Site Logosu

Gün Zileli

Aşk ve Devrim

Kara Kızıl İstanbul / “13 Şubat ‘Bilimsel ve Laik Eğitim için Uyarı Boykotu’nu Destekliyoruz!”

Anarşizm üzerine Yazılar, Din, Direnişler, Duyurular

13 Şubat “Bilimsel ve Laik Eğitim için Uyarı Boykotu”nu Destekliyoruz!
12 Şubat 2015

12 Şubat 2015
ıHer şeyden önce, eğitimde dinci gericiliğe karşı boykotu eksiksiz bir proje olduğu için değil, doğru bir yönde atılan cesur ve değerli bir adım olduğu için destekliyoruz. Sembolik eylem geleneğini aşan, bilinçlendirme faaliyetlerini içeren, öğrenci, veli ve eğitimcileri kapsayan, iktidara aktif bir uyarı niteliğindeki boykot taktiği değerlidir.

 

Elbette bir bütün olarak eğitim sisteminin nasıl olması gerektiği, hiyerarşi, nota dayalı rekabet sistemi, paralı özel okullar vb. meseleler çok daha kapsamlı bir dönüşüm stratejisinin unsurlarıdır fakat şu andaki özel gündemimiz için bunları bir kenara bırakıyoruz. Eğitim ve din problemi üzerine odaklanıyoruz.

Öncelikle talebimiz din derslerinin “çok-kültürlülükçü” tarzda kapsamının genişletilmesi olmamalıdır. Yani, Sünni İslam´ın yanında Aleviliğe veya başka dinlere daha çok yer verilmesi bir çözüm değildir. Şu anki din derslerinde gerçekleşebilecek (minimal dozlarda aslında var olan) bu tip “reformlara” itiraz etmenin bir anlamı yoktur. Tüm inanç gruplarından bireylerin rahat edebilmesinin yolu, bilimsel temelleri olmayan, birbirlerini (bazen var olma hakkını dahi kapsayacak şekilde) reddeden, bu anlamda sentezlenemez inançların bir dengesini yaratmaya çalışmaktan değil; eğitimin her türlü dini referanstan sıyrılmasından, yani tam olarak sekülerleştirilmesinden geçmektedir.

Dini düşünce, ancak felsefe ve insanlık tarihinin özel bir alt dalı olarak, eleştirel bir şekilde bu derslerin içinde sunulabilir. En doğrusu, dini düşüncenin kutsal haresinden sıyrılarak tıpkı diğer düşünce akımları gibi yine insan zihni ürünü olduğunu gösterebilmek, dinin seküler kaynaklarını tartışabilmek, bu anlamda dini/dini olmayan düşünce ayrımının kendisini zamanla sönümlendirmek olur. Ancak bulunduğumuz nokta ve önümüzdeki tehdit bu ideale çok uzaktır. Bugün biliyoruz ki durum bunun tam tersidir: ayrı ve kutsal din dersleri vardır ve bunlar her ne kadar “din kültürü” adı altında olsa da, pratikte uygulamalı Sünni İslam ideolojisi dersleridir. Sunulan içerik nötr tarifler değil, hararetle empoze edilen reçetelerdir.

“Ahlak Bilgisi” de aynı şekilde dinden ayrılmalıdır. Ahlakın ancak dini düşünce yapısı altında mümkün olduğuna dair gerici tezi işleyen bu yaklaşım tamamen rafa kaldırılmalıdır. Çünkü gerçekte din gerek Türkiye´de gerek dünyada, çokça en açık ahlaksızlıkları, katliam, hırsızlık, sömürü ve baskıları meşrulaştırma aracı olarak işlemektedir. Ahlakın kaynağı insan ilişkilerinde aranabileceği gibi, ilkeleri de dogmalarla değil tartışmalarla tespit edilebilir. Bu kaynak Plato için akıl, hümanistler için insanın içkin (yaratandan ötürü olmayan) kıymeti, Marx için proletaryanın özgün çıkarlarının evrensel ahlakın taşıyıcısı olması, Kropotkin için bencilliğin yerine dayanışmayı ön plana çıkaran türlerin evrimde daha başarılı olması olmuştur. Günümüzde, ahlakın ufukları, hayvanlara ve diğer canlılara, doğa ile olan ilişkilerin temellendirilmesine doğru genişlemektedir.

Genç zihinleri İslam yoluyla kuşatma ve kapatma girişiminin AKP´nin özel ideolojik ihtiyaçları için önemi artık aşikar hale gelmiştir. Bu konuda şehzadenin sözlerini hatırlamak yeterlidir: “Şeyin de kararını vermek lazım yani… Bu İmam Hatip okullarının bütün mevcut içindeki oranını diyelim yüzde 25´lere mi çıkarmak istiyoruz? Yoksa diğer tarafta, diğer yüzde 85 içerisinde güçlü bir yapıyı da oluşturmaya mı çalışmalıyız? Hepsini aynı anda yapamıyor muyuz?”

AKP´nin uzun iktidarı ve rakipleri üzerinde üstünlük sağlamasıyla Kemalist ideoloji iktidar meşrulaştırma aracı olarak gözden düşmüş, Türkçü ideoloji ise yedeğe atılmıştır. Bu nedenle boykotun din derslerini ilk hedefe alması doğaldır. Yine de din derslerinin ve dinileşmenin, tarih derslerinde sadece son AKP döneminde değil her zaman ballandırılarak öğretilmiş olan, hilafet güzellemesi dahil her türlü Osmanlı İmparatorluğu ve kaybedilmiş muhteşemlik özlemi ile tıka basa dolu şoven anlatının üzerine rahatlıkla serpildiğini de görmemiz gerekir. İmam Hatip okullarının sayısındaki ilk sıçramanın 1980 darbesi ürünü olduğunu da hatırlayalım. Bu bize sağ ideolojilerin müzmin devamlılığını ve birbirlerini besleyen yapılarını tekrar hatırlatsın ve ileride diğer ideolojik içerikli derslere dair mücadele perspektiflerimizde ipucu olmalıdır.

Bir başka din motifli saldırı da karma eğitimin altının oyulmasına yönelik çalışmalar ve arayışlardır. Yine şehzadeye kulak verelim: “Yeni planlanan okulları da ya kız, ya erkek olarak planlayalım. Yani şimdi yeni planlananlarda ´Hem kız hem erkek olarak gelen projeler´ oluyor. Onları ´Ortaokul ve lise diye çevirelim, bu kız mı olacak, erkek mi olacak´ diyelim. Öbürünü de aynı şekilde tam tersi değerlendirelim. Yani kız-erkek aynı kampüs içinde düşünmeyelim.”

Genç kadın ve genç erkeklerin bir arada öğrenim görmesi, cinsiyet eşitliğine dair toplumsallaşmanın kurucu deneyimlerini sunma potansiyeli açısından vazgeçilmezdir. Okul, sadece kitabi bilginin verildiği fiziksel mekanlar değil, toplumsallaşmanın öğrenildiği deneyim mekanlarıdır da. Karma olmayan eğitimde genç erkeklere maçoluk ve ayrıcalık beklentisi, genç kadınlara ise koca ve babaya itaat ve toplumda ikincil konumu benimseme fikri işlenecektir. Halihazırda karma eğitimde de bu tarz bir eğilim yaygın olsa da, aynı sınıfta iki cinsiyetten gençlerin aynı şeyleri duyabilmesi bunun önünde bir miktar engel olmaktadır ve bu korunmalıdır.

Kara Kızıl İstanbul olarak, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması anlamı ile sınırlı bir laikliği değil toplumda ahiretten ve diğer dini meselelerden ziyade dünya hayatına odaklanılması anlamında sekülerizmi destekliyoruz ve sadece dini kurumlara ya da devletlere değil, tüm hiyerarşik ve dayatmacı iktidar biçimlerine karşı çıkıyoruz. İnsanların manevi tatmini ve varoluşun anlamını sadece öte-dünyacı metafizik anlatılarda değil, aynı zamanda -ve özellikle- bu dünyadaki yaşamda yaptıklarına yükledikleri anlamlarda bulabileceğini; hem dindar hem de seküler bireylerin inanç hürriyetlerinin garantisinin de böyle bir ortak anlayış olduğunu düşünüyoruz.

13 Şubat´ta yapılacak olan “Bilimsel ve Laik Eğitim için Uyarı Boykotu”nu bu yönde olumlu bir tavır olarak değerlendiriyor ve destekliyoruz. Lise çağındaki gençler bu konuda kendi iradelerini kullanabilecek yaştadır. Velilerin ise, özellikle ilkokul çağında boykota katılabilecek olan çocuklar söz konusu olduğunda, genç insanlarımızın iradesini birinci planda tutmaları, boykotun amacını çocuklarına anlatarak onları düşünsel olarak eyleme ortak etmelerini, emrivaki tavırlardan kaçınmaları gerektiğini hatırlatıyoruz.

 

Kara Kızıl İstanbul

 

34 Comments

  1. anarşist komunist isyan

    kara kızıl istanbulu seviyor ve destekliyorum…ama bu metini desteklemiyorum…talep bilimsel kemalist laik eğitim bence…ha eğitimin hiç bir türünü desteklemiyorum…gönüllü otorite içermeyen öğrenimi destekliyorum…yani hiyerarşinin olduğu yerde dinci eğitim olsa ne olur bilimsel laik eğitim olsa ne olur eğitim sıkıntılı bir kavram…

  2. anarşist komunist isyan

    buda lafın açıklaması…

    Okullardaki BOYKOT çağrısının içeriğine dair LAF’ın açıklaması;
    Bugün tüm okullarda boykot çağrısı yapan “laik ve bilimsel eğitim isteyenlere senelerdir söylediğimiz bir sözü söylemek isteriz. Paralı parasız gerici ilerici laik bilimsel eğitime karşıyız. Biz bilginin karşıtı değil bilginin paylaşma ve dayanışmayla kazanılacağına inanan ANARŞİSTLERİZ.
    Liselerdeki Mücadelemiz; Geleceğini kaybetme ya da kazanma çelişkisinde, rekabeti ve bencilliği yani sistemi içselleştiren arkadaşlarımızın ENTEGRASYONUNU engellemektir. Liselerdeki Mücadelemiz birgün değil her gün okulların olmadığı bir dünya içindir. Mücadelemiz paylaşma ve dayanışmayla dolu özgür bir dünya içindir.
    LİSE ANARŞİST FAALİYET

  3. Gün Zileli

    Pek fazla böbürlenmişler. Biz biz biz, biz anarşistler söylemi, özünde anarşizmden çok uzaktır. Kibir kokuyor.

