmasın, hristiyan ahlakını, ezilmişlikte erdem tespit etmeyi benimsemesin. Asi olsunlar. Savundukları asi etiği işçiler benimserse isyan edebilirler, ama hangi çizgide bir isyan? “Ben ve güç” için. Komün ve dayanışma nerede?
Bunlar düz, dürüst okunduğunda sadece güce tapan bencil bireyciliğin savunusu vardır. Yani kabaca kapitalizmde burjuvanın dünya felsefesi. Nietzsche ve Stirner gibilerin tek vasfı, cüretleri, genel geçer doğrulara ve ahlaka küfüre cesaret edebilmeleridir. Fakat bu küfür, aynı Satanizm’deki gibi, sistemi sorgulayan değil, sistemdeki yenilmişin sistemin bütün değerlerini kabul ederek (güç = ahlak) sadece yenildiği için isyan etmesi, mızıkması karakterindedir. Kazanan Nietzsche’ci, kapitalisttir. Kaybeden Nietzsche’ci ise apolitik, kendine küçük bir iktidar alanı yaratıp onun kralı olma hayali içinde debelenen (Hakim Bey gib) sözde “anarşist” küçük burjuvadır. Satanist’ten amiyane tabirle adam çıkmadığı gibi, Nietzsche’ciden de adam çıkmaz bu nedenle.
Parodinin en ileri halinin aslından ayrılamaz hale gelmesi gibi. Egemenler “iktidar hakkı doğurur” der, Sokrat bile bu önermeyi binlerce yıl önce yerle bir etmiştir ama hala bu çürümüş fikir tüm iktidarın amentüsüdür. Evrenselci, ilerici, hümanist düşünce ise her zaman “hak, iktidarı doğurmalıdır” diye cevap verir. Nietzsche, Stirner gibi negatif modernistler ile Foucault gibi postmodernistler ise Satanizm’in kaliteli taklitleri olarak bir takla atarlar ve “evet gerçekten de iktidar hakkı doğurur, sen öyle diyorsan ben de böyle diyorum, kapışalım” der. Ve muazzam bir kafa karışıklığı ve baş aşağı bir teoriden başka hiç bir şey sunamazlar.
Her elitistin dünya felsefesi:
Nietzsche calls for exceptional people to no longer be ashamed of their uniqueness in the face of a supposed morality-for-all, which he deems to be harmful to the flourishing of exceptional people. He cautions, however, that morality, per se, is not bad; it is good for the masses, and should be left to them. Exceptional people, on the other hand, should follow their own “inner law.” A favorite motto of Nietzsche, taken from Pindar, reads: “Become what you are.”
https://en.wikipedia.org/wiki/Friedrich_Nietzsche#The_.22slave_revolt.22_in_morals
1000 sayfa Nietzsche okumanıza gerek yok: “Ben üstünüm ve yükselmeye yazgılıyım, bu pasaklı kitle ise sefil ahlakı ile beni aşağı çekiyor. Onların ahlakı onlara kalsın. Ben yükselmek için her şeyi yapmalıyım, benim ahlakım, üstün ahlak da budur”
Particilikten, parti siyasetçiliğinden, ‘milletin temsilcisi meclis’ kavramından ve onlarcasından nefret ettiğinizi biliyorum.
Jeremy Corbyn hakkındaki yazınızı okudum.
Şunu sormak istiyorum:
Eğer büyük sürprizler yaşanmazsa; 8 Kasım 2016’da dünyanın yeni başkanı Hillary Clinton olacak.
Günümüze gelelim:
The Democratic Party’de Bernie Sanders’in göreceli de olsa yükseliş yaşaması sizce bir saman alevinden mi ibaret; yoksa ağır ağır yaklaşmakta olan bir büyük depremin öncü sarsıntıları mı Gün bey?
Eğer başkan seçilirse, neler yapmayı planladığı ile ilgili en sağlıklı ve net bilgilere şu adreslerden ulaşabilirsiniz:
Income and wealth inequality:
https://berniesanders.com/issues/income-and-wealth-inequality/
Getting Big Money Out of Politics:
https://berniesanders.com/issues/money-in-politics/
Creating Decent Paying Jobs:
https://berniesanders.com/issues/creating-decent-paying-jobs/
Racial Justice:
https://berniesanders.com/issues/racial-justice/
Fighting for Women’s Rights:
https://berniesanders.com/issues/fighting-for-womens-rights/
Caring for our Veterans:
https://berniesanders.com/issues/caring-for-our-veterans/
A Fair and Humane Immigration Policy:
https://berniesanders.com/issues/fair-and-humane-immigration-policy/
War Should Be the Last Option: Why I Support the Iran Deal:
https://berniesanders.com/issues/war-should-be-the-last-option/
A Living Wage:
https://berniesanders.com/issues/a-living-wage/
Real Family Values:
https://berniesanders.com/issues/real-family-values/
Climate Change & Environment:
https://berniesanders.com/issues/climate-change/
Reforming Wall Street:
https://berniesanders.com/issues/reforming-wall-street/
Sanders hakkında da ayrı bir yazı yazmayı düşünür müsünüz?
Devrimci mirasın içinde yer alırlar.
Miülayim Sert, Nietzsche’nin sırrını çözmüş. Demon gibi aracı mubarek, bu sitede siyasi hayallerin sonsuz “aracı”olan -ironi- kutsal ile birlikte bir kişisel hile ile Tilmiz’in boş hayalinin engellediği içindir, üstadın yalnızlığının ve sürgüsünün sonuna varmamasından…bunu da gördük ya, bravo alkış .. Phaidros Sokratesi’in dışında mı tasarlanmıştır,küçük burjuva,onu hitap etmeyen,edemeyen bir sözün yanılsması,mimetik dnlemesi..şimdi düşünelim: sokrates için Phaidros bir öteki,başkasımıdır?başkası ise ironi k.burjuvanın olduğu yerde zerdüşt için cüce olan sokrat’mıdır? bir varlık dünyası düşün,besinini inanaçtan çekip alsın,yapmışmıdır devletçi platon veya sokrat?Vay be, N’nin kurgusuyla,gerçek kurguya,gerçek yanılsamayakapalı yol olmak bu olsa gerek..artık ölsem de gam yemem.bekleyen bahisleri kızıştırmak bir dünya yolu,elbette kuşkucu,huysuz olacak..Demon gibi siyasi inancı küçümsemeyen ,belki de onu sinsice dileyen bir aracı tanrı Mülayim..ne yani olamaz mı…geçmişin yıkıntıları üzerinden şirinlik yapmadılar,evet,yapmazlar..bide Zizek’e sormak gerek,dimi?
Kuzenovski, neler yazdığını çok anlamadım. Fakat tespitimi tekrarlıyorum:
Sokrates’in Thrasymachus ile olan diyaloğunda Thrasymachus “adalet, güçlünün lehine olan şeydir” tezini öne sürer. Yani “might makes right” olarak bilinen fikir.
Nietzsche’nin “İktidar arzusu”nun kutsanmasına dayalı Üstün-insan “etiği” ve Nietzsche’nin mirasçısı Foucault’nun “Gerçek, iktidarın bir etkisidir” şeklinde özetlenebilecek yaklaşımları Thrasymachus’un yaklaşımının aynısıdır.
Radikal, sert, asi bir cevap gibi durur bu tavır ilk bakışta. Mevcut durumu tespit ederken, içkin bir eleştiri barındırdığı varsayılır. “Varsayılır” çok önemli burda. Çünkü bunu varsayan sadece daha sağlıklı bir felsefeye sahip, bu sinik, relativist sofistlerden değil evrenselci gerçek felsefecilerden beslenmiş bireylerdir. Çünkü söylenen o kadar kazma bir şeydir ki, bu ancak tedavi önerisi değil problemin tarifi olduğunu varsayar düzgün düşünebilen insanlar. Oysa böyle değildir. Bu sofistler (Sokrates seviyesine bile gelememiş düşünürler, filozof değil, sofisttir) aslında gerçekten de ahlaken iflas etmiş bir sinisizm içinde takılıp kalmışlardır. Nietzsche’nin doğru, mantıksal yorumu Nazizm’dir. Akademide ise onyılları boşa harcatan Foucault’cu kafa karışıklığı ve soytarılık. Bu çizgi, asla evrensel bir insan topluluğuna eşitlikçi yönde kılavuzluk edemeyecektir, etmemiştir de zaten. Nietzsche’ci bir devrimci akım, Foucault’cu Stirner’ci bir ilerici örgüt bulamazsınız. Kariyerist akademisyenler bulursunuz sadece.
Yukarıda Gezi’nin hangi isyanlara benzediği tartışılmış.
Gezi, başarısız olmuş bir ulusolcu darbe girişimi olduğundan bence 9 Mart’a benzetilebilir.
Çok çok yanılıyorsunuz. Bunu AKP’liler söylüyor.
Mülayim’in Sertliği kalmış bu sefer sadece 🙂
Ayrıca ulusalcıyı ulusolcu diye çarpıtmaekta saçma. Ulusalcı ulusalcıdır, solculukla da pek ilgisi yoktur.
Ulusalcıların sol kanadı için iyi bir tanım bence. Sağ kanadı için de ulusağcı denebilir. Örneğin son yıllarında ulusalcılara yakınlaşan Demirel böyleydi. İlhan Selçuk da solu Demirel’le toplamayı önermişti.
https://www.youtube.com/watch?v=-LB0xSisoMw
Ulusalcılığın solculukla ilgisi olup olmadığını bir de Demir’e soralım isterseniz. Onun yazılarına göre -ben de aynı görüşteyim- bütün sol ulusalcıdır. Sadece İP benzeri ulusalcı sol değil enternasyonalist sosyalistler de. Çünkü enternasyonalizm de bir milliyetçiliktir. Ulus devleti ve ulusların varlığını inkar etmez, bunları “ezilen uluslar” için savunur.
