İçimizdeki Hapishane
“Ses duvarı” vardır, “ağlama duvarı” vardır, peki “acı duvarı” diye bir şey duydunuz mu? Duymadınızsa, Aytekin Yılmaz’ın İçimizdeki hapishane-Labirentin Sonu (İletişim Yayınları, 2003) kitabını okuduğunuz zaman “acı duvarı”nı tanımış, öğrenmiş olacaksınız. Ama “acı duvarını” aşamayacaksınız, peşinen söyleyeyim. Acının duvarı önünde çaresizlik ve şaşkınlıkla donup kalacaksınız, duvarların gerisindeki genç devrimcilerin acısıyla kavrulacaksınız, öfkenizi nasıl boşaltacağınızı bilemeden kıvranacaksınız. Kitabın “aleyhinde” söylediğim bunca lafa rağmen ısrar ediyorsanız okumakta, bu sizin bileceğiniz iş, günah benden gitti. Buyrun “acının duvarlarından” içeri öyleyse.
İktidar Paylaşımı
“Uzun süren bir direnişin ardından birçok hak alındı. Artık idare kapısından bu tarafa sol örgütler bakıyor, gardiyanlar kapıları açıp kapamanın dışında bir şeye karışamıyor. Cezaevinin iç yönetimi örgütler eline geçti. İşte her şey o zaman başladı. Hapishane içinde yeni hapishaneler kuruldu. Her örgüt kendi koğuşunda iktidar alanı oluşturdu. Daha değişik anlatımla ‘kurtarılmış alan’ denilen alanlar yaratıldı.” (s.32)
Yani cezaevinde “devrim” olmuş, devlet hapishanenin içinden kovulmuştu. Daha doğrusu devlet, aynı, kapitalistlerin, I. Dünya savaşının ardından Rusya’da patlak veren devrimden sonra yapmaya karar verdikleri gibi, bu iktidar alanından çekilmeye, oraları, kendisiyle mücadele halindeki örgütlere bırakmaya karar vermişti. Bunu yaparken, uzun vadede kârlı çıkacağını biliyordu elbette. Şimdi sıra, örgütlerin “tek cezaevinde sosyalizm” uygulamalarındaydı, yani devletin yerini alan örgütlerin, yeni bir “karşı devrim”i başlatmalarında.
“‘Bağımsızlar’dan kaçıp idareye sığınan arkadaşların durumu beni çok etkiledi. Son üç yıldır bu cezaevinde zor günler yaşadılar. Mekân olarak kaldıkları blok yukarı ve aşağı kısmın orta yerinde; aşağı kısmında biz Kürt tutsaklar, yukarı kısmında da Türk sol grupları kalıyor. Bazı arkadaşlardan dinlemiştim. ‘Bağımsızlar’ın koğuşunun iki kısım arasında olması cezaevi idaresinin tercihiymiş, idarenin birçok hesabı varmış böyle olmasında. ‘Bağımsızlar’da kalan arkadaşlara sorarsanız örgütleri de katıyorlar bu hesaba. ‘Biz iki kısmın arasına sıkıştırıldık. Her iki taraftan da baskı altındayız’ diyorlar.” (s.34-35)
İdarenin hesabı açıktır. Örgütlerden kopmuş devrimcileri, örgütlerin baskısı altında bırakıp, kendilerine sığınmalarını kolaylaştırmak. İdarenin bu hesabının en büyük yardımcıları ise, örgütlerdir. Çünkü onlar artık, idareden çok, kendi içlerindeki mücadeleyle, “bağımsızlar”la ilgilidirler. Hapishane içi iktidarlarını ancak, onları baskı altında tutarak ya da idarenin kucağına atarak koruyabilirler. Böylece idare de, can derdine düşüp kendine sığınan çok sayıda “hain”e sahip olmuş olur. “Sonraki günlerde bağımsızlar topluca sevk isteminde bulundular, sevkler kabul edilmedi. İdare artık normal sevkle kimseyi göndermiyordu, idareye sığınıp ‘can güvenliğim yoktur’ demen lazımdı.” (s.40)
Peki ya, “hapishane içinde hapishanenin” kapanına sıkışan devrimcilerin kaderi! Bu, idarenin umurunda değildir. Hatta, örgütlerle girdiği gizli konsensüsün sonucu, onların kaderini örgütlerin eline bırakmıştır.