  4. Mülayim Sert

    LAF ne yazık ki eğitim konusunda 90’lardan beri devam eden apolitik anarşist söylemi sürdürüyor gibi duruyor.

    Bu ilkelci damardan kalma bir yaklaşım. Devrimden sonra sözde teknoloji ve sanayi olmayacağı için, eğitime de gerek olmayacak, “yaşamın bilgisi” denen pratik bilginin paylaşımı yeterli olacak.

    Bir şeye toptan karşı olmak gerekçesi ile daha kötü hale gelmesine tepki vermemek, daha iyi hale gelmesini isteyenleri eleştirmek tavrını da anlamıyorum. Size göre bir şey fark etmiyorsa niye açıklama yapıyorsunuz ki.

  5. Mülayim Sert

    anarşist komünist isyan’a da şöyle cevap vereyim. Yazıyı eğitim konusunda komple programatik bir yaklaşım anlatmak için değil, gündemdeki boykot eylemi üzerine yazdık. Eylemin odağı da Alevi örgütleri ve BHH’nin vurgusu ile sanıyorum, din dersleri üzerine idi. Örneğin Kürt meselesine daha çok vurgu yapan kesimler (KESK vb.) de anadil vurgusu eklemiş, ama bunun ön planda olduğunu söylemek zor. Yine de anadili bildirideki 2. paragrafta anmadığımız için pişman olduk ve yeni bir versiyon hazırladık, fakat boykot günü geçince tekrar yayınlamadık. Bu yeni versiyonda ayrıca dinci gerileşmenin AKP’ye özel olmaktan çok burjuvazinin genel ihtiyacına karşılık verdiğini dolayısıyla salt AKP karşıtlığı ile dinci gericileşmeye galip gelmemizin mümkün olmadığını ekleyecektik.

    “Kara Kızıl İstanbul olarak, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması anlamı ile sınırlı bir laikliği değil toplumda ahiretten ve diğer dini meselelerden ziyade dünya hayatına odaklanılması anlamında sekülerizmi destekliyoruz” ifadesi de, bana göre “laiklik” (laik devlet) savunusundan daha ileri. Bilmem siz ne düşünüyorsunuz.

    Bir de, Laik + Bilimsel = Kemalist ise, Kemalizm’e niye karşısınız?

  6. anarşist komunist isyan

    Kibir falan kokmuyor…bir topluluklar ve biz diye tanımlamışlar…ellerine sağlık yüreklerine sağlık yoldaşların…mücadeleyi sorunu tam eksenine oturtmuşlar…

  7. soruYorum

    üsluba değil de içeriğe takılsak…hiç de yanlış bişey göremedim,

  8. Anonim

    MİLLİ MÜCADELE’DE DİNİN KULLANIMI

    Ancak İttihatçı kadrolar Milli Mücadele’nin ilk yıllarında dine karşı daha pragmatik bir tavır takındılar. Kürtler, Çerkezler, Lazlar gibi Türk olmayan unsurların Türklerle birliği için İslâm dinini sonuna kadar kullandılar. Halkı örgütlemek, yönlendirmek, cepheye silah taşımak ve savaşmak için pek çok tarikat seferber edildi. Milli Mücadele’nin temel metinleri olan Amasya Tamimi, Sivas ve Erzurum kongrelerinin kararlarında, Misak-ı Milli belgesinde, Meclis’in ilk kararlarında defalarca İslâm’a, Halifeliğe atıf yapıldı.

    23 Nisan 1920’de Hacı Bayram Camii’nde yapılan Meclis’in açılış töreninde (özellikle cuma gününe denk getirilmişti) Kuran’dan ayetler okunduktan sonra hatim indirilmiş, Hacı Bayram Veli’nin türbesi ziyaret edilmişti. Öyle ki, muhafazakâr liderlerden Kazım Karabekir bile töreni ‘gereğinden fazla aşırı’, ‘koyu dindar’ ve ‘dervişâne’ bularak ‘tarihimizde hiçbir meclis böyle açılmadı’ diye yakınmıştı.

    Üstelik bu ilk Meclis’te tek gayrımüslim üye yokken, 403 Müslüman üyeden 9’u şeyh, 85’i, dinî eğitim almış kişilerdi. Hem işlevsel hem de simgesel açıdan büyük önemi olan meclis başkan vekillerinden biri, Mevlana Celaleddin Rumi’nin 19. göbekten akrabası olan Abdülhalim Çelebi, diğeri ise Hacı Bektaş Veli soyundan gelen Cemaleddin Çelebi idi. Dahası, Abdülhalim Çelebi Meclis çalışmalarına uzun Mevlevi külahı ve özel Mevlevi kostümü ile katılırdı. Meclis’in başkanlık kürsüsünün arkasında ‘birbirinize danışınız’ anlamına gelen (‘ve emrehüm şura beynühüm’) Şurâ Suresi’nin 38. ayeti yazılıydı. 1921’de kabul edilen bugünkü milli marşımızın güftesi dinsel metaforlarla doluydu.

    Dahası da vardı. 1876 Anayasası’nın devletin dininin İslâm olduğu hakkındaki 12. madde hükmü başlangıçta 1921 Anayasası’na geçmemişti ama 1923’te Anayasa’nın 1. maddesi ‘Türkiye Devletinin hükümet şekli Cumhuriyet’tir’ şeklinde tadil edilirken, muhafazakâr çevrelere sus payı olarak 2. maddeye “Türkiye Devletinin dini, din-i İslâmdır” ibaresi tekrar konmuştu.

    DİYANET İŞLERİ REİSLİĞİ/BAŞKANLIĞI

    3 Mart 1924’te Halifelik ve Şeyhülislamlık makamlarının, Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin kaldırılması dinî taşınmazların Başbakanlık bünyesinde kurulan bir müdürlüğe nakli, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun çıkarılması ve ŞEV’in yerine Diyanet İşleri Reisliği (DİR) kuruldu. DİR’in ayrı bütçesi yoktu, Başbakanlığa bağlıydı. Dolayısla yöneticilere ve şehirlerdeki cami kadrolarına (yaklaşık 5 bin kişi civarında oldukları tahmin ediliyor) maaşları Başbakanlık bütçesinden ödenmeye devam etti. 18 Mart 1924’te kabul edilen 402 Sayılı Köy Kanunu’nun 85. maddesinde ise şöyle diyor: “Köy imamlarına köyce şimdiye kadar ne veriliyorsa gene o verilecektir. Ancak verilen şeyler, ihtiyar meclisi vasıtasıyla toplanır ve verilir.”

    Ayrıca, birkaç ay sonra kabul edilen 1924 Anayasası’nda “Türkiye Devletinin dini, dini İslâmdır’ şeklindeki ifade korundu. Ayrıca 16. maddeye göre milletvekilleri, 38. maddeye göre de Cumhurbaşkanı, göreve başlarken dinsel yemin ediyorlardı. 26. maddede “Büyük Millet Meclisi, ahkâm-ı şeriyenin tenfizi (şeriat hükümlerinin uygulanması)…gibi vazifeleri bizzat ifa eder” şeklinde bir ifade vardı.

    30 Kasım 1925’de kabul edilen bir kanunla “Tekke ve Zaviyeler ile Türbelerin Seddine ve Türbedarlar ile Bazı Unvanlar Men ve İlga” edilirken “şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, gaipten haber vermek ve murada kavuşturmak amacıyla muskacılık gibi, eylem, unvan ve sıfatların kullanılması, bunlara ait hizmetlerin yapılması ve bu unvanlarla ilgili elbise giyilmesi” de yasaklandı. Ancak merkez ve taşra teşkilatlarının kadro yapısı, unvan, adet maaş/ücret olarak ilk defa 1927 yılında kanuna bağlanan Diyanet İşleri Reisliği’ne tam 7.172 kadro tahsis edilmişti.

