Eskiden hava saldırısı ihtimaline karşı karartma yapılırdı. Sanırım artık bu yöntem iyice demode olmuştur. Yine de bunu konu alan, Rıfat Ilgaz’ın Karartma Geceleri romanı bugün de zevkle okunacak bir romandır.
“Karartma” kavramı, mecazi anlamda da kullanılır. Kamuflaj anlamına da gelebilir. Bir şeyi gizlemek istiyorsanız onun olduğu yerleri karartırsınız, üstünü örtersiniz. Toplumsal savaşta da karartma, çok sık kullanılan bir savaş taktiğidir.
Savaşlar, iktidarların ülke içindeki karartma taktiklerinde en önemli unsurdur. Bir diktatörlük ya da iktidar içerideki uygulamalarını, taktik adımlarını karartmak istiyorsa savaş bunun için biçilmiş kaftandır. Bir “ulusal galeyan” ve “birlik” havası içinde bütün dikkatler “dış düşmana” çekilerek içerideki operasyonlar ve uygulamalar için gerekli karartma sağlanmış olur. Bazen de bunun tersi olur. Dışarıda operasyonlara hazırlanan bir iktidar, iç sorunlarına gömülmüş gibi bir taktik uygulayarak yapacağı saldırıyı karartır.
Bu taktikleri en iyi uygulayan diktatörlerden ikisi Hitler ve Stalin’dir. Hitler, içerideki diktatörlük uygulamalarıyla dış saldırı hazırlıklarını, kimi zaman da dışa karşı savaş hazırlıklarına dikkatleri çekerek içerideki Yahudi katliamlarını vb. karartmıştır. Stalin de öyle. Dış tehdidi abartarak içerdeki Büyük Temizliği olabildiğince ustaca gözlerden saklamış ve aynı zamanda bu temizliğin dış tehdite karşı zorunlu olduğunu ileri sürmüştür.
Bugün de buna benzer bir durum yaşıyoruz. AKP iktidarı 7 Haziran seçimleriyle tek başına iktidarı kaybederek son derece zor bir duruma düşmüştür. Aslında onun bütün dikkati, ne dış tehdit ne de bir başka şey üzerinde yoğunlaşmıştır. Onun bütün hesapları, yeniden tek başına iktidarı nasıl elde edeceği üzerindedir. Bütün hesaplarını bunun için yapmaktadır. Son Suruç katliamı, ardından Ceylanpınar’da iki polisin öldürülmesi ve şimdi de “IŞID’la savaş” senaryosu, AKP iktidarının tek başına iktidar planlarının uygulanması için büyük fırsatlar sunmaktadır. Dün başlayan “IŞID mevzilerinin bombalanması” senaryosu, AKP diktatörlüğünün içeride iktidarı yeniden tek başına ele geçirmek için atacağı adımlar için büyük bir karartma sağlamaktadır. Herkesin dikkati “dış düşman”a çevrilmişken ve AKP iktidarı “ulusal çıkarlarımızın” bekçisi rollerine bürünürken bu karartmadan azami ölçüde yararlanma yoluna gidecektir. “Dış düşman”a karşı 5 bin polisle başlatılan iç operasyon bunun ilk adımıdır. Sözde IŞID’a karşı operasyon başlatan iktidar, fırsattan istifade, ilk darbeyi DHKP-C’ye ve Kürt ulusal hareketinin taraftarlarına indirmeye girişmiştir. Keza Cumhurbaşkanı da yaptığı konuşmada demokratik haklarını kullanmak isteyenleri ve HDP’yi tehdit etmeye başlamıştır.
“Ulusal davalar” çok tehlikelidir. “Ulusal dava” adı altında ezilen her zaman iç muhalefet olmuştur. Bu yüzden, bir kısım muhalefet aklını kısa yoldan başına devşirmeli ve bu “ulusal dava” ve “ulusal birlik” havasından kendini kurtarmalıdır.
AKP diktatörlüğünün planları ortadadır. Bir savaş kabinesi oluşturacaklar. Bu savaş kabinesi, dışarıda birkaç bombardıman ve sınır önlemiyle (bu arada Suriye’ye girmeyi de planlıyor olabilirler; bir taşla iki kuş) birlikte içeride “zecri tedbirlere”, yani baskı önlemlerine başvuracaktır. Büyük bir ihtimalle, HDP ile “terör” arasında bağlantılar kurulacak ve HDP köşeye sıkıştırılmaya çalışılacak, bunun da ardından kapatma davaları gelecektir. Ve seçimlere, bu “savaş” koşullarında, savaş kabinesinin diktatörce uygulamaları altında gidilecektir. Böylece AKP, hem “ulusal davanın” önderi rolünden yararlanacak, hem de rakiplerini bu savaş ortamından yararlanarak bastırmış olacaktır. Pazar günü Taksim’de yapılacak Büyük Barış Yürüyüşü’ne karşı bizzat Cumhurbaşkanının ağzından yöneltilen tehditler bu uygulamaların ilk işaretleridir.
Demir Küçükaydın’ın Suruç’la ilgili yazısını biraz önce okudum. Neyse ki aklı başında insanlarımız tükenmemiş. O da PKK’nın üstlendiği eylemi son derece yanlış bulduğunu belirtmiş ve PKK bu eylemi gerçekten üstlenmişse derhal özeleştiri yapmalıdır demiş. Doğrusu bu yazıyı okuduğumda, Demir’le aramdaki fikir ayrılıkları ne olursa olsun kuşağımla övünmekten kendimi alamadım. Önerisine tamamen katılıyorum. PKK yol yakınken derhal attığı yanlış adımı geri almalı ve açıkça özeleştiri yapmalıdır.
Her türlü karartmaya karşı uyanık olalım. Bela dışarıda değil, içeride. Aşağıda değil, yukarıda. Açıkçası bugün tek bela var, o da iktidar.
Gün Zileli
24 Temmuz 2015
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com
Gun herseyi guzel yazmisin, sana katilmamak elde degil. HDG -H in ustlendigi eylemleri onaylamadigim gibi kuskuyla bakiyorum. Sadece bir konuda sana kucuk ama muhtevasi buyuk bir elestirim var. Seninde bildigin gibi Kobanede, koylerde bizat inceledim. hic de orada ( PYD ) senin soyledigin ulusal kurd hareketinin tek yonetimi yok. Butun halklar birlikte temsil ediliyor ve kurdler sadece kendi ulusaligi adina hareket etmiyorlar. 1990 larda haklisin PKK ulusal bir hareketi. Simdi konfederalist bir yapida hareket ediyorlar . Alehte ve lehte yazilanmalari baz almamak lazim, Kamisliya, afrine, Kobaneye, hata Kandil koyune, Mahmur kampina gidip bir bakmakta yarar var. soyledigin kurd ulusal hareket icinde her turlu ulustan trockistler, maocular, cayancilar, THKO gelenekciler, anarsistler bulunuyor. ve sen hala Kurd ulusal hareketi demekle hic de ojektif degil, subjektif niyetlerinle betimliyorsun. Kurd ulusal hareketini bir tek sen soyluyorsun. Sen nerede gordun ulusal hareket ozgurlugu sagladigi topraklarda tum etnik, dinsel ve siyasi her turlu yelpaze ile birlikte konfederasyon oz yonetimiyle yasadigini. Sengal (Sincarda) Ezidilere kendi topraklarinda kanton kurmalari icin cabalarken , barzaniyle neredeyse savas cikacakti. Tel abyad da DAIS den kurtardigi topraklarin yerlesik yerli halklara ve etniklere geri verdi. Biraz bu kanuda samimi ve bazi duygulardan arinip bakarsan iyi olur. Rojava devrimini son olarak ODP kabul etmiyordu. Birgun gazetesi ozelikle kamisliya gidip gozleriyle gorup yazdilar. Orada bir devrim var dediler. Ben bir anarsist olarak Kobane ve cevre koylerinde gezip gordum, her delige girdim. elestirim ve olumlamadigim yerler var. Ama orada bizim yapmak istedigimiz toplumsal donumun olustugunu gordum. Eksik ve hatalariyla. Ispanya, Macaristan, paris devrimi hatalarla kisa suren bir zaman diliminde yasadi ve bitti. uzun surmedigi icindirki sonucu ve ortasi anarsist bir devrimmiydi bilemiyoruz. . Rojava devrimini 2 yildir yasiyor. Bulundugu sekli ispat etti. Gidip gorun derim hepinize. Kurd hareketi bulundugu yerlede tum halklarin, etniklerin, cesitli dinlerden insanlarin adina birseyler yapiyor. sadece kendi ulusu adina degil.
PKK AKP’ye taşörenlik mi yapıyor?HDP PKK’NIN neresindedir?Cemil bayık halkı silahlanmaya çağırdı iki gün sonra da demirtaş benzer laflar etti…Ayrıca muhalefet sadece söylemlerle güzellemeler yaparak ne elde edebilir?Faşist AKP kadar realist olmayan bir muhalefet AKP’den fazla bagaja sahip..Bence hdp ya bagajından kurtulmalı yada bagajını bu halka göstermeli.Diğer türlüsü çok samimi olmuyor..
Kürt ulusal hareketi olmak bunları yapmaya engel değil.
tekrar yuhh diyorum zileli sana tekrar yuhhhhh
EEEYYY… KÜRT UZMANLARI!
YA BİLGİNİZİ ORTAYA KOYUN!
YA DA SESİNİZİ KESİN!
(FREDERIKE GEERDINK, Hollandalı gazeteci, Diyarbakır’da yaşıyor
22 Temmuz 2015)
Bu sözlerime kulak verin: Yakında, Selahattin Demirtaş için ‘Kürt sorununun çözümünde barışçıl yolları kat etmek yerine şiddeti tercih ediyor’ diye yazacak ‘uzmanlar’ çıkacak ortaya.
Ne de olsa Demirtaş halka kendi güvenliğini sağlaması yönünde bir çağrıda bulunmadı mı?
KONU HAKKINDA HİÇBİR ŞEY BİLMEYEN O KADAR ÇOK KİŞİ VAR Kİ!
Demirtaş’ın sözlerini, niyetini bilerek isteyerek ve ahmakça çarpıtanlar, elbette bunu HDP’yi yıpratmak için yapıyor. Tıpkı havuz medyasının yaptığı gibi…
Demirtaş’ın şiddet çağrısında bulunduğunu yazanlar aslında bunun hiç de doğru olmadığının farkında. Gördüğünüz gibi, hele konu Türkiye’de Kürt meselesi olduğunda uzman olduğunu düşünen, ama aslında hiçbir şey bilmeyen o kadar çok kişi var ki.
Gelin size Kürt hareketinin, Türkiye’de nasıl değerlendirilmesi, konunun uzmanlarının nasıl ele alınması gerektiğine dair rehberlik edeyim; sonrasında bakalım onları ne kadar ciddiye alacaksınız.
Aslında çok kolay: Eğer Kürt hareketini derinden parçalanmış gibi gösteriyorlarsa yazdıkları saçmalıktır ki bunu seve seve yapıyor olabilirler ya da bundan daha iyisini nasıl yapacaklarını bilmiyorlardır.
Yakın zamanda birçok bariz örneğe rastladım.
DEMİRTAŞ NE DEDİ?
İlk örnek neredeyse tüm Türkiye basınında çıktı; Demirtaş’ın bir söyleşisinde PKK’ye silah bırakması yönünde çağrı yapmasının -her ne kadar bunu sağlayacak kişinin kendisi olmadığını belirtse de – ardındaki ‘gerçek’ , söz konusu uzmanların heyecanlarını daha fazla bastıramamasına neden oldu: ‘Demirtaş PKK’ye silahları bırakın çağrısı yaptı!’ , ‘Demirtaş PKK’den silahları bırakmasını istedi!’
Öyle bir ifade ediyorlarki bu durumu sanki HDP’nin vekil sayısı 80 olunca bir anda Türkiye’deki herkes PKK silahları bıraksın demeye başladı, Demirtaş da dahil olmak üzere.
Elbette Demirtaş’ın söylediği bu anlama gelmiyor. Kendisi, yine ve her zamanki gibi, sabırlı biçimde izah etti. Kalıcı ve sürdürülebilir bir barışı tesis etmenin yolunun, sadece PKK’ye silah bırakma yönünde çağrı yapmakla gerçekçilik kazanmayacağını anlattı.
Demirtaş, barışın yolunun müzakereden geçtiğini, böyle bir çağrı yapmakla yalnızca toplumu kandırmış olacaklarını, daha önemlisi PKK’ye silah bırakması yönünde çağrı yapabilecek tek kişinin Öcalan olduğunu ve onun da şartlarının zaten devlet tarafından bilindiğini belirtti.
