Enver Sezgin, Batman Bolşoy, Gendaş Kültür, Ekim 2003
1950’li kuşaktan bir Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyesi olan Enver Sezgin’in öyküsü, 1970’ler solundan ilginç bir kesittir. Enver Sezgin, birbiri ardına yığılan olayları, aceleleci bir üslupla, dönemin ruhunu tasvir etmeksizin birbiri ardına sıralasa da, dönemin ideolojik gelişmeleri ve değişmeleri, hatta siyasal gelişmeleri üzerinde bile herhangi bir geçmiş değerlendirmesi yapmasa da, öykünün kendisi, üzerinde düşünmemiz gereken birçok noktayı kendiliğinden çıkarıyor ortaya.
Öykü, bana kalırsa, Enver Sezgin’in, Sovyetler Birliği’nde geçirdiği 6 aylık süredeki gözlemlerinden ya da TKP içi çalışmalardan çok, kendisinin de dahil olduğu, radikalize olmuş 1970’ler taşralı gençliğinin sınıfsal ve ruhsal yapısı, bu toplumsal kesimin yönelimleri, kendileriyle bağlantı kuran örgütlere ilişkin tavırları ve tercihleri açısından ilginçtir. Sovyetler Birliği’ne ya da örgüt içi çalışmalara ilişkin gözlem ve değerlendirmeleri de ilginç olabilirdi, ne var ki, Enver Sezgin, TKP’yi tercih ettiği dönemki yüzeyselliğini daha sonra da sürdürdüğünden, derin gözlemlerde bulunamamış. Kitabı yazarken bazı değerlendirmelere varmış olsa bile, bunları o dönemki gözlemlerine monte etmesi hem zor olduğundan, hem de bir anlamda samimiyetsiz olacağından, bundan kaçınmış olabilir diye düşünüyorum. Ben bu tanıtma yazısında, esasen, Enver’in anlatımlarının özünü teşkil eden radikalize olmuş taşralı gençlik kitlesinin niteliği üzerinde duracağım.
Enver Sezgin ve Batmanlı arkadaş çevresini, “yoksul ve işsiz öğrenciler” olarak tanımlayabiliriz. Taşra kasabalarının siyasi ve toplumsal bakımdan en duyarlı kesimini oluşturan bu yoksul öğrenciler kitlesinin en önemli özelliği, belirgin bir gelecek güvencesinden yoksun oluşudur. Girdikleri üniversite sınavlarından büyük çoğunlukla dökülerek çıkarlar. Gelecek seneki sınavları beklerler. Anne baba parasıyla kahve köşelerinde çay içerek ve optalidonla kendilerini uyuşturarak zaman öldürürler. Geçici işler bulurlarsa, bazen inşaat işçisi, bazen yedek öğretmen, bazen seyyar satıcı, ama genellikle işsiz olarak karşımıza çıkarlar. Gelecekten fazla beklentileri olmadığından, toplumsal hareketlenmelere kulakları her an açıktır. 1970’li yıllarda toplumsal radikalizme sol fikirler yanıt verdiğinden hızla sola kayar ve hiçbir sol örgütün yönlendirmesi olmadan bir araya gelip, bilincinde bile olmadan özörgütlenmelere yönelirler.