    ANAYASADAKİ 1928 DEĞİŞİKLİĞİ

    Bir yandan Türkiye’ye has laiklik yönelimini belirginleştiren adımlar atılıyordu. 10 Nisan 1928’de Anayasa’daki “Devletin dini Din-i İslâmdır” ibaresi ile yemin metinlerinden ‘vallahi’ kelimesinin çıkarılarak yeminin yerine “namusum üzerine söz veririm” ifadesi getirildi. 26. maddedeki ‘şeriat hükümlerinin uygulanması’ ifadesi de kaldırıldı. Yine bu yıl, Bursa’daki Amerikan Koleji’nde üç Müslüman öğrencinin Hıristiyanlığa geçtiği iddiaları üzerine azınlık ve yabancı okullarında din eğitimi yasaklandı, buna paralel olarak müfredat ulusçuluk eğitimi ile takviye edildi. (Bu olayla ilgili yazımı okumak için tıklayın) Aralık 1930’da yaşanan ‘Menemen Olayı’ndan sonra dine karşı tutum daha da katılaştı. (Olay hakkında ayrıntılı bilgi için: “1930 Menemen Olayı bir Nakşibendi tertibi miydi?”Okumak için tıklayın)

    ‘Laiklik’ ilkesi, 1931’de CHP’nin ‘Altı Umde’si, (bugünkü ‘Altı Ok’) arasına girdi. Bu sırada, Mustafa Kemal’in emriyle dört koldan Kuran’ın ve hadislerin Türkçe tefsirleri yapılıyordu. Camilerde okunan hutbe metinleri DİR tarafından hazırlanıyordu. Geçen hafta hikayesini anlattığım gibi 1932’de ezan Türkçe okunmaya başlanmıştı. Ve nihayet, 5 Şubat 1937’de Anayasa’nın 2. maddesinden ‘devletin dini İslâm’dır’ ibaresi çıkarılarak madde “Türkiye Devleti, Cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik ve inkılâpçıdır. Resmî dili Türkçedir. Makarrı Ankara şehridir.” şekline dönüştürüldü. (Böylece CHP’nin Altı Ok’u anayasaya girmişti.) 75. maddede yapılan değişiklikle ‘muaheze edilmeden (kınanmadan)’ felsefi içtihat, din ve mezhep mensubu olmak ve tarikat üyesi olmak, anayasal hak olmaktan çıkarıldı. Böylece Cumhuriyet’in ilanından tam 13,5 yıl sonra ‘laik’lik anayasal bir ilke oldu!

    DEVLETİN SİVİL DİNİ

    Peki gerçekten laik olunabildi mi? Bence hayır. Devletin laiklik dediği, Fransız İhtilali’nden sonra Fransa’da olduğu gibi, devlet eliyle belli bir dinin belli bir yorumunun, bazı inanç ve geleneklerinden, kurumlarından, ritüellerinden arındırılarak toplumu kontrol altında tutmak için kullanılması oldu. Yani laiklik, devletin ‘sivil dini’nin adı oldu. Hem tepeden inme projelerle toplumsal kültürün dönüştürülmesin adeta imkansız olmasından, hem de yönetici elitler tarafından laikliğin yanlış anlaşılması ve/veya yanlış uygulanmasının yarattığı gerilimlerden ustaca yararlanan İslamcı hareketlerin bu paradigmayı tersine çevirmek için Cumhuriyet tarihi boyunca neler yaptıklarını ve sonunda neleri başardıklarını (!) “Din eğitiminin 94 yıllık serencamı” başlıklı yazımda anlatmıştım. (okumak için tıklayın)

    Özetin özeti, Türkiye’deki laiklik anlayışı, Anglo-Sakson tipi sekülerleşmeden değil, Fransız tipi laisizmden (laikçilikten) ilham aldı. Anglo-Sakson tipi sekülerleşme yolu izlenseydi de sonuç değişmezdi büyük ihtimalle, çünkü her iki tip laiklik de tarihsel, siyasal, kültürel özel koşulların ürünüydü. Yine de, AKP iktidarının dini siyasete alet etmesinin en kaba örneklerine şahit olduğumuz günümüzde, her zamankinden daha çok laiklik konusunda kafa yormamız gerektiği açık.

    http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse_hur/tanrinin_devleti_mi_yeryuzu_devleti_mi-1293599

    BURSA’DA BİR TENASSUR OLAYI

    Osmanlı’nın kozmopolit yapısında bile tahammül edilemeyen misyonerlere tek uluslu Cumhuriyetin tepkisi de sertti. Gerçi 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Anlaşması ile ülkedeki azınlıklara eğitim hakları tanınmıştı ama, 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile ülkedeki bütün okulların Milli Eğitim Bakanlığı’na (MEB) bağlanarak, Lozan’da verilen haklar geri alınmaya başladı. Nisan 1924’te 40 kadar Fransız ve İtalyan okulu kapatıldıktan sonra sıra azınlık okullarının binalarının onarımında, genişletilmelerinde, yeni binalar yapmalarında kısıtlamalara geldi. Okul programları ve sınavlar MEB tarafından denetlenmeye başladı. Türk öğretmenler ve müdür yanında bulunması şart tutulan Türk müdür yardımcısı MEB tarafından atanmış, Türkçe, tarih ve coğrafya ile yurt bilgisi derslerinin Türkçe olarak Türk öğretmenler tarafından okutulması mecburiyeti getirilmişti.

    Ancak, 6 Ağustos 1923 tarihli Türkiye-ABD Dostluk Anlaşması’ndan aldığı cesaretle faaliyetlerine devam eden ABCFM’nin Bursa’daki okulunda yaşanan bir olay az daha ülkedeki tüm yabancı okulların kapanmasına neden olacaktı.

    Olay, 22 Ocak 1928 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde “Şayan-ı hayret bir hadise: Bursa Amerikan Mektebi’nde kızlarımız tenassur mu ettiriliyor?” şeklinde bir haberin çıkmasıyla başlamıştı. Habere göre okulun öğrencilerinden Balıkesir Askeri Kalem Reisi Miralay Talat Bey’in kızı Seniha, emekli Yüzbaşı Rıza Bey’in kızları Kâmran ve Nemika ile Kardeş Gazetesi sahibi Vasıf Necdet Bey’in kızı M(u)adelet ‘tenassur ettirilmiş’ yani Hıristiyanlığa geçirilmişlerdi. İddialara göre kızlar, sabahın erken saatlerinde Amerikalı öğretmenlerin refakatinde dağlara tırmanıp gözden kayboluyor, akşam yemeğe oturmadan önce hızlı hızlı bazı dualar okuyorlardı.

    CUMHURİYET’E İHANET! Müfettişlerin incelemesi sırasında hikâye başka ayrıntılarla zenginleşti. ‘Rol modeli arayan’ bu dört kız, jimnastik öğretmeni Miss Edith Sanderson’un son derece mutlu ve huzurlu halinden etkilenerek din değiştirmeye kalkmışlar, olay kızların ‘hal ve tavırlarından şüphelenen’ Şahide adlı kızın, gizlice Madelet’in hatıra defterini alarak Maarif Müdürü Sıtkı Bey’e teslim etmesiyle ortaya çıkmıştı. İddialara göre defterde ‘İsa’ya muhabbete ve Protestanlığın ulviyetine dair’ cümleler vardı. Hatta bir yerde “Vaftiz olmak istiyorum!” bile yazılıydı! Bu arada Nemika’nın annesinin Ermeni dönmesi olduğu, ‘hatta anneannesinin hala Ermeni olduğu’, ayrıca Bursalı bir doktorun kızı olan Sabiha Hanım’la, Ziraat Bankası müfettişlerinden İzzet Bey’in kızı Pakize (Tarzi) Hanım’ın da Protestan olduğu, okulun müdiresinin aslında Amerikan konsolosu olduğu yolundaki dedikodular da vardı. Vakit gazetesi durumu okurlarına ‘Cumhuriyet’e karşı bir ihanet’ başlığı ile duyurmuştu.

    Olaylar hızlı gelişti. 31 Ocak’ta, Maarif Vekaleti okulun kapatılmasına, okul müdürü Miss Jillson, jimnastik öğretmeni Miss Sanderson ve biyoloji öğretmeni Miss Day’in mahkemeye verilmesine karar verdi. Öğretmenler Türk öğrencileri Hıristiyanlığa teşvik etmek için Pazar, yortu ve yılbaşı günlerinde yeni elbiseler giydirerek dini törenlere götürmekle, çocukları kandırmak için hediyeler ve İncil vermekle, Protestan olan veya olacak öğrencilerin okul ücretlerini indirmekle, diğerlerine ise düşük notlar verilerek mezuniyetlerinde zorluk çıkarmakla suçlanıyorlardı.

    FIRSATTAN İSTİFADE . Karar Bursa’da büyük sevinç doğururken, yurdun dört bir yanından bu ‘tenassur olayı’ ateşli biçimde lanetlenmeye başladı. Fırsattan istifade, ABD Büyükelçiliği’nin İstanbul’daki golf sahasının bir bölümüne el konarak Süvari Alayı’nın talim sahası yapılmıştı ki, Mustafa Kemal’in yakın adamı milletvekili ve gazeteci Falih Rıfkı (Atay) ‘Türkiye’de eğitim sistemi iyileştirilinceye kadar yabancı okullara ihtiyaç olduğunu ve şu anki bütçeyle bunun başarılmasının mümkün olmadığını’ belirten bir makale yazdı. Bunu Ankara’nın yumuşadığına işaret sayan ABD Büyükelçisi Joseph C. Grew, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü (Aras) Bey, büyükelçinin kulağına ‘Bursa’nın fanatik bir yer olduğunu, hükümetin izlediği laiklik politikaları yüzünden Ankara’ya kızgın olduğunu, hatta son seçimlerde CHF’nin adayı yerine bağımsız Sakallı Nurettin Paşa’yı Ankara’ya yolladığını, dolayısıyla hükümetin Bursalıların taşkınlığını yatıştırmak için mahsustan sert davrandığını’ fısıldayınca yanılmadığını düşünmüştü.

    TAŞKIN DUYGULAR . Ancak, 14 Şubat’ta öğretmenler yargılanmaya başladığında hükümetin yumuşamadığını görecekti. Çünkü İstanbul’daki Gedik Paşa Okulu ile Merzifon Koleji ağır bir teftişten geçirilmişti. Müfettişler Gedik Paşa’da kurallara aykırı bir şey bulamamışlardı ama Merzifon’daki okulda yıllardır Türk bayrağının yanında dalgalanan ABD bayrağının indirilmesi ve Müslümanlar için iş günü olan Pazar günleri ders yapılması istenmişti. Okul müdürünün odasında Türkçe bir İncil bulunması ise hükümete aradığı fırsatı vermiş, Tevfik Rüştü Bey, önceki beyanının aksine, okulların hiç bir suretle açılmayacağını bildirmişti. 25 Mart’ta Milliyet gazetesi Robert Kolej’de okuyan 10 yaşındaki iki Rum öğrencinin çalışma odasının duvarına asılı Türkiye haritası üzerinde delikler açtığını yazınca durum yeniden gerginleşti. Çocukların okuldan atılmasının ardından Grew günlüğüne şöyle yazmıştı: “Şimdilerde milliyetçilik duygusu ülkede çok taşkın.”

