İki Tür Kapitalist Mülkiyet (1)
Sanıldığının tersine, kapitalizmin tek mülkiyet biçimi özel mülkiyet değildir; devlet mülkiyeti de bir kapitalist mülkiyet biçimidir.
Engels, devleti “kolektif kapitalist” olarak nitelendirmiştir ki, bu, çağları aşan çok önemli bir nitelemedir ve bize bugün de yol göstermektedir. Evet, devlet hem siyasi, hem de ekonomik anlamda kolektif kapitalizmi temsil eder; tek tek kapitalistlerin çıkarlarının kolektif düzlemde düzenleyicisidir ve aynı zamanda kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda yatırım ve üretim yapar; özellikle kapitalizmin kriz dönemlerinde burjuvazinin ortak çıkarları adına müdahalede bulunur, tek tek kapitalistlerin tabi olduğu piyasa kurallarına onlar kadar tabi olmadığı için genel çıkar adına batan bankaları satın alır örneğin.
Kolektif kapitalizmin temsilcisi devlet ve onun mülkiyeti, esasen özel mülkiyetin sahibi burjuvaziye tabi olmakla birlikte, görece bir bağımsızlığı da vardır ve bu görece bağımsızlık, özellikle özel burjuvazinin görece zayıf olduğu ülkelerde devlet mülkiyetinden nemalanan bir devlet kapitalisti sınıfın ortaya çıkmasına, hatta zaman zaman özel mülkiyetçi burjuvaziyi de kendisine tabi kılmasına yol açabilir. Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi, özel mülkiyetçi burjuvazinin bir devrimle büyük ölçüde tasfiye edildiği ülkelerde bu kolektif kapitalist sınıf, ülkenin tek hakimi haline de gelebilir bir dönem için. Kolektif kapitalist sınıfın, dünya kapitalist sisteminin piyasa ilişkilerinin dışına tamamen çıkması elbette mümkün değildir ve kapitalizmin yasalarına tabidir ama içerde bu piyasa ilişkilerine kolektif mülkiyet adına müdahil olabilir, hatta bir dönem için tamamen kendine tabi kılabilir (örneğin Stalin’in Sovyetler Birliği, Mao’nun Çin’i, bugün Kuzey Kore; hatta ekonominin esas düzenleyici gücü olarak kısmen bugünkü Çin).
Marx ve Engels’in sosyalizm tahayyüllerinde devlet mülkiyeti öngörülmemiştir. Onlar “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesini” öngörürken toplumun kolektif mülkiyeti ele geçireceğini tahayyül etmişlerdir. Yani, ne özel mülkiyet ne de devlet mülkiyeti: Toplumsal mülkiyet.
Ancak bunun gerçekleştirilmesi için toplumun (sosyalist düzenin) güçlü bir kaldıraca ihtiyacı olacağını, bunun da, işçi sınıfı tarafından ele geçirilmiş ya da yeniden kurulmuş bir siyasi iktidar, yani görevini hızla tamamlayarak sönüşe gidecek bir devlet iktidarı olacağını hesap etmişlerdir. İşte I. Enternasyonal’de Marxistlerle Bakuninistler arasındaki en büyük çatışma bu noktada ortaya çıkmıştır. Bakunin, yeni ve sömürüsüz bir toplum kurmakta devletin veya devlet iktidarının hiç de elverişli bir araç olmadığını ileri sürmüş; ister istemez zorba bir güç olan devletin ekonomiyi düzenleyen bir kaldıraç rolü oynamasının kaçınılmaz olarak topluma yabancı bir devlet mülkiyeti yaratacağına işaret etmiştir ve bu dahice öngörü, XX. Yüzyılda yaşanan tüm deneylerle doğrulanmıştır.
Kanımca, Lenin bile başlangıçta bir devlet mülkiyeti düzeni öngörmemişti. Devlet ve İhtilal’i yazarken “devlet olmayan bir devlet” düzeni kurulabileceği, devletin kısa sürede sönüşe gidebileceği ve gerçek bir toplumsal mülkiyetin hayata geçebileceği gibi iyimser görüşleri vardı. Ne var ki, “proletarya diktatörlüğü” adı altında bir devlet kurduğunuz koşullarda özel mülkiyetçi burjuvazi mülksüzleştirildiğinde, mülkiyetin otomatikman halihazır devletin mülkiyetine dönüşmesi ve toplumsal mülkiyetin koşullarının gerçekleşmesinin bilinmeyen bir geleceğe ertelenmesi kaçınılmazdı. Yine de Bolşevikler, devlet mülkiyetini, “işte sosyalizm budur” diye kutsamış değillerdi 1920’lerde. İçlerinde, “İşçi muhalefeti”, “demokratik merkeziyetçiler” gibi, devlet mülkiyetinin sendikalar aracılığıyla derhal işçi mülkiyetine tahvil edilmesini savunan güçlü eğilimler de vardı.
Ancak, defacto gerçekleşmiş devlet mülkiyetine dayanan bürokratik sınıfın temsilcisi Stalin’in devlet mülkiyetini, toplumsal mülkiyetin bizzat kendisi olarak ilan etmesiyle devletçi sosyalizm denen, orijinal Marksizme pek de benzemeyen anlayış giderek XX. Yüzyıldaki sosyalizm deneylerinde belirleyici olmuş ve sosyalizmle devlet mülkiyetçiliği, yani aslında devlet kapitalizmi aynı anlama gelir olmuştur.
“Sosyalizm”, devlet mülkiyeti ile özdeşleştirilmekle birlikte devlet mülkiyeti her zaman “sosyalizm” anlamına gelmemiştir. Örneğin, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde de ekonomi, özel mülkiyetçi burjuvazinin zayıflığı dolayısıyla esasen devlet mülkiyeti yoluyla yönetilmiştir ama devlet sınıfı buna hiçbir zaman “sosyalizm” adını takmamıştır. Buna rağmen, devlet mülkiyetçi sınıflar ve kesimler arasında, devlet mülkiyeti gibi ortak bir temele dayanmaktan gelen ortak bir ruh olduğundan söz edilebilir.
Bu yazıyı burada keselim şimdilik. Bu konuya, devlet mülkiyetinin özellikleriyle özel mülkiyetin özelliklerini, ağırlıklı olarak çalışan sınıflara ifade ettikleri anlam açısından irdelemeye, bundan sonraki yazıda veya belki de yazılarda devam edeceğim.
Gün Zileli
14 Aralık 2011
son tutuklaştırma makalenizin yazısı kurumadan aceleyle yeni makale yazmanızın nedeni tutuklaştırma makalesindeki yorum ve tartışmanın hoşlanmadığınız konuları içermesinden hızla konu değiştirmek ise çabamız boşunadır.hayatın pratiğinin dayattığı gündemi gizlemekten zor hiç bir şey olamaz.12 eylül rejiminin toplumsal hayatın içinden çıkarıp hayatın dışına atıp kendi kendiyle kalan devrimci geleneklerin bir türlü görmediği yada özellikle görmemeye çalışıp kaçırdığı kürt sorunu gündemine almaması örneğindeki gibi bazan pratik hayatın dayattığı can yakan asıl gündemi ıskalayanları toplumsal muhalefetin asıl dinamiği halkımızda çok kolay ıskalayıp tarihin çöplüğüne attığını hatırlarsak can alacı asıl gündeme ilişkin cevabını aradığımız sorularla derinleşen son makaleye yazık etmeseydik son yorumlar üstüne zileli görüşleri merak ediliyordu?
‘ bütün devletler kirli ve sorunludur bizimki en önde gideni çıktı’ 10 aralık insan hakları günü izmitte kocaeli halkların demokratik kongresinin basın açıklamasının sologanıydı.devlet kollektif kapitalist olduğuna göre işçi devleti diye yutturulmaya çalışılanında aslında kapitalizmin kendi ideolojisi liberalizmin formatının dışında sistem içi değişik bir formu gibi görebilirmiyiz?
bürokrasi bir sınıf değil ki. ayrıca sscb’de devlet kapitalizmi vardıysa bu kapitalizmin kapitalistleri kimlerdi ki?
sınıf olmayan bürokrasi “sınıfı” mı? 🙂
O sırada devleti kim yönetiyorsa bürokratik sınıf da onlardan oluşuyordu. Ama bunlar özel mülkiyete sahip olmadıklarından devlet görevleri normal olmayan yollardan biterse (örneğin öldürülme yoluyla) sınıfsal ayrıcalıkları da bitiyordu. Osmanlıda da böyleydi bu, bilirsiniz. Kemalisütler de bir devlet sınıfıydı.
Önce Coskun Kirca ôvgüsü, daha sonra Altan Öymen, sonra Cindoruk; simdi de Dalan nerede Büyük Kulüp üyesi varsa hepsi savunulmakta
Coşkun kırca tarafımdan asla övülmemiştir. Nerede övmüşüm, gösterirseniz sevinirim. Dalan’ı da övmedim. Okuduğunuzu doğru anladığınızdan emin olmalısınız. Sadece yapılan bir haksızlığa değindim, hepsi bu.
size de bir haksızlık yapılırsa, kim olduğunuza, ne olduğunuza bakmadan savunurum, merak etmeyin. Yani büyük kulüp üyesi olmanıza gerek yok.
tansu çiller son sosyalist devlet olan türkiyeyi değiştireceğiz demişti. herhalde burada devlet kapitalizmini kastetmişti…
“Devlet Kapitalizmi” Teorisinin Eleştirisi
Elif Çağlı
Öncelikle “yozlaşmış işçi devleti” tanımını irdelemek isteyişimizin nedeni, Troçki’nin henüz yeterince netleştiremeden bıraktığı, ölümü nedeniyle yarım kalmış olan ve hatalı yönlerinden arındırılması gereken değerlendirmelerini ele almanın gerekli olduğu düşüncesiydi. Bu nedenle, onun düşünsel mirasını koruyup zenginleştirmek yerine, Troçki’nin görüşlerine sadakat adına hareketli yaklaşımları donmuş karelere dönüştüren Troçkist çizgilerin eleştirisine ilk planda yer vermiştik. Fakat, yanlış yaklaşımlar bundan ibaret değildir. Cliff örneğinde olduğu gibi bazı Troçkistler de, Troçki’nin hatalı yaklaşımlarını aşmak adına bu kez bir başka uca savrulmuşlar ve yeni çözümlemeler arayışı içinde, aslında daha önceki dönemlerde ortaya atılmış bulunan bir yanlış teorinin (“devlet kapitalizmi” teorisinin) peşine takılmışlardır.
Bu bölümde, Cliff’in Sovyetler Birliği’ndeki sistemi “devlet kapitalizmi” olarak değerlendirmesini neden doğru bulmadığımızı ana hatlarıyla belirtmek istiyoruz.
Aşırı üretim, bunalım döngüleri ve iflâsların sonucunda sağlanan yeni canlanmalar temelinde yol alan kapitalist işleyişle benzeşmeyen bir ekonomik yapıyı, devlet kapitalizmi olarak nitelendirmenin yanlışlığı ortadaydı. Nitekim, devlet kapitalizmi teorisinin yandaşları da, kapitalizmdeki “aşırı üretim ve iflâs” döngüsü yerine, bürokratik diktatörlüklerin egemen olduğu ülkelerde “aşırı yatırım ve israf” döngüsünün yer aldığını söylediler. Fakat anlaşılması mümkün olmayan nokta, bu türden yapıların yine de kapitalizmin bir türü olarak kabul edilebilmesiydi. Bu noktada, Troçki’nin yerinde bir değinmesi hatırlanmalı:
Genellikle aşina olmadığımız fenomenlerden, aşina terimler aracılığıyla selâmete ulaşmaya çalışırız. Sovyet rejiminin esrarengizliğini gizlemek için ona “devlet kapitalizmi” demek gibi bir girişim vardır. Bu terimin bir avantajı vardır; kimse ne demek olduğunu bilmemektedir. [1]
Aslında bu konunun ayrıntıları, ilerleyen yıllar içinde öne sürülen görüşler ve karşı görüşler temelinde farklı Troçkist çevrelerin yazınsal faaliyetinde çok önemli bir yer tuttu. Cliff ve Mandel çevresi arasında sürüp giden polemiklerde pek çok görüş ortaya kondu. Fakat taraflardan biri zorlama yorumlarla Sovyetler Birliği’nde devlet kapitalizminin varlığını kanıtlamaya çabalarken, diğer taraf ise buna ilişkin haklı eleştiriler getirmiş olsa da kendi yanlışını düzeltmedi ve “yozlaşmış işçi devleti” çözümlemesinde ısrarı sürdürdü.
Doğu Avrupa ülkelerinde ve Sovyetler Birliği’nde yaşanmaya başlayan çöküş süreci, aslında bu çevrelerin tümüne tarihin somut yanıtını vermekteydi. Ama yine de söz konusu taraflar şöyle bir düşünüp yanılgılarını gözden geçirecek yerde, eski pozisyonlarını inatla savundular. Sovyetler Birliği ve diğer bürokratik rejimler kapitalizm yönünde çözülürken, Cliff çevresi bunu bir “yana kayma” olarak değerlendirdi. [2] Mandel çevresi ise, son ana dek “yozlaşmış işçi devleti” tanımlamasına bazı sıfatlar daha eklemekle yetindi. Her şey olup bittikten sonra ise, geçmişin yanılgılarını kurcalamaya hiç de niyetlenmeksizin artık Rusya’daki kapitalizm olgusu üzerine yazılıp çizilmeye başlandı.
Şimdi artık tarihin yanıtlamış olduğu bir sorunda, bu iki eğilimin bizzat kendi yanılgılarını besler biçimde sürdürmüş oldukları yazınsal mücadelenin ürünleri üzerinde durmayı düşünmüyoruz. O nedenle, “devlet kapitalizmi” çözümlemesinin yalnızca temel sakatlıklarına işaret etmekle yetineceğiz.
Devlet Kapitalizmi Nedir, Ne Değildir?
Uzun yıllar önce Sovyet ekonomik yapısını “devlet kapitalizmi”nin bir türü olarak ele alan Urbahns’ı eleştiren Troçki, “Marksistlerin özgün olarak devlet kapitalizminden yalnızca devletin kendisinin bağımsız ekonomik girişimlerini anladığını” belirtmekteydi. [3] Öte yandan, reformistler büyük sayıda ulaşım ve sanayi girişimlerini kamulaştırarak veya devletleştirerek kapitalizmin üstesinden gelmeyi hayal ettikleri zaman, Marksistler haklı olarak, “bu sosyalizm değil devlet kapitalizmidir” diye karşı çıkmaktaydılar. Troçki, sonraları bu kavramın daha geniş bir anlam kazandığını ve yanlış bir şekilde devletin ekonomiye bütün müdahale çeşitlerine uygulanmaya başlandığını belirterek, “devlet kapitalizmi” ve “etatizm=devletçilik” arasındaki farka dikkat çekiyordu:
Savaş sırasında ve özellikle faşist ekonomi deneyleri sırasında “devlet kapitalizmi” terimi sık sık devlet müdahalesi ve düzenlemesi olarak anlaşılmıştır. Fransızların bu durum için çok daha uygun bir terimi vardır: étatism. [4]
Stalin Rusya’sı için “devlet kapitalizmi” kavramını kullanan Cliff ise, bunu Lenin’in NEP döneminde kullanmış olduğundan farklı bir anlamda ele aldıklarını belirtmekte ve şöyle demekteydi:
Lenin için, devlet kapitalizmi, (devlet ister kapitalist, ister proleter bir devlet olsun) devlet kontrolü altındaki özel kapitalizm (private capitalism) anlamına geliyordu. Stalin Rusya’sı devlet kapitalisti olarak nitelendiğinde ise, bu, devletin üretim araçlarını elinde bulundurduğu, proletarya tüm siyasi ve ekonomik iktidardan yoksunlaştırılmış durumda bulunurken bürokrasinin kapitalizmin görev ve işlevlerini –artık değerin işçilerden çekip alınması ve sermaye birikimi– yerine getirdiği bir rejim anlamına gelir. [5]
Oysa, “devlet kapitalizmi” kavramı, ancak üretim araçları üzerinde devlet mülkiyetinin yanı sıra, kapitalist özel mülkiyetin de yer aldığı bir toplumsal formasyon içinde anlam ifade edebilir. Toplumsal üretim araçlarının hemen tümüyle devletin mülkiyetinde olması durumunda ne kapitalizmden ne de onun vazgeçilmez unsuru olan, birbiriyle rekabet halindeki sermayeden, ya da arz talep mekanizmasının işleyişinden söz edilebilir. Bu nedenle, devlet kapitalizmi teorisi, üretim araçları üzerinde devlet mülkiyetine dayanan bürokratik rejimlerin doğası ile bağdaşmaz.
