Jeremy Corbyn…
1990 başında İngiltere’ye iltica ettim. Tam benim gittiğim günlerde poll tax (kelle vergisi) karşıtı hareket zirvesindeydi. Gider gitmez, 31 Mart 1990’da yapılan, tarihte “Trafalgar Battle” adını almış büyük Trafalgar yürüyüşüne katıldım. Trafalgar Meydanı’nda punkların (özellikle punk kadınların) polise sopalarla nasıl giriştikleri gerçekten görülmeye değerdi.
Poll Tax mücadelesi, 20. Yüzyıl İngiltere tarihinin üçüncü büyük devrimci dalgasıydı. Birincisi, 1926 işçi grevleriydi; ikincisi ise, 1984-1985 madenci grevleri. Madenci grevleri, iktidara yeni gelmiş Margaret Thatcher’e karşıydı. Trafalgar Battle ise Thatcher’i deviren üçüncü dalganın zirvesi oldu. Dördüncü dalganın gelmekte olduğunun ilk işaretinin, Jeremy Corbyn’in Labour Party’nin başına geçmesi olduğunu söyleyebiliriz.
Jeremy Corbyn’i 1990’ların başlarında tanıdım. O zaman Labour’ın sol kanadında bir Tony Benn (1925-2014) vardı, bir de ondan bir sonraki kuşaktan olan, o yıllarda kırklı yaşlarını süren Jeremy Corbyn. Labour’un sol kanadı denilince hemen bu iki isim gelirdi akla. Bunu hak ediyorlardı da. Çünkü her ikisi de sol adına bütün mücadelelere destek olur, bütün savaş karşıtı gösterilerde mutlaka konuşmacı olarak yer alırlardı.
Tony Blair’i önce Labour Party’nin başına, sonra da 1990’lı yılların ortalarında iktidara taşıyan da aslında büyük poll tax mücadelesi dalgasıydı. Bu mücadele İngiltere’de büyük bir sola kayışa yol açmış, SWP başta olmak üzere, Troçkist ağırlıklı sola kan ve can vermiş, anarşist hareketin yeniden canlanmasına ve toplumun en görünmez hücrelerinde özörgütlenmelere girişmesine olanak sağlamıştı. Bu yükselişin parlamenter alana yansıması Labour’un güçlenmesi oldu ve Labour 18 yıldır ilk kez Tory’ler (muhafazakârlar) karşısında başarı kazanarak Tory iktidarına son verdi.
Ne var ki, iktidara gelen, aslında Tory’lerden de beter bir reaksiyonerdi. Tory’ler dişleri dökülmüş yaşlı bir kurt gibiydi. Tony Blair ise, üstelik sol kamuoyunun da desteğini almış, dişleri sapasağlam ve yeterince sivri bir genç kurt. Dolayısıyla, burjuvazi açısından, bu genç kurda oynamak daha elverişliydi. Sosyal hakları onun dişleri aracılığıyla daha kolay söküp geri alabilirler, dünya savaş makinesine onun eliyle daha rahat katkıda bulunabilirlerdi. Neredeyse bütün devrimci yükselişlerin sonunda yaşanan hüsran burada da bir kere daha yaşanmıştı. İngiltere, ikinci Körfez savaşına ve Irak’ın işgaline Labour Party’nin başındaki Tony Blair’in aracılığıyla bulaştı.
Tabii Tony Blair de bütün iktidarlar gibi yıprandı, Toryler (Conservative Party) giderek güçlendi ve iktidarı yeniden ele aldı. Bunun sebebi basitti. Toryler şöyle diyorlardı Tony Blair’e: Sen bizim politikalarımızı yürütüyorsun. Madem politikalar bunlardır, o zaman iktidarı bu politikaların gerçek sahiplerine bırak bakalım. Haklıydılar da. Madem ki içeride emek düşmanı, dışarıda saldırgan emperyalist politikalar uygulanacaktı, o zaman bu politikaların uygulanmasını gerçek sahiplerine bırakmakta fayda vardı. Böylece Cameron liderliğindeki Tory’ler iktidarı yeniden aldılar ve bir daha da bırakmadılar.
Bunun üzerine Labour Party, muhafazakârların karşısında tutunabilmek için bir miktar sola kayma gereğini duydu ve bir sol teorisyen olan Ralph Miliband’ın oğlu Ed Miliband Labour Party’nin başkanlığına geldi. Ne var ki, bu da Labour’ın Tory’ler karşısında başarısız olmasını engelleyemedi.
1990’lardan bakınca, günün birinde Jeremy Corbyn’nin Labour’ın başına geleceğini öngörmek bir hayli zordu. Çünkü Corbyn, Labour içinde bir hayli marjinal kalıyordu ve savunduklarıyla onu kimsenin Labour gibi iyice yapısallaşmış bir sistem partisinin başına getirmeyeceği düşünülebilirdi. Fakat hayat sürprizlerle doludur.
Biraz Jeremy Corbyn’den söz edeyim. Ben 1990’lardaki Jeremy Corbyn’i şöyle tanıyorum: O zaman kırklarında olan, bu sakallı, ince uzun, narin yapılı genç adam, büyük küçük hangi gösteri olsa orada biterdi. Bu yüzden Britanya radikal ve sol çevrelerinde o zaman da çok tanınmış bir isimdi. Labour milletvekiliydi ama Labour’un genel çizgisinin epeyce solunda yer alırdı daima. Sınırdışı edilen göçmenlerle ilgili küçük bir gösteri mi var, hem yaşlı Tony Benn hem de genç Jeremy Corbyn mutlaka orada olurdu. Gerektiğinde birer konuşma da yaparlardı. Göçmenler kamplara mı tıkılmış? Üstündeki epey yıpranmış trençkotuyla, uzamış sakalıyla onu orada görürdünüz. İrlandalıların mücadelelerine de omuz verir, her yıl yapılan, 1972 yılında İrlanda’da meydana gelen Bogside katliamını (Bloody Sunday) anma ve protesto yürüyüşünde mutlaka yer alırdı. İşçi yürüyüşlerinde de onu her zaman görmek mümkündü ve tabii bütün savaş karşıtı yürüyüşlerde. İstikrarlı bir insandı. İngilizler istikrarı severler. Geçenlerde bir arkadaş sitede bana, “milletlerin özellikleri var mıdır” diye sormuş, ben de “yoktur” diye yanıtlamıştım. Bu cevabım aslında milletlere atfedilen olumsuz özelliklere duyduğum tepkinin ürünüydü. Örneğin, “İngilizler soğuktur” gibi bir önyargının yanlışlığını her zaman düşünmüşümdür. Soğuk İngilizler yok mudur? Vardır elbette ama sıcak İngilizler de onlardan az değildir. Diğer yandan, bazı kültürel özelliklerin varlığını elbette saptamak gerekir. İngilizlerin istikrarı sevmesi, bence tutarlılık anlamında kötülenmesi değil, örnek alınması gereken bir şeydir. Cinsler arasındaki ilişkilerde bile bizimle karşılaştırıldığında çok tutarlı olduklarını saptamak gerekir. Örneğin bir ilişkiye girmekte (arkadaşlık ilişkisi olsun, sevgililik ilişkisi olsun) çok sakınımlıdırlar ama girdiklerinde de o ilişkiyi sonuna kadar tutarlı bir şekilde yaşamaya önem verirler.
İngilizler istikrarı severler ama sanıldığı gibi tutucu değildirler. Eğer özgürlükçü bir radikal çıkış yolu görürlerse, o çıkış yoluna topluca omuz vermekten geri kalmazlar. Bu davada istikrar gösteren insanlara uzun yıllar deneyerek güvenirler ama bir kez güvendikleri zaman bunu büyük bir bağlılıkla ortaya koyarlar. Jeremy Corbyn, sol tutumda gösterdiği istikrarın ödülünü yıllar sonra almıştır.
İngiliz toplumu “corruption” diye ifade edilen, uzun yıllardır sürmekte olan bir yozlaşma ve yolsuzluk düzeninin pençesindedir. Kraliyetin şatafatı başlı başına bir yozlaşma göstergesidir. İngiltere’de her şey “landlord”ların, yani aristokrat burjuvazinin elindedir ve korkunç bir rant düzeni işçilerin iliğini sömürmektedir. Her yozlaşma ve çöküş zıddını da getirir. Jeremy Corbyn’in Labour’un başına geçmesi bunun bir belirtisidir. Ve belki yaklaşmakta olan dördüncü dalganın da. Dediğim gibi, Jeremy Corbyn gibi solda ısrar eden birinin, İngiliz sisteminin en büyük partisinin başına geçmesi kolay bir şey değildi ve bu da oldu. Bu, insanların Tory hâkimiyetine karşı devrimci bir çıkış yolu özleminin ifadesidir.
Böylesine bir sistem partisi ve yozlaşmış, devasa lordlar sistemi Jeremy Corbyn’i yutmaz mı? Böyle bir tehlike var elbette, hem de çok var.
Ama şu da var. Yunanistan’da Syrza, İspanya’da Podemos ve İngiltere’de Jeremy Corbyn’li Labour, insanların var olan sistem içinde de olsa radikal bir çıkış yolu arayışında olduklarını ve böyle bir ışık gördüklerinde o yola topluca aktıklarını gösteriyor.
Umarım Jeremy Corbyn’ı o eski trençkotuyla eskisi gibi hep yanımızda görürüz.
Gün Zileli
15 Eylül 2015
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com
“1990 başında İngiltere’ye iltica ettim.”
Bunu hep merak etmisimdir: Dogasi geregi kapitalizme karsi olmasi gereken solcular neden bir kapitalist ulkeye siginirlar?
Bu bir samimiyet testi sayilmaz mi?
kapitalizme iltica etmiyorsunuz. Halkların yüzyıllar boyu verdiği özgürlük mücadelesiyle elde edilmiş hakların bulunduğu bir yere iltica ediyorsunuz. Kapitalizmle özgürlükleri birbirine karıştırmayın. Orada kapitalizme hizmet etmedik. tersine kapitalizme karşı mücadele ettik.
“Halkların yüzyıllar boyu verdiği özgürlük mücadelesiyle elde edilmiş hakların bulunduğu bir yere iltica ediyorsunuz.”
Hangi ozgurluk mucadelesiymis bu?
Dunyanin geri kalan kismini somurgelestirmis, oradan gelen zenginligi icerde paylasmak baglaminda kendi sinirlari icindeki birilerine bazi odunler vermis olmalari midir sizin yucelttiginiz sey?
Sermayeye karsi oldugundan dem vurdugu halde, devasa holdinlerden birinde calismaktan farki nedir bunun?
Ama, pardon, bizim ‘solcu’larimizin yapageldigi tam da bu degil midir zaten?
Ya reklamci veya sanatci (!) olup disaridan, ya da calisani olarak iceriden hizmet etmek yoluyla sermeyeyle mucadele (!) ediyor olmak..
Samiyet testi demistim ya.. endise buyurmayiniz: Solcular arasinda siz bir istisna degilsiniz.
“Orada kapitalizme hizmet etmedik. tersine kapitalizme karşı mücadele ettik.”