    İronik bir şekilde, 10 Nisan’da Anayasa’dan ‘devletin dini İslamdır’ ibaresinin çıkarılmasından 20 gün sonra sonuçlanan Bursa davasında üç öğretmene, üçer gün hapis cezası ile üçer lira para cezası verilirken, cezaların ertelenmesi reddedilmişti. Sadece üçer günlük hapis cezasını ikâmetgâhlarında değil, okulda kalarak çekebileceklerdi. Karar temyiz edilirken, Miss Sanderson avukatlarının tavsiyesiyle Türkiye’den ayrıldı. Ama ortalık yatışmadı. 8 Mayıs 1929’da Matbuat Cemiyeti’nde toplanan ‘Türk gazetecileri’ Misyonerleri Kovma Cemiyeti’ni kurdular. Cemiyetin gayesi ‘memlekette Hıristiyanlık propagandası yapan ve emperyalist devletlerin aleti olarak kullanılan misyonerlerin Türk toprağında fikir ve gayelerine hayat hakkı vermemekti’!

    VATANSEVER AMA KÜLTÜRSÜZ . Bütün bunlar olurken, ABD Dışişleri Bakanlığı, laikleşme konusunda önemli mesafe kaydettiği düşünülen Türkiye’nin dört genç kızın Hıristiyanlığa ilgi duyması gibi küçük bir olay karşısında neden bu kadar telaşlandığını anlamaya çalışıyordu. Merkeze yazdığı raporunda “Din ve devlet işlerini ayırıp Cumhuriyet olan Fransa gibi gerçekten Batılı olan ülkelerden farklı olarak uygarlığının temeli İslam olan… Türkiye’nin gelecekteki büyüme ve kültürüne temel teşkil edecek kendine has bir medeniyeti yok. Türkiye’nin şu anda yapabileceği tek şey Batıyı taklit etmek… Dindar bir gruptan olan Fevzi [ Çakmak] Paşa gibi bir kaç istisna hariç, Ankara’nın şu anki liderlerinden bazıları kültürsüz, bazıları medeniyetsiz ve dürüstlükten yoksun fakat hepsi de ülkelerinin birliği ve ilerlemesi için vatanseverlik coşkusu aşılanmış; uluslarının manevi olarak gelişmesini sürdürmeyi isteyen kişiler…” diyen Grew’a göre Bursa’daki olayda din ikinci plandaydı. Asıl mesele rejimin liderlerinin, sıradan bir Hıristiyanlık tartışmasını bile ‘çabuk etkilenen Türk gençliğini’ temelleri çok zayıf olan Türk devletine bağlılıktan vazgeçirecek bir tehdit olarak algılamasıydı!

    http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/ayse-hur/hiristiyanlasma-fobisi/361/

  9. anarşist komunist isyan

    Ben eğitime insanların eğitilmesine karşıyım sanırım lafın yaklaşımıda bu perspektifte…devrimden sonra okul ve teknoloji olmayacak diye bir şey denilmiyor…okulların temel yapısı korunduğu sürece ‘eğitim’ olduğu sürece bu çabalar bir gelişme sağlamayacak yönünde…bir sürü alternatif öğretim çabası var bunları sizde biliyorsunuz tekrar etmeme gerek yok…çocuklara temeli öğretirsiniz sonra kendi ilgi alanına yönelik yürür gider…ama rekabet olduğu sürece bu okulların ana yapısı korunduğu sürece laik bilimsel olsa ne olur olmasa ne olur…kara kızılın laikliği ile kemalizmin laikliği arasında epey bir fark var…karşı olduğum kemalizmin laikliğinin ne olduğunu anlamışsındır sanırım…

  10. Gün Zileli

    Fabrikalara ve çalışmaya da karşıyız sonuçta ama işçilerin ücret arttırımı mücadelesine destek olmuyoruz öyle değil mi?

  11. soruYorum

    anarşist komünist isyan arkadaş, siteye çok değerli tartışma ve katkılarını takdir ve beğeniyle takip eden biri olarak, bu konuda düşündüklerimi ifade etmeye çalışayım…umarım konunun tartışılıp-konuşulmasına vesile olur.

    eğitimi zorunlu olması yanında “kavram olarak” da edilgen ve nesneleştirici… birileri tarafından “eğitilmeyi” ifade diyor…bu haliyle de bir bilen ve eğiten “özneler” ve (eğiten-öğretenler ile eğitilen-öğretilenler ayrımına dayanan) hiyerarşi inşa ediliyor…. bu otoriter-yen anlayışla mücadele edilmesi anarşistlerce gerekli görülmüş…

    ben kavram olarak “öz-öğrenim” kavramının daha uygun düşeceği inancındayım…konu tartışılmaya müsait olabilir.

    böylesi bir öneride bulununca da iş, gelip pratiğe dayanıyor: öz-öğrenim nasıl uygulanabilir? öz-öğrenimi bir zorunluluk olarak düşünmek saçmalık olur. zira beşikten mezara kadar istem dışı bir süreçtir en nihayetinde. öte yandan kurumsal olmak bir zorunluluk olmasa da…bir sosyalleşme alanı gözüyle bakılabilecek mekanlara ihtiyaç duyanlar da olabilecektir,…

    o zaman nasıl bir çözüm olabilir?

    şöyle bir hayalim var: mahallenin orasına burasına serpiştirilmiş atölyeler var; matematik- resim-müzik vb. her isteyenin ihtiyaç duydukça yenisini açabileceği sonsuz sayıda atölyeler… buralara giriş için hiç bir engel ya da örneğin yaş sınırlaması benzeri zorunluluklar yok…yedi aylık bebek de yetmişyedilik dede de aynı mekanda gitar ya da piano vb her ne isterse özgürce çalabiliyor…

    böylesi bir kendini özgürce ifade edebileceği ortama, bundan zevk alan insanı kim alıkoyabilir, engelleyebilir? dahası bir etkinlikten zevk almak…hatta kendini giderek bu alanda var etmek isteyenden daha iyi “gönüllü öğretici ve aynı zamanda öğrenen” kim olabilir?
    sadece güzel sanatlar olarak düşünmeyelim….matematik-geometri fizik ya da felsefe olsun…farkeder mi? hatta diyelim dil öğretimi bile, insanın ilgi alanından hareketle ve eşitler arası bir diyalogla daha etkili öğrenilmez mi?

    demek istediğim, yaş ya da seviye hiyerarşisine dayalı (üstelik de zorunlu) bugünkü okul sistemi-cenderesinden kurtulmak istersek, birazcık hayalgücü ve samimiyet yeterlidir

  12. s.uslu

    Körler sağırlar, birbirini ağırlar. Vay efendim eğitime karşıymış. Fabrikaya ve çalışmaya karşıymış. Devrimden sonra şöyle olacakmış böyle olacakmış. Sizin peşinizden kim gelir yahu.

  13. Gün Zileli

    biz peşimizden kimse gelsin istemiyoruz. Sadece bir arada yürümek istiyoruz.

  14. soruYorum

    şu devrim dediğini de bi anlatsan da biraz anlasak?(tamamını anlatmazsınız herhalde bu “kafadan şüpheli” anarşistlere nasıl olsa) insanların mesela Gezi gibi “devletsizliği yaşaması hali” mi yoksa ille de “bizimkiler” (olacak) diyen birilerinin iktidarı mı?

  15. Anonim

    Malumu ilam etmeyi ne kadar çok seviyoruz… Aynı futbol taraftarlarının maç seyrederken teknik direktörlüğe soyunup taktik vermeleri gibi, anarşist toplum öncesi ve sonrası “olması gerekenlere” ilişkin bol keseden sallama taktikler verip duruyoruz.Öz öğretim imiş! Arkadaş sen ilk önce imla kurallarına uygun cümleler kurmasını öğren, öz öğretime daha sonra gelirsin. Sanki zorunlu eğitimin ne anlama geldiği bilinmiyormuş gibi salla babam salla…

  16. anarşist komunist isyan

    imla kurallarına uymak zorunda mı…gayet güzel ifade etmiş hayalini bu hayalle ne sıkıntın var…soru yorum arkadaşın hayali bence çok güzel ve zaten bu hayal için mücadele ediyoruz…fabrikaya çalışmaya kim karşıyım dedi…fabrika ve çalışma zorunluk olmadığı sürece güzel…tüketilecek nesnelerle ihtiyaçlarımız düzgünce belirlendiğinde günde 4 saat çalışarakta refaha ulaşabiliriz…evet bir insan zorunluluk olmadan toplumun genel ihtiyaçları için 4 saat çalışabilir geri kalan zamanında gider piyano çalar gider şiir yazar…ve temel ilke şu değil midir her şey herkesindir…devrimden sonra şu olacak bu olacak mantığı değil nüve halinde elimizden geldiğince şu anki hayatımızda göstermeye çalışıyoruz…insanlar güdülmesi gereken canlılar değildir kimse peşimizden gelmesin ne öncüyüz ne de başka bir şey…yoksul yığınlarla kader birliği yapıyoruz ve o yığınların içinde ki bireyleriz…ne atatürk ne stalin ne lenin ne de başka bir önder ve parti istemiyoruz…ve soruyorum arkadaş çok güzel ifade etmişsin hayalini…hayallerin önünde ki imla kurallarını yemişim…ve bunlar imlası diktatörlüktür bunların imlası halkı gütmeye hevesli bir avuç jakoben elitisleridir…aman bende uymadım imlaya falan af buyrun…