Ulusalcı olmamak için bütün uluslara karşı çıkıp insanlığa aidiyeti savunmak, yapay sınırlarla insanlığı bölen ulus devletlere karşı mücadeleden yana olmak gerekir. Böyle bir hareket Gezi’de var mıydı?
senin troller yine dadanmışlar siteye gün abi. bayram tatili troller için erken bitti. napacan sen bunlarla? millet içip içip senin siteye dadanıyor baksana geziye ulusolcu darbe girişimi demişler. işin zor bunlarla.
bu arada konuyla pek ilgisi yok ama az önce şu clint eastwood’un yönettiği letters from iwo jima filmini izledim. etkileyici baya ya. beklediğimden iyi çıktı. sen sever misin savaş filmlerini gün abi? film tavsiye etsene.
hem de fazlasıyla vardı. Ulusalcılar sadece bir bileşendi Gezi içinde. Gezi’de bulunmamışsınız belli ki. Gezi’nin ruhu ulusalcılığa bütünüyle karşıydı. Öyle her şeye tukaka demek kolay bir şeydir. Aynı her şeye burun kıvıran eski TİP’lilere benziyorsunuz. Bazı şeyler çok solcu gibi görünür ama özünde sağcıdır. Öte yandan enternasyonalist bütün solu ulusalcı ilan etmek Demir Küçükaydın’ın tuhaflıklarından biridir. Ben en doğruyum, benim dışımda her şey yanlıştır megalomanyaklığıdır bu. Anarşistler içinde de vardır böyleleri.
ulusalcıların sağ ya da sol kanadı yoktur. Bu, ulusalcı kavramının yozlaştırılmasıdır. Demirel ulusalcı falan da değildir. Bal gibi sağcıdır. Ulusalcılık son 20 yılda ortaya çıkmıştır. Esas ideologu da İlhan Selçuktur. Bkz. bu sitedeki Galiyevcilik üzerinde el sıkışmak yazısı.
“[..] Gezi’nin ruhu ulusalcılığa bütünüyle karşıydı. [..]”
Hmmm.. ‘Gezi’yi coktan asmis, “Gezi’nin ruhu”nu konusuyorsunuz..
Vay canina..
Siz, sadece –son derece otoriteryen bir dille– Gezi guruhunun [*] ne oldugunu belirlemis degil, cok daha ileri giderek, bu guruhun ruhunun da karakterini/zihniyetini tespit etmissiniz (sabitlemissiniz).
E. Bravo.
‘Akilli Tasarim’ safsatasini o kadar da safsata degildi belki de..
Bu kadar kesin dille konusabildiginize gore, ‘Gezi’nin ‘Akilli Tasarim’cisi siz olmalisiniz. Sadece tasarimci degil, bireylerini de galiba siz urettiniz.
[*: ‘Guruh’ demekteki israrimin sebebi, hem burada hem de baska yerlerde (masumiyetini dile getirmek ve bunu da bir tur reklam abalaji olarak kullanmak icin], Gezi’ye katilanlarin onceden plan yapmamis, sosyal ve siyasal acidan heterojen (birbiriyle kel alaka) olduguna dair israrla yinelenen tanimdir. Baska her baglamda buna ‘guruh’ diyoruz. Kaldirim taslarini sokup etrafa firlatmak noktasina geldiginde de ‘mob’ diyoruz.]
[..] Öte yandan enternasyonalist bütün solu ulusalcı ilan etmek Demir Küçükaydın’ın tuhaflıklarından biridir. Ben en doğruyum, benim dışımda her şey yanlıştır megalomanyaklığıdır bu. Anarşistler içinde de vardır böyleleri. [..]
Yok, iste buna inandiramazsiniz beni. Solcular belki bir yere kadar, ama anarsistler kesinlikle sutten cikmis ak kasiktirlar. 😉
Soğukkanlılığınızdan beklenmeyecek üstü örtülü agresifliğiniz var. “Güruh” yollu saldırılarınız da bunun ürünü.
“Öte yandan enternasyonalist bütün solu ulusalcı ilan etmek Demir Küçükaydın’ın tuhaflıklarından biridir. Ben en doğruyum, benim dışımda her şey yanlıştır megalomanyaklığıdır bu.”
DK’nın blogunu bu site üzerinde gördükten sonra takip etmeye başladım. Sadece Türkiye’nin değil, Dünya’nın tek, biricik Marksist’i, hatta tek ve biricik Demokrat’ı da odur. Yoktur kendinden başka bir tane insan evladı, hepsi milliyetçidir. Garip olan şu ki, bu mükemmel Demokrat’lığı savunmak için aydınlanma evrenselciliğine sadık bir liberal ilericilik yeterlidir. Bununla dünya cumhuriyetini de, dini ve etnik kimliklerden arınmış evrenselci bir vatandaşlık tanımlamasını da savunabilirsiniz. Liberalizm buna kafidir. Ancak bu ideali gerçekleştirmek için bir arpa boyu yol alamazsınız. İstediğiniz kadar mantıksal tutarlılık için tek başınıza teorik olarak tepinin, aydınlanma ideallerini hayata geçirmek için emek hareketi ideolojilerini öne çıkarmaya (felsefi değil, sınıf mücadeleci Marksizm ve anarşizm) mecbursunuz. “Önce” dünya cumhuriyeti ve püripak bir demokrasi, sonra sınıf çelişkisinin çözümü tastamam idealist bir fantazidir.
DK, ilginç bir karakter doğrusu. Çözemediğim bir başka şey de yazılarında “biz” diye konuşması. “Şöyle demiştik, biz savunduk” vb. benim görebildiğim kadarıyla ise tek bir birey yazıyor bütün yazıları. Bu yoksa şu Kuran’da ve krallarda gördüğümüz “royal we” mi? Bu kadar çocukça bir megalomanya, gerçekten aktif değildir sanıyorum, bir yayın veya çevre adına konuşuyor olmalı.
“Soğukkanlılığınızdan beklenmeyecek üstü örtülü agresifliğiniz var. ‘Güruh’ yollu saldırılarınız da bunun ürünü.”
Yok, saldirgan tavir degil –sogukkanli (kisisel) bir tespittir.
Isin ilginc yani, yukarida yazdigimin neredeyse yarisini neden ‘guruh’ dedigimi aciklamaga ayirmistim. Galiba okumadiniz –ya da fazlasiyla hizli okudunuz.
Tekrar aciklayayim: Beyni olmayan kalabaliklara guruh diyoruz.
Seyir sporlarindan ornek verebiliriz, mesela.
Mac sirasinda, bir araya gelmis olan kalabaliklar ‘taraftar’dirlar. Belli bir takimi desteklerler, tezahurat yaparlar filan. Birincil amac takimi desteklemek olsa da, cogunun bihaber oldugu amac ise karsilikli hirlasarak/kufurleserek vs vb desarj olmaktir –malum.
Mac bitip stadyumdan disari ciktiklari andan itibaren de ‘guruh’ olurlar.
Diger guruhlara saldirmak ya da onlarinn saldirilarindan sakinmaktan ote ciddi bir amactan bahsedemeyiz.
‘Gezi’nin giris gelisme ve sonucu yukaridaki surece ziyadesiyle benziyor..
Birkac agac icin ‘maca gidenler’, diger gruplarin yaklasim, ve davranislarinin farkli oldugunu idrak ettikleri andan itibaren –kisa zaman icinde– hayal kirikliklarini dile getirmege basladilar.
“Kimisi 3 hilalli bayraklar burada ne ariyor?” derken, digerleri PKK flamalarina itirazlar ettiler. Otekiler, asiri alkol tuketiminden, temizlige itina gosterilmeyisinden vs sikayet ettiler. Polise aktif direnmek isteyenler kadar, bunun dogru olmadigini da soyleyenler oldu.
Bunlari tweetlerden hepimiz okuduk.
Daha sonra, bu saydigim ‘bilesenler’ hayal kirikliklariyla birlikte cekildikten sonra, geride kalanlarin onemli bir kismi da, nereden ciktini pek de cozemedikleri bir ‘Merkez Komite’ tarafindan rehin alinmak uzere olduklarini gorduler ve onlar da ayrildilar.
Guruhlar boyledir.
Baslangicta yonlendirici bir beyinle yola cikmadiklari icin, daha sonra da kolayca bir beyin tarafindan kontrol altina alinamazlar. Dagilirlar.
Iyi de, dagilmamakta israr eden yok muydu?
Vardi tabii ki.
Berkin Elvan vb vd gibi (ortulu ve kismen etnikkismen de inancsal) baglamda yogun derecede ajite edilmis, sokaga dokulmek icin zaten hazir hale yogrulmus olan Alevilerin sola meyyal olan bir kismi.
Zannedersem, sizin guzellemekle mesgul oldugunuz da bu sonuncusudur..
Bunlara ‘guruh’ demek cok da dogru olmaz tabii ki. Ama, ‘Gezi’yi temsil ettiklerini iddia etmek de oyledir.
Nahit ilginç birisi..
Ruhsuz, siyasi-sosyal düşünceler açısından karaktersiz ama bilmediği, ruhsuz olduğu için de anlayamayacağı Gezi Ruhu hakkında atıp tutabiliyor..
Malumat furuşluk cehaleti gizler mi? Bir de çıkarcı, mekanik , tetikçi yazarları bile savunanlar bu “anarşist-idealist” bir sitede neyi kanıtlayabileceğini umar? Belli, anlamadığı bir dünyada el yordamıyla konuşuyor..
Bakınız . Karagül diyor ki.. “bu adamların kalemi PKK dan tehlikeli!” Yani AKP muhalifi yazarlar.. Ogün biri de bunların hepsi hapse tıkılmalıdır yazıyordu Sabah’ta.. Ve Nahit’e göre bu adamlar aldıkları paranın hakkını veriyor!