Kapitalizm, sizin de omuz verdiginiz, bu ulvi mucadele sonucunda, onulmaz yaralar almistir muhakkak.
ingiltere, Fransa vb. iki yüz yıldır siyasi mültecilerin sığındığı ülkeler. 19. yüzyılda Rus özgürlükçüsü Herzen ve Ogarev de Londra’da yaşadı. Bakunin de Sibirya’daki sürgünden kaçarak onların yanına geldi. Orada bir süre yaşadı. Marx da öyle. Kropotkin de öyle. Ve daha binlercesi. Bu insanlar kapitalizme mi hizmet ettiler yani. Bu ülkelerdeki özgürlüğü kapitalizme bahşetmek kapitalizme büyük paye vermek olur. Onları sevindirirsiniz. Çünkü gerçek bu değildir. Sarkastizm ve sinizmle sadece kendinizi tatmin edersiniz.
“Önce ekmek; sonra ahlâk!”
(Bertolt Brecht)
Hatırlatma:
Mihri Belli anılarında, komünizmle gerçek tanışmasına ABD’de geçirdiği yılların yol açtığını yazar.
Ayn Rand da der ki; “‘objectivism’ kavramını geliştirdiğim, muazzam esin kaynakları keşfettiğim yer ABD’dir.”
ABD’nin kapitalist bir ülke olduğunu hepimiz biliyoruz:
Fakat Mihri Belli’yi ne yönde etkilemiş;
Ayn Rand’ı ne yönde etkilemiş apaçık ortada.
Hattâ Behice Boran bile yıllarca ABD’de yaşamış biridir, ama asla kapitalist olmamıştır.
(Noam Chomsky doğma büyüme ABD’lidir. Ama günümüzün en azılı anti-kapitalistlerinden biridir!)
Karl Marx’ın İngiltere’de uzun yıllar yaşamasının özel bir sebebi de vardır. Kendisi; “büyük plebyen hareketlerin, sendikâl mücadelelerin, özgürlük akımlarının” niçin İngiltere’de başlamadığına çok şaşırdığı için, bu konu hakkında araştırmalar yapmak için orada uzun yıllar kalmıştır. (Marx’ın İngiliz toplum yapısı ile ilgi araştırmaları bugün bile sosyoloji öğrencileri, akademisyenler ve diğer ilgililer tarafından dikkatle izleniyor.) Marx’ın İngiltere’de kalmasının başka sebepleri de elbette var ama asıl sebep önceki cümlelerde aktarıldığı gibidir.
Konu hakkında detaylı bilgi edinmek isteyenler olursa:
Ara ara muhafazakârlığa (ve hattâ R.T.E. seviciliğe!) meyil etse de, “modernite eleştirisi” konusunda araştırmaları olan Kırklareli Üniversitesi Felsefe Bölümü Kurucusu ve İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü (Eski) Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şaban Teoman Duralı’nın kitapları ve makalelerini okumanız önerilir:
http://www.kitapyurdu.com/
http://teomandurali.com/kategori/kitaplar/
“Önce ekmek; sonra ahlâk!”
(Bertolt Brecht)
ingiltere için yeni bir akış açısı olur insalah yalnız ingiliz tarhi söürgeceligi kendilerine adet edinmiş bir millettir ve bu gelenekleri daima sürdürümüştür yakın zamanda savaş karşıtı eylemlerinde 1 milyona yakın ingiliz meydanlardaydı Irak sürecinde 2000 asker ordudan ayrılmıştır rakam çok komiktir Jeremy Corbyn innsallah u.k yeni boyut getiriir.engel olmazlarsa
“ingiltere, Fransa vb. iki yüz yıldır siyasi mültecilerin sığındığı ülkeler.”
Acikca ve bilerek acliga mahkum edilip binlercesi olume diger milyonlarcasi da Amerika kitasina zoraki surgun giden Irlandalilarin sizinle bu konuda ayni fikirde olduklarini pek sanmiyorum.
Ayni sekilde, uc paralik suc isledigi iddiasiyla, Avusturalya kitasina surgun edilenler, yolda (ve oraya vardiktan sonra) acliktan olenler de sizin bu tarih yorumunuza itiraz edeceklerdir –varsa, ‘oteki dunya’da, tabii ki.
“19. yüzyılda Rus özgürlükçüsü Herzen ve Ogarev de Londra’da yaşadı. Bakunin de Sibirya’daki sürgünden kaçarak onların yanına geldi. Orada bir süre yaşadı. Marx da öyle. Kropotkin de öyle. Ve daha binlercesi.”
Fakir againin kapisina kul olmak zor istir; kaderde kul olmak varsa, zengin olanini tercih etmek en akillicasidir… Bu saydiginiz insanlar da (digerleri de) zengin ulkede siginti olmanin daha rasyonel bir cozum oldugunu bilecek kadar akilliydilar.
Ne yani, karnini doyurmaktan aciz donemin Rusyasinda, ya da savasmaktan bitap dusmus Prusyasinda mi sefalet icinde mi yasayacaktilar; di mi?
“Bu insanlar kapitalizme mi hizmet ettiler yani.”
Soruyu yanlis sordugunuzu dusunuyorum: Kapitalizmin geriletilmesine hizmet etmedikleri kesin –bu insanlarin o ulkelere maliyeti (iase, ibade) onlardan elde edilen propoganda getirisinin cok altinda olmustur; ustelik de yetismis insanlar bunlar. Cifte kavrulmus kadayif yani.
“Bu ülkelerdeki özgürlüğü kapitalizme bahşetmek kapitalizme büyük paye vermek olur.”
Ben tersinin gecerli oldugu kanaatindeyim: Yere goge konduramadiginiz o ozgurulukler, ustelik de sizin gibi isci sinifina sempati duydugunu iddia eden birisi icin, cok yakin zamana kadar mevcut degildi.
Galler’de maden ocaklarinda sayisiz cocuk cesedi var. Endustri devriminde kolu bacagi kopan, makinelerde can veren, zehirli ortamlarda olume mahkum edilen milyonlarin uzerinde, bugun (bir tur Lale Devri misali) mirasyedi bir luks yasayan bir ulkeyi (ulkeleri) bu kadar futursuzca takdis edisiniz asikarken, benim ‘sarcastic’ ya da ‘cynic’ saydiginiz kelimelerim mi sizi rahatsiz ediyor?
“Onları sevindirirsiniz. Çünkü gerçek bu değildir.”
Onlar sevinecegi kadar sevindiler ve seviniyorlar zaten.
“Somuruye karsi oldugum halde ve somuruyu temsil ettigi halde, zengin aganin kapisina siginti olmagi tercih ettigimi aman kimseye soylemeyin” diyerek bunu degistiremeyiz.
demogoji kısmını bir yana bırakırsak, bu yaptığınızın adı gerçekleri gerçekler yoluyla nakzetme yöntemidir. Yani öyle bir gerçeğe dayanırsınız ki, onun aracılığıyla bir başka gerçeği karartırsınız.
yine de bir takım gerçekleri hatırlatmanız faydalı oldu.
http://www.sozcu.com.tr/2015/yazarlar/soner-yalcin/oysa-sakalim-da-var-936262/
Bence bu arkadaşa sormamız gereken soru şu:
Dünyadaki yapay sınırları, ulusları ve ulusal devletleri doğal karşılıyor musunuz?
Asıl sorun, Küçükaydın’ın da çok güzel açıkladığı gibi bu uluslar ve sınırlardır. Bunları yıkmadan kapitalizmi yıkmak mümkün değildir.
http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2015/09/turkiyede-nicin-demokratik-bir-hareket.html
Sayın ‘Nahit’,
Sayın 7,
Uluslar hep vardı, yarın da olacak.
Bizler, enternasyonalist de olsak, teorik ve pratik tecrübemizin çok çok yüksek olduğunu sandığımız solcular da olsak, anarşizmi yaşadığımızı sanıyor da olsak; uluslar hep vardı, yarın da olacak.
Fakat “sınır” (gerçek anlamıyla “borderline”) sorun teşkil ediyor; haklısınız.
Bir tuzağa düşüyoruz:
Sosyalizm ve komünizmin temel hedeflerinden biri; sömürünün olmadığı, “ortakçılığın” kabul gördüğü bir dünya kurmaktı.
Bir celladın isminden türetilmiş “Stalinizm” bile; ilk önce “tek ülkede sosyalizm”i savunur, eğer bu gerçekleşirse bir sonraki aşama olan “enternasyonal sosyalizmi (ve ardından enternasyonal komünizm)”i hedeflerdi.
Yani nihai hedef daima “enternasyonalizm”di.
Unutmayın:
Kapitalizm de “globalisation” kelimesi ile komünizmin “internationalism”i benzer hedeflere sahiptir!
Fakat buradaki “globalisation”dan kasıt:
Sermayenin ve iş gücünün; daima ama daima “sermayenin sürekli artmasına odaklanmış” şekilde dünya çevresinde dolaşmasıdır! Kapitalisler “uluslar”a birer turistik gezi mekânı olarak bakarlar; asıl istedikleri “şirketlerin dünya çapında diktatörlük kurmasıdır”!
Burada üzerinde dikkatle durmamız ve derhâl eylemlere başlamamız gereken hususlar:
“Şirketokrasi”nin diktatöryel uygulamalarına son verecek, tabanın en dibinden yukarı doğru sürekli hamleler, protesto akımları, mobilize mücadele birimleri kurmak, bunları sürekli beslemektir!
Çin “Halk” Cumhuriyeti’nin yönetim biçimine “komünizm” diyorlar; peki “reel”de de öyle mi!
Apple, Samsung, Acer, HP, Asus, Sony, Huawei, Dell, HTC, Ford, Hyundai, Renault, Suzuki, Toyota, Audi, Volvo, Volkswagen, Sharp, Philips, Lenovo, Microsoft…yüzlerce binlerce “şirketokrai”nin anlaşmalı oldukları fabrikaların ekseriyeti Çin “Halk” Cumhuriyeti’nin güney bölümlerinde konumlanmış; emekçinin kemiklerindeki ilikleri sömürüyor!
Hani nerede “enternasyonalizm”!
Hani nerede “ortakçılık”!
Türkiye’ye de bakalım:
TÜSİAD veya MÜSİAD gibi organizasyonlara yüzbinlerece “şirket” üye!
Bu ülkede AKP gidip de yerine CHP gelirse; “şirketokrasi”nin hakimiyeti de sona erecek mi? Hayır, ermeyecek!
Karın tokluğuna yaşamaya hepimizi alıştırdılar!
“Sesinizi çıkarmayın!
Her sabah işinize gidin, akşam en erken 21.30’da 3 aydır ödeyemediğiniz kirâlık evinize dönün!
Her ay sonu maaşınızı alın, kredi kartı borçlarınızı ödeyemeyin, çocuklarınızın servis paralarını ödeyemeyin, bankadan çektiğiniz konut kredisini faiziyle birlikte ödeyemeyin!
Son model cep telefonlarını hep alın!
Fakat:
İflas edecek seviyeye de asla düşmeyin!
Ölmeyin ama sıtmaya yakalanın! Böylece sizin kemiklerinizdeki iliği bile sömürebilelim!
İlk-ortaokul-lisede aldığınız eğitim, üniversitede aldığınız eğitim, şuurunuz bir işe yaramıyorsa bile; bari vücudunuzu sömürelim!
Bir fabrika işçisiyseniz size bel fıtığı hediye edelim!
Bir banka işçisiyseniz size boyun fıtığı hediye edelim!
Bir seks işçisiyseniz size %50 indirimle meme büyütme operasyonu hediye edelim!