  17. soruYorum

    bU ARADA “eğitim konusu” denilen meselede ne düşünürsün, onu merak ediyorum…ayrıca öz-öğretim değil, oto-didakti anlamında ÖZÖĞRENİM

  18. anarşist komunist isyan

    ve gün abi maletesta yoldaşın dediği’anarşistler gerektiğinde reformlar içinde mücadele eder’ lafı hep kulağıma küpedir…gidip metal işçilerinin grevini destekledik işçinin ücret arttırımı için niye mücadele etmeyelim…ama bu eğitim konusunda ben bir reform göremedim…

  19. soruYorum

    Bu ARADA imla kurallarına, kural oldukları için de gıcığım…bence derdimizi anlatabilmekten başka bir kural tanımıyorum…eğer anlaşamıyorsak, üzerinde konuşur gerek görürsek bir “kural” da biz koyalım…marifete eğer…

  20. anarşist komunist isyan

    ve körlerin sağırların birbirini ağırlamasında bir sakınca görmüyorum…körün görmediğini sağır anlatır sağır duymadığını kör anlatır…bunun adı dayanışmadır…siz ulusalcı elitistlerin bilmediği bir kavram DAYANIŞMA!…siz gidin atanızın mezarında mum yakın atam paşam kurtar bizi diye yakarın…sonra müslümanlara gerici diyin…aaa bağnazlara bak türbeye gidiyor şeyhi var ona tapıyor cık cık cık…geçin efendiler bunu bir zahmet…hade anıtkabire…mumyalanmış birine yakarmaya…hem modernist hem put perest…

  21. 12 no'lu yorumcu

    Anarşist komünist isyan, imla kurallarına uymak elbette ki bir zorunluluk değildir. Sadece bir eleştiri…bu arada,bu eleştiriyi yapan ben, bir anarşistim. Fakat senin için pek bir önemi yok yazdıklarından anladığım kadarıyla. Karşı fikir beyan edenleri bu kadar kolay kemalist, stalinist olmakla suçladığına göre tersinden suçladıklarının konumuna düştüğünün pek idrakinde değilsin. Yapılan eleştiri, bazı anarşistlerin toplumsal gerçekleri-bilimsel adı sosyoloji- göz ardı edip ya da reddedip hemen her konuda talkın verme sevdasına düşmelerinden ibaretti.

  22. anarşist komunist isyan

    12 numaralı yorumcu arkadaş eğer dediklerimi üstüne alındıysan özür dilerim…kast ettiğim yukarıda ki ulusalcı kemalist kişiydi…yani soru yorum arkadaş bir ton şey yazmış(bence çok güzel ve değerli)bula bula imla kuralını bulmuşsun…öz öğretim değil öz öğrenimden bahsediyordu…neyse sosyal hayatta tanımıyorum sizleri ve kendini anarşist diye tanımlayan bir insanı bu platform üzerinden kırmak istemem…temel derdim ulusalcı kemalist stalinist kişilerdi…onları kast ettim…ki kendileri de zaten ulusalcıyım diyorlar…bir suçlama yapmadım haddim de değil bir anarşiste ulusalcı kemalist stalinist demek…

  23. 12 no'lu yorumcu

    teşekkürler! ben de haddimi aştıysam özür dilerim.darısı kemalist ve stalinistlerin başına! keşke onlar da özür dilemesini öğrenebilseler:-)

  24. Anonim

    Laik ve bilimsel eğitim sloganları bana da bazı açılardan cazip gelmedi. Çünkü bu tür sözcükler, sloganlar bana önemli ölçüde Kemalizm’i hatırlatıyor. Üstelik bu tür sözcüklerin, sloganların da bilinçli olarak kullanıldığını, Kemalist kitleyi ve Kemalizm ile ittifak yapmayı hedef aldığını düşünüyorum. Neoliberalizmin ve kapitalizmin ciddi ve son derece sorunlu düzeyde egemenliği ve AKP’nin başa gelmesinden Kemalizm de ciddi derecede sorumlu olduğu için bu sloganlar ve şu andaki sorunların kaynağı Kemalizm ile ittifak düşüncesi bu noktadan sonra bana mantıklı gelmiyor.

    Aslında sorunun daha derinlerde olduğu kanısındayım. Türkiye’de sosyalistlerin büyük çoğunluğu için Kemalizm sol bir düşüncedir. Bir de şuna benzer bir düşünce daha var: sorunlar, o sorunların ne olduğunu anlamasak da, bilmesek de ittifakla çözülür ve kiminle ittifak yapıldığı o kadar da önemli değildir.

    İlk olarak Kemalizm’in bugün için sol bir ideoloji olduğunu düşünmüyorum. Kemalizm sol olmayı bırakın bugün için çok ciddi sorunlar oluşturacak sağ ideolojilere oldukça yakın bir burjuva ideolojisidir. (AKP’yi oluşturan koşulların da bu tür burjuva politikaları olduğunu hatırlatmakta fayda var. Yani AKP bu tür burjuva ve neo-liberal politikaların bir sonucudur.) İkincisi sorunların her zaman ittifakla da çözüleceğine inanmıyorum. Çünkü ittifak ve işbirliği yapmak kadar kiminle ittifak yapıldığı da önemlidir. Üçüncü olarak sorunun mahiyetini anlamadan onun çözümü için önereceğimiz yanlış veya etkisiz ya da önemli noktaları görmezden gelen son derece eksik çözümlerin de sorunu çok büyük olasılıkla çözmeyeceğini; hatta böyle hallerde zaman zaman, belki de çok defa, durumu çok daha berbat bir hale getirebileceğini düşünüyorum.

    Bu sloganlarla anladığım kadarıyla en önemli sorun AKP görülüyor, AKP en önemli sorun olarak görüldüğü için AKP’ye karşı bir kutup oluşturup bunun gücünden faydalanılmak isteniyor. Bu da kısmen doğru…

    Yani AKP en önemli sorunlardan biridir ama en önemli sorun sadece AKP değil. AKP’nin oluşmasını sağlayan neo-liberal politikalar gibi daha birçok ciddi sorun var. Bunlardan kaynaklanan bir sürü son derece önemli sorun var. Yani sadece AKP en önemli sorun değil. Diğerlerini bırakalım AKP’den başlayalım, bunun için gerekirse Kemalist olalım, onlara destek verelim veya onların sloganlarını kullanalım vb. tarzı ile çözülecek türden sorunlar değil bunlar, hepsi etkileşim içinde ve bu sorunların her biri ciddiye alınmadığında ülkeyi ciddi bir açmaza sürükleyecek türden. Kemalizm’i sol olarak görmek ve bu ideoloji ile dolaylı veya dolaysız ittifak arayışına girmek de bu sorunlardan biri. Kemalizm ile ittifak kurulduğunda çok büyük sorunlar yaratan diğer en önemli sorunlar da görmezden gelinecek ya da bunlar sineye çekilecektir. “AKP gidinceye kadar buna katlanalım, sonrasına bakarız” denilecek. Ama Kemalizm ile ittifakın gereği oluşan ve görmezden gelinen sorunlar zaten başlı başına çok ciddi problemler yaratacak kadar güçlü. Nasıl ki birçok organı hastalanmış bir hastanın önce beyinciğini tedavi edelim ama çok kötü çalışan kalbini görmezden gelelim, kalbiyle ilgili sorunları umursamayalım ve yolumuza devam edelim diyemiyorsak burada da bunu yapamayız. Yaparsak telafisi güç daha başka büyük sorunlara da hazır olmamız gerekir.

    Başka çare yok ne yazık ki mevcut durum bunu gerektiriyor denilebilir. Ya da hiçbir şey yapmamaktansa bir şeyler yapmayı deniyoruz da denilebilir. Mevcut durum bunu ne ölçüde gerektiriyor sorusunun kesin bir yanıtı olduğundan emin değilim. Ama böyle durumlarda, bazen hiçbir şey yapmamak bile boş ve işe yaramaz şeyleri yapmaktan çok daha iyi olabilir.

    Bu oluşumun AKP iktidarını devirme de başarılı olsa bile yukarıda saydığım nedenlerden dolayı başarısız olma olasılığını oldukça yüksek görüyorum. (Şimdilik gidişat bu yönde, belki ilerde bu değişebilir tabii.) Tüm bu nedenlerden dolayı onları desteklemek için ikna edici neden göremiyorum. Keşke görebilseydim… “Ama AKP diktatörlüğü” demeyin şimdi; evet “AKP diktatörlüğü” ama en önemli sorun sadece o değil.

