İki Ayrı Türk Ulusu mu? (Cemil Gündoğan )

Referandum sonuçları üzerine birhayli yorum yapıldı. Bazen önemli bazen de çok sıradan konular, referandum kamplaşmasının yarattığı duygusal kutuplaşma içinde hararetle tartışılıp büyük ölçüde tüketildi. Bugün, söz konusu kamplaşmadan biraz daha sıyrılmış olarak tartışabileceğimiz bir ortama girdiğimizi varsayabiliriz. Bu varsayımdan yola çıkarak, referandumun ve onu takip eden tartışmaların daha da belirginleştirdiği ve önümüzdeki orta ve uzun dönemde kaderimizi etkileyeceğini düşündüğüm bazı eğilimlere ve değişim faktörlerine değinmek istiyorum.

Giriş

Referandum sonrası tartışmalarda yapılan en önemli analizlerden biri, Türkiye’nin üçe bölünmüş olduğu yolundaydı. Bazıları, durumu Türkiye’de “üç ulus” oluştuğu yolunda bir formülasyonuyla dile getirdiler: Eveçiler,Hayırcılar ve Boykotçular ulusu. Referandumla ortaya çıkan haritayı görmeden evvel yazılsaydı birçoklarına absürd gelebilecek olan bu tespit, bugün birçok insana pek de tuhaf bir düşünce olarak görünmüyor.

Peki bu topluluklar gerçekten de birer ulus oluşturuyor mu?

Kanımca Boykotçu’larla kastedilen Kürtler dışındaki iki topluluğa bağımsız bir ulus muamelesi yapmak için henüz erkendir. Ancak anılan kümeleşmelerin, asli bazı toplumsal, kültürel, coğrafi, politik ve psikolojik farklılıklarla örtüşüyor olmaları, bu toplulukların birer ulus oluşturabilmek için gerekli olan bazı dinamiklere sahip olduklarını gösteriyor. Ama gelecekte bağımsız bir ulus oluşturup oluşturamayacaklarından bağımsız olarak, böylesi toplulukların ortaya çıkmış olmasının bizzat kendisi orta ve uzun vadede ilginç gelişmelere yol açabilecek niteliktedir. Bu yazıda anılan toplulukların oluşumuna katkıda bulunan faktörlere değinecek, yazının ikinci bölümünde ise söz konusu ayrışmaların siyasi fırsat yapıları noktasından Kürt hareketine sunduğu imkan ve problemleri ele almayı deneyeceğim.

Tanım

İşe bu topluluklara verilen adlardan başlayalım. “Evetçi”, “Hayırcı” ve “Boykotçu” adları problemlidirler; çünkü toplulukları değil, onların özel bir andaki davranışlarını tanımlamaktadırlar. Sözü edilen topluluklar, aşağıda ele alınacağı üzere, tesadüfen oluşmuş, geçici veya bir tek eylemle sınırlı kümeleşmeler değildirler. Bazı sosyal, kültürel, psikolojik farklık ve çekişmelerin görece homojen bir coğrafi ayrımla buluşmasıyla meydana gelen oluşumları ifade ederler. Dolayısıyla tanımlamanın da bu niteliklere uygun düşmesi gerekiyor.

Benim önerim, ayrışmanın kendini dışa vurduğu halkalar olan kültüre ve coğrafyaya göndermede bulunan bir tanımlama yapmaktan yanadır. Bu bakış açısıyla Evetçilere, Asyatik Türkler; HayırcılaraAvrupai Türkler; ve Boykotçulara da Kürtler adını vereceğim. Buradaki Asyatik ve Avrupai terimleri, coğrafi aidiyet üzerine kurulu özcü tanımlamalar değildirler. Belli toplumsal ve strüktürel statü ve pozisyonların belli kültürel çerçeveler içindeki kimliksel ifadesidirler. Bunlardan birincilerin merkez aksını Türk-İslam sentezi oluşturur, ikinciler, Kemalist projenin modernist yüzünce (“Cumhuriyet çocukları”) belirlenirler.