Lenin’in NEP döneminde kullandığı biçimiyle devlet kapitalizmi tanımı, işçi devletinin ekonomik zorunluluklar nedeniyle bireysel özel girişime izin verdiği bir durumu niteledi ve o çerçevede sınırlı bir anlama sahip oldu. Kısacası bununla dile getirilmek istenen gerçeklik, o dönemde Lenin’in açıklamalarında da yer aldığı üzere, işçi devletinin kontrolü ve düzenlemesi altında özel mülkiyete dayanan işletmelerin varlığına izin verilmesiydi.
Bilindiği gibi, kapitalist ekonomide neyin ne kadar üretileceği, hangi fiyattan değişileceği vb. son tahlilde rekabet temelinde piyasada cereyan eden etki ve tepkiler sonucunda belirlenir. Tekelleşme, rekabeti ve piyasanın belirleyiciliğini ortadan kaldırmaz. Büyük uluslararası tekellerin dünya pazarı üzerinde kurdukları ekonomik hegemonya, yine asıl olarak ekonomi dışı bir zora değil, bu kez eskiye oranla daha muazzam ölçeklerde sermayeyi kontrol eden dev tekeller arasındaki rekabete dayanır. Keza, kapitalizmde firmalar düzeyinde yapılabilen planlama ile piyasanın belirleyiciliği ortadan kaldırılmış olmaz. Kapitalizmde devletin büyük bir kapitalist işveren gibi ekonomik yaşamda yer alması, bireysel özel mülkiyeti asla dışlamaz ve onun yanı sıra, onu güçlendirerek var olur.
Savaş ya da büyük bir depresyon durumunda, ya da kapitalist gelişmenin gerekli kıldığı sermaye birikiminin hızlandırılması işlevini devletin üstlenmesi gibi durumlarda devletin ekonomik yaşamda doğrudan bir aktör olarak ağırlığını hissettirmesi mümkündür. Devletin ekonomik yatırımlarının belirleyici olmasının yanı sıra, fiyat belirlemeleri, narh koyma vb. gibi müdahaleleriyle piyasanın rolünü gölgelediği bir durumda, kapitalist gelişme sürecinin bu türden bir konjonktürü “devlet kapitalizmi” olarak adlandırılabilir. Bu durumda söz konusu olan, kapitalizmden farklı bir sosyo-ekonomik oluşum değil, kapitalist gelişmenin gerekleri doğrultusunda hizmet veren kapitalist devletin, ekonomik yaşamda ağırlıklı olarak rol üstlenmesine dayanan bir ekonomik yapılanmadır.
Üretim araçlarının özel mülkiyetinin ve piyasa mekanizmasının var olmadığı, merkezi düzeyde güdümlü bir ekonomik yapı ise, kapitalizmden farklı bir sosyo-ekonomik oluşuma işaret eder. Böyle bir ekonomi devlet mülkiyetine dayanır. Bu, ürünlerin değişiminin değer yasası gereğince piyasada oluşan fiyat mekanizması aracılığıyla değil, merkezi olarak belirlenen “fiyatlar”, uyulması mecburi tutulan yönergeler vb., yani ekonomi dışı zor yoluyla yürütüldüğü bir sistemdir. Burada, tarihin eski çağlarındaki tarıma dayalı despotik Asya devletlerinden söz etmediğimize ve modern kapitalist dünyanın içinde yer alan, belirli bir sanayileşme hamlesinin üzerine oturmak zorunda olan bürokratik diktatörlükleri ele aldığımıza göre, bu türden bir kararname ekonomisi elbette ki merkezi düzeyde yapılan ve yürütülen bir planlamayı da kaçınılmaz kılacaktır, kılmıştır.
Bürokratik diktatörlüklerde ekonomik faktörlerin dağılımı, ilgili devlet organları, merkezi planlama komisyonları vb. tarafından yapılan hesaplamalara, alınan kararlara göre gerçekleşir. Böyle bir durumla, ekonomik faktörlerin esas itibarıyla piyasa mekanizması, piyasada gerçekleşen fiyatlara göre dağıldığı kapitalist işleyiş arasında nicel değil, tamamen nitel bir farklılık vardır. Piyasa mekanizmasına dayanmayan bürokratik rejimlerde merkezi hesapların yapılabilmesi, yine elbette ki üretilen nesnelerin rakamsal karşılıklarının olmasını gerekli kılar. Buna da bir anlamda fiyat diyebiliriz; ama bu, kapitalist piyasada alıcılar ve satıcılar arasındaki arz talep ilişkilerinin sonucunda oluşan ve özünde değişim değerinin ifadesi olan fiyatlardan tamamen farklı olarak, “kararlaştırılmış” sözde bir fiyattır.
Kapitalizmde işgücünün fiyatı olan ücret de tıpkı diğer ekonomik faktörler gibi piyasa mekanizması temelinde belirlenir. Oysa üretim araçlarının bütünüyle devletin mülkiyetinde olduğu ve toplumsal üretime merkezi düzeyde bürokratik bir planın kumanda ettiği güdümlü ekonomide, toplumsal emeğin işletmeler arasındaki dağılımına ve üretilen toplumsal üründen emeğin payına ne düşeceğine ilgili devlet organları karar vermektedir. Yani burada ne kapitalizme özgü özgür ücretli emek vardır ne de piyasadaki işgücü satıcılarıyla alıcıları arasındaki ilişki sonucunda belirlenen ücret vardır. Sovyet işçisinin artı-emeğini devlet çekip alır ve bunu bürokrasinin tüketim fonlarına ve çeşitli kullanım değerlerinin genişletilmiş yeniden üretimi sürecine tahsis eder. Böyle bir durumda kapitalizme özgü olan bir emek-sermaye ilişkisi ve dolayısıyla bir artı-değer sömürüsü ve piyasada bunun kâra dönüşümü söz konusu değildir. Fakat, egemen bürokrasinin artı-emeği kolektif olarak tasarruf etmesi biçiminde bir sömürü söz konusudur. Bu tür yapılarda işgücünün para olarak ücretlendirilmiş olması da bizi yanıltmamalıdır.
Çünkü meta üretiminin yerini kullanım değerleri üretimi almıştır ve bu durumda neyin, ne kadar üretileceğine karar veren artık fiyat mekanizması değil, devlet planlama komisyonudur. Fiyatlar ve ücretler biçimsel olarak hâlâ bulunmaktadır, ama işlevleri aynı değildir. Fiyatlar ve ücretler artık üretim sürecini belirlemezler; merkezi bürokrasinin toplumun kullanımına sunduğu ürünlerin toplamından bireyin alacağı payı gösterirler. Bu durumda fiyatlar artık ekonomideki düzenleyici faktör değil, yalnızca dağıtım simgeleridir. Yani görünürde biçim korunurken, gerçekte tam bir işlevsel dönüşüm ortaya çıkmıştır. Kısacası, bürokratik diktatörlükleri devlet kapitalizmi olarak niteleyenlerin ileri sürdükleri argümanlar, kapitalizmin iç işleyiş yasalarıyla (Marx tarafından ayrıntılı biçimde çözümlenmiş olan yasalar) karşılaştırıldığında daha baştan çökmeye mahkûmdur.
Genel Olarak Devlet Kapitalizmi Teorisi Üzerine
Cliff’in devlet kapitalizmi teorisi, kullanılan kavramlar farklı olsa da bir bakıma Bruno Rizzi’nin “bürokratik kolektivizm” teorisi ile benzerlikler arz eder. Çünkü Rizzi’nin analizi, kapitalist ülkelerde de bireysel mülkiyetten kolektif mülkiyete geçişin yaşanmakta olduğu öngörüsüne dayanmaktadır. Aynı “geçiş” esprisi devlet kapitalizmi teorisinde de yer alır. Devlet kapitalizmi teorisini savunan yazarlar, Marksist teorinin aslında bireysel özel mülkiyetin tahlilini yaptığı, bu nedenle de artık kapitalizmin tekelci dönemine uygulanamayacağı yolunda itirazlar ileri sürerler. Cliff, Rusya’da Devlet Kapitalizmi adlı çalışmasında, bu “geçiş” sürecinin artık dünya genelinde “devlet kapitalizmi” aşamasına yol açtığını anlatmaktadır. Ona göre “devlet kapitalizmi” terimi hem kapitalist savaş ekonomisine, hem de kapitalist devletin tüm üretim araçlarının toplandığı yer haline geldiği bir aşamaya işaret edebilir. Cliff, ikisi arasında bir nitelik farkı olmamasına rağmen, karışıklığı önlemek için bunları ayırmayı tercih ettiğini belirtir ve kapitalist savaş ekonomisini “devlet tekelci kapitalizmi”, diğerini ise “devlet kapitalizmi” diye nitelendirir. [6]
Burada asıl sorun, kullanılan kavramlara yüklenilen anlamdadır. Örneğin, “tekelci devlet kapitalizmi” nitelendirmesi, kapitalizmin emperyalizm aşamasını anlatmak bağlamında Lenin tarafından da kullanılmıştır. Nitekim, Cliff kendi görüşlerini açıklarken Lenin’e atıfta bulunur. [7] Fakat Lenin söz konusu kavramı kullanırken Marx’ın çözümlemelerinden hareket etmiş ve sorunun en önemli yönünü, yani kapitalizm altında tekel ve rekabet olgularının diyalektik ilişkisini gerçekliğe uygun tarzda ele almıştır. Lenin’in de vurguladığı üzere, kapitalizmin ilerleyişi sermayenin muazzam ölçekte merkezileşmesine neden olsa da, yine de kapitalizm altında tüm sermayenin tek bir ulusal tröstün ya da ulus-devletin elinde toplanması pratikte olası değildir. Oysa Buharin’e göre, “Her gelişmiş «ulusal ekonomi», kelimenin kapitalist anlamında, bir tür ulusal devlet tröstüne dönüşmüştür.” [8] Ayrıca Buharin, finans kapitalin ulusal ölçekte örgütlü bir kapitalizm yarattığını söyler: “Finans kapital büyük kapitalist ülkelerde üretim anarşisini ortadan kaldırdı.” [9] Lenin, Buharin’in bu çözümlemesine katılmamış ve bu saptamanın yanına “henüz ortadan kaldırmadı” şeklinde eleştiri notu düşmüştür. [10] Keza, Troçki’nin yaklaşımı da Lenin gibidir. Örneğin, “devlet kapitalizmi” rejimini toplumun gelişiminin gerekli ve dahası ileri bir aşaması olarak gören Urbahns’ı eleştirir ve şöyle der: “… Kapitalist planlamanın değerlendirilmesindeki böylesi bir temel hata herhangi bir yaklaşımı yerin dibine gömmeye yeterlidir.” [11]
Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında yaşanan kapitalist gelişme eğiliminin de gösterdiği gibi, sermayenin merkezileşmesi eğilimi asıl olarak “ulusal tekel”lerin ortaya çıkmasına yol açmamıştır. Tam tersine, ulus-devletlerin kabına sığamayıp uluslararası ölçeğe taşan ve muazzam büyüklükteki sermayeleri temsil eden ulus-ötesi tekellerin doğumuna neden olmuştur. Aslında Marx’ın çözümlemeleri de yıllar öncesinden bu gelişme olasılıklarına ışık tutmuyor muydu? Doğru olan Marx’tı. Yoksa, onun görüşlerini geliştirmek adına, Marx’ı yanlış anlamak isteyen ve “ulusal tekel” örneğinde olduğu gibi kendi yanılgıları üzerine teori inşa eden Buharin ve benzerleri değil.
Devlet kapitalizmi teorisinin temel sakatlığı, önce apriori olarak, genelde bir “devlet kapitalizmi” anlayışının oluşturulması ve daha sonra Sovyetler Birliği gerçeğinin de çekiştirile çekiştirile bu kalıbın içine sığdırılmak istenmesidir. Cliff’in devlet kapitalizmi teorisi, bütün dünyanın, doğrultusu devlet kapitalizmi olan bir yönelim içinde hareket ettiğini iddia eder. Yine bu teoride, Sovyet bürokrasisi ise birikim sürecini kontrol etmektedir ve “sermayenin en saf şekliyle cisimleşmesi”dir. [12] Cliff’e göre, Batılı kapitalist ülkeler ile Sovyetler Birliği arasındaki fark, birincilerin kademeli bir biçimde evrimleşerek devlet tekelci kapitalizmine varmaları, ikincinin ise bu evrimi yaşamaksızın, başarılı bir işçi devriminin dejenerasyonu sonucunda ortaya çıkmış olmasıdır. Böylece, kapitalist özel mülkiyetin varlığı ya da yokluğu bir toplumsal formasyonun belirlenmesinde ayırt edici bir etmen olmaktan çıkartılıverilir. Cliff’in deyişiyle:
Tekelci kapitalizmden evrimleşerek gelişen bir devlet kapitalizminde tarihsel süreklilik özel mülkiyetin varlığı şeklinde gözlenir. Yozlaşıp ölen bir işçi devletinden evrimleşerek ortaya çıkan bir devlet kapitalizminde ise tarihsel süreklilik özel mülkiyetin yokluğu şeklinde gözlemlenebilir. [13]
Keyfi olarak teori kurmak ne de kolay bir iş! Böyle bir teorinin yaratılabilmesi, Marx’ın “aşılması” (!) ve biraz Hilferding’den, biraz Buharin’den vb. alarak bir eklektizm çorbasının pişirilmesiyle mümkündü.
Birikim Sorunu
Marx’ın belirttiği gibi, kapitalisti harekete geçiren şey kullanım değerlerinin sağlayacağı haz değil, değişim değerinin getirisi ve onun arttırılmasıdır. Bu nedenle kapitalist, artı-değerin mümkün olan en büyük kısmını sermayeye çevirir ve kapitalizmin yasası, “birikim için birikim, üretim için üretim”dir.