Böylece ‘kapitalizm’e daha çok hizmet edersiniz!
Sesinizi çıkarmayın!
Gün Zileli ve benzerlerinin sitelerinde düşüncelerinizi yazarak muhalefet ettiğinizi sanın!
Vardiya yaklaşıyor!
Bilgisayarı kapat!
Kalk!
Servise yetiş!
‘Kapitalizm’e hizmete devam
Marş! Marş!”
Derhâl eylemlere başlamazsak; bu tür sitelerde yazışarak, kendi aramızda klavye jimnastiği yapmaya daha çok devam ederiz!
Uluslar hep vardı, yarın da olacak.
Bizler, enternasyonalist de olsak, teorik ve pratik tecrübemizin çok çok yüksek olduğunu sandığımız solcular da olsak, anarşizmi yaşadığımızı sanıyor da olsak; uluslar hep vardı, yarın da olacak.
Fakat “sınır” (gerçek anlamıyla “borderline”) sorun teşkil ediyor; haklısınız.
–
Niye olmak zorunda olsun?
Birileri de bu mantıkla şöyle diyebilir;
–
Sınıflar hep vardı, yarın da olacak.
Bizler, enternasyonalist de olsak, teorik ve pratik tecrübemizin çok çok yüksek olduğunu sandığımız solcular da olsak, anarşizmi yaşadığımızı sanıyor da olsak; sınıflar hep vardı, yarın da olacak.
Fakat gelir dağılımındaki uçurum sorun teşkil ediyor; haklısınız.
Uluslar üzerine şu yazı da güzel;
http://www.ozguruniversite.org/index.php/guencel-yazlar/1756-u-aydnlanma-meselesi
“Bir seks işçisiyseniz size %50 indirimle meme büyütme operasyonu hediye edelim!”
Guzel.
Simdi de bu cumledeki boslugu da tamamlar misiniz, rica etsem:
“xxxxxxx iseniz, size iltica edecek (siginti olacak) yer de veririz”.
[Hatirlatirim: ‘The Economist’, kanli diktatorlere Batida iltica hakki taniMAmanin neden hayati derecede yanlis oldugunu savunan yazilar yazmisti –Pinochet baglamindaydi, zannedersem.]
“Gün Zileli ve benzerlerinin sitelerinde düşüncelerinizi yazarak muhalefet ettiğinizi sanın!”
Kendi adima: Ben muhalefet etmiyorum. Muhalefet edenlerin sigligina ve tutarsizligina isaret etmek muhalefet sayiliyorsa, o ayri.
“Derhâl eylemlere başlamazsak; bu tür sitelerde yazışarak, kendi aramızda klavye jimnastiği yapmaya daha çok devam ederiz!”
Kendinize ve/ya diger siradan bireylere zarar vermeyen bir ‘eylem’ turu biliyor musunuz?
Sinirlar ile siniflar arasindaki temel fark, benim baktigim yerden, sudur:
Sinirlar yapaydir; icindekiler ya da bitisigindekiler tarafindan olusturulur ve savunulurlar. Kolay anlasilabilir ve dolayisi ile kim(ler) tarafindan savunulacagi da ongorulebilirdirler.
Siniflar ise dogal olusumlardir; girisimli/gecisimli bu katmanlarin alttakindekiler usttekilere cikmak icin ugrasirlar. Tanimi muglaktir (*), bu yuzden de tepeden inmeci tanimlar kullanilir.
(*: Seyyar koftecinin emekci mi yoksa sermaye mi oldugunun tartisildigi kongreyi hatirladim da..)
SAKALIM DA VAR, AMA LAFIMI DİNLEYEN YOK!
CHP’yi hep uyarıyorum.
Oysa… Sakalım da var dinletemiyorum!
Tarihin sarkacı sağdan sola geliyor; dünya sola kayıyor.
Neoliberal politikalar bitti. Piyasayı refahın önüne koyan, sosyal adalete sırtını dönen, yoksulları ve emekçileri dışlayan vahşi kapitalizm ömrünü doldurdu.
Evet… Kapitalizmin anavatanı Avrupa toplumları artık yüzünü sola dönüyor. Sağ politikaları sol tabelalarla sürdüren siyasetçiler tek tek siliniyor.
Artık… Kimse Blair’in, Papandreu’nun Schröder’in yüzüne bakmıyor. Savaşlardan, zenginlerden, kimlik politikalarından medet umanlar tarihin çöp sepetini boyluyor.
Yüzünü emekten yana paylaşım politikalarına dönenler kazanıyor..
Dedim ya dinletemiyorum; “Ali Babacan adeta CHP’li” diyerek AKP’nin ekonomi politikalarına övgüler düzenler benim gibileri dinler mi? (Selin Sayek Böke!)
Bakınız…
Avrupa’nın en köklü sol partilerinden İngiliz İşçi Partisi yeni liderini seçti: Jeremy Corbyn.
65 yaşındaki Corbyn 450 bin üyenin %60 oyunu alarak karşısındaki üç adayı açık ara farkla geçti.
Bu büyük sürpriz oldu. Zira Marksist Corbyn, partiyi yıllardır sol adına yöneten kafayla kavga eden isimdi. Şöyle:
Özelleştirmeye karşı, ulaştırmadan haberleşmeye kadar kritik sektörlerde kamulaştırmaları savunuyor.
Refahı zenginlere krizleri yoksullara bölüştüren her türlü politikayı yanlış buluyor.
Kemer sıkma politikalarına karşı. Vergi kaçağının önlenmesini, zenginlerin vergilerinin artırılmasını savunuyor.
Üniversite harçlarına karşı. Yüksek kiraların kontrol edilmesini öneriyor.
İngiltere’nin emperyalist politikalarına karşı. (Bu yüzden katıldığı savaş karşıtı gösteride gözaltına bile alındı.) NATO’dan çıkılmasını istiyor; Irak savaşına, Suriye’ye müdahaleye, İran’a yaptırımlarına karşı. Iraklılar’dan özür dilenmesini, ülkeyi 2003’te savaşa sokan kendi partisinin lideri Tony Blair’in yargılanmasını istiyor.
Kısacası… Bizde liberallerin “darbeci”, “eski kafalı”, “marjinal” ilan ettiği fikirleri savunuyor Corbyn!
OĞLU TÜRK FİRMASINDA
Sadece politikaları değil; özel hayatı da bir başka…
Meclis’in en az harcama yapan milletvekili.
Arabadan çok bisiklet kullanıyor.
Üstünde annesinin ördüğü kazağı görebilirsiniz ya da pazardan aldığı ucuz gömleği!
Annesi demişken, Corbyn’in anne ve babası da politik; bir dönem barış yanlısı eylemlerde yer alıyor, oğullarını da öyle yetiştiriyorlar.
Hep sakallı, tıraş olmayı sevmiyor. (Demek ki İngilizler sakalıları dinliyor!)
Koyu Arsenal taraftarı…
Oğlunun gemileri yok; bir Türk bilgisayar şirketinde çalışıyor.
Ciddi ama konuşkan; İngiliz soğukkanlılığına inat tutkulu bir adam Corbyn.
Kendini liderden çok nefer olarak tanımlıyor. Kollektif harekete inanıyor, hep “birlikte yapmak”tan söz ediyor.
Corbyn mütevazılığıyla partiye uzak birçok kişinin desteğini alıyor.
Dünyanın bugünlerde bahsettiği Corbyn’i tanımam aslında eskiye dayanıyor.
Onunla ortak bir dostumuz var…
ŞEYDA’NIN ANLATTIKLARI
Arkadaşım Şeyda Taluk 1997’de siyasal iletişim konusunda master için İngiltere’ye gitti; (Labour Party) İşçi Partisi’nin yıllar sonra zafer kazanacağı tarihi seçimler öncesinde.
Bizim Şeyda, tabii ki böyle heyecanlı dönemde eğitimi bırakıp sokağa çıktı. Seçim kampanyasında Corbyn için çalışmaya başladı.
Şeyda, her fırsatta bize Corbyn’i anlattı:
“Onun insani tarafından çok etkilendim. İngiliz siyasetinde o yıllarda bile bir efsane olmasına rağmen sıradan bir insan olarak yaşıyor; birlikte çalıştığı herkese eşit davranıyordu. Son derece mütevazı bir seçim bürosu vardı. Ofis tam bir komün gibiydi. Göçmenlerle yapılan toplantıların neredeyse hepsine giderken beni de yanında götürdü.
Bir keresinde dönüşte danışmanı ve benim itirazlarımıza rağmen dakikalarca park etmek için yer aramıştık. Tabii ki arabayı kendi sürüyordu ve hemen bürosunun önünde yanlış hatırlamıyorsam belirli saatlerde park yasağı vardı. Danışmanı ve ben ‘ne olacak park et işte’ diye ısrar etmiştik. Arka sokaklarda park yeri ararken ikimize de bayağı bir yurttaşlık dersi vermişti. Sonra da neredeyse külüstür denebilecek arabasını bayağı uzak bir yere park edip bizi yürüttü.
Corbyn sokakta yaşayan bir politikacıydı. Pazarları geziyorlardı, pubların arka odalarında göçmenlerle, sendika liderleriyle bir araya geliyordu.
Corbyn de daha önce tanıdığım tüm Marksist hocalarım ya da politikacılar gibi tam bir halk insanıydı. Hemen seni kendi dünyasına alıyor, hiçbir hiyerarşik ilişki kurmadan, eşit davranıyordu. Ne samimi ne de soğuk; sadece eşit!”
Şeyda; Türkler’in yoğun olarak yaşadığı Londra’nın Islington bölgesinde kapı kapı dolaşarak propaganda yapma tarzını ya da sandığa gitmekte zorlanan yaşlıları oy vermeye nasıl götürdüklerini hep heyecanla anlattı bize…
Türk seçmenlere dağıttıkları Türkçe mektuplarından birini hiç unutmadım; mealen şöyle diyordu:
“Sığınmacıların dilenciler gibi yaşamaya nasıl zorlandığını görmek içimi karartıyor.
Fakat ciddi değişikliklerin olabilmesi için bu hükümetin değişmesi ve muhafazakârların gitmesi gerekiyor. 18 yıldır ülkenin idaresi onların ellerinde ve bu dönem içerisinde İngiltere, toplum olarak en bölünmüş ülke haline geldi. Avrupa’daki fakirlerin dörtte biri İngiltere’de yaşıyor ve Islington’daki bütün ailelerin yüzde kırkında çalışan yetişkin yoktur.”
NE DERSİNİZ?
Avrupa’ya ulaşmak için yola çıkan Aylanlar’ın denizlerde boğulduğu, dünyanın ekonomik adaletsizlikle kavrulduğu şu günlerde “Corbyn”ler’e daha çok ihtiyacımız yok mu?!
Evet…
CHP hâlâ koltuk kavgasıyla mı uğraşacak?!
N’olur görün artık dünyanın değişimini; hava dönüyor!
