İster darbe yoluyla olsun ister seçim yoluyla, ömrü hayatımda birçok iktidar değişimine tanık oldum. 1950 yılında CHP’nin tek parti diktatörlüğüne son veren ve DP’yi iktidara getiren seçimlerde henüz 4 yaşındaydım ama o yaşımda bile bizim aile çevresi de dahil insanların sevinçlerini hatırlıyorum. Bu sevincin ardından, çok uzun olmayan bir süre sonra hayal kırıklığı geldi ve insanlar önce sessizliğe büründü, ardından da DP iktidarına karşı homurdanmaya başladı.
DP’nin diktatörlüğüne son veren 27 Mayıs 1960 darbesi sırasında 14 yaşındaydım. İnsanlar DP’nin diktatörlüğü sona erdi diye sevinçle sokaklara fırlamışlardı. Ama daha bir yıl bile geçmeden başlayan Yassıada duruşmaları ve ardından gelen idamlar insanlarda dışarıdan pek belli etmek istemedikleri bir tepkiye yol açtı. Ne olup bittiğinin tam adını koyamasalar da pek iyi şeyler olmadığını seziyorlardı. 1965 seçimlerini DP’nin devamı AP kazandı. Toplumsal hareket AP iktidarını hedef aldı.
Ordunun, AP’nin çekilmesine yol açan 12 Mart Muhtırası, başlangıçta olumlu karşılandı. Sol bile bir “reform dönemi”nin başlayacağı umutlarına kapıldı, kısa bir süre için de olsa. Fakat bir ay geçmeden sola ve halka karşı bir baskı dönemi başladı. 1972 yılı bu baskı döneminin en karanlık yılıydı. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan bu yılın Mayıs ayında idam edildiler. 26 yaşındaydım.
1973 yılında Bülent Ecevit’in seçim yoluyla iktidara gelişi insanlarda yeni umutlara yol açtı, “Karaoğlan” efsanesi halkın tahayyül dünyasını harekete geçirdi. Fakat kısa süre sonra bu umutlar da hızla sönmeye başladı. Sağ-sol çatışmasının silahlı çatışmaya tırmanması sokaktaki insanı her an öldürülebileceği korkusuna sevk etti.
Bu yüzden, gerçekleştiğinde 34 yaşında olduğum 12 Eylül askeri darbesi, sağcı olsun solcu olsun, halk kitleleri tarafından başlangıçta olumlu karşılandı. İnsanlar bu darbe sayesinde hayatlarının kurtulduğunu düşünme eğilimindeydi. Ama bu da çok kısa sürdü. 12 Eylül, halkın üzerine buldozer gibi yürüdü. Ülkenin her yanı işkencehaneye dönüştü. Halk sessizliğe büründü, içine kapandı. Kendisini askerlerin baskısından kurtaracak kim olursa olsun ona destek vermeye hazırdı. Böylece insanlar, 12 Eylül paşalarının yedeğindeki Turgut Özal’ın ANAP’ına akın edip onu iktidara getirdiler. Bir kere daha sevinç, bir kere daha aldanış, bir kere daha hüsran!
Sonra ANAP’ın uygulamalarından memnun olmayan aynı seçmen, ANAP’tan pek de farklı olmayan, hatta onu bile aratacak Doğru Yol Partisi’ne kaydı.
Doğru Yol iktidarı da hızla yıprandı. 28 Şubat müdahalesi AKP’nin iktidara gelişinin yolunu açtı. Bu sefer seçmen AKP’ye akın etti. İnsanlar hem çürümüş parlamenter iktidarlardan, hem darbelerden, hem de askerlerin vesayetinden illallah demişlerdi. Bu sefer belki de AKP iktidarı bütün bunlara son verecek, özgürlükçü bir ortam doğacaktı. AKP iktidara geldiğinde 56 yaşındaydım.