Devlet kapitalizmi teorisini savunanların beyhude çabası, bürokratik diktatörlüklerde genelleşmiş meta ekonomisinin, kapitalist kâr oluşumunun var olmadığını kabul etmekle birlikte, yine de sermaye birikiminin gerçekleştiğini ispata çalışmalarıdır. Aslında bu türden boş iddiaların dayandırılmak istendiği temel tamamen çürüktür. Asıl sakatlık, genel olarak birikim ile kapitalizme özgü sermaye birikiminin aynı şeymiş gibi sunulmasından oluşmaktadır. Örneğin Harman, Cliff’in bu konudaki görüşünü özetlerken şöyle demektedir:
Rusya bürokratik bir devlet kapitalizmidir, çünkü bürokrasi kolektif olarak üretim araçlarını denetim altında bulundurmakta ve böylece aynen Batılı bir kapitalist gibi, bu denetimi daima işçileri sömürmek ve “ölü emek” birikimini daha da çoğaltmak için kullanmak zorunda kalmaktadır. [14]
Bu yaklaşım aslında, kapitalizmin özsel işleyişini ve sermayenin birikimi mekanizmasını kavrayamayan bir kafanın ürünüdür. Çünkü ne üretim araçlarının kolektif olarak denetim altında bulundurulması, ne de “ölü emek” birikimi, kapitalizmin varlığının kanıtı olabilir. Bu olguları başka üretim tarzlarında da görmek pekâlâ mümkündür. Örneğin kapitalizm öncesi bir üretim tarzı olan Asyatik üretim tarzında da, üretim araçları (toprak) ve artı-ürün birikimi, devletin ya da bir despotik iktidarın kolektif denetimi altında bulunuyordu. Ama bu, o ekonomiyi kapitalist yapmıyordu.
Genel olarak üretim araçlarının ve ürünlerin birikimi, insan topluluklarının varoluş tarihinin bir parçası ve uygarlık aşamasına sıçrayışlarının zorunlu bir önkoşulu olmuştur. Kuşkusuz ki, ilerleyen çağlar içinde, farklı coğrafyalarda farklı üretim tarzları ortaya çıkmıştır. Genel olarak birikimin gerçekleşme tarzı ve artı-ürünün doğrudan üreticilerden çekilip alınma tarzı, farklı tipte sınıflı toplum oluşumlarını mümkün kılmıştır. Keza, ürünlerin değişimi, pazarın ortaya çıkması, ticaretin gelişmesi ve ihtiyaç fazlası ürünün içte ya da dış ülkelerde satılıp metalaşması, paraya çevrilmesi, bu yolla servet birikiminin sağlanması vb., kapitalizm öncesi dönemlerde ortaya çıkmış tarihi olgulardır.
Fakat, ancak ve ancak, emekçilerin kitlesel olarak üretimin nesnel koşullarından kopması ve ücretli işçiye dönüşmesi (yani işgücünün bir meta haline gelmesi); ekonomik yaşamda yerelliğin, içe kapanıklığın kırılması ve pazarda satmak üzere yapılan üretimin devasa boyutlara ulaşarak bizzat üretimin amacının “değişim için değişim” düzeyine yükselmesi, yani basit meta üretimi düzeyinden genelleşmiş meta üretimi düzeyine sıçranması gibi tarihsel değişimler kapitalist üretim tarzını yaratmıştır. Ve bu unsurlar kapitalizmin vazgeçilmez, asli ögeleridir. Kapitalist üretim tarzı, genel olarak kullanım değeri amaçlı üretime son verip, genel olarak değişim değeri üretimine dayandığı için, artı-ürün sömürüsü, artı-değer sömürüsü olarak somutlaşmıştır. Böylece, genel olarak servet birikimi de yerini sermaye birikimine bırakmıştır. Fakat bu türden değişimler, üretim araçları üzerindeki bireysel özel mülkiyetin, sermayenin ve ücretli emeğin varlığını şart koşar. Nitekim, kapitalist üretim ilişkileri gelişme koşullarını, özel mülkiyetin, bireysel servet birikiminin var olduğu ve ücretli emek ile sermayenin öncüllerinin oluştuğu feodal toplumun bağrında bulmuştur. Devlet mülkiyetine dayanan ve artı-ürün sömürüsüyle yaşayan kapitalizm öncesi despotik Asyatik yapılar ise kendi içsel dinamikleriyle değil, ancak kapitalist dış dünyayla ilişkiye girdiklerinde, sermayenin yayılışının etkisiyle çözülmüşler ve birer birer kapitalist dünyaya eklemlenme sürecine girmişlerdir.
Öte yandan, sermaye durağan bir para toplamı ya da üretim araçları stoku olmayıp, bir ekonomik ilişki biçimidir. Rekabet, sermayenin içteki doğasıdır. Sermaye ancak birçok sermaye olarak var olabilir. O nedenle kapitalizm, birçok sermayenin rekabet halindeki birliği temelinde işleyişini sürdürür. Bireysel kapitalistler ya da sermaye grupları arasındaki rekabet, sermaye birikiminden hangi kapitalistin ya da sermaye grubunun ne kadar pay alacağını belirleyen ekonomik bir iç işleyiş yasası olarak hükmünü icra eder.
Marx, Kapital’in üçüncü cildinde kredi mekanizmasının rolünü incelerken hisse senetli şirketlerin kuruluşuna değinir. Gelişme süreci içinde, üretim araçları ile emek-gücünün toplumsal yoğunlaşmasını öngören sermaye, böylece doğrudan doğruya toplumsal sermaye biçimini, yani tek tek bireylerin değil, doğrudan biraraya gelmiş bireylerin sermayeleri biçimini almaktadır. Marx bu durumu, “özel mülkiyet olarak sermayenin, kapitalist üretimin kendi çerçevesi içinde ortadan kalkması” olarak değerlendirir. [15] Bununla kastedilen, üretici güçlerin toplumsallaşmasının, kapitalizm altında bile tek tek bireylerin salt kendi kontrolü altındaki sermaye biçimi ile bağdaşmaması ve bu tür bir özel mülkiyet biçiminin yerine anonim şirketler, büyük sermaye kuruluşları örneğinde olduğu gibi grup halinde özel mülkiyeti geçirmesidir. Böylece, ancak kapitalizmin aşılmasıyla birlikte gerçekleştirilebilecek olan toplumsal mülkiyetin ön hazırlığı ilerlemektedir.
Görüldüğü gibi, ne “Marx’ın aslında serbest rekabet dönemi kapitalizmini ele almış olduğu” tezinin bir dayanağı vardır, ne de “kapitalist sistemin artık özel mülkiyeti fiilen dışlayan bir aşamaya yükseldiği” görüşü doğrudur. Marx’ı yanlış anlamak isteyenler, devlet kapitalizmi benzeri teorilerini, kapitalizmin özel mülkiyete dayanan evresinin geçmişte kaldığı biçimindeki bir kavrayışa dayandırıyorlar. Oysa, kapitalist gelişme kapitalist özel mülkiyeti ortadan kaldırmamaktadır. Eski dönemlerde tek tek bireylerin kontrolü altındaki sermayeler arasındaki rekabet, yerini, bir üst düzeyde kapitalist özel mülkiyete ve büyük sermaye grupları arasındaki kıran kırana bir rekabete bırakmaktadır. Bu nedenle Marx, sözünü ettiği bireysel temelde “mülksüzleştirme” eğiliminin, kapitalizm altındaki işleyişinin sınırlarına işaret eder:
Ne var ki bu mülksüzleştirme, kapitalist sistem içersinde çelişkili bir biçimde, toplumsal mülkiyetin bir azınlık tarafından ele geçirilmesi biçiminde görünür; ve kredi sistemi bu azınlığa gitgide daha fazla sırf bir maceralar topluluğu niteliğini verir. Mülkiyet burada, hisse senedi biçiminde bulunduğu için, hareketi ve el değiştirmesi, tamamen, küçük balıkların köpek balıkları tarafından yutuldukları ve kuzuların borsa kurtları tarafından mideye indirildikleri, borsada oynanan bir kumar halini alır. Hisse senetli şirketlerde toplumsal üretim araçlarının özel mülkiyet gibi göründüğü eski biçime karşı bir düşmanlık vardır, ama hisse senedine dönüşme, hâlâ kapitalizmin ağları içersinde kapana sıkışmış haldedir; bu nedenle servetin toplumsal servet ve özel servet olarak nitelikleri arasındaki zıtlığı aşacak yerde, bu şirketler bunu yalnızca yeni bir biçim içersinde geliştirirler. [16]
Öte yandan, sermayenin merkezileşmesi sürecinde kapitalist devletin eski dönemlere oranla daha büyük miktarda sermayeyi, üretici gücü mülk edinmesi de, tıpkı Marx’ın işaret ettiği gibi, üretici güçlerin toplumsallaşmasının ve artık bireysel özel mülkiyetle bağdaşmaz bir düzeye yükselişinin belirtisidir. Ne var ki bu çelişki kapitalizm altında çözülemez. Sermayenin merkezileşmesi, üretici güçlerin toplumsal karakter kazanması doğrultusundaki gelişimi “devlet kapitalizmi” diye de adlandırsanız bu kapitalizmden farklı bir şey değildir ve sonuç değişmez. Ama öte yandan, kapitalist sistemdeki söz konusu gelişme eğilimi bize çelişkinin çözüm yolunu, biçimini (yani işçi sınıfı iktidarının üretici güçleri devletleştirmesi gereğini ve olanağını) göstermektedir. Engels’in Anti-Dühring’de işaret ettiği eğilimin anlamı budur. Engels, özel mülkiyete dayanan kapitalist bir toplumdaki devleti kastederek diyor ki:
Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, özü itibarıyla kapitalist bir makinedir, kapitalistlerin devletidir, toplam ulusal sermayenin ideal kişileşmesidir. Üretici güçleri ne kadar çok kendi mülkiyetine geçirirse, o kadar çok gerçek kolektif kapitalist durumuna gelir, yurttaşları o kadar çok sömürür. İşçiler ücretli işçi, proleter olarak kalırlar. Kapitalist ilişki ortadan kaldırılmaz, bilakis doruğuna tırmandırılır. Fakat dorukta tersine döner. Üretici güçler üzerindeki devlet mülkiyeti, çatışmanın çözümü değildir, fakat biçimsel çareyi, çözümü yakalama biçimini içinde saklar. [17]
İşte Engels’in bu açılımını kendi “devlet kapitalizmi” teorisine dayanak yapan Cliff, aynı eğilimin Sovyetler Birliği’nde de işlediğini ve bu nedenle SSCB’nin de “devlet kapitalizmi” kategorisinde olduğunu iddia etmiştir. Önce, kapitalist gelişme sürecinde var olan ve işleyen bir eğilim, bireysel mülkiyete dayanan eski kapitalizmden kolektif mülkiyete dayanan “devlet kapitalizmi”ne geçiş biçiminde yorumlanır. Sonra da bu, devlet mülkiyetinin egemen olduğu Sovyetler Birliği’nin aynı kategoriye dahil edilmesinin gerekçesi olarak sunulur. Oysa Sovyetler Birliği örneğinde durum tamamen farklıdır. SSCB’de kapitalist üretim ilişkilerinin ortadan kalkması ve üretici güçlerin devletin mülkiyetine geçmesi, bu üretici güçlerin sermaye niteliğini yitirmesi anlamına gelmektedir. Kısacası, tamamıyla devlet mülkiyetine dayanan bir üretim tarzında, artı-ürüne devlet tarafından el konulmasıyla gerçekleşen bir genel birikim, kapitalist sermaye birikimi değil, ürünlerin birikimidir.
Tıpkı Cliff’in “devlet kapitalizmi” teorisindeki zorlama yorumların keyfiliğinde olduğu gibi, bu teorinin eski mimarı olan Worall’ın görüşleri de benzer bir sakatlıkla maluldür. Worall’a göre, Sovyet bürokrasisi, yapısal olarak herhangi bir burjuvaziden temelde ayrılmaktadır, ama sermaye birikimi işlevi aynı kalmaktadır. Hilferding’in bu görüşe yönelttiği eleştiri ise şöyledir:
Büyük yapısal farklılıklara rağmen işlevin değişmeden kalabilmesi, şüphesiz, doğada gerçekleşmeyen ama (Worall’a göre) insan toplumunda mümkün görünen bir mucizedir.
Ne olursa olsun, Worall bunu, Rusya’da burjuva sınıfının ve dolayısıyla devlet kapitalizminin hakim olduğunun kanıtı olarak kabul etmektedir. O, sermaye ile üretim araçlarını inatla birbirine karıştırmakta ve görünen o ki, kapitalist birikimden başka bir birikim şeklini tasarlayamamaktadır. O, her ekonomik sistemde, birikimin (yani üretimin genişlemesinin), üretimi yönetenlerin görevi olduğunu; ideal bir sosyalist sistemde bile bu birikimin yalnızca artı-üründen (yalnızca kapitalizm altında artı-değer biçimini alan) kaynaklanabileceğini ve birikim olgusunun kendi başına bir ekonominin kapitalist doğasını kanıtlamadığını anlayamamaktadır. [18]
Cliff, SSCB’de bürokratik devlet kapitalizminin kuruluşunun tarihi olarak 1928’i kabul eder. İşçi devletinin bürokratik karşı-devrimle yıkılması sürecindeki pek çok olguyu dile getirmiş bulunan Cliff’in 1928’i bir dönemeç noktası olarak kabul etmesi doğrudur; fakat bürokratik rejimin karakterine ilişkin çözümlemesi yanlıştır. Cliff çizgisinin temel hatası, teoriyi gerçeklerden çıkarsayacak yerde, bir ön kabul olarak ileri sürmesi ve sonra da Sovyetler Birliği gerçeğini bu teoriye uydurabilmek için gerekçeler icat etmesidir.
Bu çizgi, SSCB’nin uluslararası rekabet dolayımıyla devlet kapitalisti olduğunu ilân eder. Bu gerekçeye göre, uluslararası rekabet, 1928’den itibaren SSCB’nin iç süreçlerinin ana belirleyicisi haline gelmiştir:
SSCB’ye bir kez dünya ekonomisi ile ilişkisi içinde bakıldığında, işler değişir. Dünya sistemi, bloklar ve ittifakların geçici rolü ne olursa olsun, rekabet halindeki devletler sistemidir ve SSCB de bu rekabete kenetlenmiştir. SWP, SSCB’de bürokratik devlet kapitalizminin kuruluşunu 1928’den başlatır, çünkü uluslararası rekabetin SSCB’nin iç süreçlerinin ana belirleyicisi haline gelişi 1928’den itibarendir. [19]
Bu o denli sakat bir argümandır ki, “neden?” sorusunun yanıtı yoktur. Üstelik, 1928 yılı tam da tersinden, yani hızlı bir kolektifleştirme operasyonuyla özel mülkiyetin neredeyse tamamen ilga edildiği, dış ticaret üzerinde tam devlet tekelinin kurulduğu, yani kapitalizmin tasfiye edilmesiyle ekonomik işleyişin tam anlamıyla despotik güdümlü bir temelde yapılaştığı bir dönemeç noktasıdır.
1928 dönemecinde gerçekleşen siyasal-toplumsal değişiklikleri birer birer sıralayıp, daha sonra da ekonominin iç işleyişini uluslararası rekabetin dış baskısıyla açıklamaya çalışmak ve böylece devlet kapitalizmi teorisine varmak, bilimsel çözümlemeye dayanmayan bir yol izlemek demektir. Nitekim Cliff’in açıklaması, gerçekte Rus ekonomisinin yapısında var olmayan kapitalist unsurları, bir cins sihirbazlık numarası yaparak şapkasının içinden çıkartıyor gibidir. Örneğin Cliff şöyle demektedir:
Sömürü oranı; başka bir deyişle artık-değer ile ücretler arasındaki oran … Stalinist hükümetin keyfi iradesine bağlı değildir, dünya kapitalizmi tarafından dayatılır.… Aynı teori Rus toplumunun toplam emek zamanının tüketim ve üretim malları üretimi arasında bölünüşüne de uygulanabilir. [20]
Eğer ki gerçek yaşamda Cliff’in söylediği türden olgular yer alsaydı, o takdirde Sovyet ekonomisinin, dünya kapitalist sisteminin doğrudan bir bileşenini oluşturan kapitalist bir iç işleyişe sahip olduğunu itiraf etmek zorunda kalırdık. Ama öyle olmadığını biliyoruz ve bizzat Cliff de zaten bu nedenle teorisini mevcut bulunmayan bir “iç işleyiş”e değil, yorumu kendi keyfine kalmış bir “dış baskı”ya dayandırmak zorunda kalmıştır.