(Soner Yalçın
16 Eylül 2015)
aklıma gelmişken ingilterede ki en büyük halk ayaklanması avrupada vuuct bulan Martin luther PROTESTAN hareketedir.ingiliz halkı krallık yönetimden demokrasiye geçiş saglamış din büyük refomlar yapmak zorunda kalmışlar angleliskan klisesine birçok bilimsel ayetlerler serpilştirilmişler ingilterde ki prostenalar kendilerini bugün kü K. IRLANDADA (KUZEY north Bölgesinde bulmuşlardır) Jeremy Corbyn…tüm sosyal çevreye ingiltereye ingiltere halkı için tüm bireylere eşit ve özgür yaşamın simgesi olur.YALNIZ DÜNYAMIZI BİLİM VE HAMMADDE İÇİN SÖMÜREN SOSYAL EŞİTLİKCİ ZİHNİYETE DİKKAT ETMMEİZ LAZIM
11 anonimin andığı K. Cangızbay’ın yazısı, konuyu iyice kavramadığı için olmalı.. berbat bir karışıklık içinde anlatılmış.. Yanlış değil.. Bu konuda A. Tocqueville’nin “Eski Rejim ve Devrim” kitabını öneririm.. 1789 devrimi “bilinçli” bir hal değildir, çünkü devrimdir!
Ulus Devlet meselesi “basit” bir mesele değildir; kabile ön yargıları, binlerce yıllık tahakküm ilişkileri üzerinde yükselir; küçümsenebilir ama küçümseyen yenilir! Çok akıllıca “ara biçimler” üretilmelidir…
Trafalgar Battle” halk isyanı youtube 50 dk belgesel olarak verilmiş ilgilenen arkadaşlar bakabilir çok saglam halk isyanıdır
“Sermayeye karsi oldugundan dem vurdugu halde, devasa holdinlerden birinde calismaktan farki nedir bunun.”
İşçi sınıfı ve ezilenler için bu konuda seçenek çok az. Özellikle sorun bireysel olarak düşünüldüğünde işçi çok daha güçsüz durumdadır. Bu sistemi, orduyu, polisi arkasına alarak istediği gibi işçiyi sömüren büyük şirket sahibi patronun ve sömüren gücün konumunu, gücünü görmezden gelerek işçi sınıfına neden burada çalışıyorsun, aç kalmayı ve ölmeyi de tercih edebilirsin, bunu tercih etmediğin için suçlu sensin, çünkü bak patronun yanında çalışmayı seçtin ve böylece kapitalizme hizmet ettin demek çok anlamlı değil. Doğru işçi sınıfı kapitalizme hizmet ediyor çünkü başka seçeneği yok. Ya da çoğu işçi için bunun dışında bir seçenek ölüm ve aç kalmakla eş anlamlı. Yani aslında oradaki işçi iş bulduğuna, aç kalmadığına dua ediyor, bir başkası da niye burada çalışıyorsun diye soruyor. İşçi sınıfı için, en azından birçoğu için işçi olmamak ve patronun yanında çalışmamak diye bir seçenek yok.
Üstelik geri kalmış ülkelerde işçi sınıfı ve sıradan insanlar, ezilenler hem kendi ülkelerindeki yöneticiler; hem de gelişmiş ülkeler tarafından sömürülmektedir. Yani bir anlamda iki büyük kıskaç ve baskı altındadır.
Örneğin Suriye’den kaçanları ya da başka ezilenleri de mi aynı mantıkla suçlayacağız? Neden Somali’ye, Afrika’ya, Kamboçya’ya kaçmıyorlar ya da ülkelerinde kalıp ölmeyi tercih etmiyorlar diye mi soracağız?
Birçok açıdan bu tür davranışlar yüzünden asıl sorgulanması gereken ezilenler değil ezenler ve sömürenlerdir, asıl bunlara yol açanlar, darbe yapanlardır; sorgulamaya oradan başlamak gerekir.
Tabii şu denilebilir: işçi çalışmak için devasa holdingler yerine küçük bir iş yerini tercih etsin. Gerçi bu durumda yine patronun yanında çalışmış olacak.
Ama dediğim gibi birçok kişi için öncelikli durum iş bulmak. İş bulamayan milyonlarca insandan söz ediyoruz.
Üstelik büyük şirketlerin giderek büyüdüğü ve birçok kişi için iş bulmanın giderek güçleştiği, işsiz kaldığı bir zamanda bu yine birçok kişi için gerçekleşmeyecektir. Yani insanların çoğu büyük şirketlerde çalışmak zorunda kalacaktır. Tabii işçi sınıfı bu şirketlere karşı ortak hareket ederek (çok zor da olsa) bu durumu değiştirebilir, büyük şirketlerin güçlerini kırabilirler. Ama herkesin bireysel davrandığı bir yerde bu da gerçekleşmeyecektir.
Her akli basinda insan faydayi maksimize, zarari da minimize etmek ister; bunun icin ugrasir. Dogamiz budur; dolayisi ile bununla benim sorunum olamaz.
O bakimdan, holdinglerde ya da buyuk sermayenin sirketlerin calisanlarla da sorunum yok: Her biri kendisi icin en uygun bulduklari secimi yapmistir –baska seceneklerinin olmadigini soyleyemeyiz; onlara gore mevcutlar arasindan en iyisi oymus diyebiliriz.
Neyse. Benim ilgilendigim tarafi o degildi zaten.
‘Ele verir talkini, kendi yutar salkimi’ misali, ustune ustluk de kendisinin ‘uyanik’ oldugunu da vurgulaya vurgulaya, kapitalizme karsi demedigini birakmayan birisinin, baska HIC alternatif yokmuscasina, tutup kapitalizmin besigine (yatagina) iltica etmesini izah etmek kolay degil.
Bir Marxistin, Marxismin (nispeten) en iyi yasandigi yere iltica etmesini anlarim. [Bu ulkenin hangisi olacagini da ben belirleyecek degilim tabii ki.]
Ama, hem Marxist (ya da turevlerinden birinden) olacaksin, hem de, is ilticaya geldiginde, kapagi Ingiltere’ye atacaksin..
[Bu tercihin bireysel seviyede hakli gerekceleri olabilir; ona itiraz etmem. Hatta, hic gerekce saymamak da mesrudur –“sana ne!’ de denilebilir.]
Daha sonra da, sanki ideolojik bekaret bozulmamiscasina, hala daha ulvi hedeflerden bahsetmek, ‘ozgurluk’ filan gibi (ideolojinin asli unsurlarina kelalaka) seylerle bunu mesrulastirmaga calismak, bir eziklige degilse bile, ciddi bir tutarsizliga/celiskiye isaret ediyordur benim gozumde.
Zileli bildiğim kadarıyla anarşist. Şu an dünyada anarşist bir toplum yok. Öyle bir toplum olsaydı Gün Zileli oraya mı tercih etmeliydi?
Bilemiyorum. Çünkü bu biraz da imkân, tercih meselesi.
“Her akli basinda insan faydayi maksimize, zarari da minimize etmek ister; bunun icin ugrasir. Dogamiz budur; dolayisi ile bununla benim sorunum olamaz.”
Bu kural az çok anarşistler, hatta tüm canlılar için de bir ölçüde geçerlidir. Marksistler için de geçerlidir. Şimdi iki patrondan imkânı az olanı anarşist birine ayda elli dolar versin ve şöyle desin:
“benim imkânım az, küçük bir patronum ama sen anarşist birisin, ayda 50 dolar ücretle yanımda işçi olarak çalışabilirsin, çalışma koşulları kötü, daha çok çalışacaksın ama sana vereceğim para da bu, çünkü imkânım bu kadar, sen de tutarlı olduğunu göster.”
Başka bir patron diyelim ki aynı anarşist kişiye ayda 1000 dolar teklif etsin. Ve çalışma koşulları çok daha iyi olsun. Ama bu patron büyük iş veren sahibi olsun. Bu durumda anarşist biri ne diye ayda 50 dolara üstelik daha kötü koşullarda çalışsın ki, o da daha iyi imkânlara sahip olmak ister. Çünkü ayda 50 dolara çalışmakla 1000 dolara çalışmak arasında büyük fark var. Anarşist olduğu için 50 dolarla çalışmayı kabul edecek değil. . (Çalışma koşullarının kötü olduğunu da buna ekliyoruz.)Tabii bu mantığı doğru bulup ayda 50 dolara da çalışabilir. Bu onun tercihi biraz da.
Bu mantığı ülkeler arasında da yapabilirsin. Yani demek istiyorum ki biri sırf anarşist olduğu için en kötü ülkelerde, en kötü işlerde çalışmayı kabul etmek zorunda değil.
Buna karşı şu denilebilir: “ama bu anarşist 1000 dolara çalışmakla kapitalizme daha çok hizmet etti. Bu onun felsefesine aykırı.” Gerçi bu da tartışma konusu olabilir. Şöyle örneğin ayda bin dolara yoksul insanlara yardım işinde çalışmak mı yoksa ayda 50 dolara kendi canını hiçe sayarak çevreyi de epey kirleten kömür madeninde çalışmak mı daha iyidir? Hangisinde daha çok kapitalizme hizmet edilecektir? Küçük patronun yanında çalışabilirsin ama o küçük patron büyük patronun taşeronu gibi oldursa aslında daha çok sömürüye maruz kalınabilir. Yani ayda 50 dolara çalışıp büyük patrona daha çok kazandırmak ve üstelik çevreye de zarar vermek ve kapitalizme daha çok yardım etmek durumunda kalabilirsin. Çin’in bugün yaptığı gibi.
İyi de ayda 50 dolara çalışmakla bu defa kendi yaşamsal çıkarlarını hiçe sayacaktı. Çok daha kötü koşullarda yaşayacak, yetersiz beslenecekti. Kendisini belki daha çok sömürüye maruz bırakacaktı. Anarşist olduğu için kendisini feda etmek ve sömürülmek zorunda değil.
Kropotkin, İngiltere’ye değil de pek bir şey yapamayacağı bir ülkeye gitseydi doğrusu anarşizm adına da pek bir şey yapamazdı. Eserlerini İngiltere’ye gitmekle daha iyi bir şekilde yazabildi. Rusya kalsaydı büyük ihtimalle pek bir şey yapamayacaktı. Kropotkin böyle yapmakla akıllıca davrandı: Bakıcı Rus çarının baskısından ve hapishane yaşamından kurtuldu. Yani aynı zamanda bunun özgürlükle de alakası olduğunu düşünüyorum. İnsanlar ellerindeki imkânlar çoğaldıkça bazı konularda daha özgür olacaktır. Bu açıdan Kropotkin, Bakunin vb. doğru karar verdiğini düşünüyorum.
23. ileti için edit: “Anarşist olduğu için kendisini feda etmek ve daha çok sömürülmeye katlanmak zorunda değil.” şeklinde olacaktı.
“{..} ‘sömürücülük!’ isimli alana da meşruiyet kazandırıyor!”
Tabii ki bunun farkindayim.
Fakat, bu da ‘doga’mizin bir parcasi degil mi?
Yukarida bahsi gecmisti: Her is cesidi bir bireyin emekleriyle basarili olamayabiliyor. Dahasi, herkes kendi isini kurup dogrudan kendi urettigi seyi satarak gecimini saglayamiyor, malum.
Dolayisi ile, birbirimizin emeklerinden istifade etmek (onlari somurmek?) zorundayiz.
Bu realitenin isaret ettigi acimasizliklar uzerinde saatlerce konusabiliriz; fakat bir sey degismez pek.
“Herhangi bir ülkeye iltica eden kişilerin, bu kararlarını neye göre aldıklarını sormaya ve sorgulamaya başlamadan önce {..}”
Galiba yanlis anlasildim. Ben kimin nereye nicin iltica ettigine karismiyorum.