AL, BİR ÇATLAK DAHA!
Bu ülkeye gerçek anlamda barış, ancak adaletin sağlanması ve insanlara temel hak ve özgürlüklerinin verilmesiyle gelebilir. Bu kapsamda yapılması gerekenlerden biri de Öcalan’ın özgürleştirilmesi; nitekim tutsak konumundaki hiçbir liderin, kendi başlattığı bir direnişi bitirmeye dönük bir çağrısı olamaz. PKK’nin dağ kadrosu yönetimi de bunu açıkça ifade etmişti.
Şimdiyse bu şartın sadece ‘dağlardan’ geldiğini savunanlar, yani Öcalan’a ait olmadığını düşünenler var… İşte buyrun size Kürt hareketinde başka bir ‘çatlak’ daha!
Peki ya Öcalan kendi özgürlüğünü isterse, o sahtekarlar bu durumda ne der? İlk aklınıza gelen doğru; Öcalan’ın sadece kendi özgürlüğünün peşinde olduğunu söyleyeceklerdir.
HANGİ MEŞRUİYET!
Öyle görünüyor ki HDP’nin son seçimlerde 80 milletvekili çıkarmış olması, PKK’nin silah bırakması gerektiğini düşünenlerin kullandığı en popüler gerekçe. Ne de olsa Kürtlerin artık parlementoda ‘meşru’ bir temsiliyeti var, değil mi? Peki, ne demek bu ‘meşru’ temsiliyet?
Neyi kastettiklerini biliyorum elbette: ‘Baraj aşıldı artık’ demek istiyorlar. E peki, daha önce ‘meşru’ değiller miydi? Yani, ne onların temsilcileri ne de on yıllardır parlementoda Kürt hak ve özgürlük mücadelesini temsil edenler, bugüne kadar sırf yüzde 10’luk gayrimeşru barajı aşamadılar diye ‘meşru’ değillerdi, öyle mi?
80 VEKİLİN ANLAMI
Sözünü ettiğimiz bu ‘uzmanlar’ yine 80 milletvekili çıkardı diye HDP’nin artık bir seçim yapması gerektiğini söylüyor. Hatta içlerinden biri daha da ileri gidip iki seçenek sundu HDP’ye: Ya gidip ‘Türkiye eğer Suriye’ye operasyon başlatırsa, PKK Türkiye’ye karşı savaş başlatır’ diyen Kandil’deki PKK’nin dağ kadrosuyla birlikte hareket etsin, ya da ‘Ulus devlet miadını doldurmuştur, biz artık demokrasi ve özgürlük mücadelemizi başlatıyoruz’ diyen Öcalan’la aynı safta yer alsın. Bu tavra bakılırsa, HDP’nin 80 milletvekili çıkarması, Kürt meselesinin çözümünde önemli bir yer tutuyor.
Aslında 80 vekilin gerçek anlamı şu: Artık Türkiye’de dafa fazla insan, her ne saikle olursa olsun, HDP’nin ülkede temelden değişim mesajına ve partinin parlementodaki çalışmalarını barış yönünde ilerletmesi fikrine destek veriyor.
Bu bağlamda, HDP’nin bir seçim yapması gerekiyor gibi bir anlam çıkarılamaz. Daha da ötesi, ortada yapılacak bir seçim yok. Öte yandan, Kürt hareketinin aktörleri arasındaki güç dengelerini tartmak ilginç olabilir.
Kim bunlar?
Kandil yönetimi, Öcalan (artık İmralı denmesin lütfen) ve HDP. Ama aslında, hepsinin de savunduğu temel fikir aynı: Özlenen barışın Türkiye’ye gelmesi, ancak müzakereyle mümkün olur ve bunun için de hükümetin tekrar masaya oturması gerekir. Ancak ondan sonra bir barış anlaşması imzalanabilir ve sonra da PKK silah bırakır (ya da Kürdistan bölgesinde legal ve silahlı bir güce evrilir – tıpkı Irak Kürdistan’ındaki peşmergeler gibi). Barış görüşmeleri işte böyle ilerler.
Demirtaş da söyleşisinde belirtmişti: Hükümet Kürt hareketinin koşullarını kabul etmeli.
MADALYONUN İKİ YÜZÜ
Öcalan’a göre ulus-devlet miadını doldurmuşsa ve Kandil yönetimi Suriye’deki olası bir Türkiye operasyonuna karşı tepki vereceklerini söylüyorsa nasıl oluyor da bu söylemler çelişkili bulunuyor?
Bunlar madalyonun iki yüzü sadece. Suriye’deki Kürtler, nihayetinde, ulus-devletin ötesine geçen bir ideoloji temelinde yeni bir toplum inşa ediyor. Nasıl olur da Türkiye onları tehlikeye sokacak birşeyler yapacak ve onlar da kendilerini savunmayacak?
Belki Öcalan da Kandil kadar açık konuşabilirdi eğer özgür olsaydı, ama değil sonuçta. Bu yüzden, onun söylediği ya da söylemediği şeyleri değerlendirirken tutsak olduğu gerçeğini unutmamak gerek.
KÜRT HAREKETİNDE ÇATLAK YOK
Kürt hareketinde ciddiye alınacak bir çatlak falan yok. Sizi bunun aksine inandırmaya çalışan haberciler ya da köşe yazarları sahtekar. Bu habercilerin ve köşe yazarlarının bazıları belki de gerçekten de düşündüklerini yazıyordur ama dertleri başka. Aslında gerçekte ne olduğunu iyi bildikleri halde, farklı amaçları olduğu için, yazılarında daha az bilgi paylaşıyorlar.
Onlara buradan çağrıda bulunuyorum: Eğer meseleye hakim değilseniz sesinizi kesin; yok eğer hakimseniz, o zaman bilginizi ortaya koyun. Böylece bir taşla iki kuş vurursunuz: Hem kendinizi dürüst bir gazeteci ve analist olarak tanıtır, hem de bu ülkenin barışına katkı sağlamış olursunuz.
http://www.diken.com.tr/ey-kurt-uzmanlari-ya-bilginizi-ortaya-koyun-ya-da-sesinizi-kesin/
***
FREDERIKE GEERDINK’E CEVAP:
“BAŞKA BİR EMRİNİZ!”
(ÇAĞLAR EZİKOĞLU, İngiltere/Aberystwyth Üniversitesi, Uluslararası Siyaset Departmanı araştırma görevlisi ve doktora adayı
23 Temmuz 2015)
HDP’ye yönelik en ufak eleştiri veya farklı yoruma tahammülsüzlüğün gittikçe arttığı bir dönemdeyiz.
Bu platformda da bu tahammülsüzlüğün artışı çeşitli yazılarda görülüyor olsa da, Frederike Geerdink’in son derece çirkin bir üslupla yaptığı ‘Sesinizi kesin’ çağrısı bu tahammülsüzlüğün son noktaya geldiğini gösteriyor.
ACI VERİCİ ve İRONİK BİR ÜSLUP!
Geerdink yazısı boyunca özellikle HDP ile Kandil arasında bir ayrışma veya politika bazında farklılaşma olduğunu düşünenlerin ‘hiçbir şey bilmediğini’ iddia ederek, emrivaki bir tonla bu görüş sahiplerinin susmasını istiyor. Basın özgürlüğü ve ifade özgürlüğünün açık ve net bir şekilde ihlal edilmesinden dolayı defalarca mahkeme kapılarına gitmek zorunda kalmış Geerdink için ne kadar da acı verici bir üslup; sürekli kınadığı ve eleştirdiği ifade özgürlüğünü başkalarının kullanmasına tahammülsüz oluşu ne kadar ironik.
Geerdink’in kendisini Kürt siyasi hareketinin ‘en çok bilen uzmanı’ olarak görüp görmediğini bilmiyorum, ama Erdoğanvari bir üslupla ‘En iyi biz biliriz’ tonlamasındaki yazısı maalesef ki çok çeşitli yönlerden eleştirilebilir. Bu platformda yazım yayınlanır mı veya yayınlansa bile Geerdink kendi yazısındaki gibi bana da ‘Kes sesini’ der mi bilmiyorum. Lakin ifade özgürlüğüne, basın özgürlüğüne inancını hiçbir zaman yitirmemiş bir birey olarak bu eleştirileri yapmayı da bu özgürlükler adına bir borç bilirim.
HDP ile KANDİL’İN AYRIŞTIĞI NOKTALAR
HDP’nin 7 Haziran seçimlerinde almış olduğu yüzde 13’lük oy, kamuoyunda olduğu kadar Kandil’deki KCK yönetiminde de takdirle karşılanmıştı. Fakat özellikle HDP’nin seçim kampanyası süresince başta CHP’den olmak üzere kendisine kayacak oyları ‘emanet oy’ olarak nitelendirmesi ve hemen seçimin akabinde bu emanetlere sahip çıkacaklarını tekrar vurgulaması Kandil ile HDP arasındaki ilk çatlağın başlangıcı oldu.
KCK Yürütme Konseyi’nden Mustafa Karasu bu hususta HDP’ye sert eleştirilerde bulundu. “Şunu da söyleyelim emanet oylar falan yoktur” diyen Karasu şöyle devam etti: “HDP’liler de bunu yanlış değerlendiriyor. Her parti yeni seçmenler kazanabilmek için seslenmiyor mu? Herkes birbirinden oy alabilmek için seçime girmiyor mu? Mesela Alevilerin oyu emanet değildir. Aleviler seçim bildirgesine oy vermiştir. Bu nereden çıktı anlayamadım. Bazıları HDP’nin barajı aşması için oy vermiş olabilir. Bu emanet değildir. Öyle emanet oylardan falan bahsetmemek gerekir.”
Tabii KCK’dan gelen bu sert tepki Demirtaş ve kurmaylarının da emanet oy söyleminden bir adım geri atmasını sağlayacaktı.
Ama Kandil ile HDP arasındaki esas çatlak HDP’nin yine seçim kampanyasında temeline koyduğu ‘AKP ile koalisyon yapmayacağız’ ön koşuluydu. 18 Haziran’da Fırat Haber Ajansı’na konuşan Karayılan koalisyon tartışmalarına ilişkin; “Bu konuda ‘Ben filan kesimle koalisyona girmem’ türünden açıklama ve tutumlarda da bana göre duygusallık vardır. Bu siyaseten pek doğru da değildir. Öyle kendini bazı şeylere hapsetme yerine ilkeler üzerine konuşmak önemlidir” diye açıklamalarda bulundu. Ve daha sonra Karayılan, özellikle koalisyon konusunda bugüne kadar AKP’nin içinde bulunduğu özellikle AKP-CHP koalisyonuna yeşil ışık yakan Figen Yüksekdağ’ın tutumunu takdir etti.
Geerdink yazısında 80 vekilin ne anlama geldiğini sorgulamış. İşte 80 vekil aslında Kandil için hiç de azımsanmayacak bir güç ve böyle bir gücün iktidarı halen elinde tutan AKP ile pazarlığa oturabilmek için kullanılması gerektiği ve HDP’nin bu süreçte takındığı duygusal politikaların da terk edilmesi gerektiği vurgulanmış oldu Kandil tarafından.
HDP’NİN İKİLEMİ
Bir yanda toplumda var olan AKP nefreti ve daha da önemlisi Erdoğan’a duyulan öfke, öte yanda ise 80 vekille devlet aygıtını yöneten AKP iktidarıyla çözüm sürecini nihayete erdirme şansı ve bu hususta Kandil’den gelen baskı…
HDP’nin işte bu ikilem arasında gelip gitmek suretiyle kendisinden beklenen politikaları daha hızlı bir şekilde yürütemediği yine eleştiriler arasında ki bu eleştiriyi yapanların başında yine Kandil yönetimi geliyor. 14 Temmuz’da IMC TV’de konuşan Karayılan HDP hakkında, “Biz siyasetini yetersiz görüyoruz. Neden? Şimdi Haziran seçimleri Türkiye’nin en önemli seçimi değil miydi? Ve bu seçimde kim başarı kazandı, kim zafer kazandı? HDP. Seçim zaferi kazanan bir parti fırtına gibi olmalıydı. Daha aktif olmalıydı. Daha hızlı olmalıydı” ifadelerini kullanırken, HDP’nin pasif tutumunu sert bir şekilde eleştirdi.