Soru, Nahit de bu yazdıklarından bir şey alıyor mu?
Böylesi düşünceleri savunanlara insan sormak zorunda kalıyor..
“ogürsel”in 30 numarada, sayın Nahit hakkında yazdıklarının doğru olmasıyla birlikte; sadece sayın Nahit’e özgü de değildir.
Özellikle bugün; çoğumuz “Dunning-Kruger hâli”nden muzdaribiz!
Rakamların neleri ifade ettiğini, nasıl kullanılması gerektiğini öğrenmeden; matematik, geometri, fizik, kimya, biyoloji hakkında ahkâm kesmek; günümüzde fezaya çıktı!
Tehlikeli bir “ben biliyorum yaaa!” ilüzyonu içindeyiz, ve bunu kendimize hatırlatacak cesaretimiz yok!
“Socratic paradox”a yeniden yeniden yeniden dönüş yapmamız şart:
“Ipse se nihil scire id unum sciat.”
“I know one thing: that I know nothing.”
“Hayatta en iyi bildiğim şey; hiçbir şey bilmediğimdir.”
Sayın Nahit’i, bu satırların yazarını ve çoğumuzu; içinde kaybolduğumuz ilüzyondan kurtaracak öğelerden biri; Sokrates’in yukarıdaki nasihatı olabilir!
“bilmediği, ruhsuz olduğu için de [..]”
Ruh olcerinniz mi var?
“[..] anlayamayacağı Gezi Ruhu hakkında atıp tutabiliyor..”
‘Gezi Ruhu’nu bilmek ne demektir?
Metafizik bir seyler uzerine mi konusuyoruz; yoksa, hepimizin bir sekilde icinden/disindan sahit oldugumuz bir seyden mi?
“Malumat furuşluk cehaleti gizler mi?”
[Beraber yazilir; ama benden duymus olmayin gene de.]
“Bir de çıkarcı, mekanik, tetikçi yazarları bile savunanlar bu “anarşist-idealist” bir sitede neyi kanıtlayabileceğini umar?”
Katillerin bile savunuldugunu duymamis olmak, baskalarina cahil diyebilmegi mesnetli kilar mi sizce?
“Belli, anlamadığı bir dünyada el yordamıyla konuşuyor..”
Anladigimi hic soylemedim. Aksine, yeterince anla(ya)madigimi ise kac defa yazdim..
Cok sayida (kimin yazdigina bagli olarak, pozitif ya da negatif) yaziya dokulmus resmedisler okudum ama iclerinde serinkanli analiz sayabilecegim bir tane bile cikmadi bugune kadar.
Bana birisi sunu aydinlatincaya kadar ben Gezi’nin ruhunu da lafzini da anlayamayacagim:
Tarihte/tarihimizde, ‘Buyuk Sermaye’ tarafindan [Koc’undan Boyner’ine kadar] desteklenmis; ya da desteklemegi bir tarafa koyalim, sermaye tarafindan tehdit olarak algilanmamis baska benzer ‘ezilen’ler hareketi biliyor musunuz?
Numunelik olsun, bir tek ornek verebilir misiniz?
“Ve Nahit’e göre bu adamlar aldıkları paranın hakkını veriyor!”
Ah, bu okudugunu anlamamaklar, ya da yazarken carpitmalar..
Kimin aldigi paranin hakkini verip vermediginin kararini siz ya da ben mi veriyoruz? Patronu muyuz adamin?
“Soru, Nahit de bu yazdıklarından bir şey alıyor mu?”
Cevap: Kul kulu kendi gibi bilir.
“Böylesi düşünceleri savunanlara insan sormak zorunda kalıyor..”
‘Böylesi düşünceler’ derken?
Gezi’nin “ruh”u -Nahit’in deyimiyle “güruh”luğu- 31 Mart olayına da benziyor.
Tespitleri tekrarlamak… tekrarlamak eğitmedir, yani edilginleştirmedir, yani eşitleyip dümdüz etmektir. Her ne kadar güruhlar,yaşam,doğa, güçlerin ayrışıp karşı karşya geldikleri bir alanı sınırlıyorsa da kısıtlı koşullarda kültür tarihöteselliğinden kurtarıyorsa da, -ki buradaki tarihötesellik yepyeni ve özgün bir hiyerarşinin kaynağıdır- olağan düşüşü içinde, siyasi ve kültür gerilimleri yadsımaya ve uzlaşmaz çelişkileri ortadan kaldırmaya yönelir, ancak güruh ve kültür olgusunu sürdüren bu gerilim ve çelişkileride korur. çünkü o genel için tekrarlar/eğitir.yani ezberleri bozar da diyebilriz.Tespitleri tekrarlamak.. iyidir,güzeldir ama genele karşı olan şeylerin doğmasına da yol açmalı. Nietzsche diğerlerine karşıtlığı temel de budur,bunu iyi yapar. teorik ve insan düzleminde, ancak onu çok aşırı derecede eğiterek göreceli bir istisna oluşturulabilir.Üstün birey, egemenliğin oluşması ve güçlenmesi için disipline ihtiyacı olduğundan,genelden geçer.yani hangi disiplin olursa olsun,belki de ve özellikle her iç anlamdan yoksun olursa.
Asıl tartışılması gereken,vücut bulan gezi olayları hem buyruğu hem de itaati bünyesinde üretmez.,o bir dış otoriteyi ve daha büyük bir iç egemenliği reddeder,o zaman niye saldırılar ki. Nietzsche, salomo aşkında en yakın arkadaşından ihanete uğramayıp,kötümser olmasaydı, ona şiirler yazmasaydı, adım gibi emini gezi olaylarını göbeğinde vakur duruşuyla yer alırdı. -Belirli güruhlar itaat-a ve disipline uymak için yaratılmışlardır. Toplumsal bir ahlak varsa eğer, bu ahlak ancak anarşik istisnalar sıfatıyla,ancak ahlaksal eğilimin abartıları olarak bunlara katlanır…tutup bir allahın kulu Sokrates’in belge ile öldürüldüğünü, yani güruhsal töre ahlakı’nın geri gelmesi ile öldürülmesine neden değinmez yahu. Sokrates’in ölümü,genelin intikamıdır ve tanım olarak her zaman kazanan genelin intikamı. Belirli bir adımdan itibaren, simgenin seçmeli oyununa direnerek ölüm fermanı imzalar…o zaman yanlış güruhların gücü iyimidir demeliyiz,daha doğrusu güç iyi midir demeliyiz,sorgulamayız.Çeşitli katman güruhları gezide bir araya gelmiş,yeşili,kızılı,siyah-kızılı,kızlı-erkekli,ne yapmışlar?üstelik birden gelişen gönüllü birliktelik,düşen tohumu,ağaçları,hayvan dostlarını unutmayıp beslemişler. Kötü mü yapmışlar? Onlara güç kullanılmış… Nietzsche,Sokrates,Platon,Thrasymachus orada olsa ne yapardı peki? Güce güç! Diyalektikçinin son durağı anarşist olarak ölmektir, galiba… var mı başka seçenek?
Nietzsche Güç İstenci’ni buyruk olarak düşünmüş olabilir, değil, öyle düşünmüştür.Ayrıca geleceğin filozofu’nu şu iki karekteristikle,yani buyurması ve yasa koyması ile tanır. Bunun dışında, kuşkulanmak yerine deneyen kuşkuculuk biçimi, 2. Frederic’in örnek Figüründen hareket ederek göstermiştir. Böylece felsefik savaşı deneysel felsefenin merkezine almıştır. Zaten Zerdüşt kendini savaşçıların “kardeşi” olarak düşünmez mi? Bu ne demek? Gerçekten, savaş, baştan çıkarıcı ve devindiricigörüntüsü içinde “deneysel felsefe” hakkında tasarlanabilen en iyi modeli üretir. Savaş iki tür ortaya çıkış biçimi arasında bir yerdedir. Illustration,Poises-betimleme ve yaratma,buna göre Nietzsche yeryüzü egemenliği’ni teknik, savaş ve yaratıcı ün üçgeninde düşündüğü doğruysa, bunun nedeni, bu üç devindirici biçimin, Heidegger denetiminde, deneysel felsefe hakkında üç bakış açısı oluşturmasıdır.
Altını kalın çizelim… bu politik bir felsefe değildir ama nereye çeksen de gitmez…bir felsefe politikası ya da politika olarak felsefedir. Bu ipince çizgiyi görmek gerek. Hiyerarşinin doruk noktası olarak yönetici filozofun en yüksek düzeyde Platoncu direnişi bundan dolayıdır… o zaman?
Çok kaba da olsa bir ruh ölçer vardır.
Egemen zorbalara satılmış ve satılık yalakalarını görecek kadar bir ölçü her zaman bulunur. RTE ve bu polis devletini savunan, en iyi savunma saldırıdır şiarıyla Hitler’in basına yönelik yöntemlerini savunan kalemşörleri ölçen bir tarihsel akıl-birikim elbette vardır. Ne sanıyordunuz? Gezi’de olan biteni orada göremeyen ilk “ruhsuz” da siz değilsiniz; üzülmeyin. Görmediğini, anlamadığını inkâr eden ilk insan da siz değilsiniz; sevinin! Bu sizin tabiatınız; kusurunuz değil!
Bu konuları anlamadığını söyleyerek cahilce bu “ölçerleri” arayan, ya ölçüsü olmayan cahiller ya da ajan provakötörlerdir.
Aldıkları yüklü aylıklarla karşılaştırılamayacak maaşlı “meslektaşlarını”, kendi gibi “yalnızca” yazan yazarları “PKK’dan daha tehlikeli” (ki bu hapsedin hatta öldürün, hatta işkencede sorgulayın kışkırtısıdır; bu tespiti böyle anlamayan da siyaseten cahildir..) diyenleri savunanın; o yazarları hapse tıkmalı diyenleri mazur görenlerin ruhunun ölçüsü vardır, her zaman da olmuştur.