Sovyetler Birliği’nde tam tersine kapitalist kârlılık hesapları ve piyasa mekanizması işlemediğinden, kapitalist dünya karşısında gerçek durum şuydu: Üretici güçlerin gelişme düzeyi ve teknolojik yenilenme bakımından rekabet şansına sahip olmayan, büyük fakat verimsiz, ağır sanayileşmeyi başarmış fakat hantal bir ekonomik yapı! Yani bürokratik rejim, kuşkusuz eskiye oranla ekonomik gelişmeyi başarmış, ancak ulaştığı genel düzey dünya kapitalizminin gerisinde kalmıştır. Kısacası, “dış rekabet” baskısı, Sovyetler Birliği’ni ve benzeri ülkeleri “devlet kapitalizmi” formasyonuna sokmamış, tersine kapitalist dünyanın varlığı, bu rejimlerin içten içe çürümelerinin ve nihayet birer birer çökmelerinin temel nedenini oluşturmuştur.
Askeri Rekabet Sorunu
Öte yandan, SSCB’de bürokrasinin egemenliği altında gerçekleşen sanayileşme atılımını, dış rekabetin baskısına bağlamanın anlaşılabilir bir nedeni yoktur. Modern çağda, sanayileşme döneminde nevzuhur eden bir despotik devletin egemenleri, bu devleti yaşatmak ve iktisadi temellerini güçlü kılmak için elbette ki Çarlık Rusya’sının tarım toplumunu değil, içinde yaşanılan dünyanın ulaştığı düzeyi ölçü alacaklardı. Ayrıca Stalinist rejim kendini korumak ve giderek kendi nüfuz alanını genişletmek zorundaydı. Sovyetler Birliği’nin silah sanayiine verdiği önem bu gerekliliğin bir sonucuydu. Dolayısıyla Sovyetler Birliği’nin, kendi gerçekliği dışında yer alan kapitalist dünyadan kendini tamamen soyutlayamadığı, o dünyadan ister istemez etkilendiği doğrudur. Fakat bu gerçekler, sanki kapitalist bir işleyiş mevcutmuş gibi “rekabet” yasası ile bir tutulur ve “dış rekabetin baskısı” biçiminde bir kapitalist belirteç olarak değerlendirilirse, tamamen yanlış yapılmış olur.
Nitekim Cliff çizgisi, Sovyetler Birliği’nde dış rekabetin baskısı nedeniyle devlet kapitalizminin varlığını iddia ederken, bu iddiasını kanıtlayacak veri bulamadığından, silahlanma yarışını kapitalist rekabetin en önemli göstergesi olarak yorumlamıştır. Örneğin, devlet kapitalizmi teorisinin savunucularından Derek Howl şöyle demektedir:
Güçsüz SSCB’nin Batı ile ekonomik olarak rekabet etmekteki yeteneksizliği, rekabetin öncelikle silah rekabeti biçimini aldığı anlamına geliyordu. Ağır sanayinin, çeliğin, demiryollarının vb. mutlak önceliğine yol açan şey işte buydu. Bunlar askeri gücü desteklemek için zorunluydu. [21]
Cliff, teorisini ispatlama gayretkeşliğiyle, yalnızca Sovyetler Birliği’ni değil, genelde kapitalist dünyayı kucaklayan kapsamda bir “silah sanayiine dayanan devlet kapitalizmi” çözümlemesi yarattı. Ona göre, “uluslararası rekabet genellikle askeri alanda olduğu için, değer yasası kendini zıddıyla, kullanım değerleri için bir arayış olarak ifade ediyordu.” [22] Yani, eğer devlet silah sanayicilerinden mal alıyorsa, bu ürünler değişim değeri olmaktan çıkıyor ve kullanım değerine dönüşüyorlardı. Neden?
Bu sorunun da cevabı yoktur. Çünkü ortaya atılan tez anlamsızdır. Bir kere, kapitalizmde genelde tüm ürünler birer kullanım değeri içeren değişim değeridirler. Bu ürün, ister sağlık alanında kullanılan bir tomografi cihazı isterse “öldürme” alanında kullanılan bir tank olsun, sonuç değişmez. Diğer taraftan, bu ürünlerin alıcısı ister tek tek kişiler ya da özel gruplar isterse devlet olsun, bunlar yine aynı kapsamdadırlar; yani kullanım değeri içeren değişim değeridirler. Dolayısıyla Cliff’in argümanı yapaydır ve kapitalist değer yasasının Sovyetler Birliği’nde silah sanayii dolayımıyla işlediğini sözümona kanıtlama uğruna, Marksist kavramların çarpıtılması ve içinin boşaltılması anlamına gelmektedir. İşte bir örnek:
Silah üreten fabrikatör için parasını silah ya da yiyecek üretimine yatırması arasında, aynı oranda kâr ettiği sürece, fark yoktur. Ama yaşadığı ülkenin devleti, onun ürettiği ürünlerin kullanım değerleri ile çok ilgilidir.… Satıcı olan kapitalist yalnız değerle, alıcı olan devlet ise yalnızca kullanım değeri ile ilgilidir. Ancak, aslında bu değişim ilişkileri yalnızca biçimseldir. Devlet üretilen silahlara karşı değişime başka bir meta sunmamaktadır. [23]
Oysaki, satıcının “yalnız değerle” alıcının ise “kullanım değeri ile” ilgili olması, kapitalist alım-satım işleminde geçerli olan genel bir durumdur. O halde neden “bu değişim ilişkileri yalnızca biçimsel” oluyor? Böylece Cliff, aslında kapitalist sistemin amacının da artık değişim değeri üretimi olmayıp, ağırlıklı olarak kullanım değeri üretimine kaydığını ispatlamak istemektedir. Üstelik bunu açıkça da dile getirmiştir:
“Tereyağı yerine top üret” sloganının anlamı, kapitalist ülkelerin arasındaki rekabetin uluslararası işbölümünün kesintiye uğradığı bir aşamaya varması ve alım-satım yoluyla rekabetin dolaysız askeri rekabet ile yer değiştirmesiydi. Kullanım değerleri kapitalist üretimin amacı haline gelmişti. [24]
Cliff’in, “devlet kapitalizmi” teorisini kanıtlamak amacıyla ileri sürmüş olduğu bu son örneğin de açıkça gösterdiği gibi, bu tür yanlış görüşlerin kaynağında Buharin’den doğrudan esinlenme vardır. Buharin şöyle demekteydi:
Askeri üretimin tümüyle farklı bir anlamı vardır: Bir top, yeni üretim döngüsünün bir unsuruna dönüşmez; barut havaya atılır ve hiçbir şekilde, bir sonraki üretim döngüsünde farklı bir kılık altında ortaya çıkmaz. Bu unsurların ekonomik etkisi, … tamamiyle negatif değerdedir. [25]
İşin gerçeğine bakılacak olursa, kapitalist savaş sanayii, özellikle savaş dönemlerinde alıcısı devlet olan çok kârlı bir değişim değeri, silah üretmektedir. Genel yasa burada da değişmemektedir. Yani silah fabrikatörleri, bir kullanım değeri içeren (çünkü kullanım değeri kavramının neleri içerdiği kapitalist sistemde bir ahlâki sorun değildir, en öldürücü silahlar bile alıcısı açısından bir kullanım değeridir!) ve üstelik çok da kâr getiren bir değişim değerinin üretimini arttırmaktadırlar. Dolayısıyla, değişim değeri üretimini değil de kullanım değeri üretimini amaçlayan bir kapitalist aşama icadı peşinde koşmanın saçmalığı ortadadır. Bu tür görüşlerin, kapitalizmin gerçekleriyle ve Marx’ın bu gerçekleri çözümleyen analizleriyle uyuşmazlığı ayan beyan ortadadır. Fakat zaten Cliff’in derdi de Marx’la uyuşmak değil, tersine, uyuşmama pahasına Sovyetler Birliği’nde devlet kapitalizminin varlığını iddia edebilmektir. O nedenle Cliff, askeri rekabet konusunda lafı döndürüp dolaştırmış ve Sovyetler Birliği’ne getirmiştir:
Rusya’daki yükselen sömürü oranı ve işçilerin üretim araçlarına tâbi kılınması, yiyecek yerine büyük ölçüde silah üretimi ile birlikte düşünüldüğünde, halk üzerindeki baskının azalmasına değil artmasına yol açmıştır. (Böylece) Rus ekonomisinin yapısında değer yasasının son söz sahibi olduğu açıkça görülebilir. [26]
Birtakım manipülasyonlarla silah sanayii üretimini kapitalist ülkelerde de değişim değeri üretimi olmaktan çıkartınca, pekâlâ kullanım değerleri üretimi temelinde de değer yasasının işleyişinden söz edebiliriz! Bir de, Sovyetler Birliği ve benzerlerinde devlet kapitalizminin var olduğuna iman edebilmemiz için, ekonomik ilişkileri devletin organize etmesi halinde, meta üretiminin kanıtını ulusal değil uluslararası düzeyde arayacağımıza dair and içmemiz gerekir! Aslında, Cliff’in bu tür konularda akıl hocası Buharin’dir ve o nedenle de takip eden satırlarında Cliff, Buharin’i kendine şahit olarak ileri sürmektedir. Buharin’in, “eğer ulusal devlet ekonomiyi organize ederse, meta üretiminin «her şeyden önce gene dünya pazarında olacağına» ve bu yüzden de ekonominin devlet kapitalizmi olacağına” işaret etmiş olduğunu belirtmektedir Cliff. [27]
Kendi iç yapısı kapitalizme uyarlanmamış olan ve üstüne üstlük kapitalizmin ilga edildiği, genelleşmiş meta üretiminin bulunmadığı, planlamanın temel hedefinin ağır sanayileşme hamlesine kilitlendiği ve yatırım kararlarında kapitalizmde olduğu gibi kâr mekanizmasının işlemediği bir ekonomik formasyonu, sırf bu formasyon kapitalist bir dış dünyanın yanı sıra var oluyor ve onunla askeri rekabete girişiyor diye “devlet kapitalizmi”olarak ilân edelim mi?! Bunu yaparsak, o takdirde Marksist ölçütleri bir kenara fırlatmış ve kendimize çok geniş bir “serbestlik” alanı yaratmış oluruz. Böyle bir durumda, örneğin 16. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nu da “devlet kapitalizmi” olarak ilân etmememiz için hiçbir neden kalmaz!
Değer Yasası Sorunu
Yalnızca kapitalizme özgü olan değer yasasını ana karakteristikleri itibarıyla kısaca özetlemek istersek şunları söyleyebiliriz. Bir malın değişim değerinin belirleyicisi, onun içerdiği toplumsal bakımdan zorunlu olan ortalama emek zamanıdır. İşte metalar bir eğilim olarak, içerdikleri bu ortalama emek zamanına göre birbiriyle mübadele edilirler. Kapitalizmin bu iç yasasının piyasada realize olması, alınıp satılan malların fiyatının uzun dönemde onların değişim değerine eşit olması anlamına gelir. Kuşkusuz ki, bu bağlamda en önemli unsur, kapitalizmde işgücünün alınıp satılan bir meta oluşu ve bu metanın da değişim değerinin onun yeniden üretimi için gereken emek-zaman ölçütüne göre belirlenmesidir.
Marx’ın değer teorisi, kapitalist toplumda toplam toplumsal emek zamanının çeşitli üretim faktörleri arasında genel bir planlamaya göre değil, piyasa mekanizması vasıtasıyla otomatik olarak dağıtıldığını açıklar. Değer yasası, ürünlerin değişiminin tarih boyunca süren genel bir yasası olmayıp, yalnızca kapitalist üretim tarzına özgü olan değişim ilişkisinin ifadesidir.
Değer teorisinin temel ögesi olan, ürünlerin genel bir eğilim olarak içerdikleri “toplumsal olarak gerekli ortalama emek zamanı”na göre mübadele edilmeleri olgusu, gelişmiş bir kapitalist toplumu, meta değişimi vasıtasıyla birbiriyle karşılıklı ilişkiler içine girmiş üreticiler topluluğunu varsayar. “Toplumsal olarak gerekli ortalama emek zamanı”, bir malın üretimi için şu kadar işçinin fiilen harcadığı şu kadar emek zamanıyla doğrudan ölçebileceğimiz somut bir ölçüt değildir. Bu ölçüt, ancak kapitalist piyasa dolayımıyla son tahlilde gerçekleştiğini bildiğimiz ve üretici güçlerin ulaştığı gelişme düzeyinde toplam toplumsal emek zamanının ortalama vasıfta işgücünün çalışması temelinde ürünlere dağılımını varsayan bir soyutlamadır. Ve bu soyutlama, ortalamayı tutturamayan işletmelerin “gereksiz” emek zamanı harcamalarını bir zarar unsuru olarak sineye çekmeleriyle ve son tahlilde söz konusu ortalamalara göre oluşan piyasa fiyatına boyun eğmeleriyle somutlanmaktadır. Böylece kapitalistler arasındaki rekabet temelinde, verimsiz olanların elenmesiyle değer yasası kapitalist pazarda somut ifadesine kavuşur. Üretici güçlerin toplumsallaşmadığı, üreticinin proleterleşmediği, yerelliği ve birbirinden yalıtılmışlığı sona erdiren kapitalist pazarın oluşmadığı, üretim ilişkilerinin kapitalist özel mülkiyete dayanmadığı ve dolayısıyla değişim değeri üretiminin genelleşmediği koşullarda, ürünlerin, içerdikleri toplumsal olarak gerekli ortalama emek zamanına göre mübadele edileceğinden söz etmek, doğal olarak mantıksızdır. O nedenle değer yasası, kapitalizm öncesi ya da kapitalist olmayan formasyonlardaki ürünlerin mübadelesiyle hiçbir biçimde ilişkilendirilemez.
Öte yandan, bir ulusal ekonomide toplam emek zamanının bir merkezi planlama temelinde çeşitli üretim faktörlerine doğrudan bölüştürülmesi ise, onun kapitalist piyasada değer yasası dolayımıyla bölüşümünün anti-tezidir. Bir işçi iktidarı altındaki merkezi planlama, amacı itibarıyla öncelikle toplumsal ihtiyaçların karşılanmasını ve hesaplama bakımından ise ürünlerin üretimi için harcanan fiili emek zamanını esas alır. Burada hedeflenen, üreticilerin yalnızca işgücü maliyetinin karşılığını değil, toplumsal açıdan gerekli indirimler yapıldıktan ve fonlar ayrıldıktan sonra fiilen harcadıkları emek-zamanının karşılığını almalarıdır.