OLAĞAN BİR SÜREÇ
Bütün bu ikilemler/eleştiriler ve farklı açıklamalar çoğaltılabilir, Geerdink de elbet bu tartışmaları yakından takip ediyordur. Burada paylaştığım haberlerde internet sitelerinde mevcut; dileyenler bunları kontrol de edebilir. Yani bunlar bizzat Kandil’deki yöneticilerin açıklamaları olup herhangi bir spekülasyon içermemekte.
Ve bu tartışmalar da elbet olağan bir süreç. Zira Kürt siyasi hareketi tek vücut ‘İmralı’nın ya da Geerdink’in yine dikte ederek istediği şekilde ifade edersek Abdullah Öcalan’ın ağzından çıkacak iki lafa bakmıyor. Bugün HDP içinde bile, daha Kürt milliyetçisi, hatta ulusalcısı bir grup, daha dindar veya muhafazakar bir grup, daha nispeten sosyalist başka bir grubun olduğu ve bu gruplar arasındaki görüş farklılıklarına Kandil’in de bambaşka bir noktadan bakıyor oluşu siyasetin doğası gereği.
Ve bu doğadan bahsetmek sizi ‘AKP’li’ de yapmaz yandaş da. Ama, ‘Bilmiyorsanız sesinizi kesin’ gibi emrivaki ve son derece kaba bir üslup sizi yıllar boyunca savunduğunuz ve uğruna mahkemelerde süründüğünüz ‘ifade özgürlüğü’nden çok daha uzak bir noktaya götürecektir.
http://www.diken.com.tr/baska-bir-emriniz/
Gerilla icin bir sey yapmiyorsan ona karsida bir sey yapma… Latin Amerika deyimi…
Otur adalarda
Benim deyimim..
Sokaklarda devrimcilerin koalisyonuna karsi konformizmin parlementer legal koalisyonu,Sol Politik Aristokrasinin koalisyonu, ayrim budur.
ölsemde gam yemem artik özgürlükcü ve zileli konformizmde aynilasmasa bile paralellesti. bu mudur, budur anlatmak istedigimiz.
bay Makyavel, sanırım en iyi adlandırma bu…
şeytanî denilebilecek şaşırtmalar, “karartmalar” yapabilir. Sanırım bir el şaklatması ile D. Baykal’ın çağırılması hareketi ile Meclis Başkanlığına ait politik ilişkileri berhava etti…
CHP, Cumhurbaşkanı adayı olanı bile görmezden geldi! Yanlışı yanlış ile taçlandırdı! bay Makyavel “doğruyu” ne de kolay önledi!
*****
Politikacıların zaaflarını çok iyi biliyor!
***
HDP daha da Türkiyelileşerek şiddeti yalnızca RTE’ye terk edecek duruşu sergilediğinde, kararlı, pasif direnişi sürdürdüğünde oy oranını % 20 nin üstüne çıkarabilir…
Türkiyeli insanlar yanıbaşlarındaki Suriye şiddetinin sonuçlarını görüyor, yaşıyor. Savaş, şiddet istemiyor… Dün akşam İMC’de bu yolda sorulara ait analizler, anket sonuçları verildi…
Şiddeti, savaşı isteyen bay Makyavel…
Gandi’ce bir direniş önümüzü aydınlatacaktır…
pardon.. düzeltme…
CHP, Cumhurbaşkanı adayı olarak desteklediği “kendi” adayını bile görmezden geldi! Yanlışı yanlış ile taçlandırdı! bay Makyavel “doğruyu” ne de kolay önledi! Muhalefetin ortak adayda buluşmasını engelledi… (Bu Baykal’ı “hayırla” anacağımız tek bir siyasi olay var mı acaba? Lütfen, bilen varsa yazsın; meraktan geberiyorum! Ne korkunç..RTE’yi bile bu anlamda bir kaç olayla ilişkilendirebilecekken hem de !!!!!!!!!!! )
22 temmuz Saat 23:14 itibariyla sosyal medyada bir paylasim:
“su an gazi mahallesinde catismalar var,köse duraginda YDG-H ,Cemevi bölgesinde Cephe var…`
Iste bizim koalisyon anlayisimiz, Reformist oportunizm konformizm aradan cekilince gercek ari duru bir koalisyon cikiyor ortaya.
yikil oradan Zileli git adalara yat…
devrimcilerin eylemlerini karartanlara ne demeli. kararmaci senin gelenegindir zileli hala sende karasin. ama anarsist karasi degil bu, yuz karasi…
devrimciler………
Sorun şu..
ne’yi devirmeleri gerektiğini, yerine ne koyabileceklerini biliyorlar mı?
Yerine koyabileceklerini bilmedikleri gibi, nasıl ve kimle bu işi kotarabileceklerinin hesabı var mı?
Darbe ile Devrim arasındaki farkı görüyorlar mı?
Devrim kitlelerle yapılır…
Kitlesiz devrim kitleleri katlederek yol alır… Alamaz.. Kan içinde boğulur…
19 yaş zekası ile devrim yapılmaz…
Günümüzün “gerçek dışı” devrim hayallerinin 100 katı “somut” olasılıkla yaşandığı 1960-70 lerin insanlarına karşı ileri-geri konuşanlar muhtemeldir, çoğu, bir kaç yıl sonra “düşmanının” eteğine tutunacak..
Bunlar yaşandı… Ve “mangalda kül bırakmayanlar” o mangalın etlerini “o adamlara” serviste yarışacak…
*
Kuşkusuz Devrim olacak… Ama bu bir kaç ömür sürecek… Şahsen nema beklemeyenlerin bu umuru değil ama diğerlerinin haberi olsun!
şu emanet oy meselesi ilginçleşmeye başladı…
Dağ’da yaşayanlar “düz’ü” bilmeyebilir!
Elbette EMANET oylardır…
Aytekin Yılmaz’ın yazdıkları da unutulmasın!
Ve hiç bir savaşın yalnızca silahla kazanılmadığını da…
HDP çizgisine ihanet akla, tarihe, gerçekliğe ihanettir… Elinde silahı olan ona çok güvenmesin… O silahı yaratan insan aklıdır; asıl silah odur…
Gürsel Abi, K.A.’nın sitesine ne zaman döneceksiniz? Özledik sizin yorumlarınızı. Olaylara çok yönlü bakan, farklı bir tarzınız var.
İlk yorum doğru. Kürt ulusal hareketini asıl temsil edenler Barzani çizgisindeki Tevger, Nasname gibi devletleşme yanlılarıdır. Bunlara göre HDP, PKK ve PYD Türk devletinin ve Esad rejiminin işbirlikçisi ve Kürtlerin devletleşmesinin önünde engel.
http://m.gelawej.net/index.php/yazarlar/editor/2026-tc-iki-cepheyi-birden-neden-acti
Sevgili Stendhal… verdiğin fırsat için teşekkürler… 🙂
biliyorsun orada, buradaki gibi “ifade-düşünce özgürlüğü” yok. G. Zileli içeriğine hiç katılmasa bile yazılarımı yayınlıyor. Yorumlarım “sivri” de olsa öylece konuyor.Gerekirse “eşit” olarak tartışılır burada.
İnsanbu’da ise yayınlanıyor ve arkasından psikolojik savaş başlıyor. Her yanıtım konuyu dağıtan yeni bir saldırı dalgasına sebep oluyor.. Kişiselleşmeye başlıyor. “Gergedan Tekniği!” Toz, duman.. Öyle ki “çevreye verdiğim” zarar nedeniyle utanıyorum… Zamanımı ve duygusal iyilik halimi kaybediyorum.. Editör hiç bir zaman “tamam, sen de böyle düşünebilirsin” diyemiyor. Eleştiriye tahammül sıfır! Yine de inat ettim. O tahammül edemedi ve sonunda beni oradan açıkça kovdu! “Sitesinden kovuldum.” Hiç kimse de çıkıp ona açıkça “sen ne yapıyorsun” demedi; “düşünce özgürlüğüme” açıkça sahip çıkan olmadı. (Bu basit olay bile bu ülkede SOL’un, tahakkümü ne kadar içselleştirdiğini gösterir. Yanıbaşlarındaki nobranlığa ses çıkaramayanlar demokrasi, sansür nutukları atar, tutar! Acınası halimizdir bu. Bu yüzden de ‘halk’ bizi sevmez ve haklıdırlar! Kendinden biraz farklı düşünen yoldaşlarını kırbaçlayan adamlar halka ne yapmaz! Ve Stalin… Malum solcu tipi, yanıbaşındaki yoldaşı “merkezin” haksızlığına uğrasa gıkını çıkartmaz! “Beni de harcarlar” diye pısar! Bu insanî bir yabancılaşmadır! Beyin yarılmasıdır! Araçları ile amaçlarına bu denli yabancılaşma sonunda herkesi çürütür elbette.. Ve sol böyle çürüdü..RTE yöntemleri Sol’da da içselleşmiştir!)
*
Benim için de iyi oldu; daha çok zamana sahip oldum. Sinirlerim de bozulmuyor.
*
Olağanüstü bir durum olmadıkça yazmıyorum. Editör belki yaşlandıkça durulur, sakinleşir.. Dilerim o zaman ben de yazarım…
Pkk kuruldugu tarihten bugune yargisiz infazlarla 5 bin uyesini katletmis bir orgut olarak hangi ozelestiriyi yapicak.?
Bıktık bu 68 mavralarından
Bir çekilseniz artık ayak altından
Hayat ne hoş… Yıllar önce uzun bir yoldan saat 17 öncesinde O. Miroğluna oy vermek için ne de acele etmiş, arabayı hızla kullanmıştım! Kürt yurttaşlarımızın adayıydı…
Kuşkusuz O. Miroğlu o zamanlar sürekli Pe Ke Ke diyor olmalıydı; zavallı şimdi kafası o kadar karışık ki, aynı paragrafta hem Pe Ka Ka, hem de Pe Ke Ke diyor.
Ben hala Pe Ka Ka derim; ki, O. Miroğlu için Pe Ke Ke’ci olmakla suçlanacağım kesin!
“Abdullah Öcalan’ın İmralı’da 2000’li yıllarda geliştirdiği barış ve PKK’yı silahsızlandırma projeleri o zamanki devlet anlayışında nasıl ki bir karşılık bulmadıysa, Oslo ve çözüm sürecinde, bu defa rollerin değiştiği bir siyasi zeminde, devletin barış ve silahsızlandırma projeleri, PKK’de bir karşılık bulmadı.
http://haber.star.com.tr/yazar/hadi-kurtler-savasa-demek-o-kadar-kolay-degil/yazi-1046005”
Demek ki sorun Pe Ke Ke ya da Pe Ka Ka söylemi değil… Retoriksel-gösterişçi siyaset yapanların inandığı için mi yoksa çıkarı için mi biat ettiğini anlayamazsınız… Pe Ke Ke, ana dili türkçe olanların yazık ki biat hissiyatı uyandıran sesi olma olasılığı da taşır…
*
İktidar ya da onun bir parçası olmak için yola çıkanların satmayacağı ideoloji yoktur; onun asıl ideolojisi İktidar ya da parçası olmaktır!
O. Miroğlu ideolojisine uygun davranmış ve tutarlıdır! Ummadığımız kadar çok “sol” önderin ideolojisi gibi…
Onlar “dönek” değildir. Tutarlı olanlardır… Geride kalanlar düşünsün… biz neden bu adamlara hep kanıyoruz! Yoksa sorun bizde mi!!!!
http://www.sendika1.org/2015/07/asil-amac-erken-secim-degil-ozay-goztepe/
Hedef savaş, başkomutanlık ve seçim erteletme mi?
Sevgili Gün Zileli sendika.org gibi sitelerin, sen de dahil olmak üzere, tüm anarşist yazarların görüşlerini, eylemlerini (sanki bu ülkede hiç anarşist yokmuş gibi) davranmaları ve sistematik bir şekilde onları yok saymalarına ne diyeceksin? (Gerçi bu yazıdan sonra hayır öyle değil bak yayınlıyoruz diye göstermelik yayınlar yapabilirler.)
Sendika.org’a sansür üzüntü verici ama Marksist sol siteler (Birgun, solhaber,evrensel, ozgur-gundem vb.) öteden beri anarşist görüşlere karşı katı ve sistematik sansür uyguluyor diye düşünüyorum.
haaaaarika bir yazi
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/aydemir-guler/sinifini-unutan-sol-124205
Doğru.
Bu da mümkün. Evet ama bu durumda PKK’nın savaş çağrısına “evet” demesine ne demeli.
ben pek harika bir şey göremedim.
niye göremedin senin kafanin laciverti:)
Sayın Ogürsel’e (ve bütün katılımcılara),
Bu sitede, birkaç sayfada aktardıklarınızla, bu sayfada aktardıklarınızı aşağıya tekrar koydum.