Egemenlerin her zaman köpekleri olmuştur. Vahşi, saldırgan (malum yazarlar gibi), yalnızca havlayan süs köpekleri.. Ya da munis, sevimli, şişko, tembel olanları… Her ideolojiye karşı hem de anlamadan yabancı.. İdeolojilerin içsel boşluklarını bir araştırma düşünme süreci ile değil, bencil dünyası ile uyumlu olmadığı için reddeden kestirmeci “ruhun” daki boşluklarda uçuş deneyenlere ait bir tür bilmiyordum.. Öğreniyorum… Ruh’u olmayanın ruh ölçer aramasını da bağışlanası görmeli, düşünüyorum…
(Not; köpeklerin köpekliği değil aşağılanan; aklı olduğu sanılarak köpekleşen insanlaradır eleştiri, bu sınıflama.. Zavallı hayvanlar kendi doğalarına uygun davranıyorlar da, burada yorum yazan dahil, neden bu karakterleri kopyalamıştır; insan anlamakta zorlanıyor..)
bilgisel züppelik…
“Malumatfuruşluk ayrı yazılır.. benden duymuş olmayın..” Bu denli “ciddi” meselelerde bu söylem bile arkasındaki ruh’un-ruhsuzluğun ölçüsünü ele verir.
Sıradan bir yazım hatasına karşılık “dili sürçen”, kendini ele veren kibir ve küçümseme.. Aldığı iyi eğitimin hakkını verememiş, bilgiler arasındaki köprüleri anlayamamış o bilgi yığınaklı aptalca özgüven…
Egosuyla başı dertte; çok dilli cehaletin sıradan bir örneği. Yabancı dil bilmekle akıllı olunacağını sanan bir çocukluk masalına kananlardan biri daha…
Derdini anlatamıyor; yalnızca tipik bir sinizm içinde debeleniyor.. Ama.. ama…
Yazar geçinen ama “ruhu” aslında cellat ya da gardiyan olanları bile savunacak denli sinik!
Her akşam bolca içerek kendinden kurtulabilirsin.. En iyisi bu!
“Asıl tartışılması gereken,vücut bulan gezi olayları hem buyruğu hem de itaati bünyesinde üretmez; o bir dış otoriteyi ve daha büyük bir iç egemenliği reddeder, o zaman niye saldırılar ki.”
Bu paragraftaki “o zaman niye saldırılar ki”yi, belki de isguzarlik ederek, uzerime alinip bir iki lakirdi etmek isterim.
Birincisi, bence bu –eger dogru anladiysam– ozunde bir haksizlik tasiyor: Ben, durduk yerde Gezi ile ilgili bir sey soylemedim. Ben, sadece, yazilanlari okudugumda, benim gorgu sahitligime uymayan kisimlarini dile getirdim.
Ikincisi: Bunun bir saldiri olarak algilanmasini hem yadirgiyorum hem de –baska bir acidan bakinca– ilginc buluyorum.
Niye yadirgadigim zannedersem yeterince asikar; dolayisi ile, onun uzerinde daha fazla durmayacagim.
Niye ilginc buldugumu ise kisaca yazayim:
GZ dahil, Gezi icinde olmayanlarin Gezi’yi anlayamayacagi soylendi, ima/ihsas edildi.
Bu ilginc, cunku guncel (ya da tarihsel) herhangi bir sosyal olayi (veya olguyu) degerlendirmek (hakkinda dikir serdetmek) icin o gun orada o olgunun/olayin icinde yer almis olmak gibi bir onsart duymadim ben bugune kadar.
Ama, burada, Gezi icin bu istenebiliyor.
Bitmedi: Gezi hakkinda hayranlik anlamina gelecek sozler etMEmek –saldiri olarak nitelenmege varacak kadar– negatif tepkiler alabiliyor.
Tepkiler, genelde, “zahirine degil de batinina bak” mealinde ve –bir sekilde– duygusal gucenmislikler dile getiriyor.
Bundan benim anladigim/cikarsadigim, Gezi –iste burasini anlamiyorum– (nasil olmus ya da oluyorsa) bir tur ‘kutsal inek’ mertebesine yuceltilmis.. Hakkinda konusmak, methiye anlamina gelmiyorsa, hos karsilanmiyor.
Butun bunlar, bana, tipik/klasik bir ‘cult’/’cemaat’ olgusunu cagristiriyor.
Cok ilginc (uzerinde durmaga/incelenmege deger) buluyorum: Ben baska bir seylerle mesgulken, galiba, yepyeni bir tarikat dogmus ve farketmemisim..
yorumlarınızı yayınlıyorum ama itiraf edeyim ki artık okumuyorum. Başlangıçta ilginçtiniz ama ilginçliğinizi kaybettiniz.
“yorumlarınızı yayınlıyorum ama itiraf edeyim ki artık okumuyorum.”
Anliyorum.
Olsun. Ben yine de aradabir ugrar, aynayla nefes kontrolunuzu yaparim.
“Her[m] ideolojiye karşı hem de anlamadan yabancı..”
Her fikirde oldugu gibi, her ideolojide de faydali bir sey vardir/olabilir.
Ama, konusunda soylenecek son sozmuscesine, ideolojileri bu denli kutsamaga karsiyim ben.
Fakat, bu araza, sanki din boslugunu gidermek intibaini verirmiscesine, sekuler/laik olduklarini israrla iddia edenlerde ziyadesiyle karsilasiyorum. Bu bakimdan, sasirdigimi soyleyemem.
Ben, bunun sebepleri uzerinde, sizin yapmaga ugrastiginiz gibi, amator psikanaliz denemeleriyle zamanimi ziyan edecek degilim; sadece bir tesit olarak soyleyip geciyorum.
“İdeolojilerin içsel boşluklarını bir araştırma düşünme süreci ile değil, bencil dünyası ile uyumlu olmadığı için reddeden kestirmeci ‘ruhun’daki boşluklarda uçuş deneyenlere ait bir tür bilmiyordum.. Öğreniyorum… Ruh’u olmayanın ruh ölçer aramasını da bağışlanası görmeli, düşünüyorum…”
Ogrenmenize bir nebze de olsa katkida bulunduysam ne mutlu tabii ki.
Fakat, ruh konusundaki bu hassasiyetinizin sebeplerini arastirmanizin gerekli oldugunu dusunmege basladim. Hissettiginiz eksikligi kapatmak icin ruh cagirma seanslarina katilmanizin faydali olabilecegini soyleyenler olabilir ama ben o kanaatte degilim.
http://marksist.net/tuncay-alp/400-de-yetmez-550-olsun.htm
http://marksist.net/utku-kizilok/bayrak-neyi-temsil-ediyor.htm
http://marksist.net/ezgi-sanli/suriyeli-multeciler-ve-vatan-savunusu.htm
Yukarıdaki milliyetçilik tartışmasıyla ilgili bazı eleştirilerim olacak. Mülayim Sert Küçükaydın’ın aşırı teorisizmini haklı olarak eleştirmiş. Fakat bu meseleye sadece sınıf ve emek hareketleri açısından bakması da bence yanlış. Ulusların aşılması demek, devletler arası sınırların süreç içinde aşınarak ortadan kalkması demek ise, bu süreci en çok hızlandıran olaylar fetihler ve kolonizasyon, emperyalist işgaller, savaşlar ve bunların yol açtığı nüfus değişimleri ve sığınmacı krizleri değil midir?
Gezi’nin başarısızlığının nedeni aslında çok basit ve CHP’nin iktidar olamamasıyla aynı; nüfusça azınlık olması. Eğer tam tersi olsaydı, Gezi isyanını muhalefetteki %50’lik AKP kitlesi CHP’nin azınlık iktidarına karşı yapsa başarılı olabilirdi ama öyle olsa zaten iktidar olacağından böyle bir şey olmazdı.
Veya Muhammed Mursi ve İhvan’ın devrilmesi de aynı nedenden kaynaklanıyor. Onlar da nüfusun çoğunluğunun desteğini alamadılar.
Gezi başarısız olmuş değil.
Gemi Batırıcı Muhalefet
M. Şevket Eygi
SİYASET, çare ve çözüm bulmak ve iyi idare etmek sanatıdır. Bir ülkede siyaset şiddetli kavga ve bir tür savaş haline gelmişse bitmiş demektir.
Çoğulcu sistemde iktidar kadar muhalefetin de önemi ve hizmeti vardır. Mutlaka muhalefet olması lazımdır. Nasıl bir muhalefet?
1- Kesinlikle vatansever olması gerekir.
2- Vasıflı olması gerekir.
3- Olumlu olması gerekir.
4- Âdil ve insaflı olması gerekir.
5- Sırf muhalefet yapmak için muhalefet yapmaması gerekir.
Muhalefet şu üç şeyi korumakla mükelleftir (yükümlüdür): Devleti, halkı ve ülkeyi…
Bu üçüne zarar veren muhalefet muzır bir muhalefettir.
Bir gemide gidiyorsunuz ve geminin sevkini, idaresini, nizamını beğenmiyor, kaptandan ve mürettebattan hoşlanmıyorsunuz. Siz kaptana kızıp gemiyi batıracak işler yaparsanız muhalefet değil, yıkıcılık ve batırıcılık yapmış olur ve korkunç bir felakete yol açarsınız.
Uçaktasınız, pilota kızıyorsunuz ve uçağa zarar verecek, düşürecek aşırı bir düşmanlık ve muhalefet yapıyorsunuz, bu da iyi değildir.
Bütün muhalifler için söylemiyorum ama bugün Türkiye’de çok aşırı, çok ölçüsüz, çok olumsuz, çok yıkıcı muhalefet yapanlar vardır.