Fakat konumuz SSCB örneğindeki gibi despotik-bürokratik bir rejim olduğunda, merkezi planlamanın mantığının ne öncelikle üreticilerin toplumsal ihtiyaçlarının karşılanmasına ne de emekçilerin fiilen harcadıkları emek zamanının karşılığının verilmesine dayanmadığı açıktır. Ama öte yandan, Sovyetler Birliği ve benzeri bürokratik rejimlerde toplumsal emek zamanının kapitalizmde olduğu gibi piyasa mekanizması aracılığıyla, yani kârlılık esasına göre dağılımından söz etmek de mümkün değildir. Çünkü kapitalizmden tamamen farklı olarak bu ülkelerde genelde değişim-değeri üretilmemekte ve değer yasası işlememektedir. [28]
İşte, devlet kapitalizmi teorisinin en önemli çarpıtması, aslında kapitalist toplumdaki işleyişe özgü değer teorisinin, genel olarak emek ürünlerinin mübadelesine indirgenmesidir. Kapitalizmin bir iç yasası olan değer yasasının, genel olarak ürünlerin dağıtımına indirgenmesi, bu yasanın neredeyse tüm toplumsal formlar için geçerli olduğu tarzında bir yanlış sonuca kapıyı açar. Örneğin Buharin’in değerlendirmelerinde bu türden bir yanlış mevcuttur ve o nedenle de devlet kapitalizmi teorisine kaynak oluşturur. Buharin, kapitalist işleyiş ile Sovyetler Birliği’ndeki işleyişi karşılaştırırken, değer ilişkilerinin yalnızca kapitalist topluma özgü olmadığını ve her iki formasyonu da ilgilendiren bir maddi içeriğe sahip bulunduğunu söylemiştir.
Böyle yanlış bir yoruma göre, toplam emek gücünün ekonominin çeşitli alanlarına dağıtımında, bu dağıtım ister piyasa mekanizmasına isterse merkezi plana dayansın, bir anlamda sonuç değişmeyecektir. Çünkü bu yanlış yaklaşım, yalnızca kapitalizme özgü olan “değişim değeri” olgusunu, neredeyse ürünlerin üretimi için gerekli emek zamanın doğrudan ölçülmesine indirgemekte ve böylece kapitalizm olmasa da işleyen bir değer yasası keşfetmektedir!
Kapitalizmin alâmeti farikası olan “değişim için değişim” yasası, özel mülkiyetin ve piyasanın bulunmadığı SSCB gibi bürokratik kumanda ekonomilerinde işlemez. Ancak, bürokratik diktatörlüğün kendi iç alanı –ki genelde buna “sosyalist blok” ülkeleri de dahildir– dışında, yani kapitalist pazarda değişilen ürün, başlangıcı itibarıyla değil sonucu itibarıyla bir anlamda metalaşır. Fakat bunun kapitalizmde olduğu gibi genelleşmiş meta üretimi kapsamına girmeyeceği, ancak son tahlilde despotik yapıları çözücü bir dış etken olduğu açıktır. Bir başka deyişle, devlet elinde biriken artı-ürünün bir bölümünün, kapitalist dünya pazarında ticarete konu olması, basit meta üretiminde olduğu gibidir; yani içerde değişim değeri üretildiği anlamına gelmez. Vurgulanması gereken nokta, bürokratik rejimlerde kullanım-değerleri olarak üretilen bu ürünlerin dünya pazarında başka metalarla mübadele edildiklerinde dahi, üretildikleri coğrafyada kullanım-değerleri olma özelliklerini yitirmedikleridir. Emek ürünleri, değişim değerleri değil, fakat kullanım-değerleri olarak üretildikleri sürece, bunları üreten toplumsal ilişkiler kapitalist değildir. Bu nedenle, dış ticaret dolayımıyla ürünlerin bir kısmının metalaşması, bürokratik devletin işçisini kapitalizmin özgür ücretli işgücüne dönüştürmez.
Devlet kapitalizmi teorisinin aldığı eleştiriler karşısında, bu teoriyi savunmak amacıyla daha mantıklı görünen argümanlardan hareket edildiği izlenimini vermek isteyen Howl şöyle demektedir:
Altmış yıldan bu yana, … piyasa mekanizmaları SSCB’de işlememiştir. Fiyatlar ne arz ve talebe göre hareket etmişlerdir, ne de malların emek değerine bağlı olmuşlardır. Para (tüketim mallarının bireyler arasında tahsisini sağlayan bir mekanizma olmasına rağmen) işletmeler arasında kaynakların tahsisini belirlememiştir. Gerçek fiyatların yokluğunda, “kâr”, Batı’da sahip olduğu toplumsal içeriği taşımayan yapay bir nesne olarak mevcuttu. Çeşitli üreticiler arasındaki ilişkiler sadece ürünlerin değişimi sayesinde değildir. Gerçek planlama olmasa bile, merkezi yönetimin varlığı; emeğin, toplam sosyal emekle, emek ürünlerinin değişimine öncel bir ilişkiye sahip olduğu anlamına gelmektedir. İşçilerin işe tahsis edilmesi, malların değişildiği oranlar, elde edilecek kâr; bunların hiçbiri piyasa sinyallerinin hükmü altında değildir. Bunlar bürokratların kararlarının sonucudurlar. O halde nasıl oluyor da SSCB kapitalist olabiliyor? [29]
Sorulan soru çok da yerindedir. Fakat yazarın muradı, sorduğu soruya doğru bir yanıt vermek değil, böyle bir yapının neden yine de devlet kapitalizmi olarak tanımlanabildiği konusunda, sözü bilinen görüşe getirmektir. Rusya’da bürokratik devlet kapitalizminin varlığını iddia eden Cliff bunu dış kapitalist dünya ile ilişki temelinde ileri sürmüştür; iç işleyişte değer yasasının varlığından söz edilemeyeceğini o da belirtmektedir:
… biri, Rus ekonomisinin içindeki ilişkileri dünya ekonomisi ile bağlarından ayırarak incelerse, üretimin düzenleyicisi ve motoru olarak değer yasasının kaynağının bu ekonomi içinde bulunmadığı sonucuna varacaktır. [30]
Sovyetler Birliği’nde değer yasasının dış rekabet dolayımıyla işlediği iddiası, gerçeklere değil son derece keyfi çıkarsamalara dayanmaktadır. Howl’un “devlet kapitalizmi teorisinin anahtarı” olarak sunduğu ve herhalde bilimsel değerini de ancak kendi taraftarlarının takdir edebileceği açıklama şöyledir:
SSCB’de değer yasasının işleyişini, “SSCB’de meta üretimi var mıdır?” sorusu biçiminde ortaya koymak, onu yapay ve statik bir biçimde ortaya koymaktır. Soyutlayarak bakıldığında SSCB’deki üretim değişim değerleri üretimi olamaz, bu üretim, daha ziyade merkezi olarak koordine edilmiş somut emeğin ürünü olan kullanım değerlerinin üretimidir. Ancak analizimiz bir kez uluslararası rekabet düzeyine çıkarıldığında, SSCB’deki malların, metaların oynadığı toplumsal rolü –soyut emeğin cisimleşmesi– üstlendikleri görülebilir. Rus bürokratik egemen sınıfı, malların Rusya’daki üretim maliyetlerini başka yerlerdeki üretim maliyetleriyle karşılaştırır ve bu karşılaştırma somut emeği soyut emekle dünya ölçeğinde ilişkilendirir. [31]
Bütün bu açıklamalar bize, aslında ifade etmekten kaçınılan bir gerçeği anlatıyor: O da, SSCB’deki sosyo-ekonomik formasyonun, Marx’ın Grundrisse’de ve Kapital’de değindiği Asyatik üretim tarzının bir benzeri olduğudur. Doğu despotizmi altında oluşan bu eski üretim tarzında, Marx’ın deyimiyle, toprağın sahibi gözüken despotik devletin yönetimi altındaki tarım komünlerinde, doğrudan üreticilerin ürettiği ürünler (kullanım-değerleri), içerde hiçbir zaman meta işlevi görmezlerdi. Bu ürünler ancak despotik devletin eline geçtiğinde ve devlet dolayımıyla dış ticarete konu olduğunda metalaşırlardı. Ne var ki, dış ticarete konu olan bu ürünler, merkezi otoritenin gözünde gene de meta niteliği taşımıyordu. Çünkü, merkezi otorite bu ürünleri, değişim ve yeniden üretim amacıyla değil, kendi kullanım-değerleri ihtiyacını (lüks harcamalarını, askeri ihtiyaçlarını vb.) karşılamak için değişiyordu.
Oysa kapitalist işleyiş, bizzat piyasa mekanizmasının kendi iç güçleri sayesinde verimli olanı verimsizden ayırt etmesine ve verimsizleri piyasadan elemesine dayanır. Bu bir ön hesaplama sorunu değildir, piyasada işleyen bir iç yasadır. Sovyetler Birliği’nde böyle bir yasa işlememiştir. Şayet değer yasası dünya piyasası dolayımıyla işlemiş olsaydı, dış piyasada oluşan değişim değerleriyle rekabet edemeyen işletmelerin batması ve piyasadan silinmesi gerekirdi. Ama yine de değer teorisinin dış rekabet dolayımıyla işlediğini kanıtlama çabası, bu beyhude çaba, “devlet kapitalizmi” çizgisini izleyenleri, gerçekleri büyük bir gayri ciddiyetle karikatürize etmeye sürüklemiştir. Onlara göre, Sovyet bürokratları, mal üretiminin maliyetini dış dünya ile karşılaştırırlarmış! Bu tür karşılaştırmalarla, dünya kapitalizminin verimlilik düzeyinin ne kadar gerisinde kaldıklarını bilip bilmemek Sovyet bürokratlarının sorunuydu. Fakat bu yolla soyut emeğin somut emekle ilişkilendirildiğini söylemek bir hafifliktir. Devlet kapitalizmi teorisini savunanların yürüttüğü “muhakeme” şöyledir: İç işleyişte kapitalizmden söz etmek mümkün olmasa da, mademki bir hesap yapılıyor ve maliyetler gelişmiş kapitalist ülke standartlarıyla karşılaştırılıyor, o halde soyut emek somut emekle ilişkilendirilmiş oluyor! Yani işte size Rusya’daki bürokratik rejimin neden devlet kapitalisti olarak değerlendirildiğinin dahiyane bir açıklaması!
Bu türden dayanaksız savlar karşısında gelen eleştirileri karşılamak için “devlet kapitalizmi” yandaşlarının ileri sürdüğü temel bir argüman da şudur: “Asıl sorun işçilerin tüketimlerinin birikimin gereklerine sistematik bağımlılığıdır.” [32] Bu argümanın çürüklüğü de bir karşı soruyla ortaya çıkar: Acaba, hangi sınıflı toplumda öyle değil ki? Örneğin kapitalizmle ilgisi olmayan eski despotik Doğu devletlerinde, doğrudan üreticilerin tüketimleri, o despotik devletin birikim gereklerine bağlı değil miydi?
SSCB’de İşgücü Meta mıdır?
Marx, işgücünün meta olabilmesinin koşulunu Kapital’de şöyle ifade eder:
… işgücü meta olarak piyasada, ancak, ona sahip olan kimsenin işgücünü bir meta olarak satışa sunması ya da satması halinde görülebilir. Bunu yapabilmesi için bu kimsenin, kendi işgücü üzerinde tasarrufta bulunabilmesi, emek kapasitesinin, yani kendi kişiliğinin kayıtsız şartsız sahibi olması gerekir. Emek sahibi ile para sahibi, pazarda karşı karşıya gelirler, eşit haklara sahip kimseler olarak temasa geçerler, aralarındaki tek fark birisinin satıcı, diğerinin alıcı olmasıdır; bu yönden yasalar karşısında her ikisi de eşittir. Bu ilişkinin sürekli olabilmesi için, işgücü sahibinin bunu, yalnızca belirli bir süre için satması gereklidir, çünkü eğer onu toptan ve süresiz satacak olursa, kendini satmış, kendini özgür bir insan olmaktan çıkartıp köleye, meta sahibi olmaktan çıkartıp meta haline dönüştürmüş olur. [33]
Konuya, “devlet kapitalizmi” teorisinin, bürokratik rejimlerde işgücünün bir meta olup olmadığına ilişkin argümanları açısından yaklaşıldığında da, diğer hususlarda işaret ettiklerimize benzer yanılgılarla karşı karşıya geliriz. Şöyle ki, Sovyetler Birliği’nde değer yasasının işlediğini kanıtlayabilmek için asıl olarak işgücünün meta olduğunu kanıtlamak zorunludur. Fakat salt iç işleyişe bakıldığında böyle bir şeyi iddia edebilmek de mümkün değildir. O halde? Bu noktada, yine “dünya ekonomisi ile bağlantılar” devreye sokulur ve devlet kapitalizmi teorisi kurtarılır! Dolayısıyla bu konunun ele alınışı da benzer bir sırayı izlemektedir. Devlet kapitalizmi teorisini savunan yazarlar, önce Marx’ın bu konuya ilişkin açılımlarını sıralarlar. Örneğin Cliff’in belirttiği gibi:
Emek gücünün, geleneksel kapitalizmdeki gibi, Rusya’da da gerçekten meta olup olmadığını görmek için, emek gücünün hangi koşullar altında meta olduğunu incelemeliyiz. Marx bunun için iki koşul olduğunu söylüyor: Birincisi, üretim araçlarından “özgür” kılınan işçinin başka geçim kaynağı olmadığından emek gücünü satmak zorunda olması; ikincisi ise, işçinin kendi emek gücünün yegâne sahibi olarak onu satabilmesi, satmakta serbest olmasıdır. [34]
Bu koşulların bürokrasinin egemenliği altındaki Rusya’da geçerli olmadığını ifade eder Cliff:
Eğer yalnızca bir işveren varsa, “patronların değişimi” söz konusu olamaz ve “kendini periyodik olarak satmak” bir formalite haline gelir. Yalnızca bir alıcı ve birçok emek gücü satıcısı olduğunda yapılan iş sözleşmesi de bir formalitedir. [35]
Yine aynı çevreden Pete Binns’in yorumu da Rusya’da kapitalist sistemde olduğu biçimde bir ücretli emekten söz edilemeyeceği doğrultusundadır: “Rus işçilerinin ücretleri düğmelerle ödense bile fark etmez.” [36]
Howl’un yorumu ise daha ilginçtir:
Cliff, soyutlanarak bakılan SSCB’nin kapitalist olarak görülemeyeceğini tespit etmektedir. Fakat SSCB’yi uluslararası bağlamı içinde görme düzeyine geldiğimizde bile SSCB ve rakipleri arasında pratikte emek için bir rekabet söz konusu değildir. Emek eğer gerçekten ücretli emek olacaksa Rusya’da bir emek piyasası olmak zorundadır. [37]
Güzel, peki sonuç? Doğru bir girizgâhtan sonra varılan yer, devlet kapitalizmi teorisinin argümanlarını daha kabul edilebilir yönde rektifiye etmek amacıyla, teori gerçeklere uymuyorsa, gerçekliği teoriye uydurmaktır. Bu nedenle Howl şöyle devam eder:
SSCB’deki emek piyasasının “kusurları” vardır, fakat bu tüm emek piyasaları için geçerlidir. Mesele şu ki, işçiler köle değildirler ve hatta hangi efendi için çalışacaklarını seçemeseler bile hâlâ Marx’ın sözünü ettiği klasik “özgürlüğü” –sömürü şartları üzerinde bir miktar denetim uygulama özgürlüğü– kullanabilirler. [38]
Chris Harman, SSCB’yi devlet kapitalizmi olarak görmeyenlerin, “işçi sınıfı”ndan genellikle herhangi bir açıklama yapmaksızın bahsetmelerini eleştirmektedir. Ve şöyle demektedir: “İşçi sınıfı yalnızca kapitalist üretim biçiminin özgül bir ürünüdür. «Yeni sınıf» teorisyenlerinin mantıken «devlet köleleri» gibi bir terim kullanmaları gerekir.” [39] Eğer bütün sorun, Stalinist rejimde işçinin bir köle olmadığını kanıtlamak olsaydı o takdirde bunu ortaya koyacak doğru bir çözümlemenin yapılması gerekirdi. Amaç, Rusya’da işçi sınıfının “yeni bir sınıf” olduğunu iddia etmiş olan Bruno Rizzi ve benzerlerinin görüşlerini eleştirmekse, Rusya’da yine de bir emek piyasasının olduğu şeklinde bir yanlış görüşe mi ihtiyaç vardı? Yoksa iki yanlış bir doğru mu ediyor?!