Ama bu özel açıklamanın bile yaptığım tanımların bütün sorunlarını ortadan kaldırmadığını biliyorum. Çünkü hadise kültürle sınırlı olmadığı halde tanımlar daha çok kültür-coğrafya ikilisi üzerinden hareket ediyorlar. Dolayısıyla konunun diğer boyutlarıyla ilgili doğrudan bir şey söylemedikleri gibi, bazen ters görüntülerin oluşmasına da yol açabiliyorlar. Mesela, tanımla ima edilenin tersine, referandumda hayır oyu kullanan grup sadece Avrupai Türklerden oluşmuyordu. Keza, Evetçilerin tamamı da Asyatik Türklere mensup değildi. Tıpkı bunun gibi, ne bütün boykotçular Kürttü, ne de bütün Kürtler boykotçu. Ama bir tanımın, tanımladığı şeyle olan ilişkisinde bu tür problemler görülmesi olağandır. Önemli olan, tanımların, tanımladıkları şeyin çekirdeğini ve ana doğrulutusunu yansıtabilmeleridir. Bu gerçeği hatırlamak kaydıyla, daha iyi alternatifler çıkıncaya kadar yukarıdaki tanımları kullanmakta bir sakınca yoktur.

Kürt-Türk Ayrışmasından Sonra Avrupai ve Asyatik Türklerin Ayrışması

 

Tanımlarla ilgili bu zorunlu açıklamadan sonra, anılan toplulukların barındırdığı uluslaşma potansiyellerine ve dinamiklerine gelirsek, söze, bu gruplaşmaların sınıfsal bir ayrışmaya tekabül etmediklerini belirterek başlayabiliriz. Gerçi başlangıçta tamamıyla sınıfsal ayrılıklara tekabül eden bazı ayrışmaların bile bazı özel koşullar altında ulusal ayrışmalara doğru evrildikleri görülmüştür. Özellikle de toplumsal işbölümünün genel hatlarıyla etnik bölünmeye denk düştüğü, yani belli etnik grupların belli iş veya statülerle tanımlanabilir olduğu koşullar altında. Fakat bizim örneğimizde durum böyle değildir. Referandum öncesinde özellikle Evetçi cepheden gelen ve Evetçilerle yoksulları eşitlemeye çalışan girişimler, gerçeği yansıtan belirlemelerden ziyade, Evet oylarını arttırmaya yönelik popülist propagandalardan ibaretti. Gerçekte, her üç toplulukta da her toplumsal kesimden insanlar vardı. Hatta yoksulluğu, bu propagandanın ima ettiği biçimde, mali ve fiziki sermayeye olan uzaklıkla tanımlarsanız, bu tanımın en çok Boykotçulara uyduğunu bile söyleyebilirsiniz. Fakat gerçek olan, üç gruptan da toplumun her katmanına ait insanların bulunmasıdır ve bu durum, ayrışmanın diğer uygun koşullarla birleşmesi durumunda ulusal ayrışmalara evrilmesini kolaylaştıracak bir özelliktir.

Ayrışma “Ortak Menfaatler”e dayanmaktadır

İkinci olarak her bir grubu oluşturan bazı “ortak menfaatler”in seçilebilir durumda olduklarını söyleyebiliriz. Buradaki menfaat tanımlamasının illa ki maddi menfaatler bağlamında anlaşılması gerekmez. Sosyal, kültürel ve sembolik sermayeyi de bu menfaat sepetinin içinde düşünmeliyiz. Bu açıdan bakıldığında üç topluluğun da topluluk olarak varlığını sürdürmesi durumunda elde edeceği veya elde etmeyi umduğu kazançlar söz konusudur. Burada ummak kelimesine dikkat çekiyoruz; zira bazı durumlarda somut bir kazançtan çok bir kazanma umududur bir topluluğu harekete geçiren.