Benim ilgilendigim nokta su:
Bir: “Madem karsiydin, neden oraya iltica ettin; baska yer mi yoktu?”
Ikincisi, ve cok daha onemlisi: “Madem oraya iltica ettin, hala daha hangi (‘yuzle’ diyecegim ama agir kacacak, o yuzden daha hafif bir kelime seceyim) ‘samimiyet’ ile o eskiden soylediklerini hala daha baskalarina salik verebiliyorsun?”
Soylemek istedigim sey su: Boyle bir tercihi yapmis ise kisi, ya (kamu onunde) cok derin bir ozelestiri (tovbe) yapmasi lazim (ki, inandirici olsun), ya da artik anti-kapitalist takilmaktan vazgecmesi gerekir.
Bu sadece Gun bey icin sozkonusu degil. Devlet veya sermaye bordrosunda calistigi halde anti-kapitalist (ya da anti-devlet) takilanlar icin de gecerlidir.
[Not: Suriye’den Almanya’ya iltica etmek isteyenlerin neredeyse tamami daha iyi bir hayat icin bu yola ciktigini soyluyor (ve bence son derece mesrudur). Sistemine ideolojik baglamda karsi ciktigi halde Almanya yollarina revan olanla karsilasirsam, bu celsikiyi/samiyetsizligi onunla da konusuruz, tabii ki.]
“{..} bu ‘cihaz’ları kullanmaya ‘niçin mecbur bırakıldığımızı’ kendi kendimize sormamız gerektiğini {..}”
Bireyi fazlasiyla edilgen ve iradesiz kilan ‘mecbur birakilmak’ turunden yaklasimlari ben hayli yadirgiyorum.
Bahsettiginiz ‘meta’lari ureten Cin koylulerini kimse silah zoru ile o fabrikalara sokmuyor. Kirsaldaki hayatlarindan daha iyi bir hayat pesinde oralara geliyorlar ve fabrika kapisinda kuyruk olusturuyorlar.
Tabi olduklari sartlara siz ya da ben razi olmayabiliriz (cunku bizlerin rize gosterecekleri sartlarin esigi daha yuksek –yani, daha sansliyiz); fakat bu onlarin (kendileri acisindan, bir onecekine kiyasla, ‘daha iyi’ye yonelik) bir tercihte bulunmadiklari anlamina gelmiyor.
Herkesi istedigi yasam standardina kavusturabilsek (bu mumkun olsa) fena mi olurdu?
Tabii ki ideali bu.
Orasi oyle de, bunun nasil olacagini henuz cozebilmis degiliz. Yakin zamanda da cozebilecege benzemiyoruz.
“‘EZENLER’ ve ‘EZİLENLER’ meselesine daha geniş bir açıyla yaklaşmanızı, ‘Eylemsizliğin’ ne büyük felaketler doğurduğuna daha geniş bir açıyla yaklaşmanızı öneririz!”
Oneri icin tesekkur ederim. Not aldigima emin olabilirsiniz.
Fakat, sanki ortada iki ayri irk (ya da canli turu) varmis gibi, bir tarafta ‘ezenler’ irki varmis da, diger tarafta da ‘ezilenler’ varmis gibi konusmaga baslarsak, hem pratik anlamda hem de teorik anlamda ayaklari pek de yere basmayan seyler soylemis oluruz bence.
Dunun ‘ezen’i bugunun ‘ezilen’i olabiliyor; ya da tersi. Dolayisi ile, eger tribunlere oynamak pesinde degilsek, an itibariyle degisebilecek (ustelik de insan olmak dogamizdan kaynaklanan) seyleri one cikarmak bana cok da anlamli gelmiyor.
Ornek olarak, yillarca ‘insan haklari’ diyerek mangalda kul birakmayanlarin, baskalarin ensesinde boza pisirenlerin, is Guantanamo’ya (ve o baglamda yasanan insan kacirma ve isanlari acik denizlerdeki gemi hapishanelerde yargisiz-hukuksuz tutmaga) gelince, sesinin-sedasinin cikmamis olmasini verebilirim.
Ya da, humanist filan ayaklariyla yillarca kamusal ortamda poz kesenlerin, yanlarinda calisanlarin haklarini dogru durust vermediklerini, sigorta filan yaptiklarini da konusabiliriz.
Benzer sekilde, dindarlarin din denilen seyin emrettiklerine ne kadar uyduguna, ya da proleteryanin ezilmesine karsi durmak iddiasiyla ortaya cikan sistemlerin sonucta ne hale geldigine dair saatlerce tatli tatli sohbetler edebiliriz.
Bu tur ‘genis acidan bakmak’lari ben de severim; fakat pratik bir fayda/sonuc uretmek ihtimali tasidiklari hakkinda ciddi kuskularim var.
CORBYN “ANTİ-KAPİTALİST” DEĞİL;
“NEO-KEYNESYEN” POLİTİKALARI SAVUNUYOR!
Jeremy Corbyn’in zaferi, İngiltere’de pek çok kadın, genç ve emekçinin sola yöneldiğine işaret etmesi açısından sevindirici olabilir. Ancak Corbyn antikapitalist bir program değil, Keynesyen bir kapitalizm savunuyor.
Jeremy Corbyn, İngiliz İşçi Partisi liderliği için 12 Eylül’de yapılan seçimleri, %59.5 oy alarak ilk turda kazandı. Corbyn’in rakibi olan üç isim de partinin “gölge kabine”sinde yer alan iddialı figürlerdi. Partinin kara koyunu olan ve kendini “demokratik sosyalist” olarak tanımlayan Corbyn ise ülkenin en büyük iki sendikası Unite ve Unison dahil kimi sendikaların desteğini almıştı. Fakat Corbyn’e asıl destek tabandaki parti üyelerinden geldi.
Geçmişte aslında tam da sendikaların partideki etkisini kırmak için getirilen “bir üye bir oy” seçim sistemi Corbyn’in işine yaradı. Çünkü sadece 3 sterlin ödeyip partiye kaydolan herkese oy kullanma hakkı tanınınca, İşçi Partisi’ne koşturan on binlerce yeni üyenin çoğu, partinin daha da sağa kaymasını engellemek amacıyla Corbyn’e oy verdi.
Peki kimdir Corbyn? Lise yıllarında İşçi Partisi’nin faaliyetlerine katılan Corbyn daha 20’li yaşlarının başında bir kamu emekçileri sendikasında örgütçü olarak işe başlıyor ve üniversiteyi terk ediyor. Uzun yıllar sendikalarda çalışan Corbyn 1983 yılında parlamentoya giriyor ve zamanla partinin en muhalif ismi haline geliyor; Blair yönetiminin aldığı kararlara karşı oy kullanıyor defalarca. Nükleer Silahsızlanma Kampanyası (CND) ve Savaşı Durduralım İttifakı’nın (SWC) başını çeken isimlerden biri olan Corbyn İngiltere’nin Irak ve Afganistan’ı işgaline karşı çıkıyor. Kendisi aynı zamanda Filistin halkı veya göçmenler için yapılan kampanyalarda başı çekmiş, İngiltere’nin NATO’dan, hatta belli koşullar altında AB’den çıkmasını savunmuş bir isim.
Hal böyleyken, Corbyn’in İşçi Partisi liderliğine seçilmesine sevinmemek güç. Bu gelişme, İngiltere’de yıllardır muhafazakarlar eliyle uygulanan ve ne yazık ki toplumda belirli bir meşruiyet de kazanan kemer sıkma tedbirlerine karşı ciddi bir toplumsal direncin oluştuğuna, kadın, gençlik ve emek aktivistlerinin yüzünü sola çevirdiğine işaret ediyor. (20 Haziran’daki “kemer sıkma karşıtı” kitlesel eylemler de bunun habercisiydi.) Ancak Corbyn antikapitalist değil Neo-Keynesyen bir ekonomik program savunuyor ve bağımsız bir sınıf hattının inşası açısından umut vermiyor. Seçimin ardından Syriza lideri Tsipras ve Podemos lideri Iglesias tarafından hızla tebrik edilmesinden de anlaşılacağı üzere, onu Avrupa’daki yeni reformist dalganın içinde konumlandırmak mümkün.
“HALK İÇİN PARASAL GENİŞLEME”
Corbyn ekonomiye dair politikalarını “2020 yılında Ekonomi” başlıklı metinde açıkladı. Programın bir ayağı “bankalar değil halk için parasal genişleme” mefhumu. Malum, 2008 krizini aşmak için kapitalist ülke merkez bankaları durmadan para basıyor. Örneğin İngiliz merkez bankası 375 milyar sterlin gibi akıl almaz bir parayı bu şekilde ekonomiye enjekte etmiş durumda. Corbyn ise bu paranın ucuz ve kaliteli toplu konut, enerji, ulaşım ve dijital teknoloji projelerine yatırılmasını savunuyor.
Programın bununla ilişkili ikinci ayağı bir milli yatırım bankasının kurulması. Büyük şirketlere sağlanan teşvik ve vergi indirimleri sonlandırılıp, oluşan kaynak bu yeni bankaya aktarılacak; merkez bankası da bu bankaya borç verecek. (Bu arada yine gelirleri artırmak için artan oranlı bir vergi sistemi kurulacak ve vergi kaçağı önlenecek.) Bu yatırım bankasının yapacağı yatırımlar özellikle “yüksek teknoloji ve yenilikçi endüstrilere” (özel sektöre) yönelecek. Devlet nitelikli işgücünün geliştirilmesi için yetişkinlerin eğitimine ve üniversitelere yatırım yapacak. Sonuçta, “hepimizin istediği yüksek vasıflı, yüksek ücretli, yüksek verimlilik sahibi işgücü” oluşacak.[1]
Apaçık ortada, Corbyn’in savundukları kapitalizm ötesi bir topluma falan değil, bugün artık maziye karışmış Alman sosyal demokrasisinin kapitalist modeliyle Keynesyen politikaların bir bileşimine denk düşüyor.
“KARIŞIK MESAJLAR”
Programda yazmasa da Corbyn demiryolu ve enerji sektörünün yeniden kamulaştırılması gibi radikal bir talebi sıkça dillendiriyor ve ciddi destek de görüyor (bir ankete göre enerji, postane ve demiryollarının kamulaştırılmasına destek %66-68 aralığında). Gelgelelim Corbyn gibi yeni reformistlerin hızla çark edebildiğini Syriza örneğinde, ayrıca İspanya’daki son belediye seçimleri sonrasında gördük.
Mesela Corbyn kamulaştırmayı el koyarak değil satın alarak yapmayı öneriyor; kritik olan bankaların kamulaştırmasını dillendirmiyor. Ha keza Corbyn’in seçim sonrasında belirlediği “gölge kabine”den John McDonnell, enerji sektöründe kamulaştırmayı değil, “Alman modeli”ndeki gibi yerel inisiyatifler ve yenilenebilir enerji üretimine dayanan “toplumsallaştırma”yı savunuyor.
Aynı şekilde Corbyn, Başbakan Cameron’un AB’yle anlaşıp İngiltere’ye yeni kemer sıkma koşulları dayatması durumunda AB’den çıkmayı savunacağını ifade ediyor. Fakat Corbyn’in “gölge kabine”sindeki Hilary Benn, BBC’de Corbyn’in “her şart altında” AB’de kalmayı savunduğunu söylüyor; Benn geçmişte İngiltere’nin Irak ve Suriye’ye saldırılarını desteklemiş bir isim.