“Bizim ilk yıllardaki solculuğumuz garip bir solculuktu. Bir kere toplantılarımız oldukça ilginçti. Esrar içip de gelenler, toplantı sırasında ceketler omuzlarda tespih sallayanlar, zuladan içkisini yudumlayanlar, ne ararsanız vardı. Örneğin öğleden sonra toplantı yaptığımız yerde akşam kafaları çekiyorduk… Sol kitaplar, rakılar, kavgalar, hepsi birlikte yürüyordu. Bölük pörçük bilgilere sahiptik. Zenginlere ve Amerikan emperyalizmine düşmandık. Fikirlerimiz sürekli değişiyordu. Bazen barışçı bir hal alıyordu, bazen şiddeti, bazen gerillacılığı, bazen de işçi sınıfı öncülüğünü savunuyorduk.” (s.48-49)
“Bütün yanlışlarımıza, eksikliğimize, dahası yalpalamalarımıza rağmen arkadaş çevremiz bizim de tahmin edemeyeceğimiz bir biçimde artmaya başladı. İş ciddiye binmişti. Başlı başına bir örgüt olmuştuk… Çok hızlı bir okuma sürecine girmiştik. Elbette her okuduğumuzu anlamıyorduk. Hatta belki de çoğunu anlamıyorduk… Marks’ın, Lenin’in kitaplarını okuduğumuz gibi, Tevfik Fikret’in, Ömer Hayyam’ın kitaplarını da okurduk. Tabii ki Rus ve Sovyet yazarlarının kitapları da eksik olmazdı. Amerikalı yazarlar, özellikle Jack London okuduğumuz yazarlar arasındaydı. Yerli ve yabancı klasik romanları ihmal etmezdik… Artık elli kişilik toplantılar yapıyorduk. Toplantılarımızı genellikle Çamlık dediğimiz bir yerde düzenliyorduk. Bu toplantılar genellikle gündemsiz yapılıyordu.” (s.54-55)
Gündemsiz yapılıyordu, çünkü buraya kadar olan, taşralı işsiz öğrencilerin adı konmamış özörgütlenmesidir. Henüz yukardan herhangi bir örgüt müdahalesi, biçimlendirmesi ve dolayısıyla bölünmesi söz konusu değildir. Bundan sonra gündeme, “devrimci abiler”le bağ kurma çabası gelir. Taşralı işsiz öğrencilerin kendiliğinden örgütlenmesine ilk müdahaleler böylece başlar.
“Bir müddet sonra var olan eksiklerimizi gidermek ve daha da büyümek için bizden önce devrimciliği seçmiş olan ağabeylerimizle ilişki kurma ihtiyacı duyduk. Bunlardan biri Zülküf adında bir kimya teknikeriydi… Bir gün onu da toplantımıza çağırdık… Önce bir kısa açış konuşması yaptık. Sonra konuşma sıramızı bu ağabeyimize verdik. Herkes merakla ne diyeceğini bekliyordu. Zülküf önce devrimciliğin ciiddi bir iş olduğunu söyledi. Sonra da bir devrimcinin nasıl olması gerektiğinden bahsetmeye başladı. Bizim Aboş bildiğimiz kıyafetleri ve uzun favorileriyle, uzun saçlarıyla tam karşısında oturuyordu. Zülküf önce Aboş’a baktı sonra da şunları söyledi: ‘Devrimci uzun saçlı, uzun favorili olmaz. Acayip kıyafetler giymez. Devrimcilik züppelik değildir.’ Daha başka şeyler de söyledi. Birdenbire ortalık buz kesti. Bir süre sonra konuşmasını bitirdiğinde Aboş dahil hiç kimse ona yanıt vermedi.” (s.56)
Artık işsiz öğrencilerin kendiliğinden özörgütlenmesi süreci kapanmıştır. Bundan sonra, merkezi sol örgütlerle bağ kurma çabası gelir gündeme. Önce Aydınlık ve ardından da TİKKO ile bağ kurulur, ancak bu örgütlerin temsilcileriyle gereken kaynaşma sağlanamaz. Ardından, Enver’in de içlerinde olduğu, yoksul öğrenciler ve işsizler örgütünün önde gelenlerinden bir kısmı, uzaktan uzağa duydukları Sovyetler Birliği’ne besledikleri sempati dolayısıyla TKP’nin propagandasının etkisine girerler.