-Avrupai Türklerin “Ortak Menfaat”leri

Avrupai Türkler düşünüldüğünde kazanç’la ilgili akla ilk gelen, genellikle, sahil bölgelerinin dayandığı turizm sektörünün İslamcı bir Türkiye’yi kaldıramayacağı yolundaki tez oluyor. Bu tez kısmi bir gerçeği yansıtsa da sorun kesinlikle sektörel değildir. Avrupai Türkler açısından temel sorun, Cumhuriyetin kuruluşundan beri ellerinde tuttukları iktidarı Asyatik Türklere karşı korumakla ilgilidir. Fakat değişen toplumsal, siyasal ve iktisadi güç dengeleri, Avrupai Türkleri iktidarın zirvelerinden aşağıya doğru itelemektedir. Bir süredir belirginleşmiş olan bu süreç, Hükümet kanadının, Ağustos ayındaki Yüksek Askeri Şura toplantısından çıkan üst düzey komutanların terfileriyle ilgili önerileri kısmen reddettiğinde Asker kanadının bu hamleye eşit ağırlıkta bir cevap veremeyeceğinin anlaşılmasıyla yeni bir aşamaya girmiş oldu. Referandum, güç dengesinde ulaşılan bu yeni aşamanın halk nezdinde tescil ettirilmesi girişimiydi ve başarıyla sonuçlandı. Söz konusu değişim ve dönüşüm, bütün alanlarda aynı hız ve nitelikte olmamakla birlikte (yargı ve Ordu gibi alanlarda görece yavaş, ekonomi, sivil hayat, Polis, medya ve bürokrasi alanlarında oldukça hızlıdır) Referandumdan sonra daha da hızlanmıştır.

İktidardan alaşağı edilmekte olan Avrupai Türklerin önünde iki yol vardır: Asyatik Türklerle uzlaşarak pozisyonlarını korumaya çalışmak veya onlarla mücadele etmek. Bireysel planda her iki yolu tutanlara da rastlıyoruz. Topluluk olarak nasıl davranılacağı ise içeriyi ve dışarıyı kucaklayan çok daha geniş bir bağlam içinde yapılacak değerlendirmelere bağlıdır. Topyekün savaş stratejisinden taktik uzlaşmalar içeren stratejik çatışmaya, taktik çatışmalarla karakterize olan stratejik uzlaşmadan tam teslimiyet çizgisine kadar bir dizi seçenek gündeme gelebilir. Şimdilik bu seçeneklerden herhangi birinin Avrupai Türklerin tamamını kucaklayan bir politikaya dönüşmüş olduğunu söyleyemiyoruz. Doğu Perinçek ekibinde ifadesini bulan topyekün savaş stratejisini önerenler de var, eski solculuktan gelme liberallerde sıkça gözlediğimiz tam teslim oluş tavrını benimseyenler de. Avrupai Türklerin arka plandaki orkestra şefi durumundaki Ordu ise PKK ile savaşta iktidarsızlık problemi çıkaracak ölçüde çeteleşmiş olduğu ve dış koşulların uygunsuzluğu gibi nedenlerle istikrarlı bir çizgi tutturamıyor. Taktik uzlaşmalar içeren stratejik çatışma ile taktik çatışmalarla karakterize olan stratejik uzlaşma arasında gidip geldiği izlenimi veriyor. Böyle olmakla birlikte Avrupai Türkler arasında direnmekten yana olan kesimlerin belli bir katılaşma eğilimine girdikleri de gözden kaçmıyor. Bu son nokta ciddiye alınmalıdır.

Uzun vadeli bazı etkiler yaratacağı anlaşılan bu katılaşma nedensiz değildir. İktidarı kaybedenlerin, anılan kayıptan duydukları hayalkırıklığı ve hırçınlık, bu nedenlerden biridir; fakat Asyatik Tükiye propagandistlerinin inanmak istediklerinin tersine tek neden değildir. Yaklaşık 100 yıllık iktidar açlığı ve değişen nüfus haritasına ilaveten Asyatik Türklerin zihin dünyasını oluşturan Türk-İslam sentezine dayalı mutlakiyetçiliktir asıl sorun. Çünkü bu halita, iktidardan uzaklaştırılanların normal yollarla yeniden iktidara gelebilme umutlarını kırmaktadır. Avrupai Türklerin bir zamanlar istedikleri gibi oynayarak ve planlayarak yeni bir ulus kurmaya çalıştıkları nüfus, bir bomba olarak kendi ellerinde patlamıştır. Türk-İslam sentezinin çekirdeğini oluşturduğu değerler sistemi üzerine kurulu aidiyet bağlarını bastırabilecek yeni aidiyet biçimleri ve birimleri icat edilinceye kadar Avrupalı Türklerin normal yollardan iktidara gelme şansı çok azalmıştır. Asıl bu noktadaki umutsuzluklardır yeni oluşumları tetikleyen. Avrupai Türklerden oluşan bir ulus tahayyülü, bu türden yeni bir aidiyet tanımlaması girişimi olarak da okunabilir.