Toplu cevap babında her bir sayfada dağınık durmaması için; kapitalizmin en çok güven duyduğu, sözlerine tamah edilen bir düşünürün bir kitabından bazı bölümleri aktardıklarınızın altına yazdım.
Bahsettiğim düşünür; kapitalizmin hem bilimsel yönden, hem “hayat görüşü (weltanschauung)” yönünden dünyada sözüne dikkat kesilen isimlerinden biri
Bir anarşistim.
Ne yazık ki:
Son 40-45 yıldır ama özellikle 2000’li yıllar itibariyle;
Kapitalizmi en ince kılcal damarlarımıza zerk eden bu düşünür gibi kişilere,
Kallavi “karşı çıkış”lar yapacak;
Ne bir vakur Marksist-Leninist, ne de bir vakur anarşist var!
Kahrolarak bir gerçekliği sizlere bildirmeye mecburum:
Marksist-Leninistler de, anarşistler de;
Eğer:
En temel kişiler olan Karl Marx, Mikhail Bakunin, Peter Kropotkin, Pierre-Joseph Proudhun, Henry David Thoreau, Emma Goldman vb.’lerinin gözlemleri, sözleri ve kitapları arasında, tekrar üzerine tekrar yaparak boğuluyorlarsa ölmüşüz de ağlayanımız yok!
Mesela sayın Gün Zileli:
Hâlâ Stalin’in hayatta olduğunu zanneden neredeyse bir zavallı!
Hâlâ 1970’ler Türkiye siyasetinin hiçbir değişikliğe uğramadan bugün de devam ettiğini zanneden neredeyse bir zavallı!
Hâlâ geçmişle hesaplaşmaktan (adeta mazoşizmin bir veçhesi gibi!) bıkmayan neredeyse bir zavallı!
Yazılan diğer yorumlara, görüşlere bakıyorum; hâlâ “geçmişe çakılıp kalmak”, geçmişi tekrar üzerine tekrar tüm hızıyla devam ediyor!
Hâlâ geçmişin retoriğinde boğulmaktan; yukarıdaki kapitalist gibilere ders verecek fikirler, görüşler üretemiyorsunuz, üretemiyoruz!
Haykırdığımız şey:
“Geçmişi artık unutun, ona asla bakmayın!” DEĞİL!
Haykırdığımız şey:
Başınızı kaldırıp, şu kapitalistlere ders verin artık!
“Konformizm”inizden kurtulun artık!
2015 ve sonrası için Marksist-Leninistlerin de, anarşistlerin de söyleyecek birşeyleri olsun artık!
Yazık!
Fikret Başkaya: Varlığını katliamlara borçlu olan bir devlet!
http://www.gunzileli.com/2015/07/22/fikret-baskaya-varligini-katliamlara-borclu-olan-bir-devlet/
22 TEMMUZ – YORUM NO 2
Katliamı yalnızca Osmanlı ve TC mi yaptı?
Bu bakış açısı çözüme ait bütünü gözden kaçırtır.
Anımsadığım kadarıyla yazıyorum.
1500′lerden sonra, LAtin Amerika yerlileri katliamı, Alevilerin katliamı, Afrika’daki köle ticaretine ait katliamlar, Hindistandaki İngiliz Emperyalizmi.. Çin’deki katliamlar. ABD’de Kızılderili katliamı.. Fransa’da San B. katliamı..
.. Ve geçen yüz yıl.. Kronştad katliamı; Stalin’in çoklu katliamları.. Hitler’i geçtik! PKK katliamları da anımsanmalı.. (son 4-5 seçimde oyumu Kürt partilerine versem de bunu anımsatırım…)
Ruanda.. vd……….
***
Katliam zihniyetini iyi tanımak için yerelde sıkışıp kalmamalı! İktidarı eline geçirme ve sürdürme zihniyeti katliamı zorunlu kılar. Her totaliter siyasal ideoloji katliam yapar! TC Kemalizmi de totaliterdi.. RTE düzeni de…
Osmanlı ve TC özel olarak suçlu değil, insanlığın aczinin suç ortaklarıdır… Özellikle suçlu değil, “sıradan” suçlulardır.
Her milliyetçi ve dinci ideoloji katliama yatkındır…
Ve Kürt İsyancılarının haklılığı da milliyetçi, totaliter zihniyetten uzaklaştıkça saygıya değer olacaktır. Bu yolda çaba harcıyorlar, umarım başarırlar…
22 TEMMUZ – YORUM NO 4
http://www.ilkav.org/web/makale-98-darbeler-cumhuriyeti.html
Adreste ne çok saçmalıklar var… Bu yazı, hala gerçekle yüzleşmekten kaçan şaşkın bir zihnin ürünü.. Acıklı olan modernitenin yaptığı bilinç ile dinsel inancına dayanarak kalkıp moderniteyi eleştirme garabeti…
aktaran arkadaşa özetle yazmak istiyorum..
her iddiasını da yanıtlarım…
şimdilik şu kadarını söylemeliyim…
İbrahimi dinler 3000 yıllık.. geldikleri yer de burası…
İslamiyet 1400 yıllık.. Hala “olmamışsa” olamayacaktır! 1400 yıl onlarca toplumda onlarca model denendi! Olmadı ise bu “teoride” bu “ideolojide” büyük sorunlar vardır.. Olmuyor kardeşim! Olmuyor.. 1400 yıl her çeşidi denendi… Olmuyor.. “Gül hatırınız” için bir 1400 yıl daha mı istiyorsunuz? Yazık değil mi bize!
Bak.. Marksizmden 150 yılda vaz geçildi.. Teoride hata vardı…
Siz de vazgeçin.. 1400 yıllık deneylerin sonuncusu IŞİD… Israr ettiniz ve bakınız.. gelinen yer IŞİD..
Yeter…
25 TEMMUZ – YORUM NO 8
“Kapitalizm devletsiz olamayacağına göre kapitalizmi yıkmak için önce devleti yıkmak gerekmez mi?”
Gerçek, saf Kapitalizm devletsiz var olabilir! Oldu da! MÖ 4-7 bin yıllarında devletsiz Kapitalizm vardı!
Devleti Kapitalizm kurdu!
Artık ürün devlet kurdurdu… İlk devlet Sümer .. Bu sebeple oldu.. Artık ürün sömürü ve devleti oldurdu…
Modern Kapitalizm bu arkaik Kapitalizm’in üst versiyonudur.
Ve Kapitalizm-bencillik-yaşama savaşı sonunda uygarlıklar kurdurdu…
1750 sonrası insan “türünün” artış oranları Modern Kapitalizmin “iyi” olduğunu kanıtlar!
Gezegene verdiği zarar, öngörülen insan hayatına dair felaket senaryoları da Kapitalizmin artık “kötü” olduğunu kanıtlar…
Osmanlı’yı yüzlerce yıl ayakta tutan Din temeli yağmacılık “iyi” bir şeydi! 19. yy. a dek! Sonra “kötü” oldu!
Ve bunu bile anlayamayan bir iktidarın cehalet dünyasında yaşıyoruz..
Diyalektik…
İyi ya da kötü sonsuza dek “iyi” ya da “kötü” değildir.. Birbirlerine dönüşür…
25 TEMMUZ – YORUM NO 10
9 a .. bunlar klasik bilgiler.. Bu konuları yazdığım yazılarda dipnotlarda var. C. Ponting..Dünya Tarihi..G. Childe..
Toprakta özel mülkiyet.. hayvan evcilleştirme.. artık ürünler.. takas.. ticaret… Daha devlet yok…
Ekonominin belli bir evresinden, artık ürün ile Devlet başlıyor.. MÖ 3000 yıllarında ilk devletler ortaya çıktı. Sümer Mısır.. bu bir anlamda 3-4 bin yıllık Neolitik Devrim sürecidir… Bu 3-4 bin yılda … üretimdeki gelişmeler..
Özel mülkiyet, ticaret… ve sonra Devlet…
Karartmaya Karşı…
http://www.gunzileli.com/2015/07/24/karartmaya-karsi/
24 TEMMUZ – YORUM NO 11
devrimciler………
Sorun şu..
ne’yi devirmeleri gerektiğini, yerine ne koyabileceklerini biliyorlar mı?
Yerine koyabileceklerini bilmedikleri gibi, nasıl ve kimle bu işi kotarabileceklerinin hesabı var mı?
Darbe ile Devrim arasındaki farkı görüyorlar mı?
Devrim kitlelerle yapılır…
Kitlesiz devrim kitleleri katlederek yol alır… Alamaz.. Kan içinde boğulur…
19 yaş zekası ile devrim yapılmaz…
Günümüzün “gerçek dışı” devrim hayallerinin 100 katı “somut” olasılıkla yaşandığı 1960-70 lerin insanlarına karşı ileri-geri konuşanlar muhtemeldir, çoğu, bir kaç yıl sonra “düşmanının” eteğine tutunacak..
Bunlar yaşandı… Ve “mangalda kül bırakmayanlar” o mangalın etlerini “o adamlara” serviste yarışacak…
*
Kuşkusuz Devrim olacak… Ama bu bir kaç ömür sürecek… Şahsen nema beklemeyenlerin bu umuru değil ama diğerlerinin haberi olsun!
ŞİMDİ O KAPİTALİST DÜŞÜNÜRÜN KİTABINDAN ALINTI:
GELECEĞİN KISA TARİHİ
Asya, insanı arzularından kurtarmayı düşünürken; Batı alemi, arzuları gerçekleştirme özgürlüğünü insana sağlamak dileğindedir.
Evrensel 3 ders:
1. Bir süper güç bir rakibin saldırısına uğradığı zaman, kazanan çoğu kez bir üçüncü güçtür.
2. Yenen çoğu kez yenilenin kültürünü benimser.
3. Belli başlı varsıllıklar halâ “doğu” da kalsa da, yeryüzündeki iktidar “batı”ya doğru yer değiştirmeye devam etmektedir.
12. yy’da Avrupa’nın en büyük kenti ve Hilafetin başkenti “Cordoba”dır; orada Arapça konuşulur, Yunanca düşünülür ve Latince, Arapça ya da İbranice dua edilir.
Cordoba’ya dünyanın dört bir yanından varsıllıklar akar: Afrika’nın altını, Asya’nın baharatı, Avrupa’nın buğdayı.
Halifenin kitaplığındaki kitapların sayısı, Avrupa’nın tüm kitaplıklarındaki toplam kitap sayısından fazladır.
Cordoba’da; Ömer Hayyam’dan Maimonides’e (İbn-i Meymun), İbn-i Rüşt’e (Averroes) kadar, sıradışı, yaratıcı bir seçkinler kitlesiyle karşılaşılmaktadır.
Cordoba’nın bu en güçlü kent konumu; 1148’de Fas’tan gelerek bölgeyi ele geçiren “Muvahhidler”in emirlerinin, katı din inanışıyla, Yunan düşüncesinin araştırılmasını yasaklamasına ve Yahudilerle Hristiyanları kovmasına kadar sürer.
“Bilim kapılarını kapatmak” sonucuyla ticari düzenin yönetimini elde tutma imkânını da yitirerek inişe geçer.
BİR “ODAK”TAN ÖTEKİNE
Ticari düzen; “paranın dili”ni konuşur.
Bu düzen; “yeni” olan her şeye duyduğu zevk ve “keşfetmek” tutkusuyla kimlikleşen bir yaratıcı sınıfın (armatörler, üreticiler, tacirler, teknisyenler, finansçılar) toplandığı bir tek merkez, bir tek “odak” etrafında örgütlenmekte ve rekabet etmektedir. Taklit, katılık, kuvvet, yönlendirmecilik, korumacılık, kambiyo denetimi onların silahlarıdır; bir “kriz” veya “savaş”, bir “odağın” yerine bir başkasını geçirene kadar.
Bugüne dek “Ticari düzen” dokuz ardışık biçim geçirdi:
1. Brugge (1200-1350) Ticari Düzenin Öncülleri (Kıç Dümeni),
2. Venedik (1350-1500) Doğu’nun Fethi (Karavel Gemisi),
3. Anvers (1500-1560) Matbaanın Zamanı (Basım),
4. Cenova (1560-1620) Vurgun Sanatı (Muhasebe),
5. Amsterdam (1620-1788) Filinta Tekne Sanatı (Filinta Gemisi),
6. Londra (1788-1890) Buharın Gücü (Buharlı Makine),
7. Boston (1890-1929) Makinelerin İstilası (Pistonlu Makine),
8. New York (1929-1980) Elektriğin Zaferi (Elektrikli Makine),
9. Los Angeles (1980-?) Kaliforniya Göçerkonarlığı (Mikroçip)
1. BRUGGE (1200-1350) TİCARİ DÜZENİN ÖNCÜLLERİ (KIÇ DÜMENİ)
12. yy sonunda; mola veren tacirler, başkaldırmış köleler ve topraklarından kovulmuş serfler, kıtanın en mükemmel tarım arazilerine sahip olan bu yörede toplanır.