“TKP’nin Sovyetler Birliği ile ilişkileri bizim ilgimizi daha da çekiyordu. Dolayısıyla böyle bir derginin [İlerici Yurtsever Gençlik dergisi. G.Z.] dağıtımına zaten hazırdık. Gerçi arkadaşlarımızın bir kısmı bu derginin hangi siyasi hareket tarafından çıkarılacağını bilmiyordu, ama zamanla öğreneceklerdi. Bu derginin çizgisini bizim dışımızdakiler de pek bilmiyorlardı. Zaten o dönemde Batman’da sol hareket içinde net bir ayrışma olmamıştı.” (s.93)
Sol hareket içinde ayrışmalar gecikmez, bu süreç başlamıştır bir kere. Yoksul öğrenciler örgütü, merkezi sol ve Kürt örgütleri tarafından paylaşılarak ortadan kaldırılır. DDKD ve Apocular bu gençlerden bir kısmını kendi safına çeker. Enver’in de içinde yer aldığı İGD’liler de, yakın arkadaş ilişkilerine dayanarak diğer bir kısmını. İdeolojik tartışmalar son derece yüzeyseldir. İşte İGD’lilerin argümanları:
“Sovyetler Birliği’nin varlığı bize büyük bir propaganda kolaylığı sağlıyordu: SSCB’de işçiler sömürülmüyor, işçiler her şeyin sahibidir, işsiz insan yoktur, elektrik, su, ev ucuzdur, eğitim, sağlık parasızdır gibi…” (s.126)
Bunun ardından, Batman’da örgütler arası silahlı çatışmalar gündeme gelir. Dün, yoksul öğrenciler örgütünde, ceket omuzda, tespih sallayarak birlikte toplantı yapan gençler, şimdi, merkezi örgütlerin kapışmasıyla, kendilerinin bile tam izah edemedikleri bir çatışmanın içine girmiş, birbirlerini vurmaya başlamışlardır.
“Karşı karşıya geldiğimiz, kavga edip silah çektiğimiz insanların çoğu daha dün bizim arkadaşlarımızdı… Altmış bin nüfusu olan bir ilçede yaşıyorduk ve insanların çoğu birbirini tanıyordu. Biz birbirimizi boğazlarken, muhtemelen bazılarımızın babaları oturup birlikte çay içip sohbet ediyordu.” (s.121)
Tanıtımı burada kesiyorum. Bundan sonra anlatılanlar, esasen Enver’in TKP içinde yaşadığı serüven ve 12 Eylül dönemindeki zorlu kaçaklık koşullarına ilişkindir. Benim esas aldığım konu ise, taşralı yoksul gençlerin özörgütlenmesi ve bu özörgütlenmenin merkezi örgütler tarafından dağıtılması sürecidir.
Yerel seçimler yapıldı. Çeşitli seçim tahlilleri sürülüyor ortaya. İki milyonluk, gelecek umudu olmayan genç bir işsiz nüfusundan söz ediliyor. Bu kitlenin, yükselen şoven milliyetçiliğin potansiyel kitlesini oluşturduğu beliritiliyor haklı olarak. Bu işsiz kitlesinin, Enver Sezgin’in kitabında öyküsünü anlattığı işsiz ve yoksul öğrencilerin soyundan geldiğine kuşku yoktur. Evet ama, nasıl oluyor da, 1970’li yıllarda solun dayanağı olan bu kitlenin, bugün milliyetçiliğin, faşizmin potansiyel kitlesi olabileceği düşünülebiliyor. Çünkü o zaman rüzgâr soldan esiyordu, bugün ise sağdan. Bugün, merkezi sol örgütlerin bu kitleyi etkileme şansı pek gözükmemektedir. Bununla birlikte, yeni tür bir radikalleşme içinde, bu yoksul öğrenci ve işsiz kitlesinin en azından bir kesiminin, devrimci türde bir radikalizme savrulmayacağını ve aynı 1970’li yılların ortalarındaki gibi bir özörgütlenmeye gitmeyeceğini kim iddia edebilir. Üstelik, bu sefer, onları uzun saçlarından dolayı paylayacak Zülküf’ler yok, ellerine silah verip birbirine saldırtacak örgütsel otoriteler ise etkisiz. Sol örgütlerin etkisizliği, neden yeni bir devrimcileşmenin avantajına dönüşmesin?
İmlasız, sayı:7, Mayıs-Haziran 2004