Öte yandan, iktidardan edilen kesimler, hala Türkiye’deki fiziki, mali, sosyal, kültürel ve sembolik sermayenin önemli bir bölümünü ellerinde bulundurmaktadırlar. Yeni bir ulusun oluşum dinamiklerinden biri işte buradaki çelişkide yatmaktadır: Gücün var; fakat asla iktidar olamayacaksın! Gerçek veya algı, Avrupai Türklerin bir kısmına dünya bugün böyle görünüyor. Ve bu da iktidar yollarını açacak yeni toplumsal birimlerin tahayyül edilmesine verimli bir zemin sunuyor. Ulus, bu türden bir toplumsal birimdir.

Bu şekilde düşünen Avrupai Türkler için denklem olabildiğince sadedir: Samsun’dan Adana’ya çekeceğiniz bir çizginin doğusuna düşen bölgeler iktisaden verimli değildirler. İşadamı jargonuyla söylersek, bu bölge, değil yatırım yapmak, reklam vermeye bile değmez. Ama öte yandan iktidarın Asyatik Türklere geçmesini mümkün kılan oy deposu da yine bu bölgede bulunmaktadır. Şu halde, diye devam ediyor arguman, rantabl olmayan bir bölgeyi iktisaden sırtımızda taşıdığımız yetmiyormuş gibi bunların iktidarı elimizden alıp başkalarına vermelerine de sebep oluyoruz! Kendi ayağına kurşun sıkmamaya karar veren Avrupai Türkün argümanı, işte bu noktada Samsun-Adana hattının doğusundan kurtulmayı göze alan bir strateji spekülasyonuna kapı aralıyor.

Peki Avrupai Türkler bu kapıdan geçerler mi?

Bu sorunun cevabı sadece yukarıda özetlenen argümandan kalkılarak verilemez. Bir kez daha, dış etkenler de dahil olmak üzere daha geniş kontekstte olup bitenlere bakmamız gerekir. Ayrıca bu yolla bulunacak cevapların statik olmayacakları da bilinmelidir. Nitekim böyleleri dün de vardı, ama bu tür önerilerden ciddi bir politik seçenek çıkmadı. Örneğin, neo-liberalizmden hareket eden, fakat ağır dozda faşizan öğeler içeren görüşleriyle tanıdığımız Libaral Parti’nin başkanı Besim Tibuk gibilerinin 1990’ların başlarında dile getirdiği “ver kurtul” böyle bir şeydi ve bir fantaziden ibaret kaldı. Kanımca böyle olmasının temel nedeni, o gün böyle bir düşünceyi besleyebilecek sosyal bir zemnin yokluğu ile konunun Kürtlerle sınırlı kalmasıydı. Bugün ise böyle bir sosyal zemini besleyebilecek bir toplumsal ayrışma yaşanıyor ve konu, Kürt sorununa ilaveten Asyatik Türklerden kurtulmanın bir yolu olarak gündemleşiyor. Asyatik Türkler, hayatı Avrupai Türklere zehir ettikçe bu türlü düşünen insanların sayısı artacaktır. Dünün fantazisini bugün ciddi bir tartışma konusu haline getiren şey, denklemdeki bu değişimdir. Bu, Kürt hareketi bakımından da değişik siyasi fırsat yapılarının doğması anlamına geliyor.