Feodalizmin dışında kalan bu bölgede;
Üretim fazlasına el koyan bir “monark” yoktur,
Kölelik, emek gücünün tamamını eline almamıştır,
Yeni bir yaratıcı sınıf, burjuvazi; kârları sahiplenmek üzere, emekten tasarruf eden yeni bir bilinci ve tekniği hayata geçirir.
Topraktan birden fazla ürün almak, yük hayvanlarını omuzdan koşumlamak, su değirmeni, çamaşır tokaçlamayı mekanikleştirmek gibi teknik gelişmeler; gıda üretiminin yavaş yavaş sanayileşmeye başlamasına imkân verir.
“Dolaplı kıç dümeni” buluşu, gemilerin kolay yönlendirilmesini sağlar.
“Gücün” yerini “para”,
“Köleliğin” yerini “ücret”,
“Anıtsal inşaatların” yerini “yatırımlar”,
“Zabıtanın” yerini “ticaret” alır.
Dokuma makineleri,
Kentli nüfusun artışı,
Kredi ihtiyacı,
Ve bankacılık sistemleri ortaya çıkar.
Brugge; 35.000 nüfusuna rağmen, en dinamik liman ve “kapitalizmin ilk biçiminin odağı” hâline gelir. Veba salgınının (1348) Avrupa’nın 1/3’ünü yok etmesi ve Brugge’ün kumlar tarafından istilası, odağın Venedik’e geçmesinin yolunu açar.
2. VENEDİK (1350-1500) DOĞU’NUN FETHİ (KARAVEL GEMİSİ)
Brugge gibi Venedik’in gücü de “yokluk”tan doğar. İtibarını meydan okuyuşundan sağlar; şatafatı küstâhlığından peydahlanır.
Haçlı seferleri sırasında (11. yy) çaldığı Yahudi paraları ve Almanya’da çıkarılan gümüşün gelişini kolaylaştıran bir yol, 300 tonluk son derece güvenilir gemilerini (Karavel) inşa etmesini ve silahlandırmasını sağlar.
Avrupa’nın yüzyıl savaşlarıyla ve veba ile tükenmesi sırasında ticaret, sanat ve eğlence merkezi olmaya başlar; Venedik’teki yaşam düzeyi Paris ve Londra’dakinin 15 katıdır.
Avrupa’nın ticaretine ve parasına hakim olan kentin hizmetindeki “kılıcın ucundaki uygarlaştırıcılar” addedilen denizciler, kaşifler, araştırmacılar için dünya; bir serüven alanı hâline gelir.
Diğer odaklar gibi Venedik de teknolojik yeniliklerin merkezi değildir. “-Odak-; icat etmez, saptama yapar, kopya eder, başkalarının fikirlerini hayata geçirir.” (Teknolojiyi kullanırken “bilim”den uzaktır.)
1450 sonrasında, nüfusu kalabalıklaşan, fazlasıyla zenginleşen, eğlenceye düşüp hantallaşan Venedik; gümüşün azalması ve Türk baskısı altında bunalmaya başlar.
“Sevilla” 3. odak olmaya aday durumda olmasına rağmen, Amerika’dan çaldıklarını tembelce tüketmesi, daha da beteri; Yahudileri ve Kuzey Afrikalıları, yani yaratıcı sınıflarını kovması nedeniyle bu fırsatı kaçırmıştır.
GELECEK İÇİN DERS #1: Yabancı seçkinlere açılmak, başarının koşullarından biridir.
3. ANVERS (ANTWERPEN) (1500-1560) MATBAANIN ZAMANI (BASIM):
Anvers, 1450 sonrasında, “doğu”dan gelen baharat ve Avrupa malları ticaretinin en önemli limanlardan biridir; borsa, sigorta, finans alt yapısı bulunmaktadır.
GELECEK İÇİN DERS #2: Birbirine sıkı sıkıya bağlı olan finans ve sigortacılık, ticari gücün başlıca boyutunu oluşturur.
Aynı zamanda Almanya 1455’de yeniden keşfedilen (ilki Çin’de) “hareketli matbaa harflerinin” ilk sınai kullanıcısıdır.
“Kitap”; seri hâlde üretilen “ilk gezgin nesne” hâline gelir.
Yeni yönetici sınıflar bu keşfin kolaylaştırdığı; ifade özgürlüğüne, bireyciliğin ve aklın gelişimine, Yahudi-Yunan idealinin yaygınlaşmasına ihtiyaç duyduğu ölçüde, matbaa da baş döndürücü bir başarıya ulaşır (1500’de Avrupa’da 20 milyon basım yapılmıştır.)
Bu gelişme;
Kilise tarafından sansürlenen “Yahudi-Yunan-Arap mirası”nın öğrenilmesini,
Rahiplerin söylediklerini Kutsal Kitap’ın tastamam içermediğinin anlaşılmasını,
“Bilgi”nin o güne kadar halklardan özenle gizlendiğinin ortaya çıkmasını sağlar.
Kutsal Kitap’ın yerel dillere çevirileri ile kilisenin “Latince hegemonyası” yıkılır.
GELECEK İÇİN DERS #3: Merkezileştirici olduğu zannedilen yeni bir iletişim teknolojisi, yerleşik iktidarların acımasız düşmanı olarak belirir.
Luther:
Kutsal Kitap çevirisini kendi çevresine okutur,
Papalığın yozlaşmışlığına başkaldırır ve Kilise & Roma-Cermen imparatoruna karşı Alman prenslerle ittifak kurar;
Protestanlık böylece milliyetçiliğin hizmetine girerek “ulusların çağı”nı başlatır.
Başlıca Alman bankerlerin “Anvers”e yerleşmesi, Amerika’dan gemiler dolusu gümüşün gelmesi; kentin “odak” hâline evrilmesinde önemli etkenlerdir.
Zamanla gümüşün aşırı bollaşmasıyla değerinin azalması ve Hollanda ile İspanya arasında vuku bulan din savaşları, deniz ticaretini sekteye uğratarak kentin önemini azaltır; daha pahalı ve çekici hâle gelen “altın ticareti”nin ve finansın merkezi “Cenova” bir sonraki “odak” olur.
4. CENOVA (1560-1620) VURGUN SANATI (MUHASEBE)
Anvers için “matbaa”,
Venedik için “gemiler” ne idiyse,
Cenova için de “muhasebe” odur.
Ekonomi düzeni için bir devrim olan “kâr-zarar muhasebesi”ni icat ederler ve güçleri buradan kaynaklanır.
Floransa’nın ticaret ve dokumasını finanse eden ve bir kısmı Yahudi kökenli olan Cenovalı bankerler, altın piyasasının efendileridir ve Avrupa krallarının & prenslerinin askeri operasyonları için borç kaynağıdır.
Atlantik’i kontrol eden İspanya’nın büyük armadasının yenilmesi ve Amerika’dan gelen altın yollarını yeniden Hollandalıların kontrollerine almasıyla; “odak” bir daha geri dönmemek üzere Akdeniz’den uzaklaşır ve Atlantik’e, ilk önce de “Amsterdam”a geçer.
Bu dönemde müthiş ilerleme kaydetmiş olan Hollanda’nın elindeki “Birleşik Eyaletler kentleri”ndeki yaşam düzeyi artık Fransa, İspanya ve İngiltere’dekinin 5 katına ulaşmıştır.
5. AMSTERDAM (1620-1788) FİLİNTA TEKNE SANATI (FİLİNTA GEMİSİ)
Avrupa giysi imâlâtı ve kumaş boyamacılığının merkezi durumuna yükselmiş olan kentte icat edilen, seri imâlâtla üretilmeye başlanan ve beşte bir mürettebatla idare edilebilen “filinta gemisi”; Amsterdam’ı “beşinci odak” hâline getirir.
Son derece iyi silahlandırılmış gemiler, deniz kuvvetlerini diğer ülkelerle kıyaslanamayacak bir boyuta ulaştırır; filo, Avrupa’nın tamamından 6 kat büyük yük taşıyarak Baltık’tan Latin Amerika’ya kadar, denizlerdeki denetimi ele alır.
Sonrasında geliştirilen “Hindistan Kumpanyası”, “borsa” ve “Amsterdam Bankası”; deniz gücünü mali, ticari ve sınai hakimiyete dönüştürür.
İspanya’dan kovulan Yahudiler gibi çok sayıda yabancıya kucak açılarak “entelektüel ve kamusal yaşam” geliştirilir; 300.000 nüfusa ulaşan bölgede kişi başı gelir Paris’in 4 katı iken, Fransa’daki kıyım sonrası kaçıp gelen “Protestan Huguenot”lar ile bu fark daha da büyür.
Protestanlığın özgür düşüncesi,
“Desiderius Erasmus”,
Ve “Baruch Spinoza”; dönemin sembolleridir.
Gelişen Fransız donanması, gemi inşasında kullanılan ağacın tükenmesi, pahalılık nedeniyle ücretlerin yükselmesi toplumsal çatışmaları büyütür; armatörlerin ve finansçıların daha dinamik ve güvenli hâle gelen “Londra”ya geçmesine neden olur.
GELECEK İÇİN DERS #4: Hiçbir imparatorluk, ebedi gibi görünse de, sonsuza kadar süremez.
6. LONDRA (1788-1890) BUHARIN GÜCÜ (BUHARLI MAKİNE)
İlk deniz kronometresini icat edip, gemilerinin okyanuslarda konumlarını daha iyi belirleyebilen, yolculuk süresini kısaltan ve deniz hakimiyetini artıran İngiliz donanmasının başta “Doğu Hindistan Kumpanyası” olmak üzere sömürgelerinden elde ettiği çok ucuz hammaddeleri (Hindistan’da yeni bulunan pamuk en önemlisi) işleyip pahalı ürün olarak satması, Londra’nın “6. Odak” olmasının ana nedenidir.
Avrupa’nın savaşlarla kan ve ateş içine düşmesi, oradan kaçanların “Adam Smith” ve “John Locke”un piyasa demokrasisinin temellerini attığı Londra’ya gelmesi; bu kentin iktidarı ele almasına yol açar.
Yeni enerji arayışında, topraktan henüz azadeleşip ticarete atılmış olan yeni İngiliz burjuvazisi Fransız “Denis Papin”in icat ettiği buhar makinesine yönelir ve bu makineyi daha da geliştiren “James Watt”, kömürün bu makine ile çıkarılmasına ve sonrasında pamuk ipliği üretiminin 10 kat artmasına öncülük eder.
Deniz gücüyle gelişen ülke, “George Stephenson”un icat ettiği “buharlı lokomotif” ile kara taşımacılığında da devrim yapar.
Fransa bu dönemde dünyaya özgürlüklerden söz ederken; etkili bir deniz gücüne, önemli bir limana, yabancı seçkinlere karşı açlığa ve sanayi makinelerine yönelik bir meraka sahip değildir.
GELECEK İÇİN DERS #5: Yeni varsıllık aramaya zorlayan şey “yokluk”tur. Az bulunurluk, hırslı kişiler için bir lütuftur.
GELECEK İÇİN DERS #6: Bir teknolojinin kimin tarafından icat edildiği önemli değildir. Önemli olan onu işler hâle getirecek “kültürel ve siyasi” konumda bulunmaktır.
İngiltere’de 1825’de tarım katma değerini aşan sınai üretim, aynı niteliğe;
Prusya’da 1865’de,
A.B.D.’de 1869’da,
Fransa’da ise 1895’de ulaşabilecektir.
İngiltere’nin demokrasisi de piyasası ile birlikte gelişir: Oy verme hakkına sahip olan burjuvaların sayısı yavaş yavaş artar.
İlk kez bir ticari odağın imparatorluğun odağı hâline gelmesi,
“Dickens”,
“Marx”,
“Darwin”,
Ve “Turner”; dönemin sembolleridir.
GELECEK İÇİN DERS #7: Yetkeci devlet piyasayı yaratır, piyasa da demokrasiyi.
Prusya, Fransa ve A.B.D.’nin rekabetinin baskısı ve borsa vurgunu (şişme-balon) banka iflaslarına yol açar.