Heyhat! Bu aldanışların sonuncusu muydu acaba? AKP iktidarı hızla kendi hukukunu (hukuksuzluğunu) gerçekleştirdi ve parlamentodaki mutlak çoğunluğu sayesinde olağanüstü mahkemeler yoluyla olağanüstü bir yargılama rejimini oturttu. 12 Eylül’de bile gerçekleştirilemeyen bu rejime göre, polis sizi bir gün içeriye alabilir, hakkınızda düzmece deliller düzenleyebilir ve mahkeme tutukluluk adı altında sizi belirsiz sürelerle fiili bir mahkûmiyete tabi tutabilir, ne idüğü belirsiz, in midir cin midir, polis midir, parayla tutulmuş muhbir midir bilinmesi mümkün olmayan perde ardındaki gizli tanıklarla olmadık suçlarla itham edilebilirdiniz. Bir kere yakayı elevermeye görün, artık dışarı çıkmanız tamamen olağanüstü hakimlerin olağanüstü ve keyfi kararlarına bağlıydı. Böyle bir “hukuk” rejimi, Hitler Almanyası’nda bile görülmemişti. Stalin Rusya’sındaki keyfilikle benzerliği ise çarpıcıydı. Bir kere daha yanılgı, bir kere daha hüsran!
AKP başlangıçta epey desteğe sahipti. Dinci seçmen arkasındaydı, ortasağ oylar arkasındaydı; Kürt hareketi AKP’nin Kürt sorununa bir çözüm getireceği umudu içindeydi. Özgürlükçü aydınlar AKP’nin vesayet rejimine son vereceği umuduyla seviniyorlardı; ulusalcılar dışındaki sol bile, askerlerle çatışmasını dikkate alarak başlangıçta AKP’ye karşı ihtiyatlı bir hayırhah tutum içindeydi. CHP’li bir kısım seçmen bile AKP’ye karşı bir “izle ve gör” tutumuna girmişti.
AKP, izlediği baskıcı politikalarla ve kurduğu polis rejimiyle bu destekleri birer birer kaybetti. Önce sol geçti muhalefete; ardından Kürt hareketi; CHP’li seçmen muhalefetini daha etkili hale getirdi; ulusalcılar zaten muhalefetteydi ve doğrudan AKP iktidarının baskısına maruz kalıyorlardı, onlar da muhalefetlerini şiddetlendirdiler; İslamcı kesimden bile homurdanmalar duyulmaya başladı; AKP’ye büyük umutlar bağlamış liberal aydın kesimler salınımlı bir şekilde de olsa AKP’ye ilişkin hayal kırıklıklarını gittikçe daha yüksek sesle ifade etmeye; işçiler, memurlar, öğretmenler, kadınlar vb. muhalefet saflarındaki yerlerini almaya başladılar. Muhalefet cephesinin bileşenlerini çoğunlukla iktidarlar kendi elleriyle yaratırlar. AKP’nin yıkılışının koşulları giderek olgunlaşıyor. Bugün 66 yaşındayım ve bu yıkılışı göreceğimi umuyorum.
Halk bir iktidar yıkıldığı zaman neden sevinir? Çünkü yıkılan iktidardan baskı görmüştür. Halkın sevinci kısa süre sonra neden söner? Çünkü yeni gelen iktidar da halka baskı uygulamaya başlamıştır. O zaman şöyle düşünmek mantıki değil midir: Demek sorun bir iktidarın gidip, yerine bir başka iktidarın kurulması değil, iktidar denen şeyin kendisindedir. İktidara kimi getirirseniz getirin sizi ezecektir, çünkü adı üstünde o bir iktidardır.
Öyleyse ortada ne sevinilecek ne de hüsrana uğrayacak bir durum vardır. Yıkılan, iktidarın kendisi değil, sadece yıpranan iktidardır. Kurulan ise yeni bir iktidar olduğu için dişleri eskisininkinden de sivridir ve o dişler etinize bir kez daha geçecektir.
Gerçek sevinç, ancak gelip geçici iktidarlara değil, iktidarın kendisine bütünüyle son verildiğinde yaşanacaktır. İktidarın bütünüyle sona ermesiyle birlikte hüsran da bir daha geri gelmemek üzere insanlığın ufkunda yok olup gidecektir.
Ben değil ama daha genç olanlar böyle günleri göreceklerdir, eminim.
Gün Zileli
30 Haziran 2012
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com
Yeni Harman Dergisinin Temmuz 2012 sayısında yayımlanmıştır.
“İktidara kimi getirirseniz getirin sizi ezecektir, çünkü adı üstünde o bir iktidardır.”