-Asyatik Türklerin “Ortak Menfaat”leri

Asyatik Türklerin “ortak” menfaatlerine gelince bunlar çok somuttur: İktidarın elde tutulması. Başkaca bir şey eklemek gerekmez. Bu hedef, onları, kendi dışındaki gruplarla bazen uzlaşmaya, bazen de çatışmaya götürecektir. Kiminle ilgili olarak hangi olasılığın ne zaman öne çıkacağı ise çok daha geniş bir kontekstin tayin edeceği bir sonuçtur. Bu stratejilerinde şu ana kadar elde ettikleri en önemli başarılardan biri, bazı kürt milliyetçileriyle (örneğin TRT-6’yla yaratılan kanalı düşününüz) bazı liberal Türk solcularını kendi arka bahçelerine dönüştürebilmiş olmalarıdır.

-Kürtlerin “Ortak Menfaat”leri

Kürtlere gelince, onların “ortak menfaat”leri, bugün, ana gövde itibarıyla, mümkünse bir otonomi, değilse bir ademi merkeziyet talebinde belirginleşmektedir. Bu talebin önümüzdeki dönemde giderek daha geniş kesimlerin ilgi alanına gireceğini sanıyorum. Bunun temel nedeni, şimdiye kadar Türklerle Kürtlerin bir arada yaşamalarını mümkün kılan koşulların son birkaç onyılda birhayli aşınmış olmasıdır.

Mensup olduğu toplumsal, dinsel, dilsel aidiyet ne olursa olsun sıradan Kürt, bir sabah uyandığında, sadece Kürt olduğu veya başkaları tarafından öyle tanımlandığı için komşularının saldırısına uğrayabileceği duygusuna kapılmaya başlamıştır. Bir kez bu duygu oluştuğunda, soykırım çalışmalarından tanıdığımız o meşhur kör döngü girer devreye: Kendini tehdit altında hissedenin kendini güvenceye almaya yönelik her girişimi, sürdürülmekte olan şoven ve ırkçı politikaların da katkısıyla, ötekinin “bölücülük”, “ayrılıkçılık” ve “terörizm”le ilgili kuşkularını kamçılar; ötekinde kamçılanan kuşkular, berikindeki güvensizlik duygusunu derinleştirip korunma güdüsünü daha da keskinleştirir. Böylece birinci döngü tamamlanmış olur. Ama bu arada hiç bir sorun çözülmediği için daha yüksek bir tansiyon eşliğinde yeni bir döngü başlar ve süreç bu şekilde bir spiral halinde ilerlemeye devam eder.

Kürtler arasında “ortak menfaati” yaratan en acil faktör, sıradan Kürt insanının yakıcı biçimde hissettiği bu güvenlik sorununun varlığına ilaveten, bu sorunun merkezi devlet tarafından çözülebilir olmaktan uzaklaşıyor olmasıdır. Kör spiralin pogromlar ve soykırım noktasına ulaşmasını engelleyebilecek tek şey, Kürtlerin bağımsız bir devlet kurmaları seçeneğini bir kenara bırakırsak, devletin bu sprirali berhava etmesidir. Bu ise devletin demokratikleşmesini gerektirir. Bunun dışındaki her adım, sadece ve sadece spiralin daha gergin ve daha hızlı dönmesine yol açar, o kadar.