Londra odak olma vasfını; tamamen tacirlerin belirlediği bir piyasa olan, milyonlarca belleksiz mülteciye kapılarını açan ve Kaliforniya altınlarıyla zenginleşen A.B.D.’ye devreder.
GELECEK İÇİN DERS #8: Bir kez daha, egemen finans merkezinin iflası bir “odak”ın sonunu onaylar.
7. BOSTON (1890-1929) MAKİNELERİN İSTİLASI (PİSTONLU MAKİNE)
Yeni enerji kaynağı “petrol” ve “pistonlu-patlamalı motor” temelinde üretilen otomobil, odak hakimiyetini Boston’a verir.
Yine bu icadı yapan Fransızlar (A.B. de Roshas), tren ulaşımına geçmiş olmalarının yavaşlığı içinde, trenden uzak A.B.D.’nin otomobile açlığının yol açtığı üretim talebinin ve “Ford”un geliştirdiği seri üretim sisteminin gerisinde kalırlar.
Avrupa’nın üçte birinin (özellikle Püriten protestanların) göçüyle Boston’da oluşmuş olan süratli ticaret ve rekabet ortamı, burayı A.B.D.’nin ilk önemli ihracat limanı hâline getirmiştir.
1928 yılında, “yedi kız kardeş” diye anılan petrol şirketlerinin oluşturdukları kartelin benzin fiyatlarını artırması, otomobil üretimini çökertir; 1929 “büyük kriz”ini başlatır ve yükselişe geçmiş olan “8. Odak”ın yolunu açar.
Yedi kız kardeş:
Anglo-Persian Oil Company (günümüzde “BP”) – İngiltere
Gulf Oil (günümüzde “Chevron”) – A.B.D.
Royal Dutch Shell – Hollanda & İngiltere
Standard Oil of California (SoCal) (günümüzde “Chevron”) – A.B.D.
Standard Oil of New Jersey (Esso) (sonra “Exxon”, günümüzde “ExxonMobil”) – A.B.D.
Standard Oil Co. of New York (Socony) (sonra “Mobil”, günümüzde “ExxonMobil”) – A.B.D.
Texaco (günümüzde “Chevron”) – A.B.D.
8. NEW YORK (1929-1980) ELEKTRİĞİN ZAFERİ (ELEKTRİKLİ MAKİNE)
Yaklaşık elli yıldır gelişmekte olan elektrik motoru (1889-Nikola Tesla-Avrupa) ve elektrikli ev araçları üretimlerinin patlaması New York’un öncü olmasını başlatır; seri üretim herkesin satın alabileceği bir ticareti hayata geçirir (1930’da Amerikan konutlarının %80’inde elektrik vardır.)
GELECEK İÇİN DERS #9: Toplumsal açıdan zorunlu bile olsa, bir yeniliği genelleşmesinden ayıran süreç her zaman yarım yüzyıl çevresinde dolaşmaktadır.
Elektrikli araçların gelişmesi bir çok alanda çalışan insanların yerini almaya başlar ve işsizlerin sayısı artar. Bu yeni üretim sistemi Avrupa’ya geçerek, rekabeti artırarak yayılır.
Faşizmin yükseldiği dönemde sanayi üretiminde A.B.D., İngiltere ve Fransa’dan belirgin şekilde önde olan Almanya emek gücüne, hammadde, petrol ve toprağa her zamankinden daha fazla gereksinim duymakta ve Kafkasya’daki petrol kaynaklarına ulaşmak için savaşı kaçınılmaz olarak görmektedir.
2. Dünya Savaşı; A.B.D.’nin üretim ve teknolojiye hakim olmasının önünü açar.
Savaş sonrasında gelişen “radyo” ve “taşınabilir müzik aletleri”, gençlere ebeveynlerinden uzakta eğlenme ve cinsel özgürleşme şansı sağlar; bu bir devrimdir: “Rock” ve “Caz”, genç insanların; tüketim, arzu ve başkaldırı evrenine girişlerinin haberini verir.
GELECEK İÇİN DERS #10: Teknoloji ve cinsellik arasındaki bağ, ticari düzenin dinamizmini yapılandırır.
Tüketime yönelik kurumların (banka, sigorta, reklam, pazarlama) sayısı hızla artar ve 20 yıl (1954-73) içinde alınan krediler 5 katına çıkar.
Üstünlüğü korumak için askeri, gettolarla baş etmek için polisiye harcamalar çok yükselir; sermayenin verimliliği azalmaya başlar ve üretim öncülüğü yitirilir.
Üretimde öncü duruma gelen Tokyo’nun odak olması, dünya seçkinlerini kendisine çekememesi ve bireyciliği desteklememesi nedeniyle gerçekleşmez.
Kaliforniya’da yükselen yeni teknolojik dalga (Silikon Vadisi: Mikroçip), kitlesel otomatikleşmenin ve “Los Angeles”in önünü açar.
9. LOS ANGELES (1980-?) KALİFORNİYA GÖÇERKONARLIĞI (MİKROÇİP)
Yeni odak; “Los Angeles” ile “San Francisco” arasında uzanan, 35 milyon kişinin yaşadığı, mikroçip, cep telefonu, bilgisayar, otomatizasyon, yazılım ve enformasyonun, yani göçerkonar nesne ve insanların merkezi “Kaliforniya”dır (bağımsız devlet olsaydı dünya ekonomisinin 6. ülkesi olacaktı.)
A.B.D.’de bilim ve mühendislik alanında diploma sahibi olanların 2/3’ü Asya kökenli kişilerdir ve Asya odak olmaya yaklaşmaktadır.
SONUN BAŞLANGIÇLARI
9. Odak’ın sonu şimdiden görülmektedir:
Çok daha az kişisel tasarruf yapılabilmekte (1980’de %10, 2006’da %0.2),
Ücretliler giderek daha fazla borçlanmakta,
Kredi borcunu ödeyemeyenler artmakta,
Eşitsizlikler derinleşmekte,
Ücretliler Avrupalıların yarısı kadar izin kullanırken yılda 6 hafta fazla çalışmakta,
Beş çocuktan biri yoksulluk sınırı altında yaşamakta,
Milyonlarca insan sigortasız yaşamakta,
Ve üretimlerinin ana eksenini oluşturan “internet ürünleri” giderek daha fazla bedelsiz olarak mübadele edilmektedir.
Çelişkiler dünya ölçeğinde de giderek aşırı düzeylere varmaktadır:
İnsanlığın yarısı yoksul ve günde 2 dolardan az gelirle hayatta kalmaya çalışmakta; temiz içme suyuna, eğitime, krediye ve konuta ulaşamamaktadır.
Kalkınma hızıyla dikkatleri çeken Çin’in 500 büyük kentinin yarısında ne temiz içme suyu ne de kanalizasyon vardır ve Çinlilerin %90’ının emeklilik geliri ve sağlık sigortası yoktur.
Etiyopya’da %99.4 insan barakalarda yaşamakta; dünyada 200.000’den fazla gecekondu kenti vardır.
250 milyon çocuk (1/4’ü 10 yaşın altında) yasadışı olarak çalıştırılarak sömürülmekte, 10 milyonuna fahişelik-kölelik yaptırılmaktadır.
Kadınların durumu da çoğu yerde sefalet boyutundadır.
“Halk hareketleri”, “büyük ölçekli protesto akımları” ve “göçler” hızlanmaktadır.
Dinsel düşmanlıklar, milliyetçi motivasyonlar ve güvenlik harcamaları artmaktadır.
Yeni “odak”, sarsıntılar sonrasında ortaya çıkabilir; bu kısa tarih, geleceğin çerçevesini çizmeye ve olası felaketlere karşı alınabilecek önlemleri saptamaya yardım edecektir.
Ortada öylesine besbelli bir istikrarsızlık, öylesine aşırı bir karşılıklı bağımlılık var ki her başkaldırı, her yeni fikir, her türlü teknik gelişme, her bilimsel keşif DÜNYANIN YÖNÜNÜ DEĞİŞTİREBİLİR; sorunlar öylesine öngörülemezdir ki MÜMKÜN olan GELECEKLERİN SAYISI neredeyse SONSUZDUR.
Demokrasi ile piyasanın ortaya çıkmasından beri, GELİŞME BİR TEK YÖNDE İLERLEMEKTEDİR:
Yüzyıldan yüzyıla;
Siyasi özgürlük yaygınlaşmakta,
Arzular ticari ifadelerin mecrasına sokulmakta,
Köylüler kentlere yönelmekte,
Ve piyasa demokrasilerinin tamamı, geçici bir “odak” etrafında giderek genişleyen, iç-içe geçen, bütünleşen bir pazar hâline evrilmektedir.
YAKIN GELECEKTE;
İş bulmada ve iş yapmada rekabet çok daha sertleşecek,
İnsanlar kendilerini sürekli yenilemek ve yer değiştirmek zorunda kalacak,
Orta sınıf yeniden “proletarya kırılganlığı”na ulaşacak ve örgütlenecek,
“Daha iyi yaşama sanayisi” başlıca sanayi hâline gelecek,
“Çalışmak-Tüketmek-Eğlenmek” arasında ayrım yapabilmek zorlaşacak,
Tüketici borçlanmaları artacak,
“Kent merkezlerinden uzaklaşarak yaşama zorunluluğu” artacak,
“Geçici eş” ve “yalnızlaşma” konumları artacak,
Kentin tamamı “internet alanı” hâline gelecek,
Kitaplar üç boyutlu görüntülerle anlatılacak-dinlenebilecek,
Müzik giderek daha fazla teselli aracı hâline gelecek,
Uzaktan üç boyutlu konuşulacak,
“Hizmetçi robotlar” yaygınlaşacak,
Başka kıtadan sağlık, eğitim ve eğlence hizmetleri alınabilecek,
“Göçerkonarlık-Heryerdelik-Sanal Cemaatleşme” hâlleri yaygınlaşacak,
Yaşlanma, zorunlu ve gönüllü göçler artacak (25 yılda 1 milyar insan),
Mega kentler artacak ve belirleyici hâle gelecek,
Sürücüsüz ve kolektif mülkiyetli taşıtlar yaygınlaşacak,
Çok ucuz ürünler üretilerek en yoksul kesimler de piyasa ekonomisine sokulacak,
Ve tüm ticari sektörler koruma ve eğlendirme çevresinde örgütlenecektir.
Bugün İngilizce konuşulan ve bir Amerikan sömürgesi olan “7. Kıta: İnternet”, bir gün meydan okuyarak özerkliğine kavuşacaktır.
BU HIZLA TÜKETMEMİZ HÂLİNDE 40 YIL SONRA;
Avrupa ve Kuzey Amerika dışında ORMAN KALMAYACAK,
2030’da bile bugünün 2 katı karbon solunacak olması ve buna paralel; “küresel ısınma” ve “buzulların erimesi” insanlığı bekleyen EN BÜYÜK TEHLİKEDİR.
Aynı sürede KİŞİ BAŞINA DÜŞEN SU MİKTARI YARIYA İNECEKTİR.
230 yıllık kömür, 70 yıllık doğalgaz ve 50 yıllık petrol rezervi bulunmaktadır.
Yakın gelecekte (2025), Washington siyasi başkent, New York finansal metropol olmayı sürdürürken, Kaliforniya da ülkenin “kültürel-teknolojik-sınai” merkezi, “odak” olmayı sürdürecek ve sonrasında belki de “odak” gerekliliği ortadan kalkacak; ve ticaret “odak”sız işleyecektir.
İLK GELECEK DALGASI: “HİPER-İMPARATORLUK”
2025’lerde çok merkezli ticaretin sürdüğü, görece güçlü bir kaç devlet tarafından belli-belirsiz eşgüdüm içerisinde tutulan ve efendisiz dünyanın yerini 2050’lerde DEMOKRASİSİZ BİR PİYASA alacaktır.
Yeni teknolojilerin sunduğu imkânlar sayesinde “devletsiz bir piyasa” çevresinde HİPER-İMPARATORLUK diye adlandırdığım şey başlayacak; “kamu hizmetlerini”, ardından “demokrasiyi”, sonra da “devletleri” ve hatta “ulusları” dağıtacaktır.
Tüketim nesneleri yine “göçerkonar nesneler”in uzantısı olacaktır:
Tıpkı;
Kültürü melezleşmiş,
Yaşam tarzı geçici,
Değerleri bireyci,
Ve
İdeali narsisist gibi.