Corbyn bir sendika konferansında yaptığı son konuşmada, grev hakkını sekteye uğratacak yeni yasa tasarısına karşı çıkıyor; fakat bütçe açığı yanlısı (“deficit denier”) olmadığını ifade etmesi kafa karıştırıyor.[2]
“BAĞIMSIZ ANTİ-KAPİTALİST HAT”
Corbyn’in çizgisi önümüzdeki dönemde nasıl bir evrim izlerse izlesin, yüz küsur yıllık reformizm tarihiyle İngiltere’de müesses nizamın temel direklerinden olan ve bir dizi emperyalist savaşın bizzat yürütücüsü olmuş İşçi Partisi’nin, işçi ve emekçiler için bir alternatif olabileceğini düşünmek abes. Zaten halihazırda 230 küsur İşçi Partisi milletvekilinin ancak 20 kadarı, yerel yöneticilerin ise %6’sı Corbyn destekçisi; geri kalanı büyük ölçüde kemer sıkma taraftarı. Sosyal diyalogcu sendikal bürokrasinin de önemli bir kısmı Corbyn’den rahatsız.
Öte yandan, İngiltere’de bağımsız sınıf odaklarının inşasında, eksiğiyle fazlasıyla, belirli bir mesafe kat edilmiş durumda: Ken Loach’un çağrıcılığıyla antikapitalist bir hat etrafında kurulan Sol Birlik (Left Unity) partisi veya Sendikacı ve Sosyalist Koalisyon (TUSC) adlı seçim ittifakı gibi. Bunlara yöneltilebilecek eleştiriler şöyle dursun, asıl ihtiyacın sermaye, devlet ve elbette İşçi Partisi’nden bağımsız bir gücün inşası olduğu açık. Elbette bu tür yapılar, İşçi Partisi’nin tabanındaki genç, emekçi, kadın aktivistlerle çeşitli yerellerde ortak eylem zeminleri, birleşik emek cepheleri kurmaya çabalayacaktır. Fakat antikapitalist program ve örgütlenmenin bağımsızlığı korunmazsa, yeni reformizmin artık şaşırmamamız gereken manevraları karşısında savunmasız kalınacağı da ortada.
[1] http://www.jeremyforlabour.com/investment_growth_and_tax_justice
[2] http://www.theguardian.com/politics/2015/sep/15/mcdonnells-economics-milibandism-liberated-from-new-labour-concerns, http://www.theguardian.com/commentisfree/2015/aug/11/jeremy-corbyn-close-deficit-poor-labour-economy, http://www.huffingtonpost.co.uk/2015/09/14/jeremy-corbyn-will-campaign-to-stay-in-the-eu-insists-hilary-benn_n_8132078.html
***
Barış Yıldırım
17 Eylül 2015
http://baslangicdergi.org/corbynin-sasirtici-yukselisi-baris-yildirim/
cipras, corbyn selocan, duzenicicligi kbul etmisler diycem ama neyse siz keyfinize bakin
“Zileli bildiğim kadarıyla anarşist.”
GZ uzmani degilim; yanlis bilmiyorsam, ilticanin gerceklestigi tarihlerde anarsist degildi –aksine, hayli kati bir doktriner yapinin elitleri arasindaydi.
“Şimdi iki patrondan imkânı az olanı anarşist birine ayda elli dolar versin ve şöyle desin {…}”
Mesele 2 patrondan birisini tercih etmege indirgenebilecek bir noktaya gelmisse; yani, kisi sermaye icin calismak zorunda oldugunu idrak etmisse; yani, ideolojisine uygun bir hayat suremeyecegi belli olmussa; durustluk ve gercekcilik (ya bu deveyi gudeceksin, ya da bu diyardan gideceksin’ geregi), ikisinden birinden vazgecmesini gerektirmez mi?
Ekmek parasini kerhanede kazanan birisinin iffetten dem vurmasini pek ciddiye almiyorsak, sermaye/devlet icin calisan solculari nereye koyacagiz?
“Ekmek parasini kerhanede kazanan birisinin iffetten dem vurmasini pek ciddiye almiyorsak, sermaye/devlet icin calisan solculari nereye koyacagiz?”
Doğrusu başka seçenekleri olduğunu düşünmüyorum. Çünkü kapitalizm ve devlet bugün dünyada her tarafı ele geçirmiş durumda. Bu bir indirgeme değil gerçek. Kapitalizmin veya devletin olmadığı yerde bu soru değer kazanır. Bugün dünyanın hemen her yerinde kapitalizm veya devlet egemen durumunda.
O yüzden şimdiki gerçek durumda kimse yüzde 100 anarşist, Marksist olamaz. GZ için de bu böyle. Düşüncede belki anarşist ama uygulamada birçok açıdan tam bir anarşist gibi davranamaz çünkü hayatın koşulları buna izin vermez.
“Mesele 2 patrondan birisini tercih etmege indirgenebilecek bir noktaya gelmisse”
Konuyu açıklamak için kullanılan bir yöntemdi. Ama çok da yanlış olduğunu sanmıyorum. Örneğin Çin’de ayda 50 dolara çok kötü koşullarda çalışan anarşist bir Çinli işçi Batı’da ayda 1000 dolara çok daha bir işte, çok daha iyi çalışma koşullarında çalıştığında, neden ayda 50 dolarla çalışmaya devam etmiyorsun demek ne kadar anlamlı? Elbette o işçinin 1000 dolarlık bir işi ve daha iyi çalışma koşullarını kabul etmesi anlaşılabilir. O yüzden anarşistler, Marksistler de kendi canlarını ve yaşam koşullarını düşünecektir.
31 nolu ileti için Edit:
Örneğin Çin’de ayda 50 dolara çok kötü koşullarda çalışan anarşist bir Çinli işçi Batı’da ayda 1000 dolara çok daha iyi bir işte, çok daha iyi çalışma koşullarında çalıştığında, neden ayda 50 dolarla çalışmaya devam etmiyorsun demek ne kadar anlamlı? Elbette o işçinin 1000 dolarlık bir işi ve daha iyi çalışma koşullarını kabul etmesi anlaşılabilir. O yüzden anarşistler, Marksistler de kendi canlarını ve yaşam koşullarını düşünecektir.
30 nolu iletide: “Kapitalizmin veya devletin olmadığı yerde bu soru değer kazanır.” diye yazdım ama anarşist biri için hem kapitalizmin hem de devletin de olmaması gerekir. Belki Marksist biri devletin varlığını kafaya takmayabilir ama anarşist için bu da önemli.
Bunun yanında yine de o kadar basit değil. Çünkü gideceğin yerde, kültür, ekonomik ve başka nedenlerden dolayı bir sürü başka zorluklarla karşılaşma durumu var. Yani kişi bir yerden bir yer göç ederken sadece ideolojiye de bakmaz. Mecburen orada yaşam koşullarını, kültürü, ekonomiyi düşünmek zorundadır. Üstelik gitmek istediğin yer seni kabul etmeyebilir.
Çünkü böyle dar mantıkla baktığımız zaman o zaman herkes bir şeylere bahane bulabilir.
Şimdi birisi çıkıp Suriyelilere o zaman şunu diyebilir: Ya sizin Hristiyan ülkelerinde ne işiniz var, neden Suudi Arabistan, Kuveyt vb. yere sığınmıyorsunuz.
Bir ara Türkiye’de İslamcılara benzer şeyler söyleniyordu.
@29 Nahit
“sermaye/devlet icin calisan solcular” ile kimi kast ediyosun? Bütün işçiler tanımı gereği sermaye için çalışır (özel veya devlet yatırımı olması çok bir şey değiştirmez), bu durumda bağımsız çalışan yani küçük burjuvazi midir tek tutarlı şerefli sınıf ?
yoksa sen sermaye/devlet kurumlarında orta-üst düzey yönetici olup yine de solcu olduğunu iddia eden bir kesimi mi kast ediyosun? bunları zaten bir yere koymaya gerek yok kendilerini sermayeden yana koymuş durumdadırlar, dünya görüşlerinden bağımsız olarak. dünya görüşlerini ayrıca tartışabilirsin.
Yunanistan’da SYRIZA, İspanya’da Podemos örnekleri, İngiltere’de İşçi Partisi’nin başına Corbyn geldi, hatta ABD’de Demokrat Parti başkan adaylığında sosyal demokrat Sanders’ın popülerliği Hillary Clinton karşısında yükseliyor.
Bütün bunlar bir 10 yıl kadar önce Güney Amerika’da iktidara yerleşen sol hükümetlerin üzerine geliyor. Çok açık bir şekilde neoliberalizm ve kemer sıkma paradigmasına karşı dünyada kitlesel bir tepki var ve bu tepki bu çeşitli anti-kapitalist olmayan solcuları iktidara getiriyor veya yaklaştırıyor.
Fakat bunların “dünyayı değiştireceğine” inanmıyorum, ve de kimsenin inandığını sanmıyorum. Sosyal demokrasinin, kapitalizm için solun geri gelişinde bir “ilkinde trajedi, ikincisinde komedi (sahtelik)” boyutu da sezinlemiyor musunuz?
Ve bende bir hayal kırıklığı da yaratıyor bu sol yükseliş. 90’larda sosyalist blokun çöküşünden sonra küçük radikal hareketlere egemen olan bütün yeni sol, anarşizm, otonomizm, çevrecilik, kimlik hareketleri, anti-otoriterlik, doğrudan demokrasi, sosyal medya üzerinden örgütlenme vb. akım ve eğilimlere rağmen, kitleselleşme anında dönüp dolaşıp parlementarist vasat sosyal demokratlığa varmış olmamız, üzücü değil mi? Çok şeyi eksik yaptık, bazı şeyleri yapmakta çok geç kaldık diye düşünüyorum. Bunlar neydi? Pozitif bir program, hem radikal, hem gerçekçi olan, uzun, sabırlı ve kitleselliğe uygun örgütlenme ve inşa. Bunlar çok eksik kaldı ve bugünkü sol dalganın üzerinde yükselme şansı kaçmakta gibi geliyor.
Sayın 29 numaralı ‘Nahit’e,
23 numaradaki kişinin yazdıkları ile ilgili de bazı sorular sormuşsunuz.
[Mesele 2 patrondan birisini tercih etmege indirgenebilecek bir noktaya gelmisse; yani, kisi sermaye icin calismak zorunda oldugunu idrak etmisse; yani, ideolojisine uygun bir hayat suremeyecegi belli olmussa; durustluk ve gercekcilik (ya bu deveyi gudeceksin, ya da bu diyardan gideceksin’ geregi), ikisinden birinden vazgecmesini gerektirmez mi?
Ekmek parasini kerhanede kazanan birisinin iffetten dem vurmasini pek ciddiye almiyorsak, sermaye/devlet icin calisan solculari nereye koyacagiz?]
Yukarıdaki sorularınızın detaylı cevaplarını;
28 numarada gönderdiğimiz metinden öğrenebilirsiniz.
(Galiba, metinlerin sitede yayınlanma onay süresini sayın Zileli geciktirdiğinden, metnimizi geç okumuş olabilirsiniz.)