Ne var ki Türk devletini ele geçiren Asyatik Türklerin mutlakiyetçi zihniyeti böyle bir demokratikleşmeye el vermemektedir. Gazeteci Ahmet Altan’ın en gözalıcı ve dokunaklı örneklerini sunduğu “sünni Türk çoğunluğun artık demokrasiyi istediği” iddiası, taşıdığı özcü tını bir yana, şimdilik maalesef sadece bir temenniyi veya konformizimi dile getirmektedir. Gerçekte ise Asyatik Türklerin Kürt sorununda Avrupai Türklerden farklı düşündüğünü gösteren herhangi bir belirtiye rastlamış değiliz. Yapılan veya yapılıyormış havası verilen işlerin tamamı, Kürt hareketini tasfiyeye yönelik girişim ve operasyonlardan ibarettir, ki büyük bölümü Orduyla paralel biçimde sürdürülmektedir. AB müktesebatına uyuyoruz adı altında yapılan ve topluma büyük demokratikleşme hamleleri olarak yansıtılan işlerin ezici çoğunluğu ise Avrupai Türklere karşı iktidar mücadelesinin zorunlu kıldığı adımlardan ibarettir. Bunları, Asyatik Türklerde Kürt meselesine ilişkin biz farkında olmadan gerçekleşmiş bir zihniyet değişikliğinin sonuçları olarak sunmak, ne yazık ki olguların desteklediği bir iddia olamıyor. AKP’nin kendisinin yaptırdığı anket çalışmasında bile Referanduma sunulan anayasa değişikliğine, bu değişikliğin Kürt sorununun çözümünü kolaylaştıracağını düşünerek Evet diyen AKP’lilerin oranı % 2,4 dolayında çıkmıştır. Bu rakamın yapılan propagandayı doğruladığı nasıl iddia edilebilir? AKP’ye oy veren bazı Avrupai Türklerle (daha çok liberal ve sol liberal Türkler) bazı Kürt milliyetçilerinin (bazı PKK muhalifi Kürt milliyetçileriyleTürk metropollerinde yaşayan bazı PKK sempatizanı Kürtlerin) de bu rakamın içinde olduğu düşünülürse durumun vahameti daha iyi anlaşılır. Referandum öncesi dönemde demokrasi şampiyonluğu yapan başbakanın Referandumu kazandıktan sonra ‘Ne anadiliymiş lan!’ tonunda nutuk atması, işte bu tablonun ifadesidir.

Kısacası, Asyatik Türklerin demokrasiden anladığı, iktidar olma ve iktidarda kalabilme imkanlarını garantiye almakla ilgilidir. Mecbur kalmadıkça bu sınırın dışına çıkmamak konusunda da birhayli istikrarlıdırlar. Hal böyle olunca devlet, kör spirali berhava etmek bir yana, bizzat o spiralin kaynağı olmaya devam etmektedir. Ve bu durum, şimdiye kadar Kürt taleplerine ilgisiz kalan Kürtleri de giderek artan biçimde otonomi taleplerine daha fazla kulak kabartır hale getirmektedir. Türkiye’deki Kürt hareketinin günümüzdeki temel dinamiği bazılarının sandığı gibi dilsel veya kültürel nitelikli değildir. Daha acil ve belirleyici olanlar, burada anlatılan türden dinamiklerdir. Dilsel ve diğer kültürel faktörler, Kürt sorunuyla ilgili neredeyse her şeyin içinde ifade edildiği çerçeve olarak anlamlıdırlar. Ama bu tür konuların analizi başka bir yazıyı gerektirir.

Özetlersek, anılan üç topluluğun da bazı “ortak menfaat”lerinden söz edebilecek durumdayız. Öte yandan “ortak menfaat”in büyük ölçüde ideolojik bir kurmaca olduğunu bildiğimize göre, buradan, anılan gruplar içinde belli elitlerin veya toplumsal kesimlerin hegemonik bir pozisyonda oldukları sonucu çıkar, ki konumuzla bağlantısı yönünden ele alındığında, bunun ulusal bir oluşumun gerçekleşmesi bakımından çok öneml bir koşul olduğu söylenebilir.

Ayrışma kültürel-etnik farklılıklara oturma eğilimindedir

Anılan ayrışmalarla ilgili üçüncü önemli husus, bunların bazı kültürel farklılıklarla paralellikler gösteriyor olmalarıdır. Bu paralellikler en az iki noktada gözlenebilir durumdadırlar:

İlk nokta, yaşam tarzlarıyla ilgilidir. Avrupai Türkler Cumhuriyetin modernleşme projesine uygun “modern bir yaşam tarzı”ndan yanayken, Asyatik Türkler daha muhafazakar, daha “Türk-islam”cı bir yaşam tarzından yanadırlar. Bu yaşam tarzlarının ne olduğu, bunları savunanların bu tanımların içini nasıl doldurdukları, bu tanımlarla ilgili olarak tarafların kendi içlerinde bir konsesus bulunup bulunmadığı gibi konular tartışmalıdır, ama bütün bunlar, ilgilendiğimiz konu bakımından henüz sonucu değiştiren faktörler değildirler.