Eğer SİGORTA ŞİRKETLERİ büyük şirketlerin kontrolünü ele geçirmeyi ve kendi normlarını devletlere dayatmayı başarırsa,
Eğer (ÖZEL) PARALI ASKERLER orduların yerini alırsa,
Eğer ŞİRKETLERİN BASTIĞI PARALAR başlıca dövizlerin yerini alırsa;
O zaman HİPER-İMPARATORLUK ZAFERE ULAŞMIŞ DEMEKTİR.
Futbol; hiper-imparatorluğa özgü “toplu yönetme biçimi”nin yarın nasıl olacağına, daha bugünden eksiksiz bir örnek oluşturmaktadır.
Gerçekten de, hiçbir uluslararası merci, “Uluslararası Futbol Federasyonu” kadar güçlü değildir. Muazzam gelirleri kontrol etmekte, kaynakları kullanma biçimi denetlenememektedir. Zürih’ten ilân ettiği en küçük bir kural değişikliğine, dünyanın öteki ucundaki en küçük kulüp bile uymak zorundadır. “Göçerkonar ve evrensel iş hukuku”, burada ulusal hukukların çok ilerisindedir. Lozan’daki “Uluslararası Olimpiyat Komitesi” için de aynı şey geçerlidir.
Hiper-imparatorluk, sonraları AŞIRI DENGESİZLİKLER ve BÜYÜK ÇELİŞKİLER içinde debelenen bir alem olacaktır.
Şeffaflık EŞİTSİZLİKLERİ daha görünür ve daha hoşgörülmez kılarken, sigortacıların baskısı altındaki sınai işletmeler, bir yandan azami verimlilik isterken, gitgide daha az risk alacaklar, ücretliler de beyhude yere gelir paylarının azalmamasını talep edeceklerdir.
Tüketiciler ve elbette seçmenler, fiyatların düşürülmesini isteyeceklerdir.
Kısa vadeye, dolayımsıza, eğreti olana, sadakatsizliğe giderek daha fazla öncelik tanınması, araştırmaların finansmanını ve vergi tahsilatını gitgide zorlaştıracaktır.
PARANIN ŞİDDETİNDEN SONRA, SİLAHLARINKİ GELECEKTİR.
İKİNCİ GELECEK DALGASI: “HİPER-ÇATIŞMA”
Piyasa yaygınlaştığı, farklılıklar eşitlendiği, bireyler özgürleştiği zaman, HERKES HERKESİN RAKİBİ hâline gelir.
Devlet zayıfladığında, şiddeti sınırlama ve gemleme imkânı da ortadan kalkar. Yerel çatışmalar çoğalır, kimlik/özdeşlikler sertleşir, tutkular çarpışır, yaşamların değeri kalmaz.
Bölgesel yeni güçler ve askeri ittifaklar ortaya çıkacaktır. Korsan ordular ve haydut orduları oluşacak ve kentlerin-ülkelerin kontrolünü ellerine geçirecek, birlikte yolculuk etmekten başkaca ortak yanları bulunmayan alt-göçerkonar kitleler tehditkâr hâle gelecek ve bu yapıların bazıları, devletlere, özellikle de demokrasilere karşı ittifaka girecektir.
Bu tehdit ve saldırılar karşısında, uluslar giderek daha çok sayıda, yaşamlarını tehlikeye atabilecek asker ve polise ihtiyaç duyacak (şimdiden A.B.D. ordusunun %5’i, vatandaşı olmayan göçmenlerden oluşmaktadır), paralı askerlik hizmeti veren işletmeler yaygınlaşacaktır (hâlen Afrika’da, hükümetlere ve işletmelere hizmet veren 100’e yakın askeri şirket vardır.)
Bu düzeni daha en az 20 yıl daha yönetecek olan A.B.D.’ye karşı her yerde halkların öfkesi yükselecektir; bir “odak”a duyulan nefret, odak gücünün doruğundayken değil, inişe geçmeye başladığı an zincirlerinden boşalır.
A.B.D.’ye ve ticari düzene karşı bir eleştirel koalisyon oluşacak, fakat bunların eleştirdikleri şeyin karşısına çıkaracakları bir önerileri olmayacaktır; yalnızca bazıları, teokrasiye dönülmesini önereceklerdir. Dinler arası gerginlikler artacak, çatışmalara öncülük edecektir.
Savaşlarda robotlar, kimyasal ve biyolojik silahlar kullanılacak; “gri jöle” denilen ve bir toz zerresi boyutundaki nano-robotlar, kaçak denetim görevleri gerçekleştirecek ve düşmanların hücrelerine saldıracak, genetik silahlar bazı etnik gruplara yöneltilecektir.
Bir hedefin saptanmasıyla tahribi arasında geçen süre hiç mertebesine inecektir (bu süre 1990 Körfez Savaşı’nda 3 gün, 2003 Irak Savaşı’nda 5 dakikaydı.)
Bir yandan da piyasa demokrasileri (özellikle Avrupa) savaştan kaçınmak için, özgürlüğün alanını kendilerine düşman olabilecek kişilere de yaymayı deneyecek, “Jürgen Habermas”ın düşünü kurduğu; o barışçı ve itaatkâr, nükleer güçten arındırılmış “ulus-sonrası devletleri” yaratmaya çalışacaklardır.
Hiper-çatışmadan önce 4 tür çatışma patlak verecektir:
Kıtlık (petrol ve su) savaşları,
Sınır savaşları (özellikle Ortadoğu ve Afrika),
Nüfuz savaşları (ticari),
Korsanlar ve yerleşikler arasındaki savaşlar.
Hiper-çatışma sırasında her türlü silah hiç bir kural tanımaksızın kullanılacak ve TARİHİ YAZACAK HİÇ KİMSE KALMAYACAKTIR.
En azından ben buna inanmak istiyorum ki;
Hiper-çatışmanın oluşturduğu tehdit karşısında, demokrasiler, korsanları ve diktatörlükleri yenmek üzere yapabileceklerini son noktada yerine getirecek, DAHA ŞİMDİDEN İŞ BAŞINDA OLAN YENİ GÜÇLER; adil, dingin, birleşik ve kardeş bir dünya yaratmak üzere iktidarı ele geçirecektir.
ÜÇÜNCÜ GELECEK DALGASI: “HİPER-DEMOKRASİ”
Bu bilgilerden AKILCI olarak çıkarsanabilecek maddeler::
İklim istikrara kavuşturulabilir,
Su ve enerji kaynakları çoğaltılabilir,
Aşırı şişmanlık ve sefalet yok edilebilir,
Şiddete başvurmamak mümkündür,
“Herkes için refah” gerçekçi bir olasılıktır,
Demokrasi evrensel hâle getirilebilir,
İşletmeler ortak çıkara hizmet edebilir.
Hatta tüm farklılıkları korumak ve daha başkalarını yaratmak da düşünülebilir.
İnsan, iyi haberler üzerinde asla hiçbir şey inşa etmemiştir; hiper-çatışmayı önlemeye de bu düşünceler yetmeyecektir.
Fakat felaketler kapıdadır ve günün birinde, en derin biçimde uyumakta olanları uyandıracak kadar çoğalmaktadır. Felaketler, bir kez daha, değişimin en iyi avukatları olacaktır.
Ortaya çıkacak olan yeni uyumlu dünyada “hiper-demokrasi”; “piyasa” ve “demokrasinin” gezegensel ölçekte birlikte yaşamasından ibaret olacaktır.
Bunun başlıca aktörlüğünü ise İNSAN-AŞIRILAR ve İLİŞKİSEL İŞLETMELER üstlenecektir.
“Yardım etmek”, “anlamak” ve “arkalarında daha iyi bir dünya bırakmak” kaygısına sahip insan-aşırılar;
Yerleşiklerin erdemlerini de (dikkat, konukseverlik ve uzun vade duygusu),
Göçerkonarların erdemlerini de (dikbaşlılık, bellek ve sezgi) uygulamaya hazır olacaklardır.
Kadınlar, erkeklerden daha kolayca insan-aşırı olacaklardır. İnsan-aşırılar; bedelsiz hizmetin, karşılıklı vermenin, kamusal hizmetin ve genel çıkarın ekonomisini kuracaklardır. Bu tarz çalışma sürecinde, vermekten sevinç duymayı, gülümsetmeyi, aktarmayı, rahatlatmayı ve teselli etmeyi öne çıkaran yeni bir tavır gelişmektedir; ÇALIŞMAK, ZORLAMADAN KURTARILMIŞ BİR ZEVK HÂLİNDEDİR.
“İlişkisel İşletmeler” diye adlandırdığım yapı aslında bugün; “Sınır Tanımayan Doktorlar”, “Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF)” ve “Greenpeace” gibi örgütlerde yaşatılmaktadır.
Şimdiden bu örgütlerin üretimleri dünya gayrisafi hasılasının %10’unu oluşturmaktadır ve payları çok büyük bir gelişme göstermektedir. Gezegen yurttaşları bu örgütleri, her bireyin refahı için, temel ihtiyaçları (en önemlisi “iyi zaman”) ve herkesin refahı için ortak iyiyi (başlıca boyutu “kolektif zeka”) geliştirecektir.
Avrupa Birliği’nde olduğu gibi, sınırlar ortadan kalkacak, kıtasal ölçekli parlamentolar ve hükümetler gelişecektir; Avrupa Birliği hiç şüphesiz Rusya ve Türkiye’yi de içine alarak yeni bir yapı oluşturacaktır.
HİPER-DEMOKRASİ, AVRUPA’DA BAŞLAYACAKTIR.
Türkiye, bu muhteşem ülke, Avrupa tarihinin tam ve asli üyesi olabilmesi için, demokrasisini geliştirmek, kadının ve azınlıkların konumunu yükseltmek, bürokratik yavaşlıkla ve eşitsizliklerle (%20 insan yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır) mücadele konusundaki çabalarını yoğunlaştırmak zorundadır.
http://www.kitabinomurgasi.com/2014/10/jacques-attali-gelecegin-kisa-tarihi.html
“Geleceğin Kısa Tarihi”
Jacques Attali
İmge Kitabevi Yayınları, 2008
Çev.: Turan Ilgaz
Jacques Attali: PhD, Prof, Ekonomist, “Ecole Polytechnique” ve “Paris XI” Üniversiteleri, Fransız Bilimler Akademisi Üyesi, Cumhurbaşkanı Mitterand’ın Özel Danışmanı, Devlet Onursal Danışmanı, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Danışmanı, Avrupa Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası Kurucu Başkanı, MP3’ün yaratıcısı EUREKA programının başlatıcısı, 100 Global Düşünür’den biri.
iltifatlarına teşekkürler 🙂
24 nolu anonim, anarşistleri geçmişe çakılıp kalmış zavallılar olarak göstermeye çalışmışsın.
Ayrıca hiç çözüm üretmediklerini filan yazmışın. Bence bu oldukça ağır bir suçlama. Bir yığın çözüm önerileri var. Asıl sorun çözüm üretmek de değil, üretilen çözümleri uygulayabilmek. Asıl sorun bu. Siz bir insanın üretebileceği en mükemmel çözümü bile üretseniz kapitalist sistem bunun uygulanmasına zaten izin vermez.
Sayın yorum no 25,
(24 cevap veriyor)
Lütfen metni tekrar okuyunuz.
Ya kasıtlı olarak işaret edilenleri saptırıyorsunuz ,ya da metni tamamen yanlış anlamışsınız!
Sayın Zileli’nin “iltifatlarına teşekkürler :)” ibaresini düşmesi ise; en azından ömrünün geri kalanında kapitalizmin ortadan kalktığını göremeyeceğinizi bilmesindendir! “Kapitalizmin ortadan kalkması” idealinin gerçekleşmesi zor bir şey olduğuna yıllardır inandığından; ona karşı dişe diş mücadelelere girişmekten neredeyse vazgeçmiştir!
İlk sorun koca bir dağ gibi duran “kapitalizm”in kendisidir! Diğer sorunlar sonra gelir…
Bir örnekle bitirelim:
Sayın Zileli’nin sitesiden gidecek olursak;
Yaptığımız ölçümlere göre:
Ziyaretçiler günün her saati buraya uğruyor.
Fakat yorum yazmaya çoğunlukla haftaiçleri ve 16:30 – 17:00 ve 20:00 sonrası başlanıyor!
Sebep:
Çünkü “kapitalizmin çarklarının dönmesi için beden güçlerini ve beyin güçlerini” satmaya gitmeye mecbur bırakıldıkları bir “kapitalist sistem”, “şirketler diktatörlüğü” var!
Yukarıda belirtilen zaman aralıkları dışındaki ziyaretçilerin önemli bir bölümü ise:
Ya sayın Zileli gibi “kapitalizmle doğrusan teması” olmayan alanlarda yaşıyorlar!