Kapitalizmde işgücü bir metadır, dolayısıyla her meta gibi onun da bir piyasası vardır. Emek piyasasının olmadığı, “devletin işçisi”nin kendi işgücünü dilediği gibi satma özgürlüğünün bulunmadığı Sovyetler Birliği ve benzeri ülkelerde, “işçi” kavramını kullanıyor olsak da, bu işçi kapitalizmde olduğu biçimde işgücünü özgürce satan bir işçi değildir. Fakat o köleci toplumda olduğu gibi bir köle de değildir. Çünkü bürokratik devlet işçinin tüm bedeni üzerinde değil, yalnızca işgücü üzerinde tasarruf hakkına sahiptir. Öte yandan, bürokratik devletin egemenliği altında bile olsa sanayileşmiş bir toplumda üretim aracından yoksun üretici, asıl olarak elbette ki örneğin bir köylü değil, bir sanayi emekçisi, bu anlamda bir işçidir. Kaldı ki, genel anlamda işçi kavramı yalnızca kapitalizme özgü değildir ve Marx’ın da değindiği üzere, antik toplumlarda bile işçiden söz edilmiştir.
Değer Yasasının İşleyişi Değişti mi?
Cliff’in Sovyetler Birliği’nde devlet kapitalizminin varlığını “kanıtlayabilmesi” için genel olarak kapitalist sistemde de değer yasasının artık eskisi gibi işlemediğini iddia etmeye ihtiyacı vardı. Ve o bu yoldan yürüdü. Cliff’in satırları bu durumun çeşitli örneklerini yansıtır:
Kapital’de Marx, kapitalizmin normunu mutlak bir serbest rekabet sistemi olarak kabul etti. Tekelci kapitalizmle değer yasasının bağlantısını ayrıntılı olarak inceleyen tek Marksist Rudolf Hilferding’ti. [40]
Peki Hilferding’in vardığı sonuç neydi? Cliff’in onaylayarak Hilferding’ten aktardığı satırlardan okuyalım:
Nesnel fiyat yasası ancak rekabet yoluyla gerçekleşir. Tekelci birlikler rekabeti ortadan kaldırdıklarında, nesnel fiyat yasasının gerçekleşebileceği tek aracı da ortadan kaldırmış olurlar. Fiyat nesnel olarak saptanmış bir miktar olmaktan çıkar ve kendi bilinç ve iradeleriyle bunu saptayanlar için bir hesap sorunu haline gelir. … Marx’ın yoğunlaşma teorisinin –tekelci kaynaşma– gerçekleşmesi, sanki Marx’ın değer teorisini çürütüyor gibidir. [41]
Hilferding tezlerini, tekelleşmenin rekabeti ortadan kaldırdığı hipotezi üzerine oturtmuştu. Buna göre, piyasanın anarşik yapısının aşılması ve örgütlü bir kapitalizme ulaşılması mümkündü. Böylece, uluslararası ölçekte de çelişkiler yumuşayacak ve bir barış çağı gelecekti. Hilferding’in “barış çağı” beklentisi, sermayenin yayılma eğilimi ve tekeller arası rekabet nedeniyle o dönemde patlak veren dünya savaşıyla tuzla buz oldu. Fakat o, emperyalist çağda ekonominin devlet eliyle örgütleneceği ve rekabetin ortadan kalkacağı, üretim anarşisinin son bulacağı yolundaki görüşleriyle reformizme güç verdi. Buharin ise, kapitalist anarşinin tek tek ulusal devletler bazında ortadan kalkacağı, ama yalnızca uluslararası düzeyde devletler arasında varlığını sürdüreceği tezini savundu. Böylece Buharin, ekonominin ulusal düzeyde planlanabileceği anlayışıyla, gerek “tek ülkede sosyalizm” teorisine, gerekse yanlış bir devlet kapitalizmi teorisine hayat verdi. Çözümlemelerini buna benzer hatalı tezlere dayandıran Cliff ve onu izleyenler ise, Sovyetler Birliği’nde de devlet kapitalizminin pekâlâ var olabileceğini kanıtlamaya giriştiler.
Yine Howl’un yazısından bir örnek verelim. Howl, “SSCB’de tam olarak işlevsel bir piyasanın olmayışı, bizi eleştirenlere göre, meta üretilmediği ve kapitalizm «genelleşmiş meta üretimi» olduğundan, SSCB’nin de kapitalist olamayacağı anlamına gelmektedir” demekte [42] ve bu tür eleştiricilerin bağlantıyı 1860’ların kapitalizmi ile kurduklarını söyleyerek kendi görüşlerini haklı çıkarmaya çalışmaktadır. Başvurulan bahane yine aynıdır: Kapitalizmin gelişiminin kendisi “değer yasası”nın işleyişini değiştirirmiş!
Sovyetler Birliği’nde değer yasasının işlediğini kanıtlayabilmek mümkün olmadığından, yani bürokratik rejim gerçekliği değer yasası ile bağdaşmadığından, değer yasasını o gerçekliğe uygun hale getirebilmek için yasa yoğrulup yumuşatılır. Howl’un ileri sürdüğü argümanda olduğu gibi: “Devlet kapitalizminde ve genel olarak modern kapitalizmde değer yasasının işleyişi, planlama girişimi dolayımından geçer.” [43]
Oysa, kapitalizme özgü değer yasasının işleyişini yumuşatan bazı faktörlerin ortaya çıkması, kapitalizmin artık nitelik değiştirdiği, örneğin piyasa mekanizmasının önemini yitirdiği, bunun yerini oldukça planlı bir işleyişin aldığı vs. anlamına gelmez. Dolayısıyla, “devlet kapitalizmi” olarak nitelenen formasyonların “eski” kapitalizmle değil de, “modern” kapitalizmle karşılaştırıldığında kavranabileceği görüşünün de bilimsel bir temeli yoktur.
Kapitalist ülkelerdeki işleyişi Sovyetler Birliği’ndeki işleyişle benzeştirme çabası içinde, emperyalizm çağında artık kapitalizmin de planlamaya dayandığı iddiası dayanaksızdır. Çünkü, kapitalist sistemde planlama, piyasa araştırmalarına dayanarak ancak firmalara yol gösteren planların yapılmasından öteye geçmez. Modern kapitalizmin karmaşık işleyişinin firma bazında birtakım planların yapılmasını gerekli kılmasıyla, planlı ekonomi tamamen farklı şeylerdir. Örneğin Engels, “Ve eğer anonim şirketlerden koca sanayi kollarını boyundurukları altına alan ve tekeller kuran tröstlere geçersek, o zaman bu, yalnızca özel üretimin sonu demek değildir, aynı zamanda plansızlığın da sona ermesi demektir” [44] diye belirtti. Fakat o bununla, bir yandan üretim araçlarının toplumsallaşmasının kapitalizmin aşılıp planlı bir üretim tarzına geçişi zorladığını, öte yandan artık kapitalizm altında da bazı planların yapılmasının kaçınılmaz hale geldiğini anlatıyordu. Hilferding bu tür çözümlemeleri kendi tezleri doğrultusunda “yorumlayarak”, “örgütlü kapitalizm” teorisini geliştirdi. Chris Harman ise bu teoriye gelen eleştirileri göğüslemekte [45] ve sanki Lenin’in, Troçki’nin çözümlemeleri de Hilferding’le aynı doğrultudaymış gibi meseleyi saptırmaktadır.
Benzer bir çizgiyi izleyen bazı yazarlar da, devlet kapitalizmi teorisini kurtarmak amacıyla, onun spesifik olarak Sovyetler Birliği’nin değil fakat kapitalist sistemdeki global gelişme eğilimlerinin genel teorisi olduğunu ileri sürdüler. Örneğin P. Binns ve M. Haynes, ortaya çıkış biçimindeki farklılık bir yana, zaten Sovyet toplumunun kapitalist sistemin yaşadığı evrimin “en uç örneği”ni oluşturduğunu iddia ettiler:
Kısa bir süre sonra Sovyetler Birliği’nde özgün olan şeyin bu toplumun yapısında ve dinamiğinde değil, fakat onun oldukça istisnai bir süreç içinde başarılı bir işçi devriminin dejenerasyonu olarak ortaya çıkmış olmasında bulunduğu açık bir biçimde anlaşıldı. Bu yüzden biz, olgunlaşan, askerileşen, ekonomik ve toplumsal hayatı kontrol eden sermayeler çağında, dünya sisteminin bir parçası olan Rusya’nın, sadece bu sistemin en uç örneklerinden birisine karşılık geldiğini öne sürüyoruz. [46]
Bu iddia o denli sakattır ki, devlet kapitalizmi teorisini savunanların, Sovyetler Birliği’ndeki bürokratik rejimin çözülüşünü ve dünya kapitalist sistemine entegre olmaya başlamasını bir “yana kayış” olarak nitelendirmeleri hatırlanacak olursa, zaten kendiliğinden çökmüştür. Şu sorulabilir; nasıl oluyor da kapitalizmin bu “uç” formu, daha geri formlar karşısında çöküyor ve onlara dönüşüyor? Bu, sözgelimi tekellerden serbest rekabete geri dönmek gibi bir şey olmuyor mu?
Kapitalist sistemi olduğundan başka göstererek, farklı toplumsal sistemlerin içine tıkıştırılabileceği bir “devlet kapitalizmi” kategorisi icat etmek laf cambazlığıdır. Kişi kendi yanlışında ısrar edince, nasıl ki gerçeklikle çelişme pahasına beyhude kanıtlar ileri sürme eğilimi içine girerse, “devlet kapitalizmi” teorisini savunan yazarların içine düştüğü durum da budur.
Sonuç olarak, Cliff çizgisinin despotik bürokratik bir yapıya sahip olan Rusya’yı devlet kapitalizmi teorisi ile açıklama çabası sağlam kanıtlara dayanmamaktadır. Zaten, bizzat Cliff’in açılımlarında da bir ikilem mevcuttur. O, 1928 yılında Rusya’da bürokratik karşı-devrimle bürokrasinin diktatörlüğünün kurulduğunu kabul eder. Artık bu değişimle birlikte Sovyetler Birliği’ndeki devletin “yozlaşmış işçi devleti” olarak tanımlanamayacağını açıkça dile getirir. Bürokrasinin egemen sınıf oluşunun, tarihte yeni bir çağın açılması anlamına gelmediğini; tersine onun “tarihsel bir garabet” olduğu gerçeğini teslim eder. Genel hatlarıyla doğru olan bütün bu saptamalardan sonra, tahlil edilen gerçekliğin ifadesine sıra geldiğinde, bunlara eğreti bir “kapitalizm” nitelemesi ilâve edilir.
Örneğin Cliff, “Bürokrasi, egemen sınıf olarak ilk yıllarında bile, eskiyen, çürüyen kapitalizmin totaliter özelliklerini benimsemiş ve geleceği olmayan tarihsel bir garabet olduğunu kanıtlamıştır” [47] demektedir. Onun vardığı bu sonuç, devlet kapitalizmi teorisinin spekülatif karakterini ele vermektedir. Çünkü, her sınıflı toplum gibi kapitalist toplumun da ebedi bir düzen olmadığı ve bir gün tarihin çöplüğüne gönderileceği aşikârdır. Fakat bu gerçek, bu düzeni bir “tarihsel garabet” olarak nitelemeyi gerektirmez. Böyle bir niteleme ancak, modern çağda son derece özgün koşullar nedeniyle ortaya çıkmış olan ve kapitalist sistem karşısında geleceği bulunmayan bir despotik bürokratik yapıyı anlatabilir.
Nitekim, devlet kapitalizmi teorisinin son derece savunmasız kaldığı bir noktadır bu ve Cliff’in aktarmış olduğu bazı gözlemler ya da benzetmeler, aslında bürokratik rejimin gerçek sırrını ele vermektedir. Konuyu daha fazla uzatmamak üzere, yalnızca birkaç örnek verelim. Cliff, Stalinist devletin niteliğini şöyle yorumlamaktaydı:
Rusya’da devlet, bürokrasinin emekçi kitleleri sömürmekte kullandığı bir silahtır. Fakat bu tanım Stalinist devletin bütün işlevlerini açıklamak için yeterli değil. Stalinist devlet aynı zamanda toplumsal işbölümünün, üretimin toplumsal örgütlenme biçiminin doğrudan ihtiyaçlarını karşılar. Bu işlev, … (gerekli değişiklikler yapılmak kaydıyla), eski Çin, Mısır ve Babil devletlerince de yerine getirilmiştir. Ancak büyük ölçekte gerçekleştirilmesi mümkün olan sulama sistemlerinin gerekliliğine bağlı olarak, bu örneklerde, devlet sadece sınıf farklılaşmasının (yani, dolaylı bir şekilde, toplumsal işbölümünün) sonucu olarak değil, aynı zamanda dolaysız bir şekilde üretim sürecinin bir parçası olarak gelişmiştir. [48]
Cliff’in burada söyledikleri, SSCB’deki despotik-bürokratizmin gerçekliğini pek güzel anlatıyor; ama aynı zamanda onun “devlet kapitalizmi” yakıştırmasının çürüklüğünü de sergiliyor.
Bir başka örnek, kapitalist sistemdeki piyasa mekanizmasının işleyişinden farklı olarak, bürokratik rejimlerde toplam emek zamanının, devlet planlamasıyla dağıtılmasından verilebilir. Cliff bu durumu, firavunlar dönemi Mısır’ından bir benzetme yaparak açıklamaktadır:
Firavun, kölelerinin toplam emek zamanının … toplumun ihtiyaçları arasında nasıl bölüştürüleceğini hesaplamak zorundaydı. Bu hesabı yapma yöntemi ise dolaysızdı. Belirli bir miktar köle yiyecek üretimine, belirli bir miktar lüks mal üretimine, bir miktar sulama projelerini gerçekleştirmeye ya da piramitlerin inşasına vb., ayrılıyordu. … Rusya’da da devlet, toplam emek zamanının ekonomi içine dağılımını doğrudan ve neredeyse tümden planlamaktadır. [49]
Cliff kitabında bürokratik devletin bizzat bürokratlara uyguladığı terörden söz ederken, Ciliga adlı yazardan aktarıyor:
Halkın öfkesini yatıştırmanın bu orijinal yöntemi (terörist temizlikler) bana Marko Polo’nun Pekin’de hüküm süren Moğol İmparatoru hakkında anlattıklarını anımsattı. Her on-onbeş yılda bir, kalabalıklara en çok nefret ettikleri bakanını teslim etmek suretiyle, İmparator halkını sessiz sakin on-onbeş yıl daha ezmeyi sürdürebiliyordu. Rusya’da gördüklerim bana defalarca bu Moğol İmparatoru’nu hatırlattı. [50]
Burada, eski Mısır, Babil, Çin devletlerine yapılan göndermeler ve Asyatik despotik bir imparatorluk olan Moğol İmparatorluğu’ndan verilen örnekler, sanki modern çağdaki despotik diktatörlüklere (SSCB ve benzerlerine), “anlatılan senin hikâyendir” der gibidir.