Onların bir kısmı devlet ile rejimi (sistem veya düzeni) özdeşleştirmektedir. Bu, büyük bir yanılgı ve sapıtmadır. Devlet başkadır, rejim başka. Devlet devamlıdır, rejimler değişir, birbirini takip eder.
Türkiye’de yakın zamanlara kadar amansız bir egemen azınlık, vesayet, iç sömürge sistemi vardı. Bunlar şimdi gidiyor, aşırı muhalifler feryat ediyor, tehditler savuruyor.
1930’lu yılların rejimine dönmeliymişiz. Yani tek parti sistemi olmalı, muhalifler sindirilmeli, vatandaşlar inanç ve fikirlerinden dolayı asılmalı… Bu adamlara 2015 yılında yaşadığımızı nasıl anlatacağız?
Muhalefet sert olabilir ama asla kavgacı, şiddete dönük ve savaşçı olmamalıdır.
Kavga edildiğini farz etsek bile, kavganın kalitelisi vardır, bayağısı ve aşağısı.
Hüseyin Rahmi’nin Tesadüf isimli romanının ilk sayfalarındaki mahalle kavgasına benzer seviyesiz politik kavgalar ülkeye, devlete, halka faydalı olmaz, çok zararlı olur.
Muhaliflerin mutlaka kültürlü, ahlaklı, faziletli, centilmen, ruhen soylu olması vazgeçilmez bir şarttır.
Türkiye’nin 1930’lu karanlık ve kanlı tek parti yıllarına dönmesini istemek; akılla, mantıkla, kültürle, adaletle, insafla, sağduyu ile bağdaşmaz.
Yakın tarihte dünyada iki ülkede GEZİ kalkışması oldu.
Türkiye’de Taksim GEZİ kalkışması başarılı olmadı, ülkenin bütünlüğü korundu.
Ukrayna’nın GEZİSİ başarılı oldu, sonunda Kırım elden gitti ve doğusunda iki özerk bölge kuruldu, iç savaş başladı.
GEZİ zihniyetli, yıkıcı, tahrip edici, egemen azınlıkçı, vesayetçi, kavgacı; devlet ile sistemi birbirinden ayırt edemeyen, gözünü kin ve intikam duyguları kör etmiş aşırı bir muhalefet gemiyi batırır.
Bendeniz yukarıdaki satırları muvafık bir vatandaş olarak değil, muhalif bir Türkiyeli olarak kaleme aldım. Devleti (rejimi değil), vatanı, halkı koruyan ve gözeten bir zihniyete sahibim. Zaten benim politika konusundaki özelliğim, Peygamberin (Salat ve selam olsun ona) “Siz nasılsanız öyle idare olunursunuz” hadisini bilmem ve anlamamdır.
Allah Türkiye’yi gemi batırıcı çılgın muhaliflerden korusun.
http://www.gazetevahdet.com/gemi-batirici-muhalefet-3921yy.htm
Şevket Eygi muhalefetin nasıl olması gerektiğini yazmış.
Aslında egemen İslam düşüncesi muhalif anlayışı kabul etmez. Yani egemen İslam anlayışında ciddi anlamda muhalefet etmek, özgür düşünmek, iktidarı eleştirmek, onun yanlışlarını göstermek diye bir şey söz konusu değildir. Bir takım eleştiri bile olsa bunlar eleştiriden ziyade iktidara yardımcı olmak üzerine yapılan ve yine iktidara yaranmak üzerine yapılan eleştirilerdir. Yani iktidar ve egemen sınıf İslam dini dışından olmadığı sürece asla esaslı biçimde sorgulanamaz, iktidar İslam dininden ise onun her koşulda iyi olduğu kabul edilir. Aslında egemen İslam’ı bırakın; İslam dini bile muhalif anlayışlara ve düşünce özgürlüğüne olumlu bakmaz.
O yüzden Şevket Eygi iktidarı eleştirmek yerine çoğunlukla muhalefeti eleştiriyor. Bu düşüncenin geleceği yer şurasıdır: suçlu asıl olarak muhalefettir, bu yüzden de iktidarın büyük yanlışlarını gösteren muhalif düşünceler yok edilmelidir. Şevket Eygi’nin eleştirileri bu yüzden eleştiri filan değil. Şimdi diyelim bir iktidar çok büyük suçlar işliyor ve işledi, diyelim ki olağanüstü büyük cinayetleri işleyen bir iktidar var bunlar söylenmeli mi? Eygi’ye göre anlaşılan Müslüman İktidar suç işlemez ya da bu iktidar Müslüman olduğu için suç işlese bile o suç olmaktan çıkabilir. Kısaca Eygi’ye göre insanlar iktidarda olan ne yaparsa yapsın buna razı olacak. Diğer bir deyişle Eygi’ye göre insanlar durumda, iktidar ne yaparsa yapsın ona itaat edecek. Yani iktidarı ele geçiren İslam’ı bir iktidar istediği suçu işleyebilir, bunu net bir şekilde söylemek hainliktir ve gemiyi batırmaktır. Eygi vb. iktidarı bu kadar yüceltiyor. Aslında boşuna değil tabii, Siyasal İslam egemen sınıfın çıkarını en üst noktada savunan bir dindir. Ve öncelikli olan egemen sınıfın çıkarının korunmasıdır, egemen sınıfın çıkarına dokunan eleştiriler sonuna kadar doğru bile olsa hainlik, gemiye batırmak, vatana zarar vermek olarak kabul edilir. Bu yüzden İslam dininde egemen sınıfın temel yanlışlarını ortaya koyacak ve sömürü ilişkilerini sorgulayacak, bu konuda sorumlu ve suçlu olanların ceza almasına yol açacak, yani egemen sınıfa zarar verecek bir eleştiri kabul edilemez. Yani egemen İslam anlayışında gerçek anlamda muhalif olmak diye bir şey olmaz, olamaz ve olmamıştır da.
Kısaca egemen İslam dininin eleştiriye bakışı yalakalık üzerine kuruludur. Bu yüzden açık olarak çok önemli gerçekleri söylemeyen, söyleyemeyen ama gerçekte İktidara yalakalık yapan ve her koşulda iktidara yardımı amaçlayan ama öte yandan onu eleştiriyormuş gibi yapan yapmacık, suya sabuna pek dokunmayan eleştiriler kabul edilebilir.
İslam’ı iktidarla özdeşleştiren yukarıdaki yorumun tarihsel gerçeklere ne kadar aykırı olduğu ortada. İslam’ın daha ilk kuşaklarında dört halifeden üçünü öldürerek iktidardan düşürenler, Emeviler’e ayaklanan Hariciler, Medineliler, Muhtar, Abdullah bin Zübeyr, Hüseyin, Hüseyin’in torunu Zeyd ve onun oğlu Yahya gibi müslümanları nereye koyacaksınız?
İktidara karşı olmak da yetmez ayrıca. İktidarın yerine kimin geleceği düşünülmüyor. Esad iktidarıyla savaşanlar, Kaddafi iktidarını devirenler yerine daha iyisini koyabildiler mi?
İslamcıları eleştiren sol bir alternatif yaratabildi mi? Devrimle iktidarı ele geçiren solun tecrübesi ortada. Buna “gerçek sosyalizm bu değil”le cevap verenler, “gerçek İslam bu değil”cilerle aynı özdedir, sadece şekilleri farklıdır.
İslam tarihinde doğru düzgün düşünce özgürlüğü diye bir şey yok. Varsa bile uzun süreli olmadı. Ve en önemlisi bu tür düşüncelerin ifade edilmesi uygun bir ortam oluşturulmadı. Farklı düşüncelerin kendilerini ifade etmeleri türlü şekilde engellendi. Bugünkü İslam ülkeleri de düşünce özgürlüğü konusunda çok gerilerde. Çünkü İslamda felsefenin ve düşünce özgürlüğünün yeri yok. Gazali’nin felsefecileri yerden yere vuran, felsefe yapmayı kafirlikle neredeyse eş tutan kitapları ortada. Üstelik bunlar kabul görmüş düşünceler. Evet İbn-i Rüşt, Farabi gibi büyük felsefeci ve filozoflar var, ama kabul gören görüş değil bunlar. Bunların görüşü zaten bir anlamda lanetlenmiş.Şimdi bunlara sahip çıkmak da pek bir şeyi ifade etmiyor. Gerçi laf olsun diye sahip çıkılıyor, yoksa Gazali vb. görüşleri hala kabul gören düşünceler ve 1000 yıldır bu böyle.
Ayrıca bir şeyi açıklık getireyim: İslam toplumlarında muhalif çıkmaz demiyorum. Muhalif düşünceler çıkabilir. Asıl mesele bunun ne kadar meşru kabul edildiğidir? Örneğin Sovyetler’de bile totaliter Stalin düzenine karşı bir sürü muhalif insan çıkmıştır. Ama bunları göstermek Stalin’in düşünce özgürlüğünü savunduğunu ve Sovyet toplumunun özgür bir toplum olduğunu, muhaliflere tolerans gösterdiğini göstermez. İslam toplumlarında da muhalif insanlar çıkabilir. Ama diyorum ki İslam dini muhalif olmayı meşru olarak görmüyor, onlara gerekli toleransı göstermiyor. Hüseyin muhaliftir ama bunun bedelini hayatı ile ödemiştir üstelik peygamberin torunu olmasına rağmen, bunu da görmek gerekir. İslam’da özgür düşünce, demokrasi vb. diye bir şey olmaz, zaten tarih boyunca da olmamıştır. Özellikle sözünü ettiğim Sünni egemen İslam anlayışı için durum bu böyledir. ve 1000’li yıllardan sonra bu çok daha belirgin bir hal almıştır.