İktidar bir güçtür, diğer güçleri bastıracak bir güç, o nedenle en güçlü olan hep iktidara gelir.
eğer gerçek güçsüzlerin neden iktidara gelemediğini sorarsak vereceğimiz yanıt böyle bir şey gerçekleşse de iktidarın zaten kötü bir şey olduğu savı değildir. Bu kedinin uzanamadığı ciğere mundar demesi gibi bir şey… Ne yani iktidar uzakta diye kendimizi pasifize mi edeceğiz ? Sorunu şöyle ortaya koymak lazım: Güçsüzlerin iktidara geldiği örnekler neden yenilgiye uğradı, başarısız kaldı ya da sönümlendi. Paris komünü ve sovyet devrimi elimizdeki en kanlı ve canlı örnekler… Bunlar başarısızlığa mahkumdu, çünkü bu devrimlerde rol oynayan unsurlardan bazıları iktidara geldiler ve onlar da otoriterleştiler mi ? Eğer böyle bir cevap verirsek vay halimize… bunu zaten post modernistler ve yapısalcılar söylüyorlar. Bizler yani işçi sınıfının daha bilinçli unsurları bu analize sadık mı kalacağız ? yoksa bu eleştirinin haklı taraflarını teslim ederek, analizi daha ileriye mi taşıyacağız ? geriye de götürebiliriz, bu da mümkün, ama önemli olan da ‘ donmuş koşulları kendi şarkıları eşliğinde dans ettirmek’ değil mi ?
eğer sınıfımızın tarihindeki otoriter ve baskıcı rejimleri eleştirmek istiyorsak, sorunu yeniden formüle etmemiz gerekir bence. Sorun bir iktidar sorunu değil, sorun güçsüzlerin iktidarı sorunudur. Eğer burjuvaziyi ve ezen sınıfların egemenliğini kırmak istiyorsak, bizlere karşı kullanılan silahı tersine çevirmeliyiz. burjuvazinin silahı polistir, ordudur, baskıdır, manipülasyondur, provakasyondur, en başta da ideolojidir, o seni, beni, ahmeti, ayşeyi yani ayrı ayrı özneleri, tek bir düzlemde nesneleştirir, metalaştırır. Biz bunu fark etmeyelim diye de bizi sorunları sanki birbirinden ayrı, binlerce kimliklere parçalar, bu sayede bizler bölünmüş karakterlerimizle gerçek sınıfsal çıkarlarımız arasında gider geliriz. İşçi sınıfının silahı ise dayanışmadır, sınıf dayanışması, nesneleşen ve bağımsız bölünmüş nesneler olarak biraraya geldiklerinde sınıf olarak özneleşirler, tartışmadır silahı, bir arada hareket etmektir, o nedenle en küçük bir eylemde dahi copla, gazla suyla dağıtılır. Çünkü orası iktidara karşı koyma alanıdır…
Yazıdaki kronolojik “İktidar ve Hüsran” dizisine bakıldığında, asıl iktidara toplumsal desteği sunanın, arka plandaki “Apolitik kitleler + Milliyetçi-Muhafazakar kitleler” bloğu olduğu görülebilir (ki bunların büyük bir bölümü “asıl” emekçilerden oluşmaktadır). Bunun istisnai durumları ise yazıda da bahsettiğiniz “Karaoğlan” rüzgarının olduğu dönemdir; bir diğeri ise 1989 yerel seçimleridir (yani işçi sınıfının eylemliliği ile Kürt halk yükselişinin çakıştığı, bu iki dalganın da SHP’nin yelkenlerini şişirdiği dönem ve sonrasındaki hüsrandır).
