Karşıtların İkisi de Devletçidir!
Marx’ın en büyük yanılgılarından biri, toplumsal devrimin devlet mekanizması aracılığıyla gerçekleşebileceğini, en azından bu manivelanın toplumsal devrim için kullanılabileceğini düşünmesiydi. Ne var ki, bugünkü takipçilerinden farklı olarak, Marx, yine yanılsa da, bir “proleter devleti” öngörmüştü.
Bugünküler öyle mi ya. Gerçi onların ufuklarında artık toplumsal devrim diye bir hedefin de kaldığını sanmıyorum ama en azından bir toplumsal değişim için bu takipçiler, umutlarını halihazır kapitalist ve burjuva devletlerine bağlamışlardır. Marx’tan çok çok geridedirler. Tarih ileriye falan gitmiyor!
Marksist gelenek, yirminci yüzyılın başlarında önemli bir yarılma yaşadı ve iki ana kesime ayrıldı: Menşevikler ve Bolşevikler. Menşevikler, ta o zamandan Avrupa’nın burjuva devletlerine bel bağlayarak bugünkü sosyal demokratik ve liberal geleneği oluşturdular. Bolşevik kanat, Marx’ın “proleter devleti” tezlerine daha bağlı gibi görünüyordu, ne var ki, Sovyet devriminden sonra o da reelpolitikaya batıp bir yozlaşma içine girdi ve Marksist geleneğin bugünkü “üçüncü dünyacı” versiyonlarının temel taşlarını döşedi. Kapitalizm yolunda Avrupa’ya göre görece “geri kalmış” Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki burjuva devletlerine bel bağlayan, bugün en uç noktalara varıp ulusalcı tonlara bürünen akım, bu geleneğin ürünüdür.
Bugün, kısaca liberal ve ulusalcı olarak adlandırdığımız bu iki akım birbirinin gözünü oyarcasına bir didişme içindedir Türkiye’de. Menşevizmin devamı liberal akım, bu geleneğin doğal sonucu olarak, toplumsal devrimi tamamen unuttuğundan, “demokrasi” adına umudunu Avrupa’nın “ileri” kapitalist devletlerine, daha somut bir ifadeyle Avrupa Birliği’ne bağlamış bulunmaktadır. Avrupa Birliği’ne “emeğin Avrupa’sı” adını vererek kendini kamufle etmeye çalışan bu akım, bütün özgürlükçü söylemlerine rağmen devletçidir. Çünkü Avrupa’nın kapitalist devletlerinin birliğinden başka bir şey olmayan ve gerçeklikte, gerek Avrupa işçi sınıfını, gerek Avrupa’ya sığınmış göçmen nüfusu, gerekse de dünya emekçilerini sömürerek ekonomik büyümesini sürdüren Avrupa Devletler Birliğinin destekçisidir.
Öte yandan, Bolşevizmin tereddi etmiş bir biçimi olan ulusalcılık da, yine toplumsal devrimi unutup, “anti-emperyalizm” aşaması adına “üçüncü dünyanın” (Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın) ulus devletlerine bel bağlayarak açıktan devletçi, hatta bu devletlerin uyguladığı baskıcı diktatörlük rejimlerinin savunucusu haline gelmiştir.
Gördüğümüz gibi, her iki akım da, Marksizmin, toplumsal devrim için devleti kullanma argümanının iyice yozlaşmış biçimleridir. Yukarda belirttiğimiz gibi, Marx böyle bir değişim için proleteryanın devleti kullanmasını öngörmüştü. Bu iki akım bugün, “proletarya”dan tamamen vazgeçmiştir. Biri, “demokratik” olduğunu iddia ettiği Avrupa burjuvazisinin ve devletlerinin, diğeri de “anti-emperyalist” olduğu vehmine kapıldığı “üçüncü dünya” burjuvazisinin ve devletlerinin peşine takılmış, bunların yedek ve destek gücü haline gelmiştir.
Her ikisi de devletçidir.
Her ikisi de toplumsal devrimden vaz geçmiştir.
Her ikisi de proletaryaya “elveda” demiştir.
Her ikisi de proleteryanın aşağıdan toplumsal başkaldırısına karşı halihazır devletlerin yanındadır ve onların bekçisi konumundadır.
Birbirlerinin gözünü oymaları, kapitalistler arasındaki paylaşım kavgasında patronlarının taşaronluğunu yapmalarından kaynaklanmaktadır.
Proletaryanın ve dünyanın ezilenlerinin kendi özgüçleriyle gerçekleştirecekleri bir dünya toplumsal devrimi, patronlarıyla birlikte taşaronlarını da temizleyecektir.
Belki de ancak o zaman, Londra’nın Highgate mezarlığındaki heybetli başının heykeli insanda saygı uyandıran, sonsuzluğa gömülmüş Marx’ın ruhu huzura kavuşacak ve “yaptığım bir hata, yüz elli yılda ne korkunç sonuçlara yol açtı. Sen çok yaşayasın proletarya” diyecektir.
Gün Zileli
6 Temmuz 2009