Mesele iktidarı yıkmak değil alternatifleri ortaya koyabilmektir deniliyor. Bu da kısmen doğrudur. Çünkü farklı düşünceler bir şekilde engelleniyorsa, insanların özgürce düşünmesinin önüne geçiyorsa bir anlamda alternatif olanlar da en baştan engelleniyor demektir. Yani bir anlamda iktidarın farklı çözüm önerilerini, düşünceleri engellediği bir ortamda ama alternatifler ortaya konmamış demenin de anlamı yok. Çünkü zaten bunu en başta engelleyen bir yapı ve iktidardan söz ediyoruz.
Şevket Eygi muhalefet nasıl yapılmalı konusunda akıl veriyor. Aslında Şevket Eygi’nin savunduklarından iktidarı neden sürekli savunmak, ona yalakalık yapmak zorundayız ve muhalefet neden gereksiz bir şeydir yargısına varmak zor değil. Çünkü aslında savunduğu şey bu. Ama bunu açık açık yapmıyor, vatan severlikten, gemiyi batırmaktan, yıkıcı olmaktan söz ederek aslında kendisi çok daha yıkıcı bir şeyi, gemiyi batıran iktidarları eleştirmeyi engelleyerek bir anlamda iki yüzlü ve başka türlü biçimde yıkıcı bir tutum içinde olmayı da savunuyor.
Şimdi Eygi Gezi olaylarını eleştiriyor. Peki iktidarın tutumunu neden eleştirmiyor, neden iktidara tek bir laf dahi etmiyor? Gemiyi batırmak söz ediyor Eygi. Ama iktidar bu gemiyi batırsa Eygi bu mantıkla tek bir laf bile edemez. Çünkü onun anlayışında iktidarın önemli yanlışlarını göstermek ve yanlışı yapanların cezalandırılması, ona karşı bir eylem vb. diye bir şey söz konusu olamaz. Çünkü onun anlayışındaki iktidarlar gemiyi milyar defa batırsalar bile iktidarda ve onun anlayışında oldukları için onlara her şey serbest. Eygi’nin sözlerinden anlıyoruz ki iktidarda olanlar ülkeyi istedikleri gibi yönetebilirler, isterlerse ülkeyi yıkabilirler, zor ve güç kullanarak iktidarda olanlar kendilerini kanun ve yasaların üzerinde görebilirler. Eygi’ye göre anlaşılan iktidar en berbat ve rezil zulümleri bile yapsa sadece çok kibar olarak iktidara lütfen bu şekilde davranmayın diyeceğiz. Bunun dışında herhalde iktidar, haksız yere halka saldırsa bile halk ölmemek için kendisini savunma hakkına bile sahip değil.
Diğer yandan Eygi yıkıcı eleştirinin yanlışlığından söz ederken Gezi olaylarına karşı son derece yıkıcı bir dil kullanıyor. Çünkü Gezi olayları ona göre gemiyi batıran bir anlayışa sahip. Yıkıcı bir eleştiri. Ama kendisi de paradoksal biçimde Gezi olaylarını yıkıcı bir dille eleştiriyor. Gemiyi batırmaya çalıştıkları için öyle yaptım diyebilir. Peki gemiyi batırmaya çalışan iktidarlara karşı neden bu kadar sus pus? Eygi, bunlara cevap veremez.
Eygi’nin “Türkiye’nin 1930’lu karanlık ve kanlı tek parti yıllarına dönmesini istemek; akılla, mantıkla, kültürle, adaletle, insafla, sağduyu ile bağdaşmaz.” sözü ise zırvalığın son noktası olmuş. Aslında şu anda zaten iktidar hızla 1930’lı yıllara benzer bir modeli savunurken, buna benzer çözümleri İslami bir kılıfla zaten uygularken Eygi bunları görmezden gelerek direk muhalefeti eleştirmiş. Trajik bir yazı. Gülmek mi ağlamak mı gerekir bilemiyorum.
Eygi iktidara tek bir laf etseydi bu kadar tutarsız durumda olmazdı ama bunu yapmadığı, yapamadığı için epey tutarsız bir duruma düşmüş ve her koşulda neredeyse tüm suçu muhaliflere yüklemiş. Gerçi onun böyle bir yazı yazması şaşırtıcı değil.
48 nolu anonim yukarıda şöyle yazmış: “İslamcıları eleştiren sol bir alternatif yaratabildi mi? Devrimle iktidarı ele geçiren solun tecrübesi ortada. Buna “gerçek sosyalizm bu değil”le cevap verenler, “gerçek İslam bu değil”cilerle aynı özdedir, sadece şekilleri farklıdır.”
Sosyalizm baştan beri farklı gelenekler üzerine kurulmuştu. Diğer yandan İslam’ın değişmez kabul edilen Kuranı temel aldığı, kölelik düzeni esaslı biçimde hesaplaşmadığı, düşünce özgürlüğü ve eşitlik konularında Kuran’ın çözümler önermediğini biliyoruz.
Bu yüzden sosyalizm ile İslam aynı kulvarda düşünceler değildir. Sosyalizmin Kur’anı yoktur. Sosyalizm düşünce, aklı, eşitliği, özgürlüğü ve realiteyi en öncelikli kabul ederken diğeri, İslam, dogmayı en öncelikli kabul eder.
Tabii buna rağmen farklı farklı İslamlar olduğu söylenebilir. Ben İslam deyince egemen ve daha çok kabul gören İslam anlayışlarından söz ediyorum.
Sosyalizm derken daha çok anarşizmi dikkate aldım.
İktidar veya muhalif olmak, düşünce özgürlüğü veya dini dogmalardan çok sosyal taban ile ilgili bir durumdur. Araplar içinde en güçlü kabilenin Kureyş, Kureyş içinde de en güçlü ailenin Emeviler olması nedeniyle egemenlik bunlara geçmiştir. Sonrasına kıyasla İslam’ın ilk yıllarındaki göreli eşitliğin nedeni de bu dönemde dayandığı tabandır. Muhammed’in mensup olduğu Haşimoğulları Kureyş’in zayıf ailelerindendi. Ebubekir ve Ömer’in boyları da böyleydi. Bu nedenle daha güçsüz ve yoksul sınıflara -Arapların daha aşağı boyları ve köleler gibi- dayanabildiler ve fetihler yoluyla toplumun enerjisini ortak düşmana yönelterek iç çatışmayı önlediler ve eşitliği bir süre sürdürebildiler. Fakat daha sonra fetihlerle birlikte devletleşme süreci ilerledikçe bu eşitlik bozuldu ve Emeviler’in karşısındaki güçler daha zayıf olmaları ve aralarındaki bölünmüşlük nedeniyle başarılı olamadılar.
53 nolu anonim tamam dediğiniz doğru olabilir de İslam ülkelerinde düşünce özgürlüğü ve muhalif olmak sorunu geçmişin değil, bugünün de sorunu. Evet bu sorun bir ölçüde geçmişte kaynaklanan bazı nedenlerden kaynaklanıyor olabilir. Bu nedenler bugün de etkili olabilir. Ama ben yine de insan iradesinin bazı şeyleri değiştireceğini düşünüyor ve her şeyin en baştan determinist bir şekilde belirlendiğini düşünmüyorum. Evet bu konuda koşullar olumsuz olabilir ama insanlar aklını kullanarak bu olumsuz koşullara da çare de bulabilir. Yani akıntı var o yüzden akıntıya karşı gidemezsin diyen birinin söylediğine başka biri rüzgarın gücünü kullanarak çözüm bulabilir. Yani aklını kullanmayı düşünmek ve sorunların çözümüne ulaşma konusunda mücadele etmek, sabit fikirli olmamak da önemlidir.
Diyebilirsin ki sorunların çözümünde muhalif fikirlerin oluşmasında sabit fikirler, dogmalar değil sosyal taban önemli. Sosyal taban da önemli olabilir. Ama bu dinsel dogmalar, kültür vb. bir anlamda organizmayı yönlendiren DNA kodları gibi toplumu da yönlendirecek bir güce sahip, o yüzden etkisiz olduğunu düşünmüyorum. Yani şu anki durumda bile sosyal tabanı değiştirmek istesek en başta buna dinsel dogmalar ve geleneklerle karşı çıkacaklardır. Zaten öyle de olmuştur. Örneğin bugünkü muhafazakar kesimin sol ve sosyalizme ne kadar uzak durduğu da açık. Bu insanlar çok düşük ücretle bile çalışsa solcu ve sosyalist olmaktan son derece uzaklar. Kafalarında sosyalizm ile ilgili sabit fikirler var ve dinsel dogmalar ile sahip oldukları kültür bunu destekliyor.
Tüm bunlara karşı ama sermaye bu yapıyı ve kültürü destekliyor denilebilir. Eğer tüm bunlara rağmen sermaye bu kültürü ve dinsel dogmaları şu veya bu biçimde destekliyorsa onun da üzerinde düşünmek, sermaye ne diye bunları bu kadar sola karşı destekliyor diye sorgulamak gerekir.
Bu arada şunu da eklemem gerekir: Din ve devlet birçok açıdan ayrılmaz bir bütünlük sergileyen unsurlar. Bakunin’in yazdığı Tanrı ve Devlet kitabında önemli tespitler var.
Müslüman olmadan önce Arapların bir devleti var mıydı? Müslümanlık, hatta Kuran’ın yazılışı ile birlikte İslam devleti oluşuyor. Devlet haline gelme ve Müslümanlığın ortaya çıkışı birlikte oluşan ayrılmaz unsurlar.