Saymış olduğunuz muhalefet cephesinin bileşenlerinin artıyor olması tabii ki olumlu bir gelişmedir, fakat bu cephenin de dönüştürücü gücü sınırlıdır (coğrafi sınırlılıklarını, “Üç ‘Ulus’!!!” adlı yazınızdaki haritadan üç aşağı beş yukarı tahmin edebiliriz). Günümüzde var olan malum muhalif hareketlilik, AKP iktidarını yıkma potansiyeline sahiptir, ancak bunun yerini alacak olan, ya düzen-içi bir “sol” alternatiftir, ya da “muhalif cephe” bileşenlerinin ayrı ayrı “görece özgür” yaşayabilecekleri, iyi-kötü adem-i merkeziyetçi bir yerel yönetim reformudur (kısacası, farklı bir hüsrandır). (Müdahale edilmezse) ayakta kalacak olan olgu ise Anadolu’nun ve metropollerin (belki gettolar hariç) büyük bir bölümüne hakim olan, bahsettiğim “Apolitik kitleler + Milliyetçi-Muhafazakar kitleler” koalisyonudur. Bu koalisyon dönüştürülmediği sürece, halihazırdaki muhalefet kesimlerinin gücü ya yumuşak duvara (reformist sola) çarpıp geri dönecek, ya da belli coğrafyalarla (kabaca, Kıyı şeridi + Kürdistan) sınırlı kalacaktır. Bu tutucu kitleyi dönüştürme konusunda benim çözüm önerilerim (bazılarını, kısmen önceki yorumlarımda da belirtmiştim):
1) Milliyetçi-muhafazakar kentlere ve köylere ağırlık veren bir “aşağıdan aydınlanma” hareketi: Bu hareket, ideolojik mücadeleyi geri plana atmalı (çünkü Türkiye solunun ideolojik mücadele, propaganda, tartışma vs.’de sekterliği ve emekçilerden uzak olduğu deneylerle ispatlanmıştır) ve “sıradan” insanların ilgilendikleri konulara sol-demokratik içerik kazandıran “karşılıklı bilinçlenme” (hatta yaygın-eğitim kurslarına benzer içerikte) faaliyetler yürütmeli, ayrıca popüler kültürün sığlığına ve bireyi edilgenleştirici yönüne karşı, bireylerin yaratıcılığını geliştirmeye teşvik eden yönü olmalı.
2) Sosyal medyayı etkin kullanma (apolitik kitlelere dönük): Burada da apolitik kitlelerin nelerle ilgilendiği iyi tespit edilmeli ve doğrudan (itici ve sekter) propaganda kullanılmadan onları neyin harekete geçireceği, neyin onları olumlu yönde politize edebileceği ile ilgili ciddi ciddi kafa yorulmalı ve çıkan sonuçlar her daim pratikte de test edilmeli. Not: Sosyal medyanın Türkiye solu içinde ŞU ANKİ kullanım alanı ise orta-sınıf “vicdan solcularının” ağlayıp sızlama alanı (kimi zaman kapalı devre mizah alanı) olmanın ötesine pek geçmiyor, maalesef.
3) Doğrudan-eylem “bilimi”: Örgütlerin ve kitlelerin enerjisini ve devrimci potansiyelini tüketen (“Devrimsiz Devrim!” başlıklı yazınızda siz de bu soruna dikkat çekmiştiniz), onların çoğu zaman gazını almaya yarayan eylem biçimleri ve sloganlar bir kenara bırakılmalı; doğrudan-eylemlerin “kalitesini” (çarpan etkisi, kitleleri harekete geçirme potansiyeli, güç dengelerini sarsma etkisi, kitleleri doğrudan özneler haline getirme yeteneği, toplumsal devrime katkı sunabilme vb.) arttırmaya yönelik düşünsel faaliyetler ve deneyler arttırılmalı (buna isterseniz “doğrudan-eylem bilimi” deyin isterseniz araştırma-geliştirme-eyleyiş faaliyeti deyin). Örgütler “somut koşulların somut tahlili”ne harcadıkları zamanın bir kısmını bu alana harcarlarsa, daha hayırlı sonuçlar elde edilebilir.
Bütün bunlar tabii ki sihirli formüller değildir (hatta formül bile değil, ucu açık ilkesel önerilerdir), ancak toplumun en tutucu kitlelerini harekete geçirmek, toplumun hem eylem hem de inşa perspektifini (ütopyacılık, entelektüel-arayışçılık) zenginleştirmek ve iktidarın topyekun yıkılmasını sağlayacak bir toplumsal devrimin ilk adımlarını oluşturabilmek için faydalı olabilir…
3. maddede düzeltme: “(‘Kapitalizm! Devrim?’ başlıklı yazınızda siz de bu soruna dikkat çekmiştiniz)” olacak…
hiçbir iktidar uygarlık tarihi boyunca kitleleri arkasına almadan iktidar olmamıştır.madem ki iktidar bu güce muhtaçtır o halde onun bu gücünü bloke edecek kanallar açmalıyız.fakat güç ilişkileri ile örülmüş kültürel bir alanda bunu sekteye uğratmak o kadar kolay olmayacak.sınıf mücadeleleri bu güçle yapılmaktadır.bireyler hala gündelik ilişkilerinde bu yöteme başvurarak birbirleriyle ilişkileniyor.