  25. anarşist komunist isyan

    yok abi ne özürü ben kırılmadım:))uzlaşma yok derken otorite ve faşizmi kast ediyoruz…yoksa yoldaşımı ya da potansiyel yoldaşımı ya da özgürlükçü bir insanı hiç kırmak istemem ve sonuna kadar uzlaşmaya çalışırım:))sevgi isyan dayanışma:)

  26. soruYorum

    12 nolu Anonim yorumcu….anarşist olduğunu söylemişsin…pek polemikçi kaçmasın diye, bazı noktaları es geçip, kafama takılan ve öğrenmek istediğim bir konu da şu “bilim” dedikleri…

    bunun bir tanımını yapar mısın? bu konuda daha önceleri çok yazdığım için tekrar etmeyeyim ama…..mesela sosyoloji ” “biliminin” hangi kesin ve kanıtlanabilir bilgiye dayandığını, nasıl iddia edebiliriz?

    sosyoloji birer “ideal bilim” olan matematik, geometri, ya da mantık gibi ispata dayanır mı? ya da doğabilimleri olarak fizik, kimya gibi gözlem ve deneysel kanıtlara? örneğin A ailesinin kimi nitelikleri, özellikleri B ailesi için bir ölçüt ya da kriter olabilir mi, “aile sosyolojisince?”

    beşeri disiplinler olan sosyoloji, psikoloji, bunların çeşitli karma versiyonları, hatta kanıt ve belgeye dayalı olduğu bilinen tarih dahi….hepsi sadece yorum bunların…adı üstünde beşeri-insanı disipline etmek ve üzerinde iktidar kurmak isteyenlerce “bilim” adıyla kamuflajı olan algı yönetimi yöntemleri….

    bunların bilim olduğunu savunan pozitivist bir cenah da otoriter marksizm…onlara göre toplum denen neredeyse her biçimi yek diğerini anlatan yapılar var..örneğin sınıf sosyolojisi….burjuvalar her daim (hangi zaman, mekan, kültür farkı pek bişey ifade etmez ama) aynı şekilde davranır. buna karşılık proleterya bütün farklılıklarını bir anda bırakıp burjuvaların yaptığı gibi “kendi sınıf çıkarını” hesap etmelidir…

    bu olursa….proletarya, Partisi aracılığıyla iktidara gelir ve her sorun çözüm aşamasına girer.

    algı yönetimi olduğu şunda da belli ki; bu iş amiyane tabirle “tutmadı,tutmuyor?

    nerede kaldı “bilimsel sosyoloji”, sence?

  27. Anonim

    12 Eylül’ün Din Dersi ve AB
    Emre Kongar

    AKP iktidarı sürekli olarak darbe karşıtı söylemde bulunuyor ama 12 Eylül askeri darbesinin demokrasiye getirdiği bütün sınırlama ve kısıtlamaları da tepe tepe kullanıyor:
    Seçimlerde her türlü temsil adaletini engelleyen yüzde on barajını titizlikle koruyor…
    Partilerdeki lider sultasını olanaklı kılan Siyasal Partiler Yasası aynıyla devam ediyor…
    Parti programlarında kaldıracaklarını ilan ettikleri YÖK, üniversiteleri denetlemek ve susturmak için kullanılıyor…
    Ve 12 Eylül’ün eğitimde zorunlu hale getirdiği din dersi de aynen devam ediyor!

    ***

    Din kültürü ve ahlak bilgisi adı altında okutulan mecburi din dersi esas olarak Sünni mezhebine dayalı bir içeriğe sahip…
    Böyle bir dersin zorunlu olarak bütün öğrencilere okutulması Sünni mezhebine inananlar dışındaki ailelerin çocukları için ciddi bir baskı oluşturuyor…
    Bu duruma tepki gösterenler konuyu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürdüler ve AİHM’den dersin zorunlu olmaktan çıkarılmasına ilişkin karar aldılar.
    Türkiye bu karara itiraz etti ve AİHM, bu itirazı da reddederek kararını kesinleştirdi.
    Şimdi top Milli Eğitim Bakanlığı’nda.
    Çünkü bilindiği gibi AİHM kararları bağlayıcı.

    ***

    AİHM’de 9 yıl yargıçlık yapan, ocak ayında AİHM Yargıçlar Birliği Başkanı seçilen CHP İzmir Milletvekili Rıza Türmen de, Türkiye’nin bu kararı uygulamak zorunda olduğunu belirtiyor…
    Ayrıca üniversite ve liseye giriş sınavlarında din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinden soru çıkmaması gerektiğine de işaret ediyor.
    Hürriyet’in haberine göre Türmen şunları söylemiş:
    “… Bazı çevrelerde AİHM’ni bu kararının ‘din dersi’ ile ilgili olduğu ama Türkiye’de ‘din dersi’nin değil, ‘din kültürü ve ahlak bilgisi dersi’nin zorunlu olduğu söyleniyor…
    AİHM bu kararı verirken, ‘din kültürü ve ahlak bilgisi dersi’ni ve müfredatta yapılan değişiklikleri inceleyerek verdi.
    Zorunlu olmaktan çıkarılması gereken ders, din kültürü ve ahlak bilgisi dersidir.
    Ders zorunluluktan çıkartılırsa üniversite ve liseye giriş sınavlarında da din kültürü ve ahlak bilgisi sorusunun çıkmaması gerekiyor…”

    ***

    AKP iktidarı, artık Avrupa Birliği standartlarındaki demokrasiyi rafa kaldırmakta kararlı görünüyor…
    Ama zorunlu din dersi konusunda atması gereken adımlar var…
    Bu konunun AB ile ilişkilerimizi nasıl etkileyeceği gerçekten merak konusu!

    http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/218811/12_Eylul_un_Din_Dersi_ve_AB.html

  28. Anonim

    Ateistlerin inanç hürriyetini savunmak

    Ateistlerin inanç hürriyetini yaralayan uygulamalara dindarların da itiraz etmesi demokrasinin gereğidir. Ateizm derneğinin web sitesine erişimin engellenmesi din ve ifade hürriyetinin engellenmesidir. İnsanların inanmama hürriyeti, inanma hürriyetlerinin bir parçasıdır. Dinde zorlama yahut dinde zorbalık yapanlar, iman değil en fazla riyakârlık üretirler. İstibdad, kâfiri münafıklığa, Müslümanı da riyakârlığa teşvik eder. İnançlarına katılmadığımız ateist vatandaşlarımızın da inanç hürriyetini güvence altına almak demokratik olgunluğun bir yansımasıdır. Hakaret ve nefret söylemleri ise hangi cenahtan gelirse gelsin bahsimizden hariçtir.

    Dindar, inancını neşretme hürriyetine sahip olduğu gibi dinsiz de aynı hürriyete sahip olmalıdır. Bu sadece demokratik bir gereklilik değil, aynı zamanda dinî bir gerekliliktir. Çünkü iman ancak iman etmeyebilenin edebildiği bir şeydir. Allah’ın yokluğunu tasavvur edemeden, Allah’ın varlığını tasavvur etmek mümkün değildir. Hürriyet olmadan hakiki bir inanç mümkün olmadığı içindir ki Allah insandan imanı talep etmeden önce insana hürriyeti vermiştir.

    Hıristiyan misyonerliğinin bir suç sayıldığı ve hattâ öylelerin katledildiği bir despot devlet geleneğinden bahsediyoruz. Hatta misyonerliği milli tehdit olarak dile getiren kurumların başında Genelkurmay ve laikler geliyordu. Almanya’da açılan, bir kısmı kiliseden camiye çevrilmiş camilerin çokluğuyla iftihar eden kimi dindarlar, iş Türkiye’deki Ermenilerin, Almanların yahut genel olarak Hıristiyanların kiliselerine gelince birden militan kesilir, karşı çıkarlardı.

    Din hürriyeti konusunda ikiyüzlü olduğumuz gerçeğiyle yüzleşmek zorundayız. Evet, son dönemde kayda değer önemli adımlar atılmakla birlikte, inanç hürriyetini yeterince takdir ettiğimiz söylenemez.

    Batıda İslam fobisi hakkında kestiğimiz ahkamın onda birini içimizde özenle besleyip büyüttüğümüz ve siyasi rantını devşirdiğimiz Hıristiyan-fobisi yahut Yahudi-fobisi hakkında dile getirmiyoruz. Medeniyet ve saygı karşılıklılık esasına dayanır. Sana yapılmasını istemediğin şeyi, sen de başkasına yapmamalısın. Bazı şeyler de vardır ki başkası sana yapsa da sen ona yapamazsın.

    North Carolina’daki İslamofobik cinayetleri protestodaki haşinliğin ve istekliliğin zekâtını bile, New York’taki devlet okullarında Ramazan ve Kurban Bayramlarının resmî bayram olarak kabul edilmesindeki demokratik medeniyeti takdir için vermiyoruz.

    Hâlbuki İslam eğer hak din ise onun bizim taassubumuza ihtiyacının olmaması lazım. İslam bizim dinimiz olmaktan ziyade biz onun inananları isek (ki insan hak bildiğine inanır) o zaman İslam bizden daha güçlü olmak zorundadır.

    Evet, devletin görevi vatandaşlarına zorla din dersi vermek değil, her vatandaşın istediği dinin dersini alabilir olacağı bir hürriyet ortamını temin etmektir. Misyonerlerle mücadele mi etmek istiyorsun, o halde İslamiyetin fikrî ve ahlakî üstünlüğünü sözlerinle ve fiillerinle ortaya koy. Ateizmin yanlış olduğuna inanıyorsan, ateizmden korkma. Ateizm senden korksun. Çünkü yanlış olan doğrudan korkar ve korkmalı. Doğru olanın ise korkacak bir şeyi olmamalı. Zira, “bir dane-yi hakikat bir batman yalanı yakar”.

    ***

    Adil bir hukuk yerine güçlünün hukuku anlayışı hâkim kaldıkça, medyada her dönemin içeri giren mensupları ve kullanışlı unsurları olacaktır. Medyanın siyasetin elinde pervasız bir silaha dönüştürüldüğü böyle pespaye bir dönem için bile Mehmet Baransu’nun tutuklanması yanlıştır. Gazeteciliğin bu kadar kolay suç hâline getirilmesi, ifade ve bilgi edinme özgürlükleri açısından da tehlikeli bir yönelimdir.

    Mücahit Bilici

    http://www.taraf.com.tr/yazarlar/30042/

  29. Anonim

    Edebiyat Tarih Sanat Kültürü

    HER okumuş kimsede yeterli miktarda edebiyat tarih sanat mimarlık kültürü bulunması gerekir.

    Tarihçi olmak başka şeydir, tarih kültürüne sahip olmak başkadır. Herkesin tarihçi edebiyatçı olması gerekmez ama her okumuşun yeterli miktarda doğru dürüst tarih ve edebiyat kültürüne sahip olması gerekir.