Bence bu tartışmalarda atlanan bir gerçek var. Burada soyut bir genellemeyle “insanlar”dan konuşuyoruz. İnsan nüfusunun büyük bir çoğunluğu bir bakıma “insan” değil. Şu sözü duymuş olabilirsiniz: “İnsanlıkla hayvanlık arasında ince bir çizgi vardır.” İnsanlar akıl ve düşünmeyle, hayvanlar içgüdüleriyle hareket eder. “İnsan” olmak devamlı bir çaba ister. İnsanların çoğu günlük hayatlarında düşünceden çok içgüdülerini kullanarak yaşıyor. Bu bir küçümseme, suçlama değil, içinde yaşanılan ortamın bir sonucu. Çoğu insan çok dar, değişime kapalı bir çevrede yaşıyor. Bu çevre dışında olanlara genelde ilgisiz, habersiz. Büyük bir bilgisizlik ve yanlış/eksik bilgilenmeyle şartlanmışlar.
Bu ortamın sınıflaşmadan kaynaklandığı söylenebilir. Bu yakın tarihe kadar doğru fakat günümüzde yetersiz bir açıklama. Bilgi, iletişim, ulaşım araçlarının bu kadar geliştiği ve yaygınlaştığı bir çağda insanlar bunları iyi kullanmıyorlar.
Dolayısıyla, bunları tartışırken hangi insanlardan konuştuğumuz önemlidir demek isterim kısaca.
“Mesele 2 patrondan birisini tercih etmege indirgenebilecek bir noktaya gelmisse; yani, kisi sermaye icin calismak zorunda oldugunu idrak etmisse; yani, ideolojisine uygun bir hayat suremeyecegi belli olmussa; durustluk ve gercekcilik (ya bu deveyi gudeceksin, ya da bu diyardan gideceksin’ geregi), ikisinden birinden vazgecmesini gerektirmez mi?”
Kendi adıma yanıt vereyim. Bir kere yüzde 100 anarşist değilim. Ama anarşizmi yine de önemli bir düşünce olarak görüyorum. Katıldığım ve benimsediğim, önemli bulduğum yerleri var. Uygulamaya gelince: bugün için bazı şeyler uygulanamayabilir ama yarının dünyasında anarşizmin bazı görüşleri uygulanabilir. Yani anarşizmin bazı görüşlerinden yararlanılabilir ve bu görüşler yarının dünyasında uygulanabilir. O yüzden meseleye siyah beyaz değil çok daha boyutlu bakmak ara renkleri de görmek önemli diye düşünüyorum.
“yoksa sen sermaye/devlet kurumlarında orta-üst düzey yönetici olup yine de solcu olduğunu iddia eden bir kesimi mi kast ediyosun?”
Evet, bunlari kastediyorum; cunku, bunlar, benim baktigim yerden, ‘sol’un liderligini elinde tutagelenler.
Kisacasi, ben ‘sol’un elitlerini konusuyorum. [Yahu, ne verimli bir gen havuzudur ki, sulalesi nesiller boyu ‘sol’u onderi olanlar var.]
Digerleri, singirdatmak icin mucevherleri olmayanlar, karnini doyurmak, ailesini gecindirmek vb vs icin bir orada bir burada is blup calismak zorunda kalanlar benim radarimda yok.
Yok, cunku, onlar –nihai analizde– liderligin tetikciler/mermileri olmaktan baska bir gorev icra etmiyorlar/edemiyorlar/edemezler. Gorev tanimlari bu cunku.
“bunları zaten bir yere koymaya gerek yok kendilerini sermayeden yana koymuş durumdadırlar, dünya görüşlerinden bağımsız olarak. dünya görüşlerini ayrıca tartışabilirsin.”
Fakat, bence, asil konusulmasi gereken de tam olarak bu kesim (kitle/zumre).
Bu taife, omur boyu istihdamin (olabildigince) garanti oldugu akademiya, devlet/sirket burokrasisi, sanat kurumlari vb hayli konforlu konumlarindan (bu konumlarini devam ettirmek icin), sempatizanlarini piyon olarak kullaniyorlar.
Bunu da ‘sinif mucadelesi’ ambalajinda pazarliyorlar –hayli ustaca yaptiklarini da kabul ve takdir etmek zorundayim.
Halbuki, gercekte bir ‘sinif-ici mucadele’den bahsediyoruz: Bir tarafin sermayesi ‘para’ (bunlara kapitalist diyoruz), ote tarafinkiyse (‘solcu’lar) sermayesi ‘insan’ –yani istedikleri anda sokaklara dokebilecekleri ‘kalabaliklar’.
Bu oyunda ezilenler aslinda hep ayni: Uc kurus daha fazla para kazanmak umidiyle kapitalistlerin yaninda yer alanlar da, uc kurus daha fazla para kazanmalarina yardimci olacaklarini vaad eden ‘solcu’lar da ayni somuru oyunun aktorleri.
Bir taraf borclandirarak, digeri de hinclandirarak taraftar kazaniyor. Bir taraf madenlere, digeri de meydanlara surup olduruyor..
Tesaduf bu ya, her iki taraf da, zoru gorunce, ayni yerlere kaciyor siginiyor.
Oralarda daha ozgur oluyorlarmis cunku..
Cem Uzan da, Akin Ipek de (benzer niceleri de), solun onde gelenleri de –soracak olursaniz– ayni seyleri (ayni bahaneleri) soylerler.
Halbuki, bahaneyi gozardi edip, arkasina bakinca, biri duzu, digeri de verevi.. fakat, kumas ayni kumas..
Kendine aydin/uyanik diyenlerin –bilhassa anarsistlerin– bunu ifsa etmesi gerekir/beklenir; ama zordur: Evlad u ayal var, kic ve can korkusu var; var oglu var..
O yuzden, boyle blog koselerinde, realiteyi degil de ideolojiyi tartismaklarla, ‘cevir kazi yanmasin’larla vakit gecirmegi tercih ediyoruz cumleten.
Sevgili Nahit,
Kapitalizme emeği sömürüp, toplumsal ilişkileri bir meta ile biriktirmeden, bunun propagandasını yapmadan veya troçkist, anarşist, swp alaşımı menşevik yani afedersiniz dsipli olmadan hizmet edemezsin yerli SWP alaşımı menşeviklerin kendilerini savunamamasının sebebi teorilerinin çarpıklığı. Marksizm tezinin özlüce ifadesi: sömürünün ortadan kaldırılması(kapitalistlere hizmetin, efendinin yok edilişi) olması da nato kafa nato mermer olunca pek bir şey ifade etmiyor. Düşüncene göre tüm dünya işçileri birleşip madagaskara falan iltica etmeliydiler. Bu ülkedeki cehalet çok başka.
Uzun uzun yazacak durumda değilim ama bu öküzlük sanıyorum sadece TR’de vardır, solcuların meydan savaşı neferi olması, self segregasyon uygulamaları gerektiği, Ulus aşırı şirketler çağında milli komprador burjuvaziyle ittifak yapılması gerektiği(kusturucu converse, nike geyiği), burjuva kazanımlarının aşılmaktansa reddedilmesi vs. Sağcıların beyinsizlikleriyle nakış gibi işlediği diyemediğim anlamamazlık ürünü saçmalarla devasa polemik oluşması herhangi bir sol platform (bu site dahil) için pek hoş bir şey değil, katkı getirecek bir şey de değil. Gün Zileli’den ricam: Nahit gibilerine en basitinden bir Politzer kitabı(ABC) hediye edip boş beleş yorumlarını yayından kaldırması.
“Uzun uzun yazacak durumda değilim”
Okumadan once yazmagi soktugunuz asikar. Simdi biraz vakit ayirip okumalar yapsaniz nasil olur.
“ama bu öküzlük sanıyorum sadece TR’de vardır”
Ornegi ile ispatladiginiz icin tesekkur ederim.
“Düşüncene göre tüm dünya işçileri birleşip madagaskara falan iltica etmeliydiler.”
Dedim ya: Calakalem yazmak iyi hos da, okumak da sart.
Benim tum dunya iscilerinden bahsettigimi kendi zihninizden okumussunuz; bu belli.
Bir de, tabii, su var: Siz, Ingiltere’ye (Almanya’ya, Fransa’ya vs) iltica edebilen kac tane siradan isci biliyorsunuz?
“Bu ülkedeki cehalet çok başka.”
Yah yah.. Azizim.. Ne demezsiniz. Hep de bana rastliyor.
Ben de, tam da, elitlerin fedailerinden bahsedecektim ki, siz cikageldiniz.
Hos bir surpriz oldunuz, yani.
Sayın Zileli,
Sayın “Nahit”e ve diğer katılımcılara yönelik gönderdiğimiz 2 yorum silindi.
Sebebi nedir?
Fazla uzun olmaları. Bundan sonra haddinden fazla uzun yorumları yayınlamıyoruz, çünkü siteyi izleyen arkadaşlar bundan şikâyetçi. Yorumlaürınızı daha özlü yazın.
Sayın Zileli,
Sizi de kandırıyorlar!
Hayatı:
Sadece 140 karakterlik “twitter hapı” kalıbındaki iletilere,
Sadece 4140 karakterlik “facebook hapı” kalıbındaki iletilere sıkıştırıp; satmak istiyorlar!
Ve bu “hap kalıbındaki iletileri” kuru kuru yutturuyorlar, yanında herhangi bir meşrubat vermiyorlar!
Metinlerin “uzun” olduğunu iddia edenlerin çok büyük bölümü, sahsınıza da;
“Armut piş, ağzıma düş”çülüğü,
“Özet geç, Ankara havası olsun”culuğu enjekte etmeye çalışıyor!
Tuzağı görüyor musunuz?
Tehlikenin farkında mısınız?
(Not:
“Görüyorum.”
“Farkındayım.”
gibi cevaplar yazmanızı istemiyoruz.
Gerekçelerinizi açıklayarak cevabınızı yazmanızı bekliyoruz.)
Saygılarımızla
İSMİ AÇIKLANMAYAN BİR GENERAL, İŞÇİ PARTİSİ’NİN YENİ LİDERİ JEREMY CORBYN’İN BAŞBAKAN OLMASI HALİNDE, İNGİLİZ ORDUSUNUN İSYAN ÇIKARACAĞINI DUYURDU!
İngiltere’de İşçi Partisi’ne lider seçilen Jeremy Corbyn hakkındaki tartışma sürüyor.
Sol.org’un Sunday Times’dan aktardığı habere göre, gazeteye konuşan isimsiz bir ordu generali, Corbyn’in başbakan seçilip İngiliz nükleer programı Trident’i iptal etmesi, NATO’dan çıkması ya da ordunun küçültülmesi durumunda ordudan yeni İşçi Partisi liderine karşı “isyan” başlayacağını söyledi.
“Ordu bunun arkasında durmaz. Genelkurmay, bu ülkenin güvenliğini tehlikeye atacak bir başbakana izin vermez ve insanlar bunu engellemek için mümkün olan her yolu deneyecek” diyen isimsiz general, ordunun bütün seviyelerinde istifalar olacağını ve bunun gerçek bir isyan anlamına geleceğini kaydetti.
İç Savaş esnasında Kuzey İrlanda’da görev yaptığını söyleyen general, Corbyn’in IRA’yı kınamayı reddetmesi nedeniyle, kendisinin ve askerlerinin “midesinin bulandığını” belirtti.