İkinci nokta, etnik farklılıkla ilgilidir. Anılan toplulukları oluşturan insan malzemesi etnik olarak da bazı farklılıklar içermektedir. Referandumla ortaya çıkan haritaya göz atarsak görürüz ki, son iki yüzyılda Anadolu’ya göç etmiş veya “mübadele”yle ge(tiri)lmiş Rumelili ve Kafkas topluluklar, yani popüler adıyla “Muhacirler”, ağırlıkla Avrupai Türklere meylederken, eskiden beri Anadoluda yerleşik olan gruplar Asyatik Türklere meyletmişlerdir. Muhacirler arasında etnik planda Türk olmayan birçok grubun varlığını bildiğimize göre, muhacir/yerli ayrımının sadece coğrafyayla ilgili kültürel bir ayırım olmadığını, aynı zamanda etnik bazı boyutlar içerdiğini de söyleyebiliriz. Kaldı ki Rumeli’den gelen Türk gruplarla Anadolu’daki Türk gruplar da kültürel planda belirgin ayrılıklar gösterirler. Fakat Kemalist modernizmin gözleri kamaştıran entegrist parıltısı, muhacirlik fenomeninin bu boyutunun görülmesini uzun süre engellemişti. Bazı iddialara göreyse, bu, iktidarın Muhacir karakterinin gözlerden kaçırılabilmesi için gerekli ideolojik bir amelyeydi. Ama durum ne olursa olsun, kendisi de muhacir bir aileye mensup olan Cem Uzan’ın liderliğindeki Genç Parti’nin Marmara ve Ege bölgelerinde açık biçimde muhacirlere dayanan bir örgüt kurmasıyla farkedildi ki, Kemalist projeninin şaşaası bu ayrımı yok etmeye yetmemiştir ve muhacirlik, post-modern dönemin yerel kimliklere yeni alanlar açan dünyasında Türk siyaseti içinde bir faktör olarak kendini hissettirecektir. Genç Partinin birçok bakımdan özel bir parti olduğu düşüncesinden yola çıkarak, buradaki çakışmanın tesadüfi olduğuna hükmeden veya buna inanmak isteyenler kaldıysa, muhtemelen Referandum sonuçlarından sonra bunun pek doğru bir düşünce olmadığını fark etmeye başlamışlardır. Muhacirlik, geçici bir fenomen değildi ve bugün her zamankinden daha fazla politize olmaktadır. Ve ulus, etnik ilkeyle politik ilkenin çakışma noktalarında boy verir.

İki Ayrı “Vatan” mı?

Nihayet sonuncu önemli faktöre geliyoruz: Avrupai ve Asyatik Türkler, eğer ulusla ilgili terminolojiyi takip ederek söyleyecek olursak, kendilerine ait ayrı ve kompakt toprak parçaları üzerinde yaşamaktadırlar. Bir diğer deyişle bu gruplar sadece kültürel ve politik olarak değil, mekansal olarak da ayrışmışlardır. Referandum haritasına baktığınızda bu farklı mekanların oluşturduğu iki “vatan”ı seçmekte zorlanmazsınız. Sahil Türkiyesi’nin, Asyatik Türklere mensup medyanın kırmızıya boyamayı tercih ettiği toprakları ile iç Türkiye’nin maviye boyanmış toprakları. Yukarıdan beri anlatılan farklılıkların oluşturduğu kokteyli bir dinamite dönüştüren şey, işte bu “vatan”sal ayrışmadır.

İki Türk Ulsu Mümkün mü?

Yukarıdaki özet, Türkler arasında son birkaç onyılda meydana gelen bölünmelerin geçici, eyleme bağlı, yüzeysel vb. olmayıp toplumsal, kültürel, politik ve psikolojik nedenlere dayanan bir ayrışma olduğunu ortaya koyuyor.