Yerleşik hayata geçme, devletlerin ortaya çıkması ve buna bağlı olarak ortaya çıkan sofistike, emredici ya da cezalandırıcı dinlerin ortaya çıkması birlikte oluşan unsurlar. Çünkü egemen sınıf itaati sadece silahla değil dinle, kültürle sağlıyor. Bu yüzden dinler egemen sınıfın itaat ve baskı aracı olarak kullanılmıştır. İslam dini ise daha çok egemen sınıfın ve devletin dinidir, çıkışı da devletin ortaya gelmesi ile birlikte meydana gelmiştir. Tek bir Kuran’ın ortaya çıkması, yazılması bunun kitlelere kabul ettirilmesi de ancak devlet yoluyla olabilirdi.
Gezi, 2007 Cumhuriyet mitinglerinin bir devamı niteliğindedir. O dönemde Birikim’de çıkan bir yazıdaki şu ifadeler bu kitleyi iyi tanımlıyor;
Görülüyor ki, demokrasi bu kesim için olmazsa olmaz değildir, önemli olan hayat tarzlarının idame edebilmesidir. Önemli olan, eşleriyle, sevgilileriyle sokakta rahatça dolaşabilmeleri, istedikleri zaman soğuk bir bira içebilmeleri, mümkünse etrafta fazla türbanlı, badem bıyıklı insan görmemeleridir. Burada tuhaf olan, bunları isterken, feci halde endişesini yaşadıkları “şeriatçı” ortamın zemini olan yoksulluk, sosyal adalet gibi sorunların yanından geçmemeleri, olayı sadece bir asayiş sorununa indirgeyip, “ilgili” kurum ve kişilerden çözüm beklemeleridir. Cemil Ertem’e (2007) göre de bu mitingler orta sınıfın diktatörlük talebidir. Ulusalcılığın da ana kaynaklarında biri haline gelen “çağdaş” kesim, AB ve küreselleşme karşıtı, kapalı, ulus-devlet normlarında bir toplum tahayyül eden, Türk kimliği, bayrak, gurur gibi sembollerde son derece hassas, çevresinde türbanlı, Ermeni, Kürt vb kendi yaşam tarzına aykırı öğeler görmek istemeyen, farklı fikirlere tahammülsüz, tek tipleşmeci bir tipoloji sergilemektedir.
Tarz-ı hayat savaşları – Ahmet Salih Aktaş
islamın devletle ne denli uyuşumlu bir din olduğu bana hep tartışılması gereken bir mesele olarak görünüyor…
tarih tam tersi bir sonuçlar gösteriyor dense bile…gerek Kuran ayetleri gerekse peygamber dönemi bu sonuca varmayı pek mümkün kılmıyor bence….
ayetler bahsini bir yana bıraksak dahi
devletin kuruluş çekirdeğini oluşturan ordu, maliye, profesyonel bürokrasi-yönetici elit ilk peygamber döneminde yok…
AKP’nin bakış açısı bu, Gezi’ye. Hiç ilgisi yok. Bu yazılardan haberdar değildim. ÇOk kötü bir değerlendirme. Gezi, onların tanımladığı gibi bir şey değildi.
Bir iktidarı devirmek, ölümü göze alan örgütlü bir mücadeleyle mümkündür ancak. Mücadelesiz, tüketici yaşam biçimleri nedeniyle şehirli orta sınıfların AKP iktidarını devirmesi eşyanın tabiatına aykırıdır.
“ayetler bahsini bir yana bıraksak dahi
devletin kuruluş çekirdeğini oluşturan ordu, maliye, profesyonel bürokrasi-yönetici elit ilk peygamber döneminde yok…”
Peygamber döneminde aslında İslam hızla devletleşme yoluna girmiştir. Ordu vardır. Bu ordunun gücüne dayanarak Suudi Arabistan’ın tamamı ele geçirilmiş, diğer ülkelerin ele geçirilmesi için uğraşılmıştır. Ordu olmadan, üstelik çok güçlü bir ordu olmadan bunlar mümkün değil.
Tabii devlet bir anda oluşmadı, ama devletin oluşmasının çok önemli temeli atıldı, diğer kabilelerin etkisiz hale getirilmesi ve İslam bayrağı altında birleşmesi vb bunun en açık ifadesidir. Ordunun oluşturulması, ülkede birliğin sağlanması ile bunların temeli hazırlandı. Orduyu komuta eden peygamber idi. Daha sonraki komutanlar ise halife oldu. Orduda ilk başlarda belki de etkili bir hiyerarşi oluşmamış olabilir, bu dönemde ordu İslamın hızlı bir biçimde yayılmasını sağladı. Böylece kültürel bir birlik ve itaat sağlandı. Bunların devletin oluşması için önemli adımlardır.
Nitekim bir süre sonra, çok daha uzun olmayan bir süre içinde, İslam devletin ortaya çıktığı görülecektir. Üstelik İslamın ve Kuran’ın gerçek anlamda ortaya çıkışı bu devletin ortaya çıkması ile birlikte olmuştur.
Tabii ordu deyince şimdiki anlamda profesyonel ordu olmayabilir. Ama savaşan bir ordu vardır. Nitekim peygamberin bir sürü savaşlara katıldığı ve İslamı bu savaşların da yardımıyla tüm Arabistan’a yaydığı belirtilmektedir.
Şimdi ufak bir beylikten, Osmanlı beyliğinden Osmanlı devletinin kurulmasına bakalım. Belki ilk başlarda profesyonel bir ordu yoktur ama savaşlarla Osmanlı beyliği hızla güçlenmiş, diğer beylikleri etkisiz hala getirmiş, sonra da devlet haline gelmiştir. Yani devlet bir anda ortaya çıkmayabilir, ama onun temelleri ve savaşlarla güçlenme, diğer beyliklerin işgal edilmesi ile atılmıştır.
Peygamberin yaptığı savaşlar, yüze yakın savaştan söz ediliyor. Bu savaşlarla diğer kabileler de İslam dininin boyunduruğu altına girmiştir. Bakın:
https://en.wikipedia.org/wiki/List_of_expeditions_of_Muhammad
“Peygamberin yaptığı savaşlar, yüze yakın savaştan söz ediliyor. Bu savaşlarla diğer kabileler de İslam dininin boyunduruğu altına girmiştir. Bakın:
https://en.wikipedia.org/wiki/List_of_expeditions_of_Muhammad”
Aslında yukarıda verdiğim listede savaşlar sözcüğünden ziyade askeri istilalar, seferler sözcükleri de kullanılabilir.
Ayetten söz edilmiş. Bir sürü ayet bulunabilir otoriteye itaat ile ilgili. Ama Nisa 59 bile bunun için yeter.
Nisa 59 Diyanet: Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre (idarecilere) de. Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resûlüne arz edin. Bu, daha iyidir, sonuç bakımından da daha güzeldir.
Nisa 59 Ahmed Hulusi: Ey iman edenler! Allâh’a itaat edin, Rasûle itaat edin ve sizden Ulül Emr’e de (Hakikat ve Sünnetullah bilgisine sahip olarak hüküm verme yetisine sahip olana). . . Bir şey hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde -şayet Allâh’a ve gelecekte yaşanacak sonsuz sürece iman ediyorsanız- onu Allâh’a ve Rasûlüne döndürün. . . Bu hem daha hayırlı ve hem de tevil olarak (işin aslına, uygunluğuna ulaşma bakımından) daha güzeldir.
Nisa 59 Ahmet Tekin: Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, kitabındaki hükümleri uygulayın. İlâhî hükümleri icraya, ülkeyi imara, dünya düzenini kurmaya, sağlamaya memur Allah’ın tek yetkili Rasûlüne, onun sünnetine, sizden olan ülülemre, İslâmî düzeni yürüten yetkililere, uzmanlara itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a, Allah’a imanın gerektirdiği esaslara ve âhiret gününe iman ediyorsanız eğer, Allah’a, kitabına ve Rasûlüne, sünnetine başvurun. Bu daha hayırlı ve doğuracağı sonuçlar bakımından daha güzeldir.
Nisa 59:Ahmet Varol: Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, peygambere ve sizden olan yöneticilere itaat edin. Bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız onu Allah’a ve Peygamber’e götürün. Bu daha hayırlı ve sonuç bakımından da daha güzeldir.
Nisa 59: Edip Yüksel: İnananlar! ALLAH’a uyun, elçisine uyun; sizden görev başında olanlara da. Her hangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz onu ALLAH’a ve elçisine havale ediniz. ALLAH’a ve ahiret gününe inanıyorsanız… Bu, sizin için daha iyi ve en güzel çözüm yoludur.
bir egemen devlete karşı savaşan silahlı halkı ordu sayabilir miyiz? o zaman bütün savaşlar ordu ve devlet savaşı sayılır demek olur ki….devlete karşı sadece devletler savaşır anlamına gelir….ki vay halimize….
devlet denince benim anladığım….bir mülkiyet tarzıdır….mülkiyet varsa devlet var demektir. zaten mülk kelimesi ekonomik sahiplik demek olduğu kadar aynı zamanda siyasal bir idareyi de içerir…ki bu, sahip olunan ekonomik kaynağın “sahipliğinin garantörü olan bir” yöteen irade anlamı taşır…
bu irade en başta maliye-para, ordu ve bürokrasi-yönetici elit demektir…bunlarsız bir devletten söz edemeyiz bence….günümüzde birkaç ordusuz devlet ismi sayılmakta ise de bunlar diğer devletlerin “mülkiyet ilişkilerini tanzim ettiği yapılardır…
islamda (teorik olarak da olsa) mülk Allahındır (LEHÜL MÜLK) YANİ HERKESİN VE HİÇ KİMSENİN….
peygamber zamanındaki savaşlar, silahını da kendi elde eden halkın katıldığı savaşlardır…ordu halife Ömer döneminden itibaren kurulmuş…..devletleşmenin de temelleri bu aşamada atılmıştır….
ki zaten islamdaki yozlaşma ve aslından sapmanın getirdiği bölünme ve parçalanma bunun üzerine vuku bularak günümüze kadar gelmiştir….islamdaki devlet-dışı yatay hiyerarşi (imamet yani dinsel halk önderliği) bu değişimlere paralel olarak yerini devletsel bir yapılanma olan hilafete bırakmış….başka bir ifade ile Allahın olan mülk devletin ve ona egemen olan kliğin “mülkü” yani hem malı hem de sultası halini almıştır…
burada uzatmadan kısaca değinirsek haricilik ve şia temelde bu duruma bir itiraz olarak tarih sahnesine çıkmıştır…(bilindiği gibi Hakem Olayı ila Ali de halifelik ouynuna dahil olunca, harici itiraz ona yönelmiş ve Nehrevanda Harici kıyımına yol açmıştır…Şialık işi velayet-i fakihlik kılıfıyla devletleşmesini hala da sürdürmektedir…)
nisa 59 bu tartışmalarda karşı argüman olarak kullanılan hemen hemen tek ayet olsa da tefsir edilişi bana hep problemli gibi geliyor….şöyle olabilir de
“Müminler Allaha, peygambere ve onlardan yana (ulul emr) olanlara da” yani Allaın emrettiği ve peygamberin tebliğ ettiği esaslara uygun olarak görev alanlara da uyun”… ki bu MÜLKÜN yani EGEMENLİĞİN ALLAHIN OLDUĞU” amentüsünün mantıksal sonucuna uygun bir açıklama olur, diye düşünelim…
bir de şu sorulara yanıt arayan bir okuma yapsak, hangi neticelere ulaşırız acaba?