Bu konuda değinmek gereken son bir nokta var ve tartışmalı sorunların içeriği bakımından büyük önem taşıyor. Tarihten bazı benzetmeler yapıp, var olan bir toplumsal formasyonun karakterini sorgularken, her şeyden önce o tarihi örneğin doğru çözümlenmesi ve yorumlanması gerekir. Örneğin tarihteki Memlûk devleti Asyatik despotik bir yapıya sahipti. Burada devlet mülkiyetine dayanan bir devletlû sınıf egemendi. Doğu’daki bu tür bir toplumsal yapının, Batı’nın köleci ya da feodal devletleri ile benzeştirilmesi tamamen yanlış olurdu. Böyle bir teşebbüs, tıpkı devlet mülkiyetine dayanan despotik bürokratik diktatörlükleri, özel mülkiyete dayanan kapitalist ülkelere benzetmeye çalışmak gibi abesle iştigal anlamına gelirdi. Cliff Memlûklar döneminden söz ederken tam da böyle bir durumun örneğini veriyor:
Memlûklar döneminde Arap feodalizminin başlıca özelliklerine bir göz atalım. Burada köylülük Orta Çağ Avrupa’sında olduğundan daha da acımasız güçlü bir feodal devletin egemenliği altında yaşamaktadır. Oysa egemen sınıf üyesi bireyler hiçbir kişisel mülkiyet hakkına sahip değildir. Sultan toprağın tek sahibidir ve çeşitli bölgelerde rant toplama hakkını bir dizi soyluya (mültezim) tanımıştır. Avrupa’da feodal aristokrasinin toprakları babadan oğula devrolurken, Arap Orta Doğu’sunda feodallerin kişisel toprağı yoktur; her feodal, toprağı topluca denetleyen ve rant toplama hakkı olan bir sınıfın üyesidir. [51]
Memlûk devletinin, Orta Çağ Avrupa’sının feodal devletlerinden farklı niteliklerine ilişkin aktarılanlar doğrudur. Fakat, bu farklılığın belirtilmiş olmasına rağmen, Memlûk devletinin asli karakteriyle hiç bağdaşmayan “feodal” kavramının işin içine sokuşturulması tam bir kafa karışıklığıdır. Feodal bir devletle, Asyatik bir devletin aynı çuvala konulması, her şeyden önce, toplumsal formasyonlar arasındaki ayrım konusunda onca hassas olan Marksist yönteme aykırıdır. Şöyle diyor Cliff:
Arap Orta Doğu’sunda üretim tarzı, sömürü biçimi, emekçilerin üretim araçları ile aralarındaki ilişki Orta Çağ Avrupa’sında olduğundan farklı değildi. Egemen sınıfın gelir kaynağı her iki durumda da aynıydı. Tek fark, bu sınıfın artığa el koyma biçiminde ve sömürü hakkının hukuksal ifadesindeydi. [52]
Egemen sınıfın artı-ürünü çekip alma biçimindeki farklılığın, farklı toplumsal formasyonlar arasındaki ayrım çizgilerini ele verdiğine ilişkin Marx’ın ünlü açılımı hatırlanacak olursa, Cliff’in satırlarındaki yanılgı, üstelik bir de “tek fark” diye vurgu yaparak daha da belirtik hale getirdiği yanılgı apaçık ortadadır. Sonuç olarak şu söylenmeli ki, tarihin eski dönemlerini yorumlarken bu hataya düşenlerin, 20. yüzyıl tarihinin yorumunda da benzer bir yanılgı sergilemeleri son derece doğaldır.
[1] Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.197
[2] Örneğin C. Harman, “… devlet kapitalizminden çokuluslu kapitalizme geçişin ileriye veya geriye doğru bir adım olmayıp, aynı düzlemde yana doğru bir hareket olduğu” biçiminde bir değerlendirme yapmaktaydı. (Doğu’da Fırtına Koptu, s.157)
[3] Troçki, Sovyet Devletinin Sınıf Karakteri, s.17
[4] Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.198
[5] T. Cliff, Lenin, c.3, s.91
[6] T. Cliff, Rusya’da Devlet Kapitalizmi, s.170
[7] T. Cliff, age, s.141
[8] Buharin, Dünya Ekonomisi ve Emperyalizm, Özgün Yay., Temmuz 1975, s.113
[9] Buharin, Dönüşüm Döneminin Ekonomisi, Pencere Yay., Ekim 1989, s.14
[10] Lenin, Dönüşüm Döneminin Ekonomisi içinde, s.176
[11] Troçki, Sovyet Devletinin Sınıf Karakteri, s.18
[12] T. Cliff, Rusya’da Devlet Kapitalizmi, s.145
[13] T. Cliff, age, s.150
[14] C. Harman, Rusya’da Devlet Kapitalizmi içinde, s.14-15
[15] Marx, Kapital, c.3, s.386
[16] Marx, age, s.389
[17] Engels, Anti-Dühring, s.330-331 [Anti-Dühring, s.441]
[18] Hilferding, “State Capitalism or Totalitarian State Economy”, Essential Works of Socialism, Holt, Rinehart and Winston, 1970, s.248
[19] D. Howl, “The Law of Value and the USSR”, International Socialism, Temmuz 1990, s.94
[20] T. Cliff, Rusya’da Devlet Kapitalizmi, s.176
[21] D. Howl, age, s.95
[22] T. Cliff, age, s.177
[23] T. Cliff, age, s.178
[24] T. Cliff, age, s.178
[25] Buharin, The Politics and Economics of the Transition Period, Routledge&Kegan Paul, 1979, s.81 [Dönüşüm Döneminin Ekonomisi, s.37-38]
[26] T. Cliff, Rusya’da Devlet Kapitalizmi, s.178
[27] T. Cliff, age, s.179
[28] Bu ülkelerdeki rejimleri sosyalizm olarak vazedip ardından da değer yasası ile sosyalizm dönemini çiftleştirerek, “sosyalist değer yasası”; “sosyalist meta üretimi”; “sosyalist piyasa ekonomisi” benzeri teoriler icat edenler, Marksizmi açıkça katletmekten başka bir iş yapmadıkları halde, bir zamanlar “yaşayan sosyalizm” (!) efsanesine koşut olarak bu tür icatlar da pek revaçtaydı. Zaten “başöğretmen” Stalin, “Bazen değer kanununun bizde, sosyalist rejimimiz içinde mevcut olup olmadığını, ekonomimizi etkileyip etkilemediğini sorarlar: evet, değer kanunu bizde de vardır ve ekonomimizi etkiler” (Stalin, Sosyalist Ekonominin Meseleleri, Sol Yay., Kasım 1967, s.23) diye buyurmuştu. Fakat işin tuhaf tarafı, bırakın sosyalizmi bir kenara, aslında üretim araçlarının devletleştirildiği despotik-bürokratik rejimlerde bile değer yasasının işleyişinden söz etmek mümkün değildi. Bu rejimler ancak çözülmeye başladıktan sonra ve kapitalist piyasa ilişkileri bünyeye nüfuz ettikçe, değer yasasının işleyişi gündeme geldi. Bu tür bir çözülüş sürecinde, mevcut sistemi hâlâ “sosyalizm” olarak nitelendiren kimi bilim adamı bozuntuları “sosyalist değer” ya da “sosyalist piyasa” ilişkileri üzerine epeyce kafa yormuşlardır.
[29] D. Howl, age, s.90
[30] T. Cliff, Rusya’da Devlet Kapitalizmi, s.175
[31] D. Howl, age, s.97
[32] D. Howl, age, s.98
[33] Marx, Kapital, c.1, s.192
[34] T. Cliff, Rusya’da Devlet Kapitalizmi, s.174
[35] T. Cliff, age, s.174
[36] akt: D. Howl, age, s.101
[37] D. Howl, age, s.102
[38] D. Howl, age, s.104
[39] C. Harman, Doğu’da Fırtına Koptu, s.167
[40] T. Cliff, Rusya’da Devlet Kapitalizmi, s.167
[41] akt: T. Cliff, age, s.168
[42] D. Howl, age, s.97
[43] D. Howl, age, s.98
[44] Engels, “1891 Sosyal-Demokrat Program Tasarısının Eleştirisi”, Seçme Yapıtlar, c.3, s.524
[45] bkz. C. Harman, “Mantık Sınavından Geçmeyen Bir Eleştiri”, SSCB Tartışması, s.66
[46] akt: F. Richards, “Devlet Kapitalizmi Efsanesi”, Sınıf Bilinci, Sayı 8, s.145-146
[47] T. Cliff, Rusya’da Devlet Kapitalizmi, s.210
[48] T. Cliff, age, s.151-152
[49] T. Cliff, age, s173
[50] akt: T. Cliff, age, s.211
[51] T. Cliff, age, s.225
[52] T. Cliff, age, s.226
Modern devlet tarihte yeni bir olgu olduğundan, bu anlayışlara göre, onun kökenleri de yeni bir ekonomik olgu olmalıdır. Bu da kapitalizmdir. Oysa modern devletin ve kapitalizmin tarihine biraz daha yakından bakmak, bunun tam tersini söylemenin en azından daha mümkün olduğunu gösterir. Devlet kapitalizmsiz olabilir; fakat kapitalizm devletsiz olamaz. Sadece sembolik bir değer ifade eden kağıt paranın, bu sembolik değerinin geniş insan kitlelerince tanınışı bile, burada devletin oynadığı kurucu rolü görmemize yeter. Yine modern devlete gelince, kapitalizmin en önemli ilk buluşlarından olan “company”ler, kendi örgütleniş ilkelerini, yeni devletin etkinliklerinin örgütleniş ilkelerinden çıkarmışlardır. Daha sonra fabrika ve işçi orduları, devletin – modern devletin – kışla ve hapishaneleri, askeri aygıtı örnek alınarak geliştirilmiştir. Alman Hansa Birlikleri ile “Doğu Hindistan Kumpanyası” arasındaki temel farkı, ikincisinin modern devletin ilk oluşumlarının süzgecinden geçmiş olması yaratmıştır. Burada ekonomi ya da ekonomik rasyonalitenin doğuşunu devlete mal etmek istemiyorum. Ama tahakküm kültürü “burg”larda doğan ve otonomi kazanmaya yönelen ekonomi alanını, kendi süzgecinden geçirerek, bugünkü “ekonomi” kavramı olarak yeniden kurdu ve bu, modern kapitalizme yol açtı. Burada da en önemli rollerden birini modern devlet oynadı. Fakat bu yeni “özerk” alan, tahakküme ve dolayısıyla devlete, tarihte daha önce görülmemiş yeni bir güç kazandırdı.
“Ekonomiyi istilayla birlikte tahakküm bütün toplumun mantığını absorbe etti; onun işleyiş kurallarından toplumun hiçbir alanı kaçamadı.” (Luciano Lanza, “Ekonomi ve Tahakküm”, Otorite, Erk, Tahakküm, Efendisiz, sayı 2, s. 8.)
Bizce modern devlet, ekonomiyle (bu özelde kapitalizmle) doğmadı; aksi doğrudur, ama modern devlet ekonomiyle tamamlandı.
(Reha Çamuroğlu, Tarih, Heterodoksi ve Babailer)
sonuç olarak devlet kapitalizmi olamayacağını izah etmek için bunca yazı ile sarf edilen enerjiye bakarsak kuşkulanmak için daha fazla nedenimiz olabilir
Devletin sınıfsal karakteri her şeyi izah eden sihirli bir kavram haline getirildi. Her şey “yönetici burjuva sınıf”ın sınıfsal çıkarlarıyla açıklandı. Oysa bu bir mittir. Azınlıklara yönelik devlet teröründe bu sınıfın bir çıkarı yoktur. Burjuva sınıfı organik bir bütün veya her zaman kendi içinde her konuda mükemmel bir biçimde anlaşan ve devleti yöneten gizli bir örgüt gibi tanımlamak akıldışıdır. Bu tip açıklamalar açıklayıcı hiçbir değer taşımadıkları gibi, komuoyunun gözünde devlet işleyişini çok esrarengiz bir hale sokarlar. Sonuçta bu durum yalnızca terör güçlerine hizmet eder.
http://mamikiye.blogspot.com/2006/09/ordu-siyaset.html
Peki,tamam da Gün Zileli bu yazısını nerden esinlenerek yazmış ?
Bunu açıklamalı.
Kuzey Kore’nin sosyalizmi, kapitalizmin vicdanı
19 Aralık 2011
Bugün sabah uyandığımızda yabancı haber ajanslarında ve büyük haber kanallarında gördüklerimiz Kim Il-Sung öldüğünde gördüklerimizin neredeyse karbon kopyasıydı. Kuzey Kore devlet televizyonunun meşhur spikeri üzerinde siyah kıyafetle ağlıyor, Pyongyang sokaklarında insanlar kendini harap ediyor. Kuzey Kore’de bu görüntüyü yaratabilecek tek şey Kim Jong-Il’in ölümü olabilirdi.
Batı medyası, tahmin edilebileceği üzere Kim Jong-Il’i ve Kuzey Kore’yi karikatürleştirme yoluna başvurdu. Juche rejimi ve Kim Il-Sung’un oğlu olmak dışında fazla bir vasfı olmayan Kim Il-Sung tarafından uygulanış şekli yalın hâliyle bile trajikomik olduğu için çok da çaba gerektirmeyen bir şey bu. Rahmetlinin tuhaf alışkanlıkları, halkın rüyasında bile göremeyeceği kimi lükslere sahip oluşu, özellikle kırsal bölgelerdeki büyük açlık, ülkenin bütün bütçesinin askeri projelere yatırılmış olması bugün ortaya çıkmadı. Hepsini yıllardır biliyoruz. Zaten Kim Il-Sung’u ve Juche’yi destekleyen -ve ruh sağlığı yerinde olan- pek bir sosyalist hareket de yok dünyada.
Juche ideolojisi, Stalinizm’in “tek ülkede sosyalizm” amentüsünün hastalıklı çocuklarından biri. Enternasyonalizmin köküne kibrit suyunu ektikten sonra artık her ülkede sosyalizmin nasıl bir mutasyon geçireceği oradaki iktidarın durumuna bağlı. Kim Il-Sung, yani Kim Jong-Il’in babası, Sovyet ve Çin askeri ve politik tedrisatlarından geçmiş biri olarak hem Stalinizm’den hem Maoizm’den etkilenmiş ama ikisi de olmayan bir ideoloji yarattı, ki buna Juche diyoruz. Juche’nin temel prensipleri, “politik bağımsızlık”, “ekonomik kendine yeterlik” ve “tek başına kendine savunabilme” olarak sayılabilir. Bu Kuzey Kore’yi hem Batı işgalinden, hem de ilişkilerin zayıfladığı Sovyetler ve Çin’in uydusuna dönüşmekten koruma amaçlı, tamamen gereksinimlere göre el yordamıyla yaratılmış bir model. Kim Il-Sung’un uluslararası politika anlamında belli ölçüde başarılı olduğu söylenebilir. Kim Jong-Il’in Juche uyarlaması ise zaten sosyalizmin tüm esasına taban tabana zıt olan “tek ülkede sosyalizm”in vasıfsız ve egosu yüksek bir insanın eline geçmesi hâlinde ne sonuçlar doğurabileceğinin kanıtı adeta. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz, bir mantarın üzerindeki küf ne kadar mantarsa, Juche de o kadar sosyalizm. Evet Juche sosyalizmden doğmuş, onunla kimi öğeleri paylaşmış bir ideoloji, ama sosyalizmin temelden savunduğu birçok şeyi teorik olarak, tamamını ise uygulamada reddeden bir ideoloji aynı zamanda. Zaten ne Juche kendisini sosyalizmin bir türü olarak kabul ediyor, ne sosyalistler Juche’yi sosyalizm olarak kabul ediyor. E, o zaman Juche’ye sosyalizm diyen kim? Eh, tabii ki kapitalistler.