    Tarih, edebiyat, sanat kültürü nasıl ve nerede elde edilir?

    Bunun yeri liselerdir…

    Fen lisesinde veya fen sınıfında okuyor, tarih edebiyat sanat ona da lazım mıdır?

    Lazımdır lazımdır bin kere lazımdır.

    Edebiyat tarih sanat HERKESE lazımdır, teknokrata da, bürokrata da, mühendise de, doktora da, balıkçılık profesörüne de…

    Edebiyat, tarih, felsefe, sanat bilmeyen teknokratlar, bir memleketin idaresini ellerine alırlarsa orayı iyi, güzel, doğru şekilde idare edemezler.

    Televizyonlardaki tarihî filmlerle tarih öğrenilmez.

    Bugünkü eğitim sistemiyle, liselerdeki tarih dersleriyle de tarih öğretilmez.

    Sadece Latin alfabeli arı duru ucuz sade suya tirit Türkçeyle de edebiyat, tarih, sanat kültürü kazanılamaz.

    Bendeniz edebiyatçı değilim, tarihçi değilim… Biraz edebiyat ve tarih kültürüm vardır, yeterli değildir. Bu satırları, liselerde okuyan gençlerimizin bir kısmının, hiç olmazsa birkaçının yeterli edebiyat sanat ve tarih kültürüne sahip olması, benim seviyemin üstünde olması için yazıyorum.

    Kendi kendine edebiyat, tarih, sanat kültürü elde edilebilir mi? Edilebilir ama bunun oranı yüz binde bir bile değildir. Böylelerine otodidakt derler.

    Zengin yazılı edebî Türkçe veya Osmanlıca bilmeden edebiyat, tarih, sanat kültürüne sahip olmak, imkânsız denecek derecede güçtür.

    Yüksek kültür, konuşulan yoksul Türkçe ile değil, yazılan zengin Türkçe ile kazanılır.

    Edebiyat, tarih, sanat, felsefe, mimarlık vs kültürü bugünkü liselerde kazanılamadığına göre ne yapılması gerekir?

    Bu iş alternatif bir eğitimle halledilmelidir.

    Örnek vereyim:

    Özel EDEBİYAT kursu açılacak, başına Türkiye’nin en güçlü, vasıflı, üstün edebiyatçısı geçirilecek. Öğrenci sayısı yirmi… Bir yandan mükemmel Osmanlıca öğrenecekler, öbür yandan edebiyat kültürü edinecekler. İki sene yüz saatten (dersten) ve sıkı bir çalışmadan sonra bu çocuklar Fuzulî Divanı’nı orijinal Osmanlıca nüshasından okuyup metin şerhi yapabilecek… Kurs sonunda sıkı bir imtihan yapılacak, gençlere “Tâlim-i Edebiyat Hususî Mektebi kurslarına devam etmiş, imtihan vermiş ve işbu icazeti almıştır” mealinde bir belge verilecektir.

    Tarih de böyle okutulacaktır.

    Felsefe de böyle.

    Sanat konuları da böyle.

    Mimarlık, şehircilik kültürü de hep böyle.

    Kurslarda eski Prusya disiplini hakim olacak, hiçbir genç dersleri kaytarmayacak, hafife almayacak, ihmal etmeyecektir.

    Müslüman liselilerin buna benzer din ve tasavvuf dersleri de alması gereklidir. Bugünkü mecburî din dersleri aldatmacasıyla dinin D’sini bile öğrenilemez.

    Din kültürüne sahip bir genç, “İmam Gazalî ile İbn Rüşd’ün arasındaki fark konusunda bir kompozisyon yazınız” denildiği vakit beş dosya kağıdı doldurabilecek ve 10 üzerinden en az 7 not alacaktır.

    Felsefe kültürüne sahip bir genç, Fransa’da her yıl yapılan bakalorya imtihanlarının sorularına benzer çetin konular hakkında başarılı kompozisyonlar yazabilecektir.

    Selçuklu mimarîsi… Osmanlı mimarîsi… Bursa Edirne camileri… Sinan ekolü… Avrupa’dan gelen barok stili… Bunları bilmeyen, birbirinden ayırt edemeyenler bu ülkeyi güzel şekilde imar edemezler.

    Mimarlık kültürüne sahip bir gencimiz, Le Corbusier’yi bilecek, onun 1911’de İstanbul’a yaptığı seyahati bilecek, çizdiği krokileri görmüş olacaktır.

    Lise mezunu kültürlü genci masaya oturtacaksınız, önünde biraz kâğıt, bir kalem, “Müslümanlıkta ev felsefesi, ev mal mıdır, yuva mıdır?” sorusunu yazdıracaksınız. İki üç saat içinde, hiçbir yere bakmadan aklından mükemmel bir kompozisyon yazabilecektir.

    Böyle bürokratlar yetiştirip mimarlık ve şehircilik işlerinin tanzimini onlara vermezsek ne olur biliyor musunuz?.. Bugünkü ucubeler, çirkinlikler, beton yığınları, heyulâ gökdelenler, azazilî AVM’ler meydana gelir.

    Kültürlü gençlerimizin aynı zamanda ahlaklı, faziletli, hayırlı insanlar olması gerekir. Biraz kültürlü ama ‘abede-i para ve menfaat, yani parayı çılgınlar gibi seviyor, menfaate tapıyor. Böylesinden köy olmaz kasaba olmaz.

    Kültürlü, edebiyat tarih felsefe sanat bilen Türkiyelinin telefonu bin liralık, kalemi (o da varsa) bir liralık olmaz.

    Şahsî kütüphanesi yok, her gün faydalı kitap okumuyor, saatlerce dedikodu ve gıybet ediyor. Sonra kültürlü geçiniyor. Bırakın şunu yahu!

    Böyle yetişmek isteyen gençler çıkar mı dersiniz? Bence çıkar. Nispet nedir? Milyonda birdir. Yani İstanbul’dan 15-25 kişi çıkabilir. (Şehrin resmî nüfusu 15, gerçek nüfusu 25 milyondur.)

    Keşke elimizde imkan olsa, bu 25 genci seçip bulabilsek, bunlar için iki yıl sürecek alternatif bir eğitime başlayabilsek.

    Böyle kurslara maymun iştahlılar, ilk iki derse girip üçüncüsünde terk edecek iradesizler alınmamalıdır.

    Her branşta (edebiyat tarih vs…) yüz ders verilecek, öğrenci bunların yüzüne de iştirak edecek, ev çalışmalarını dikkat, titizlik ve itina ile yapacaktır.

    Öğrencilerin el yazıları okumuş adam yazısı olacaktır.

    “Ben Osmanlıca öğrenmem, kısa ve kestirme tarafından hemen mücahid (ondan sonra müteahhit) olmak istiyorum…” diyen hergeleler hemen kapı dışarı edilecektir.

    Böyle yüz genç yetişse dört başı mamur, belki içlerinden ileride bir Salahaddin, bir Şamil, bir Pembe İncili Kaftan Muhsin Çelebi ahlakında biri çıkar da şu bahtı kara milleti zulmetten nura götürür.

    19.03.2015

    Mehmed Şevket Eygi

    http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Edebiyat_Tarih_Sanat_Kulturu/23944

  30. Anonim

    Devlet, bütün okullarda mecburî din kültürü dersleri okutuyor ama bir aldatmacadan ibaret. İslam dinine ait bir ders kitabının başında besmele olması gerekmez mi? Bizimkilerde Besmele yok, Paşanın tam sayfa portresi ve karşısında Gençliğe Beyannamesi yer alıyor.

    Bizim cumhuriyetimiz laik değildir. Bizdeki sistem devlet dini sistemidir.

    Koskoca bir Diyanet İşleri Başkanlığı’na sahip olan rejim laik değildir.

    Ülkemizde yüz bine yakın cami var, bunların bir ordu kadar imamı, müezzini, vaizi var. Devletin İlahiyat fakülteleri var. Her şehirde resmî müftü var. Binlerce resmî İmam-Hatip okulu var. Büyük sayıda resmî din dersi öğretmeni var. Bunların masrafları, maaşları devlet bütçesinden çıkıyor.

    Sonra da bu sistem laik oluyor… Olur mu böyle şey?

    http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Okullarda_Cami_Olmasi_ve_Ogrencilerin_Namaz_Kilmasi_Din_Hurriyetinin_Geregidir/23968