Ya emekli olup, vakti bol olanlar!
Ya işleri gazetecilik, yüksek lisans öğrenciliği, dergi editörlüğü vb. yazı-çizi işleri ile “kapitalizme adapte olmuş” ve buralara yorum yazabilecek vakti olan kişiler!
Bu kadar geniş bir panoramayı nasıl çizdiğimi soranlara, uydurma olmadığını ispatlamak için:
“Big data” denen alanı inceleyen bir danışmanlık şirketinde beynimi satıyorum! Orada “damızlık müşterilerimize!” uyguladığımız metrik programlarımızı, bir anarşist olduğumdan, boş vakit yaratıp sayın Zileli’nin sitesinde uyguladım ve yukarıdaki profil çıktı!
Şimdi:
Metni tekrar ve daha dikkatli değerlendirmenizi öneririm!
Kasıtlı olarak saptırmak gibi bir niyetim yok. Anladığımı yazdım.
Yanlış mı anladım, emin değilim…Yazdıklarınıza tekrar tekrar baktıktan sonra bu şekilde yazıyorum. Anlaşılmak karşı tarafa bağlı olduğu kadar anlatana da bağlıdır.
Gerçi böyle bir söylemde bulunmuyorsanız sorun yok.
anonim 22…
Yangın yerine dönen ülkede sınıflar nerede?
pardon.. hata oldu devam ediyorum……….
“Yangın yerine dönen ülkede sınıflar nerede?” diye sormuş A. Güler… YOK! İşçi sınıfını arıyorsan YOK! İşçi sınıfı bilincinde dişe dokunur bir sınıf burada sınıf YOK!
Gezi İsyanında da yoktu. Soma’da 300 emekçi öldürüldüğünde de.. “Ey Ruh…” çağırısı gibi…
İnsan sadece üzülüyor…
Anonim 24’e kafanız çok karışık.. Anlattıklarınız bilinmeyenler değil…
Zavallılığa gelince… Bu laf yerine oturmuyorsa itham eden bir zavallı haline geliverir.
A. Tocqueville’nin “Eski Rejim Devrim” kitabını okuyorum. Bu adam iyi kavransaydı 1960-70 ler böyle yaşanmazdı diyorum! Zavallı, Tarihi anlayamayan, insan denilen varlığın yüzlerce yıldır ne çok benzer hatalarla yinelendiğini…
Ve Stalin elbette yaşıyor.. O Sosyalist Faşizan, Milliyetçi sol Faşizan ideolojilerin idolüdür o!
Hala “Devrim” söylemiyle Darbe yaparak bizi “cennetlerinde döve döve” götürecek adamları görmeyecek kadar kör olan mı akıllıymış?
Siz Hayatın-Toplumsal ve insanî diyalektiğin özünü kaçırmışsınız; işiniz zor; 30 yıl önce başladığınız yere yeniden dönmeniz gerekecek…
(Not .. Ben o andığınız akıllı -cesur insanları sevsem, saysam da dediğinizi yapmadım; onların “ayetleri” içinde gezmedim…Okuduğunu anlayamayanın tüm iddiaları çöküverir; dikkatli olun lütfen) )
Az kaldı.. Yalnızca Pe Ka Ka diyecek.. Şimdi de yazı bütünü içinde hem Pe Ka Ka hem Pe Ke Ke’yi kullanıyor.
http://haber.star.com.tr/yazar/ocalan-direnebilseydi/yazi-1046158
***
17-18 yaşındaki gençler dikkat etmeli… Kendisine en ajitatif retorikle, tahakkümcü dille, en doğruyu bilir kibirle yaklaşan kariyerist önder-yoldaşlarını tanımalı…
Emretmeyi seveni… Acımasızlığına sınır koymamayı cesaret olarak anlatanı… Düşmanının cesedi üzerinde tepineni… Düşmanı olmadığı halde düşmanı yıldırmak için insan öldüreni ve savunanları…
tanımalı…
Zamanında tanımazsa eğer…
çok geçmeden ya azılı bir suç ortağı ya da bir “hain kurban” oluverecektir…
Sanırım bu yorum GZ değerlendirmesi ile benzer..
Ergin Yıldızoğlu.. Cumhuriyet…
“Bence, bu koşullarda bir AKP-CHP koalisyonu, siyasal İslamın hesaplarına uymaz; uyacak olursa CHP yok olur. Bir AKP-MHP koalisyonu, eğer MHP, Kürtlere yönelik baskıda, başlayan savaşın tetiğinde benim de parmak izim olsun diyerek kararından vazgeçmezse, olanaklı değil. Yok vazgeçerse devlet şiddetin dozunun daha da artması kaçınılmaz.
Bir erken seçim ise HDP imha edilmeden AKP’ye istediği sonucu getirmez, HDP imha edilirse seçim sonuçları siyasal İslamın projesine arzuladığı “rızayı” sağlamaz. AKP’ye de, seçimler, parlamento gibi incir yapraklarından kurtulup, totaliter rejimi tüm açıklığıyla, kapasitesiyle olarak oturtmayı denemekten başka bir seçenek kalmaz.”
Gerçekten de bu “senaryo” mümkün… İçimden bir ses yine o lafı yineliyor…” örgütlü budalalık kendi kendini halleder, dışarıdan yıkılmaz…”
Denesinler,,, Rezil, sefil, hain ve aşağılığın aşağılığı olacaklar…. 100 yıl sonra mağaralarından dönüp iktidarı aldılar… böylece en az bir yüz yıl için daha o mağaralarına dönecekler…
Ve bence bu “hain senaryoyu” önleme amacı ile bu budalalığın yandaşlarına duyurulmalı….
Ülkeye bu denli kötülük yapanların suç ortakları Özgür Mumcu’nun yazısında uyarıldığı gibi.. hesap verecekler…
***
Cinayet ve katliamların tezgahına suç ortaklığı gerçekten de çok ağır, bağışlanamazdır… Siyaset ve ideolojik farklılık değildir bu; apaçık gestapo eylemleridir yargılanacak, hesabı sorulacak olan…
Muş’un Malazgirt İlçe Garnizon Komutanı Arslan Kulaksız uğradığı silahlı saldırı sonucu şehit oldu.
“Edinilen bilgiye göre olay, akşam saatlerinde ilçenin mezarlığı yanında meydana geldi. İlçe Jandarma Garnizon Komutanı İlçe Garnizon Komutanı Jandarma Binbaşı Arslan Kulaksız, eşi ve kızı ile birlikte mesai bitiminde evlerine gittikleri sıra otomobili arıza yaptı. Otomobilden inen Kulaksız, aracını kontrol ettiği sırada kendisini takip eden 2 araç tarafından çapraz ateşe tutuldu. Şahıslar olay yerinden kaçarken, Binbaşı Kulaksız şehit oludu kızı da yaralandı.”
***
Demek ki Pe Ka Ka, komutanın aracının bozulabileceği ihtimalini değerlendirerek hazır bekliyordu… Vay ne imiş bu PKK… !!!
“Analar ağlamasın” dan sonra “hepinizin anasını ağlatacağım” politikası arasında yatanın fark ya da aynılığının yalnızca İktidar Hırsı olduğunu gençler iyi görmeli…
Makyavel politikaların en bayağı hali yaşanıyor…
İyi baksın çocuklar…
Ve bu işin yazık ki sağı-solu yok!
İktidar “manyağı”, yani emretmeye bayılan adamların yapamayacağı halt yoktur.. bakınız Kirov cinayeti… Ve son cinayetler….
(O bize zavallı diyen çocuk, cahil, naif şaşkına.. Bak işte; Stalin ölmedi.. Yaşıyor! Adres.. o bilinen saray! )
Sayın 27,
26 numaralı cevabımda herşey net. Bir anarşist olduğumu en başta belirtmiştim. “Bütün anarşistleri zavallı görmek” çıkarımı sizin yanlış okumanızdan ibaret!
Sayın Gün Zileli’nin “…neredeyse zavallı” olması yönündeki tespitim; bütün anarşistlere değil, sadece onun şahsına yöneliktir. Yukarıda bu kadar açık ifade etmiş olmama rağmen; yanlışta ısrar etmeniz üzücü…
***
Sayın Ogürsel’e (Yorum No 30’a cevaben),
Dikkat buyurursanız; “kimin kafası karışık, kimin kafası karışık değil” ayrımını ortaya koymak için yazmadım.
Attali’nin kitabından aktardıklarımın bilinen şeyler olduğunu en başta belirtmiştim.
Sorun yine aynı yerde başlıyor:
“…!Tekrar!…!Tekrar!…!Tekrar!…” bu girdaptan kurtulamıyorsunuz, kurtulamıyoruz!
Tocqueville’nin “Eski Rejim Devrim” eserini herkes okudu! Devrimcisi de, anarşisti de, İslamcısı da, mütedeyyini de, azınlıkçısı da, çoğunlukçusu da, liberali de, oklokrasi savunucuları da, Kemalisti de, “fokocu”su da…herkes okudu!
Peki günümüze gelelim artık! 2015’e gelelim artık bir zahmet:
Bugünkü “sol kesim”e odaklanacak olursak; kapitalizme karşı (yukarıda aktarıldığı üzere “Attali” gibilerin tarih okumalarına karşı) sol kesim dişe dokunur bir tez veya bir “karşı çıkış” geliştirebiliyor mu?! Lütfen hemen; “Ama kapitalistler buna izin vermiyor ki!” savunma mekanizmasının içinde kaybolmayınız!
Size, sizin gibilere; “ne kadar çok kitap okuduğunuz veya okumadığınız” farkı minvalinde eleştirimi yöneltmiyorum!
Hayatın, toplumsal ve insanî diyalektiğin özünü sizlerden daha net gözlemleyebildiğim için, 30 yılın üzerinden “30 yıl geçtiğini !!!” bas bas bağırdığım için; size, sizin gibilere; “Peki günümüze gelelim artık! 2015’e gelelim artık bir zahmet!” diye bir uyarıda bulunuyorum! Hâlâ “tekrar!”a düşüp, bizlere; “Tocqueville’i sen de oku, sen de öğren!” diye, bir otokrat öğretmen misali davranıyorsunuz!
Yukarıda aktardıklarım arasında ne 1980 öncesi “acilciler”i gibi bir “devrim”; ne de “darbe” kelimesi geçiyor! Özellikle bu iki kelimeyle savunma pozisyonuna geçmeniz; 30 yıl öncesinin konseptinden sizin, sizin gibilerin kurtulamadığının göstergesidir! Ne yazık ki; bu özeleştiriyi yapacak cesaretiniz yok!
Attali (ve onun gibi kan emici yüzbinlerce “kapialist iktisatçı!”) bütün tarihi (ve “gelecek okumaları!”nı) kendi kapitalist çemberi içinde değerlendirip; üniversitelerin İ.İ.B.F.’nde okuyan gençlerin beyinlerini tüm hızıyla zehirlemeye devam ediyor! Siz hâlâ “darbe!” kelimesi ve/veya “devrim!” kelimesinde pinekliyorsanız; ölmüşüz de ağlayanımız yok!
En azından bir üst paragrafta bahsi geçen gençleri “bir nebze kurtarabalimek!” için; anarşistlerin, Marksist-Leninistlerin, genel manâda “sol kesim”in söyleyecek hiç mi sözü yok?!
İlk olarak; “kendimizi eleştirmekle” başlar her şey!
İlk olarak “sol kesim”in kendisine sormasıyla başlar her şey; “2015’e geldik! Ve kapitalizma karşı adam akıllı yol alamamışız!” diye!
Umarım “tekrar!”a düşmeden, sayın Zileli’nin de içinde sancıdan kıvrım kıvrım kıvrandığı gibi (örneğin “Stalin’i hâlâ yaşıyor sanışı!”) bir girdaba kapılmadan, dingin bir kafayla yanıtlarınızı yazarsınız!
Saygılarımla,
Sn 35..
Farkında mısınız.. Kirov aranıyor..
Binbaşı Kulaksız yetmezse başka Kirov.. Yapmayın.. Akıllı bir insan olduğunuza eminim..
Bu sitede sohbet ediyoruz yalnızca.. Yanlışı görmeyin.. Doğruyu besleyin.. Doğru büyürse yanlış küçülür.. Bunu yapabilirsiniz…
24 de katılmakla birlikte zilelideki olumlu gelişmeyi eski halini bilmeyenlerin anlaması zor olabilir yakında zileli yorum 24 gibi anarşist özgürlükçü gibi HDP olabilir