Peki bu ayrılıklardan iki ayrı Türk ulusu çıkar mı?

Soru garip kaçabilir, ancak yeterince gerçekçidir. Hamaset yapılarak geçiştirilemeyecek kadar da ciddidir. Altında bu kadar kapsamlı ve derine giden nedenlerin bulunduğu ayrışmaların ayrı uluslara doğru yol almaları, bu ayrılıkları politize edecek bir projenin varlığına, proje sahibinin projesinin realizasyonu için ödemeye hazır olduğu bedele (ki sorundan muzdarip olma düzeyiyle yakından ilişkilidir) ve göstereceği ferasete, ayrışma sonucu elde edileceği umulan kazancın büyüklüğüne, nihayet iç ve dış kontekstin bu projenin sahibine sunacağı fırsatlara bağlıdır. Bazen bunların sadece bir kısımı olumlu veya yeterlidir, diğerleri karşıt yönde işler; o zaman proje yarı yolda kalır: Bazen de sayılan bütün faktörler bakımından işler yolunda gider; o zaman da ortaya nur topu gibi yeni bir ulus çıkar. Kıbrıslı Türkler arasındaki son birkaç onyıldır şahit olduğumuz ayrışmalar birincisine, Arap toplulukları arasındaki ayrı devletlerle neticelenen farklılıklar ikincisine örnektirler. Ya da daha yakın bir örnek olarak Irak Arapları arasında şu sıralar olup bitenlere bakılabilir.

Cevabın bu kadar değişik ve geniş alanlara yayılmış faktörlere ve değişkenlere bağlı olması, konu hakkında kolay bir kestirimi olanaksız kılmaktadır. Ama böyle olması, onu göz ardı etmemizin gerekçesi olamaz. Çünkü ortaya çıkan ayrışma ve kümeleşmelerin geleceğine dair belirsizlikler, bu ayrışmaların, bugün, Türkiye’deki siyaset sahnesini yeniden şekillendirmekte olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor.

Yeni Durumlar, İmkanlar, Sorunlar

Siyaset sahnesinde, yukarıda özetlenen ayrışmalarla bağlantılı birçok şey değişti veya değişiyor. Bütün bunlar, muhalif siyasetin de yeni duruma uygun fikri, stratejik ve taktik değişiklikler yapmasını gerekli kılıyor. Özellikle de Kürtlerin, Türk solunun ve Alevilerin konu üzerinde uzun uzadıya düşünmeleri ve tartışmaları gerekiyor. Çünkü eski bazı kavramlar ve bakış açıları yeni durumu izah etmede ve ona uygun çözümler önermede yetersiz kalabilir. Örneğin yeni “efendi”lerimiz artık Avrupai Türkler değil, Asyatik Türklerdir. Bu, önemli bir değişmedir. Bu değişikliğe rağmen, Kemalist modernleşme projesinin sahiplerini “efendi” olarak kabul etmek üzerine kurulu bir politik strateji, örneğin Kürtlerin mevcut stratejisi, duruma cevap verebilir mi? Meselenin bu boyutunu bir sonraki yazıda ele alacağım.

23-10-2010

Cemil Gündoğan

cemil_gundogan@yahoo.se

One comment

  1. Kemalistler’in, Osmanlı döneminde İslâm’ın kişi üzerinde bir baskı aracı olarak kullanılmasına duydukları tepki sonucu, dini yalnızca bir vicdan meselesi şeklinde görmelerinin yanlışlığına işaret eden Ş. Mardin, bunun sonucunda oluşturulan katı laiklik anlayışının toplumda yarattığı boşlukları Kemalizm’in dolduramadığına dikkati çeker ve haklı olarak, bu tutumun doğurduğu tepkinin Türkiye’de -laik-Müslüman- iki ulus yaratma tehlikesine kapı açtığını belirtir. Özellikle 1980’ler sonrası Türkiye’de İslâm merkezli tartışmalar, bu bölünmenin pek de hayal ürünü olmadığını göstermektedir.

    (Ahmet Yaşar Ocak – Türkler, Türkiye ve İslam)