Noel ağaçlarının tepesinde de kızıl yıldız olduğunu, dolayısıyla her kızıl yıldızın sosyalizmi beraberinde getirmeyeceğini daha nasıl anlatmak lazım bilmiyorum. Ama şunu biliyorum; Kuzey Kore üzerinden kapitalizmin günahlarını örtmek hakikaten çok faullü. Kuzey Kore ciddi anlamda bir facia, herhalde açlık nedeniyle yamyamlığın bile görüldüğü, toplama kamplarının olduğu bir ülkeyi kimse kolay kolay savunamaz. Ama bu, Kuzey Kore’nin kapitalizmin neden olduklarının yanında denizde bir damla bile olmadığı gerçeğini değiştirmiyor. Yani Kuzey Kore’de ölen insanlar üzerinden propaganda yapıp, yanı başında, Çin’de siz üç-dört asgari ücret civarı para verip satın alasınız diye intihar edecek noktaya gelene kadar tablet bilgisayar monte eden insanlar karşısında şoke olmuyorsanız, bu yalnızca ideolojik değil vicdani bir körelmeye de işaret ediyor. Evet, Kuzey Kore’nin ve Juche’nin savunulacak tarafı yok ama kapitalizm öldürdüklerini ışıltılı bir sahnenin arkasına saklıyor diye Kim Il-Sung’dan daha az acımasız ya da daha masum değil.
Diyeceğim odur ki, evet, Kuzey Kore’deki çocukların sefaletine sesimizi çıkaralım ama yarın öbür gün Kuzey Kore “özgürleştiğinde” o çocuklar çok uluslu firmaların fabrikalarında köle olduğunda susmayacaksak. Öbür türlü hem kapitalizmin başka insanların sefaleti üzerinde yükselen konforunun tadını çıkarıp, hem de Kim Jong-Il gibi “eksantrik” tipleri “tüm kötülüklerin babası” ilân ediyoruz, olmuyor.
DAĞHAN IRAK
(birgun.net)
Laga luga ile totaliter yüzlerini gizlemeye çalisirlar. Beyimiz, “Kore “özgürleştiğinde” o çocuklar çok uluslu firmaların fabrikalarında köle olduğunda susmayacaksak” diyor, Birgün gazetesini Aydin Dogan’in attigi biskuilerle faaliyet yaprtigini unutmakta ama, Tüsiad çocugu…
anonim arkadaş veya her kim sen sadece yorumunu yaz makaleni git gazete de yaz burayı doldurma
(Güzel bir yazı…)
Stalinizm’in Psikoz Hali: Kuzey Kore
22 Aralık 2011
CAN GÜROLA – Dünyadan kopan bürokratik rejim giderek içine kapandı, kapandıkça daha baskıcı ve küçük burjuvazinin diktatoryasına uygun bir hal aldı. Kuzey Kore bugün bu sürecin tam da içindedir işte.
Tarihimiz boyunca Devrimci Marksistler olarak karşılaştığımız en büyük iftiralardan biri bizim reel sosyalizm adı altında yürütülmekte olan bürokratik rejimlere yönelik eleştirilerimizin emperyalistlerle aynı safta yer almamıza yol açtığı, hırsıza yol gösterdiğimizdir.
Bu suçlama ne kadar yersizdir ki bugün AKP’nin polis devletini eleştirmek bizi nasıl militarist, ulusalcı yapmıyorsa veya militarizmi sınıfsal açıdan eleştirmek nasıl bizi ılımlı İslamcı-liberalleştirmiyorsa bu konuda da gelişkin bir mantık kullanmak zorundayız. Reddiye yazılırken öne sürülen sebepler reddiyenin niteliğini belirler, reddiyenin yarattığı sonuçlar değil. Çünkü insan aklı 6000 senelik yazılı tarihinde eklektik düşünce açısından bayağı bir ilerledi. En baştan bunu belirtmek zorundayım çünkü bu yazıya gelecek eleştirilerin ulusalcı-liberal kanadın 0-5 yaş için üretilmiş yaftalama sekansının dışında eleştiriler almasını bekliyorum.
Kuzey Kore bir korku gösterisinin temel hedefi oldu hep. Bürokratik rejimlerin ABD’nin anti-komünist propagandası için nasıl kullanıldığını hep gördük. Devrimci Marksistler anlaşılması çaba gerektirecek bir pozisyonda kalmıştı çoğu zaman bu konularda. Çünkü bir yandan bu rejimlere emperyalist müdahaleye karşı çıkarken, bir yandan da bu rejimlerin dönüşümünü salık vermek zorundaydılar. Troçki’nin ‘Marksizm’i Savunurken’ yapıtı hem bu politikanın temel taşı oldu hem de bu konuda tüm Stalinist safsataları yerle bir etti. Troçki’nin Nazizm’le işbirliği iddialarına verdiği tokat gibi bir cevaptı. Bürokratik rejimler kendisinden daha gerici tüm siyasi kamplara karşı savunulmalı fakat bu bürokrasiye karşı mücadelede aynı kararlılıkla yürütülmeliydi.
Varşova Paktı’nın dağılması ertesinde gerçekleşen bir sürü tartışma oldu. Bürokratik rejimlerin ne kadar korkunç olduğunun propagandası yapıldı hep. Bu bloğun dağılmasına sevinen avro-komünistler, liberter ve demokratik sosyalistlerin, bu kampların türevi olmaya çalışan Avrupa Troçkizmi’nin bugünlerde nasıl böyle konuştuk dediklerini duyar gibiyiz. Çünkü bürokratik rejimler sınıfsal kazanımların üzerine bir katman olarak inşa edilir. Temel yönelimi küçük burjuvazinin thermidor diktası üzerine kurulu olsa da, dayandığı sınıfsal temel dolayısıyla bu kazanımları kolay kolay tasfiye edemez. Bunu hem ideolojik tarihsellik ve kurumsallık açısından yapamaz hem de kendi çıkarlarına karşı örgütlenmiş, emperyalist kampa muhalefet için üretilmiş bir araç olarak tedavülden kaldırması mümkün gözükmemektedir. Doğu Bloku’nun çöküşü sınıfsal kazanımları da beraberinde götürürken esasında Marksizm’in de mücadelede tutulmuş mevzilerinin bir yüzyıl geriye düşmesine sebep oldu. Bürokratik rejimlerin hatalarını çarpıtmalarla kullanarak tüm suçu Marksizm’e mal eden liberalizmin ideolojik hegemonyasına katkı sağlandı.
Kuzey Kore’de üretilen bürokrasi Stalinizm’in grotesk hali desek yeridir. Tarihine bakarak bunu anlamak daha mümkün olacaktır. Kore yüzyıllar boyunca Çinli, Türk, Moğol ve pek çok istilacının sömürgesi olmuştur. 20 yy.ın başlarında önce korkunç bir Japon işgali geçirmiş, sonrasında ABD’nin bölgeye müdahalesiyle birkaç nesil boyunca sürecek yıkımın kapısı aralanmıştır. Sovyetler tarafından desteklenen Kim İl Sung’un öncelikle fark ettiği şey emperyalizmin doğrudan askeri müdahalesine karşı güçlü bir orduya dayanılması gerekliliğidir. Militarizmin Korecesi yani ‘Songun’ yani ‘önce ordu’ politikası buradan ortaya çıkmıştır. Bugün Kuzey Kore milli gelirinin önemli bir bölümünü orduya yatırıp 10 milyon dolarlık bir yardım için nükleer programını askıya alabiliyorsa bu travmanın Kore halkında yarattığı etkinin nesiller boyu sürmesi temel sebeptir. Yüzde 20’si asker olan bir ülkenin militarizmine yapılacak kesin eleştiriler vardır. Peki, bu gene Kuzey Kore’nin saldırgan biçimde sağa sola füze yollamasına, nükleer silahlara insanlarını aç bırakacak kadar deneme yapıp, dakika başı Japonya’yı tehdit etmesini haklı çıkarır mı? Bunu tartışmak abestir, Küba gibi bir örnek dururken. Kuzey Kore hiç olmazsa Çin ve Rusya’yla rahatça ticaret yapabiliyorken Küba, Doğu Bloku’nun dağılması ertesinde yapayalnız kaldı. Küba’da prokapitalist kırılmalar ve bürokratik kast dolayısıyla pek çok eleştiri yapıyoruz fakat bir gerçeklik var. Küba kendi meşruiyetini sağlam bir birliktelikten alıyor ve emperyalist işgali bu sayede sürekli erteletiyor. ABD’nin asıl korkusu emperyalist işgalin maliyetidir, Küba; Irak gibi içeriden satın alınabilecek kesimlere sahip değildir. Bir Vietnam bile olamaz, çünkü işbirlikçi adada azdır. ABD bu işgalin maliyetini kaldıramayacağını düşünmektedir ve yenilgi hemen hemen kesindir. İşte Kuzey Kore uyguladığı militarizm ve dış politika yüzünden Küba gibi bir örnek ortada dururken Stalinistler tarafından savunulamaz, çünkü kendi içlerinde çelişkiye düşmektedirler.
Songun’un bir devamı var: Juche. Juche’yi icat eden Kuzey Kore bürokrasisi bunu ülkenin kendi kendisine yetebilmesi, tam bağımsızlığın teminatı ve tek ülkede sosyalizmin ideolojik zaferi olarak yorumluyor. Kültür savunusu ve Kore insanının yüceliği vurgusu ideolojinin Marksizm’in sağ yorumunda yer aldığını açıkça ortaya koyuyor. Stalinizm ilk var olduğu dönemde nasıl Rus şovenizmine dayandıysa, Juche de aynı şekilde küçük burjuva milliyetçi bir ideoloji olarak Kuzey Kore’ye özgü bir hali oluşturuyor. Juche, Doğu Bloku’nun dağılmasından sonra daha ileri biçimde Kore’nin gündemine girdi ve iyice sağlamlaştı. Bugün başkent Pyongyang’da bulunan Juche kulesi bunun bir göstergesi. Bu politikanın nelere yol açtığını gördük tarih boyunca. Maoizm’in içinde yer alan Han şovenimiznin, Stalinizm’in artık Sovyet marşından anayasasına kadar yansımış Rus şovenizminin etkileri hep görüldü ve ülkeyi sağcı bir baskıya doğru sürükledi, dünya devrimi perspektifinden koparıp enternasyonalizmi örseledi ve rafa kaldırdı. Kitle temeline dayanmayan bir hal aldı ve işçi demokrasisini yok etti. Bugün Kore 1984’ün yaşayan haliyse bunda parti elitlerinin kendi hâkimiyetlerine büyük bir tehlike olarak gördüğü asgari düzeyde bile işçi demokrasisinin işlememesinin büyük etkisi vardı. Dünyadan kopan bürokratik rejim giderek içine kapandı, kapandıkça daha baskıcı ve küçük burjuvazinin diktatoryasına uygun bir hal aldı. Kuzey Kore bugün bu sürecin tam da içindedir işte. Çünkü iktidarda bulunan nomenklatura kendi ekonomi/politik yönelimini ancak bu şekilde doğrulayabilir ve bu sayede ayakta kalabilir. Bugün dededen toruna ‘Marksist Monarşi’ halini alan Kuzey’in bu halinin sebebi buradadır.
Elbette Kuzey Kore’yi iktisadi ve siyasi yönden analitik eleştiri yollarını kapatacak biçimde basit propaganda görüntüleriyle kötülemek kolaydır, bunu zaten Murdock basını yapıyor. Mesela Kuzey Koreli insanların giysileriyle dalga geçiyorlar 70’lerden kalma diye. Mesela insanların dünya siyaseti denince akıllarına sadece Stalin ve Mao’nun gelmesini acımasızca eleştiriyorlar. Kapitalist demokrasiyi öne sürerek, işçi demokrasisi alternatifini kitlelerin gözünden çekip alıyorlar. Elbette insanların yabancılarla konuşamamasını eleştiriyorlar. İşkence kamplarını, portreler ve heykellere yapılan kişilik kültünü yeniden üreten tapınma ayinlerini gösteriyorlar. Hele bir uydu çekimi dolaşıyor internette bugünlerde. Işık haritası deniyormuş, gece olunca dünyadaki elektrik kullanımını gösteriyormuş. Zavallı Kuzey Kore ufacık bir nokta iken bu ışık haritasında Güney Kore cıvıl cıvılmış! Güney Kore’nin niye öyle olduğunu bilmek ister miyiz peki?
Ülkenin güneyinde de durum ha keza farklı değildir. Bugün Güney Kore’yi bir vaha olarak tanıtanlar, insanların işçi aristokrasisi veya işçi fark etmeden günde 18 saat çalıştığını, tarihi boyunca bütün demokrasi denemelerinin darbelerle ve baskılarla kesintiye uğradığını, ülkede varlığını sürdüren oligarşinin her şeyi piyasalaştırarak krizlerde halkı sefalete sürüklediğini göz ardı ediyorlar. Güney Kore’nin bir laboratuar işlevi gördüğünü bugün kaç kişi gerçekten biliyor? Amerikan misyonerlerinin ülkeyi Hıristiyanlaştırdığını ve ucube dinlerin üretildiğini? Güney Kore’de bu tarihin farklı bir parçasıdır ve o da yıkımın hedefindedir.
Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal durumuyla karşı karşıyayız Kore yarımadasında. Bazılarının dediği ‘hiç olmazsa Amerikan işgali bu durumu düzeltir’ lafına gülüyoruz elbette Afganistan gibi bir örnek dururken. Devrimci Marksistler olarak bu tür bir saldırganlığa karşı Kuzey Kore’yi savunacağız. Peki, bölgeyi nasıl bir gelecek bekliyor?
Küba’da kastrizmin bürokratik krizi sonucu kapitalizme yönelişin etkileri görüldü. Kuzey Kore ülkenin kuzeyinde yeni bir sanayi bölgesi açarak burayı uluslararası yatırımlara uygun hale getirdiğini ilan etmişti seneler öncesinde. Çin’in yolunda olduğunu söylemek mümkün Kuzey Kore’nin. Bürokratik rejim kendisini korumak için baskıyı gevşeteceğe benzemiyor fakat kapitalizme yönelişini durduracak gibi de değil. Ülkenin bir sonraki halini de biliyoruz: Rusya’ya dönecek Kuzey Kore. Rusya’da hâkim olan bürokratik kast, Lubyanka kliği gibi kapitalizme tam bir dönüşüm geçirebilir Juche’yi kullanarak. Çünkü içine girdikleri krizin sınıfsal çıkarlarına uygun olarak sunduğu tek çözüm budur. Dünyada devrim perspektifini yitirmiş bir ülke olarak Kuzey Kore’nin acılarını görmeye devam edeceğiz. Umutlarımız hala taze, Kuzey Kore küçük burjuva elitlerin yönettiği bir ülkeden çok işçi demokrasisinin işlediği enternasyonalist perspektife sahip bir ülke olarak dönüşebilir. Bu ancak bölgede devrimci ayaklanmalarla gerçekleşebilir. Güney Kore ve Japonya’da gerçekleşecek bu tür devrimler Kuzey Kore bürokrasisinin işçi demokrasisini rafa kaldırmak için halk nezdinde sürekli öne sürdüğü ‘Emperyalizm’ bahanesini ortadan kaldırabilir. Biraz geç bir hedef değil mi bu söylediklerim? Eh biz zaten imkânsızı istemiyor muyduk?..
( http://www.red.web.tr )
insanlar küfür ve hakaret olmadığı sürece istediğini yazar, istediği yazıyı paylaşır. burası senin özel mülkiyetin mi? sen git kendin çal kendin oyna.
http://www.ulusalkanal.com.tr/adini-gizleyen-zenginler-kim-makale,1251.html