Generalin sözleri hakkında The Independent’a konuşan bir İşçi Partisi yetkilisi, “Bu çok sıradışı bir açıklamaya benziyor” dedi.
Corbyn’in sözcüsü ise, isimsiz bir açıklama hakkında yorum yapmayacağını söyledi.
İşçi Partisi’nin yeni “gölge dışişleri bakanı” Hilary Benn, partisinin Trident’i ya da NATO’yu bir kenara atmaması gerektiğini söylemişti.
Corbyn’in, “Stop the War (Savaşı Durdur)” koalisyonundan “yoğunluğunu” gerekçe göstererek ayrılmasının ardından, “gölge kabine” üyelerinin Corbyn’in Suriye’nin bombalanmasına karşı çıkması halinde “isyan başlatacakları” yönündeki haberler ortaya çıkmıştı.
http://odatv.com/ingiliz-ordusundan-darbe-tehdidi-2109151200.html
ABD MERKEZ BANKASI (FED) ve “KRİZ KÂHİNLERİ” DÜNYAYI NASIL OYALIYOR!
KURTULUŞ İÇİN “TEKNOLOJİK ATILIM” YETERLİ Mİ?
(İzzettin Önder
21.9.2015)
Kapitalist sistemin temel özelliği:
Sistem dinamiğini oluşturan “sermaye birikimi” kriz tohumlarını ekip sularken,
Gerek bu birikim süreci esnasında, gerekse krizin patlayıp yayıldığı esnada;
“Ezilenlerin dünyası”nda kapitalist sisteme karşı kallâvi bir bilinç uyandırmamasıdır!
Bundan dolayıdır ki:
Kapitalist krizler hem “doğal bir durummuş gibi” yutturulmakta,
Hem de “fırsat” olarak değerlendirilmekte! FED ve kriz kâhinleri hepimizi oyalamaya devam etmekte!
Kapitalist krizlerden “fırsat” olarak söz eden “ana-akım iktisatçıların” ne kastettiği açıktır. Ana-akım iktisatçıların söylemi “sermaye yanlı” olduğundan, amaç topluma “krizlerin tehlikeli oluşumlar olmadığı” yönünde görüş aşılamaktır! Diyebilirsiniz ki “bu bir yalan değil mi!” Evet, bu bir yalan, ama kapitalist sistem içinde hangi söylem ya da eylemin yalan olmadığını ileri sürebiliriz ki?
İktisadi dokudan soyut olarak kamu bilimcileri demokrasiden söz etmiyor mu, benzer şekilde, bundan 400 küsür yıl önce temeli atılmış olan “liberalizm olgusu”nu bugünkü koşullarda hâlâ savunmanın John Locke’un ruhunu rencide edeceğini demokrasi alimlerimiz bilmiyor mu!
Ve nihayet, kapitalizmin kaleleri olan fakültelerde “emekçi hakları” isimli dersler okutulmuyor mu! Sistem kendisini korumak mecburiyetinde! Biz sadece sisteme değil; sistemi böylesi iştahla savunan alimlere de bakmak durumundayız! Hâl böyle olunca “krizler fırsat olarak savunulabilir; bunda da bir yanlış yoktur” diye yutturmaya devam ederler!
Krizleri fırsat olarak savunan ana-akım iktisatçıların bir görevi de; krizler ortamında küçük ve dayanıksız sermaye dokularını yutarak ya da değersizleştirip piyasadan kovarak “büyüyen sermaye kesimi”ne telkinde bulunurken, sermayenin böylesi seviyelere büyümesini meşrulaştırmaktır. Ana-akım iktisatçıların ikinci işlevi de; piyasadan silinen ve-veya büyükler tarafından değersizleştirilerek yutulan sermaye kesimini de teskin etmektir. Piyasadan silinen sermaye kesimine “kendilerinin yeterince girişimci olmadıkları” ve “geleceği-uzağı görmede basiretli davranamadıkları” konusunda telkinde bulunan ana-akım iktisatçılar; böylece kapitalizme olan vefa borcunu yerine getirmiş olur! Şöyle ki: Ana-akım iktisatçılar, bu telkinle sistem sorununu “bireysel algılama” ve-veya “davranış eksikliği” görüntüsüne dönüştürerek, sistemi geri plâna çekmektedir!
ANA-AKIM İKTİSATÇILARIN TUTUMU
Ana-akım iktisatçılar bu davranışları ile; krizi fırsata çevirerek büyüyen sermayenin gelecek dönemlerde “nasıl daha sık oluşacak derin krizlere ortam yarattığından” da söz etmezler! Ana-akım iktisat öğretisinde krizden çıkışın bir yolunun da; teknolojik atılım yaparak rakip sermayeleri değersizleştirip, piyasaları kendi lehine büyütmek olduğu şeklinde verilir. Ne var ki; bir süre işlerin yoluna girdiği görüntüsü veren bu süreç de yeni krizlere kapı aralar! Ana-akım iktisatçıların bu tutumunu “cehaletle” mi, yoksa “sadakatle” mi açıklamak gerekir; bilemiyorum!
Cehalet ya da sadakat, böylesi davranışlar ya da açıklamalar; toplumda karşılık bulduğu sürece tutunur ve yaygınlaşır. Kapitalizmin sermaye birikimi, ne hazindir ki, yarattığı tüm eziyetlere rağmen; toplumlarda muhalefet bilincini oluşturmada o denli başarılı olamaz!
Üstadın ifade ettiği şekliyle, “zincirlerinden başka kaybedeceği bir şeyi olmayanlar kadar”, ücretli kölelerin de ekonomik krizin altında acıyla kıvrana kıvrana ezilmelerine rağmen “niçin kapitalist sistemle uyumlu davrandıkları”; sosyologlar tarafından açıklanması gereken bir konudur!
“Thorstein Veblen” ya da “Pierre Bourdieu” gibi bazı iktisatçı ve sosyologlar bu konu üzerinde kafa yormuşlardır. Ancak gerek bilimsel çalışmalar, gerekse reel yaşam göstermiştir ki; sosyal oluşumların da kendi içsel dinamikleri ve kuralları vardır. Toplumsal davranış kalıplarının istenildiği yönde ve hızda değiştirilmesi olanaklı değildir! Tabii, bu konuda demokrasi, ya da jakobenizm vs. gibi bir ton tartışma da devreye girmekte. Sanki kapitalizm, hem de görünür olmadan, Jakobenist yönlendirmelerden tümüyle uzakmış gibi!
Kapitalizm; bir sistem olarak kendisini korur ve savunur. Tarih sahnesinde görülen; sosyal demokrasi uygulaması, finans kesiminin yükselmesi, daha sonraları küreselleşmeye geçilmesinin, sömürü ya da emperyalizm sözcüğüne bulaştırmadan, nasıl bir medeniyet aşaması olduğu yalanlarını da dinledik! Son kertede; neo-liberalizm aşamasına methiye düzenlerin düştüğü hâlleri de gördük!
“DAHA ÇOK İŞ – DAHA FAZLA PARA – DAHA BÜYÜK PİYASA”
“MORE JOB – MORE MONEY – MORE MARKET”
Geçen yıllarda yukarıda okuduğunuz slogan yaygınlaştırıldı!
Bu üçlemeyi kim ya da hangi çevre ortaya attı diye sorarsak, yanıt; “Dünya Bankası”dır! Çok doğal, çünkü; sermayenin doymaz iştahı durmadan piyasaların genişletilmesini zorlamakta! “Finansallaşma” ve “küreselleşme” ile hemen hemen tüm genişleme olanakları tüketilmiş! Bu durumda, veri; mekân ve mali olanaklarla yoğun olarak genişleme yaratacak şekilde, tam da Keynes’in ima ettiği biçimde “emekçilere aşırı hırçın davranılmaması” telkin edilmeye çalışılmaktadır!
Ana-akım iktisat dahilerimiz nefeslerini tutarak FED’in 17 Eylül 2015 Perşembe günü faiz konusundaki kararını bekledi. FED; Çin’den de korkmadan, zaten Çin’e olan ihracatı ulusal gelirinin %1’inden dahi küçük olarak korkmasına da gerek kalmadan, ABD’nin iç dinamiklerine odaklanarak Eylül ayını da faizde değişiklik yapmadan kapattı, karar yine sonraya kaldı. Ana-akım iktisatçılar için daha konuşulacak çok konu, daha doğrusu “analiz yapmadan”, “sebep-sonuç ilişkisine girmeden”, olanı anlatır şekilde totolojik muhabbet alanı var!
Kapitalizm mecrasına evrilirken; doğayı, insanı ve tüm değerleri tahrip etmektedir. Belki de tarih; kapitalizme kendisini sonlandıracak yeni bir insanî mecra hazırlamaktadır!
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/izzettin-onder/ekonomik-krizler-nicin-mecrasina-evrilemez-130309
http://odatv.com/fed-ve-kriz-kahinleri-de-bizi-oyaliyor-2109151200.html
Anarsizmin telif haklari konusuna nasil baktigini bilmiyorum –fakat ogrenmek isterim.
Hemen yukaridaki (42 ve 43 nolu) iki ‘girdi’ye baktigim zaman (ki, ikisi de OdaTV.com’dan ‘alinti’lanmis), ikisinin de OdaTV.com’un telif haklarina aykiri oldugunu kolayca gormek mumkun.
[Bkz. ‘Web Sitesine Giris’ basligi altindaki sinirlandirmalar: http://odatv.com/e.php?e=13_kullanim-sartlari ]
Cok kisa ozetlemek gerekirse, onceden izin almaksizin sitede yayinlanmis yazilarin tek kelimesinin dahi kopyalanmasina izin vermiyorlar.
Ve, (mealen) ekliyorlar: “Bununla hemfikir degilseniz, bu siteye gelmeyin.”
Bu boyleyken, oradan yazinin tamamini buraya ‘kopyala & yapistir’ etmegi nasil aciklayacagiz?
Ayrica, baska birilerinin bir yerlerde yazdiklarini (ilgili sayfaya tek satirlik link vermek yerine) aynen alip burada yayinlamak ‘kisisel yorum girmek’ sayilir mi?
Sayın Zileli,
41 numarada sorduklarımıza, gerekçelerinizi açıklayarak cevap yazmanızı bekliyoruz…
Sayın Zileli,
Sizi de kandırıyorlar!
Hayatı:
Sadece 140 karakterlik “twitter hapı” kalıbındaki iletilere,
Sadece 4140 karakterlik “facebook hapı” kalıbındaki iletilere sıkıştırıp; satmak istiyorlar!
Ve bu “hap kalıbındaki iletileri” kuru kuru yutturuyorlar, yanında herhangi bir meşrubat vermiyorlar!
Metinlerin “uzun” olduğunu iddia edenlerin çok büyük bölümü, sahsınıza da;
“Armut piş, ağzıma düş”çülüğü,
“Özet geç, Ankara havası olsun”culuğu enjekte etmeye çalışıyor!
Tuzağı görüyor musunuz?
Tehlikenin farkında mısınız?
(Not:
“Görüyorum.”
“Farkındayım.”
gibi cevaplar yazmanızı istemiyoruz.
Gerekçelerinizi açıklayarak cevabınızı yazmanızı bekliyoruz.)
Saygılarımızla
http://marksist.net/selim-fuat/britanyada-corbynin-zaferi-neyi-anlatiyor.htm