Kurandaki ayetlerde Yasama,yargı ve yürütme erkleri konusu nasıl ele alınmıştır? (evlilik, nikah, boşanma , miras, vb)
toplumsal yaşamın tüm örgütlenme biçimleri (yardımlaşma, savaş, haslıklarla mücadele) devlet ile mi yoksa “sivil” toplum ile mi düzenlenmelidir?
Kuranda devlete ilşikin ayetler hangilerdir ve bize nasıl bir toplum yaşamı öğütlerler?….(sadece nisa59 yeter mi….ha bir de beytülmal konusu var ki “devlet hazinesi” olarak gösterilir ki sivil toplumun yardımlaşma sandığı demek daha doğrudur)
burada bırakayım….
Gazali şöyle der:
“Din ile sultan (dünyevî iktidar) ikiz kardeştir. Yani din, hem insanın, hem de toplum hayatının temeli, devlet (sultan) ise dinin koruyucusudur. Bu nedenle devlet zayıflarsa temel de ortadan kalkar. Ayrıca sultan, Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir. Allah’ın seçtiği kimse olması hasebiyle insanlar sultana itaat etmelidir. Sultan adil olmalı, âlimlere, fazilet sahibi ve tecrübeli kimselere önem vermeli, onların bilgilerinden devlet işlerinde istifade etmelidir.”
Daha öncede söylemiştim Gazali egemen Sünni İslam anlayışını simgeler. Ve söyledikleri önemlidir. Ve Gazali’nin bu sözleri İslam’ın ne yöne doğru kaçınılmaz olarak geliştiğini,, yani bir anlamda Bakunin’in din ve devlet ile ilgili tespitlerini de çok açık biçimde doğrulamıştır.
“HAKİMİYET sadece ALLAHINDIR”.bu demektir ki Sultanlık sadece Allah’a ait bir sıfat olabilir… Kim ki buna itiraz eder ise şerik(ortak) koşan bir “müşrik” olur…
gazali de dahil….zaten bu mantık, “zalim de olsa devlete itaat edin” sunni akidesine kadar “ilerlemiş” ve dinin özü olan “zalimmüslüman baban da olsa zülme karşı çık…..mazlum kafir de olsa hakkını alması için, adalet için mücadele et” ilkesini unutturmuştur….
“bir egemen devlete karşı savaşan silahlı halkı ordu sayabilir miyiz? o zaman bütün savaşlar ordu ve devlet savaşı sayılır demek olur ki….devlete karşı sadece devletler savaşır anlamına gelir….ki vay halimize…”
Peygamberin yaptığı askeri istilalardan söz ettim. Bu askeri istilalar sonucunda esir olanlar köle yapılıyor, mallarına el konuyor, insanlar Müslüman olmak zorunda kalıyordu. Bunlar din ile birlikte kaçınılmaz olarak devletin olmasını sağlar, zaten devlet olmuştur da. Yani bu tür sürekli artarak her seferinde büyüyen, ortak bir merkezden kontrol edilen, sonra da başka devletleri de istila eden seferler kaçınılmaz olarak devletin oluşmasını sağlar.
Kuran değişik biçimlerde yorumlanabilir tabii. Zaten en başta da söyledim egemen İslam anlayışından söz ediyorum diye.
“devlet denince benim anladığım….bir mülkiyet tarzıdır….mülkiyet varsa devlet var demektir.”
Devlet insanların mülkiyet hakkı olmasa da olur. Tüm mülkiyet devletin de olabilir. Örneğin Marksist devlet. Devletin oluşmasını büyük bir merkezi otorite ve bu merkezi otoriteye itaat sağlar. Böylece büyük bir merkezi otorite ile güç ufak bir azınlığın elinde kalır, bu durumda kaçınılmaz olarak hiyerarşi ve bu hiyerarşiye itaat, yani devletleşme ortaya çıkar.
Devletlerin İslam inancına aykırı kurumlarından en çok bilinen bazı örnekler hatırlanmalı.
İlk kez Osmanlıların Yeniçeri ordusunu kurmak için başlattığı devşirme sistemi bunlardan biri. Daha önceki İslam devletlerinin köle kökenli (memluk) askerlerden kurulu orduları vardı. Fakat İslam devletinin kendi hür vatandaşı olan gayrimüslimlerden kapıkulu -bir nevi köle- devşirmesi şeriata aykırı bir uygulamaydı.
Diğer bir uygulama İslam’ın yasakladığı hadım etme ve hadım ağalığıdır. Bunu da ilk başlatan Muaviye olmuş, daha sonra Abbasiler döneminden itibaren yaygınlaşarak bütün İslam devletlerinde sürmüştür.
Kurtuluşu ve mutluluğu dinde arayan, insanı insan olduğu için değil, “yaradandan ötürü”, başka deyişle “kul” olduğu için ve “kul” olduğu ölçüde seven, mutlak biatı ve itaati savunan bir felsefe bu.
Bu felsefeden gerçek özgürlük türemez.
Gerçekten özgür insan ‘evvel insan’ der.
İnsanı insan olduğu için sever.
Özgür insan kulluğu reddeder, ‘efendi’ (velev ki Allah ve/veya peygamber olsun) tanımaz.
Özgür insan ’emre’ itaat etmez.
Bu kadar basit.
Taban tutmak için insanı ve iradesini hiçleştiren bu düşüncelere taviz verenler, İslami düşüncenin gerçek bir demokrasi, hatta sosyalizmle bağdaşabilirliğini kanıtlamaya çabalayanlar, insanlığın kurtuluşuna zerre kadar katkıda bulunamazlar.
http://www.facebook.com/notes/seyfi-cengiz/bayramlara-dair/630276213690078
“Hâkimiyet sadece Allah’ındır.” ve “Mülkiyet Allah’ıdır.” denilmiş.
Bunları söyledikten sonra Müslüman olmayanlara karşı yapılan askeri istilalar, seferler, bu seferlerle insanların türlü şekillerde Müslüman olmaya zorlanmasını ne şekilde düşünmek gerekir? “Hâkimiyet Allah’ındır.” diyerek insanlar üzerinde askeri istila ve savaşlarla egemenlik kurmak daha çok bu sözlerin arkasına saklanmaktır. Yani bir anlamda bu sözlerin arkasına saklanarak insanların egemenliklerini, mallarına el koymaya çalışmaktır.
Üstelik bu sözlerin de birçok açıdan belirsizliklerle dolu olduğunu söylemeliyim. Yani hâkimiyetin Allah’ın olması ne demektir, insanın hiçbir hâkimiyeti, iradesi olamaz mı, mülkiyetin Allah’ın olması ne demektir, insanın sınırlı da olsa mülkiyeti, malı olamaz mı, bunları kullanamaz mı? Veya insanların hiç malı, mülkü olamaz mı? İnsanların toplu halde malı mülkü varsa bunlar ne şekilde kullanılacak? Kimse hiçbir şeye sahip olmayacaksa ortak olan yerler hangi kurallara göre nasıl yönetilecek? Bunlar uzun uzun tartışılacak konular.
Fakat bir şey daha var: Sadece söylemek de yetmez uygulamaya bakılır. Uygulama ve uygulamanın sonuçları, ve uygulanabilirliği.
Tabii şu da var: tüm mülkiyetin herkese ait olduğu söylenebilir. Ama merkezi bir otorite oluştuğunda durum böyle bile olsa, herkese ait olduğunu söylenen mülkiyetten de en fazla yararlananlar merkezi gücü ellerinde bulunduranlar olacaktır.
Nahit arkadas D,Kücükaydinmi? Hazir burada bulmusken biraz görüslerini tartissak ?
67 nolu yanıt da bana ait.
Devlet kadar halk çoğunluğunun dini de İslam’ın ilk döneminde olmayan uygulamalarla doludur: mevlid, teravih, tesbih, türbe, minare gibi şeyler dine sonradan eklenmiştir.
Medreseler, müderrisler de:
“Gerçekten de medrese bilgisi ne acayiptir, birisi bir kitap yazar, biri çıkar onu kendi kafasına göre şerh eder, bir başkası o şerhi hâşiyeler, başka biri de hâşiyeye talikat yazar, kitap uzar gider, asıl maksat da satırlar arasında kararır, belirsizleşir, kaybolur.”
[Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre ve Tasavvuf, s.106]
http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2015/10/dunyada-ve-turkiyede-neden-guclu.html