akp iktidarına bir dönem umut bağlamayan kaç kişi vardı acaba.bazı anarşistleri bile etkiliyordu.tayyip’in konuşmalarından etkilenen anarşisler biliyorum.söylediğinin sarhoşluğuyla büyüleniyorlardı,çok açıktan söylemezlerdi ama dışarıdan bakılınca hayranlıkları çok belirgin olarak görülürdü.elbette bu tayyip’in güçlü bir retoriğiydi.fakat beni hep düşündüren şey onun milli görüşçü gömleğinin üstüne kat kat giydiği kabadayılığı,demokratlığı,yer yer solcu edaları ile ortalıkta dolaşıp herkese mavi boncu dağıtışıydı bir de bunu iktidarını yavaş yavaş,sinsi bir şekilde örmek için yağtığının bu kadar açık görülmesine rağmen neden ona her inanç ve düşünceden insanın bu kadar körlemesine umut bağladığıydı?
Çıracı’nın belirlemelerine katıllmakla bereber özellikle leninist ve stalinist yapılar Türkiye de en ilerici gördükler (Alevileri, Kürtleri, büyükşehirlerin varoş tabakasını, üniversteli gençliği vb.) stratejik taktiksel formülasyonlarda ve örgütlenmede en üst seviyede tututular ve diğer ara sınıf ve tabakaları ikinci plana attılar. Mesala halen işçi sınıfının devrimciliği konuşulur tartışılır bu sınıfın ekonomizmin ötesine geçemiyeceği tartışmalarını gündemdeki yerini koruyor. Ülkemizdeki reformist ve küçük burjuva siyasetler bu ekomomist yapıyı dahada derinleştirmişlerdir.
Türkiye insanı küçük buruva devrimci hayaller peşinden gitmenin bedeli geçmişte ağır ödedi. Bence artık sorun sınıf savaşımının türkiyedeki tüm ezilen unsularını içine alan iradi bir çalışmayı zorda olsa ortaya koymaktır. Bu yüzden HDK süreçi olumlu bir gelişmedir diye düşünüyorum
Halkin hassasiyetlerine her zaman ihanet etmis olan sol ve özel olarak Türk solu kendine ümit baglayanlari hep hayal kirikligina ugratmistir. Rusya, Cin, Küba ve Kuzey Kore rezalatlerinde sonra 2012 yilinda bile soldan olumlu birseyler bekleyenler çok bekler. Türk solcularinin Gün Zileli ve arkadaslari dahil Suriye’deki katliami nasil alkisladiklari, müslümanlar öldükçe nasil zevkten dört köse olduklari asla unutulmayacak. Bu sitedeki ihtiyarlar artik özlestirilerini diger tarafta yaparlar.
“Bence artık sorun sınıf savaşımının türkiyedeki tüm ezilen unsularını içine alan iradi bir çalışmayı zorda olsa ortaya koymaktır.”
Sınıf hareketini iradeci bir biçimde yükseltmek nasıl oluyor ? Böyle birşey mümkün müdür ? Örneğin Mısır’daki kitle ayaklanmasında böyle bir iradi yön var mıydı? Ya da tekel işçileri direnişini ele alalım… Hangi dışarıdan unsur iradesini ortaya koyarak bu direnişleri meydana getirmişlerdir ? Buradan kendiliğinden bu hareketler bir devrime ulaşacaktır sonucuna vardığım anlaşılmasın lütfen, bence irade gibi metafizik bir kavram sınıf siyasetinin kavramsal çerçevesi içerisinde anlamlı bir analitik düzlem oluşturamaz. Yani ‘ilerici’, ‘aydın’,’bilinçli’ vb. adına ne dersek diyelim, bu kişiler her zaman için sınıfın bir parçasıdırlar, ancak onların ellerinde sınıf hareketinin oluşmasına yol açacak sihirli bir değnek yok, hatta eğer sınıf hareketinin örgütlenmesinde yanlış metodları uygularlarsa, bu harekete zarar da verebilir. Örneğin tekel mücadelesinde işçileri sendikal faaliyetlere kanalize etmek, bu yolda bir örgütlenme tavisye etmek vb. bunlardan birisidir.
İradeci bir şekilde yükselmek değil. İradeci bir çalışma dedim ( örgütlenme, partileşme vb )TDH nin samimi unsarlarını bir araya getirip tüm bileşenlerin ortak iradesiyle ortaya çıkacak bir yapılanmayı hayata gçirmek bu yüzden HDK örneğini işte bu iradi pratik çalışmaya örnek olduğu için verdim