  31. Anonim

    Türkiye’nin Çıkmazları
    Türkiye, Selçuklu Devleti’nin dağılmasından, bütün beyliklerin Osmanlı yönetimi altında birleştirilmesinden beri, biri doğudan, öteki Güney’den gelen iki İslam etkisiyle karşı karşıya gelmiştir. Doğudan İran, güneyden İslam, bu devleti hep sorunlarla yüz yüze getirmiş, iç bütünlüğünü kurmasını engellerle önlemeye çalışmıştır. Güney’den gelen İslamın bütünlüğe kavuştuğu, o çağlardaki uygarlığı bütünüyle sindirdiği, özümsediği söylenemez. İslamın doğduğu coğrafyanın özellikleri, doğal yapısı biliniyor. Üstelik, bu doğuş yerinin kuzeyinde ortaya çıkan Sümer, Asur, Babil uygarlıklarının ‘miras’ına konabilecek bir yapıda da değildi. Tevrat’ın getirdiği eski Mısır – Fenike – İbrani kökenli inançlar, Hammurabi yasalarının yüzeysel yaygınlığı yavaş yavaş toplumsal koşullar niteliğine bürününce, ortam büsbütün değişti. İslam öncesi Arabistan’ı bu yükü çekemezdi, yaşama koşulları çölün doğal yapısına uygundu, başka türlü olamazdı. Oysa İran çok eski, özgün bir uygarlığın “mirasçısı” durumundaydı. Toplumsal değişmeler bile bu eski uygarlık verilerinin yönlendirdiği doğrultuda, çizdiği uzun çizgi üzerindeydi. İran, dıştan gelen uygarlık, düşünce ürünlerini kolaylıkla kendi ürettikleriyle yoğuruyor, karıştırıyor, yeniden biçimlendiriyordu. Buna karşın İslamın elinde yalnızca Tanrısal buyrukları, yönlendirmeleri içeren Kuran vardı. Bu kutsal kitap, verimsiz, kurak topraklar üzerinde yaşayan bir topluluğun gereksinimlerine göreydi, arkasında büyük, etkin, kapsamlı bir uygarlık yoktu. Bu kınanacak, küçümsenecek bir durum değildi, doğanın koşullarına göre biçimlenmiş bir yaşam alanıydı. İslam ilk dönemlerinde kılıç gücüyle başarılı oldu, bütün çevreyi egemenliği altına aldı, Doğuda Çin – Hind, batıda İspanya içerlerine dayandı. Ancak kılıcın gücü, karşısında kalemi, kolun sindirici ağırlığı düşünce odaklarını buldu, yapacağı tek iş, Tanrısal bildirilerin ışığı altında kendinden öncekileri geçersiz saymak, yasaklamaktı. Bunda da uzun sayılacak bir süre başarılı oldu. Ancak inancın etkisi bilimin karşısında gerilemeye başladı. İran, eski Zerdüşt inançlarına dayalı, kendine özgü bir İslam yaratmakta gecikmedi. Çin bu etkilerden uzak kaldı, Batı ise beklenmedik bir bilimsel gelişim süreci başlattı. Ortaçağ’da eski Yunan’ı – Roma’yı İslamdan öğrendi, bu öğrenme de geniş kapsamlı bir yaratı ataklığına dönüşemedi. İyi, üretken aydınlar yetiştirdi, ancak bunları yorumlama dışında, geleceğe yönelik uzun soluklu bir çaba gösteremedi. Öte yandan Anadolu’ya yerleşmeye başlayınca bambaşka bir bilimsel ortamla karşılaştı. Anadolu İlkçağı Yunan’ın, Roma’nın kaynağıydı, bu kaynak Ortaçağ’dan sonra Batı uygarlığının besleyici odağına dönüştü. İslam bu dönüşüm karşısında da, kutsal kitabının dışına çıkmaya, bilime bilimle yanıt vermeye yanaşmadı. Kılıçla sağladığı başarılarının çok uzun süreceğini sandı, işte ilk sarsıcı yanılmak böyle başladı. Üç yüz yıl boyunca ele geçirdiği yabancı toprakları, tarih sürecinde, çok kısa sayılabilecek bir zaman diliminde yitirdi, İspanya’dan sürüldü.
    http://www.arslanbora.com/kutuphane-arsiv/karanligin-ayak-sesleri-kadirilik

  32. Anonim

    BİR ülke bütün çocuklarını lise ve üniversitede okutmak için çırpınırsa, bu çırpınma bir kurtuluş ve yükseliş çırpınması değil, batma boğulma çırpınmasıdır.

    Ana kural şudur: Lise ve üniversite okumaya yetecek miktarda zekası, istidadı, kabiliyeti, ehliyeti, yapısı olan gençler dikkatle ve adaletle seçilir, vasıflı liselerde ve üniversitelerde okutulup yetiştirilir… Diğerleri, pratik meslek eğitimine yönlendirilir.

    Gerek lise ve üniversite, gerekse meslek eğitiminin mutlaka vasıflı, güçlü olması gerekir.

    Liselerinde, meslek okullarında ahlak ve karakter terbiyesi veremeyen bir eğitim sistemi bir işe yaramaz, zarar verir, ülkeyi batırır.

    Millî kimlik ve kültüre ters düşen ideolojik bir eğitim sisteminden ülkeye, halka, devlete hayır gelmez.

    Güçlü mekteplerde ilk öğretilecek şey edebî, yazılı, zengin millî lisandır. Lisansız medeniyet olmaz, köy olmaz kasaba olmaz.

    Liselerde çok yüksek seviyede edebiyat, tarih, felsefe (psikoloji, mantık, ahlak, metafizik, estetik), sanat tarihi, beşerî ve iktisadî coğrafya kültürü verilmelidir.

    1928’den önceki kitapları okuyamayan nesillerle Türkiye bir kültür felaketi uçurumuna yuvarlanmaktadır.

    Ülkemizin bugünkü ahlak, temizlik, şeffaflık, doğruluk dürüstlük durumu hiç parlak değildir. Bunun notu, 10 üzerinden en az 7 olmalıdır.

    Eğitim kantite ile değil kalite ile değerlendirilir.

    Ülkeye elbette mühendisler ve teknokratlar lazımdır ama onların üzerinde mutlaka yüksek sosyal kültüre sahip ahlaklı ve faziletli idareciler, seçkinler, havass bulunması gerekir.

    Bu seçkinleri, bu idarecileri, bu havassı yetiştiremezse Türkiyenin geleceği karanlıktır.

    Her Genç Üniversitede Okumalı mı?
    http://www.haber53.com/her-genc-universitede-okumali-mi-_m18964.html

  33. Anonim

    Bu devirde, bugünkü düzen ve sistemde akıllar gerçekten hür müdür?
    Akıl geliştirilebilir veya körleştirilebilir.
    Bir görüşe göre akıl eğitimi daha anne karnında doğmadan başlar.
    Çocuk altı aylıkken akıl eğitimi almaya başlayabilir veya akılsızlık eğitimi.
    Anlamaya, biraz konuşmaya başlayınca sıkı aile eğitimi başlar… Ana okuluna gönderilirse, orada iyi veya kötü bir eğitim alır.
    Sonra ilköğretim okulu, ardından lise.
    İdeal lise eğitiminde genç hem sağlam ve doğru bilgiler elde eder; hem de ahlak ve karakter terbiyesi alır.
    Bir ülkeyi ülke yapan yolları, barajları, hava meydanları, asma köprüleri, gökdelenleri değil, okulları ve bilhassa liseleridir.
    Okullar ve liseler akılları iyiye, doğruya, güzele yönlendiremiyorsa felaketler, âfetler, kaos, anarşi, fitne, fesat, krizler, çürüme, dağılma, tefessüh, bozulma başlar.
    Aklı en fazla geliştiren âlet ve vasıta yazılı, edebî, zengin lisandır.
    Cebir, geometri, fizik, kimya gibi derslere çok önem verip de, yazılı ve edebî lisanı ihmal eden bir eğitim sistemi ülkesini intihara götürür.
    Olgun, medenî, hayırlı insanlar cebir ve geometri ile değil, ince ve derin lisanla düşünür.
    Anadili Türkçe olan biri, lise tahsili yapmış olmasına rağmen edebî Türkçeyi iyi bilmiyorsa iyi yetişmemiş demektir.
    İngilizler Shakespeare’i, Almanlar Goethe’yi, İspanyollar Cervantes’i, Fransızlar Voltaire’i okuyup anlayabilirler. Türkiyelilerin de Fuzulî’yi okuyup anlamaları gerekir. Cumhuriyet eğitimi onlara bunu kazandırmamışsa, o eğitim bir bukağıdır ayaklarda.
    Üç beş yüz kelimelik günlük iletişim Türkçesi ile eğitim için; bunca okula, öğretmen ordusuna, eğitim tantanasına, bütçedeki milyarlara lüzum yoktur.
    Lisan ve edebiyat bozulunca her şey bozulmaya başlar.
    Türkiyede Türkçe bozulursa dinî hayatta ve uygulamada da bozukluklar başlar.
    Lisanı ve edebiyatı zayıf olan güçlü bir medeniyet düşünemiyorum.
    Asıl lisan konuşulan değil, yazılı zengin lisandır.
    Lisan ve edebiyat zenginliğini yitiren bir toplum güzel mimarî eserler de veremez.
    Lisan ve edebiyat bozulunca hukuk sistemi de bozulur, yozlaşır.
    Doğru dürüst mantık okumamışların, derin mantık kültürüne sahip olmayanların hazırladıkları kanun metinleri dökülür.

    İyi liseler gerçek medeniyet yuvaları ve merkezleridir.
    Kötü liseler genç nesilleri bozma fabrikalarıdır.
    İyi liselerde hikmet=bilgelik, kibarlık, nezaket, âdâb-ı muaşeret, mürüvvet öğretilir.
    Kötü liselerde en zeki, en kabiliyetli, en değerli, en istidatlı gençler harcanır.
    Cebir geometri fizik kimya ile adam olunmaz, mühendis teknokrat olunur.
    Adam olmanın, medenî olmanın, iyi ve vasıflı insan olmanın yolu edebiyattan, tarihten, felsefe derslerinden, sanat tarihi ve kültüründen, din ahlak ve karakter terbiyesinden geçer.

    Bugünkü kuşa çevrilmiş sade, duru, arı, ahenksiz Türkçe ile medeniyet olmaz.
    Hüseyin Rahminin, Halid Ziyanın romanlarını, Ömer Seyfeddinin hikayelerini orijinal metinlerinden okuyup anlayamayanlar eğitim kurbanı, eğitim kazazedesidir.

    Eğitim bozulup mekteplerde doğru dürüst ahlak ve karakter terbiyesi verilemeyince rüşvet, irtikâb, ihalelere fesat karıştırmak, haram yemek, emanetlere hıyanet etmek, anarşi, kaos başlar. İçki, fuhşiyyatın=azgınlıkların, beyinsizliklerin her türlüsü… İnsanlar birbirinin meleği değil, kurdu olur.

    http://www.yenidevir.com.tr/artikel.php?artikel_id=345

© 2025 Gün Zileli

Theme by Anders NorenUp ↑