“‘Bağımsızlar’da kalan diğer tutsaklarda bir panik var. Anlatılanlara bakılırsa Mehmet zorla götürülmüş. Hücresine girilmiş ve hemen hazırlanması söylenmiş. On kişilik bir grupla gidilmiş. Kapı, dış kapı, idare kapısı her taraf tutulmuş. Birçok cezaevinde olduğu gibi bu cezaevinde de idare kapısına kadar iç kısmın güvenliği örgütlerin denetiminde. Ama idare şu an biliyor o blokta bir kurban saklı. Görünen şu ki kısa bir zaman sonra Mehmet öldürülecek…” (s.39)
Her şey, Çeka ya da NKVD’nin “inner” hapishanelerinde olanlara ne kadar benziyor!
İktidar alanlarında
sıkıştırılanlar: Bağımsızlar
Kimdir bu bağımsızlar? Onlar, dışardaki devletle, içerdeki örgütlerin iktidar paylaşımı kavgasının dışında kalan devrimcilerdir. Örgütlerinin devrimcilikle ilgisi olmayan içyüzünü görmüş ve ayrılmışlardır. Ama devrimci onurları, devlete sığınmayı da kabul etmemiştir. Böylece “bağımsızlar” koğuşları, hatta giderek bağımsızlar cezaevleri açılmaya başlanmıştır. “‘Bağımsızlar’a hapishanenin ötekileri diyorum; hem de ne öteki! Hem devletten hem de örgütlerden dışlanan bir kesim. Bu cezaevinde kaldıkları yer bana da ilginç geldi. Her iki kısmın ortasında bir yerde . Bu blokta hem bizden (Kürt tutsaklardan) hem de Türk sol gruplarından ayrılanlar var. Bu ‘ayrılma’ benim yakıştırmam. Eğer örgütlere sorarsanız, onlar birer mücadele kaçkını! Örgütten ‘ayrılmış’ sözüne sıcak bakmazlar… Her ‘bağımsız’ ayrıldığı örgütü için bir yüktür, ortadan kaldırılması gereken bir unsurdur… Her ‘bağımsız’ ablukaya alınmıştır zaten, örgütlerin koğuşlarına gidip gelemez. O en kötüsünden bir ötekidir, dışlanmıştır. Her örgüt, yapısına ‘Bağımsız’ı dışlama bilinci verir.” (s.35)
Peki neden? Çünkü içerdeki küçük iktidar odağını tehdit eder “bağımsız”ın varlığı. Örgütün iddiası, kendisinden ayrılanların dönek olduğudur. Oysa “bağımsız”lar, varlıklarıyla bunu yalanlamaktadırlar. Örgütten ayrılmışlardır ama devlete sığınmamış, itirafçı olmamışlardır. Üstelik cezaevinde, örgüt mensuplarından çok daha verimli, okuma yazmaya dayanan devrimci bir hayat sürmektedirler. Diğer örgüt mensupları bunu farkettikleri an, örgütün “dönek”ler konusundaki yalanları ortaya çıkacaktır. Bu yüzden “bağımsızlar”ın ya korkutulup, can derdine düşürülüp idareye sığınmaları sağlanmalı, böylece örgütün “öngörüleri” doğrulanmalıdır, ya yeniden örgüte katılmalıdırlar, ya da cezaevinden sürülüp göz önünden veya daha olmadı ortadan kaldırılmalıdırlar.
İktidarın olmazsa olmazı: Sansür
Sansürsüz iktidar olur mu? Hele bu iktidar kendine güvensiz, güvensiz olduğu ölçüde monolitik ve aşırı baskıcıysa…. Dolayısıyla, artık, mektupların üzerindeki “görülmüştür” damgasının yanında, örgütlerin görünmez, “görülmüş ve onaylanmıştır” damgası da vardır. İktidarlar suçlarının öğrenilmesinden felaket korkarlar çünkü.
“İdarenin kısa adı MIK olan Mektup İnceleme Komisyonu vardır. Örgütün de vardır böyle bir komisyonu, kısa adı MOK’tur (Mektup Okuma Komisyonu). Tüm mektuplar bu komisyondan geçer. Dışardan ve içerden yazılan mektuplar bazen MOK’a bazen MIK’a takılır.” (s.70)
“Üç kişi bir araya gelemiyoruz”
Örfi İdare dönemlerinden kalma bir deyimi hatırlarım. “Sokakta üç kişinin bir araya gelmesi yasaklanmıştır.” Üç kişi bir topluluğu betimler, bir topluluk her zaman bir “fesat” potansiyeli taşır içinde. İktidarlar, bu “üç kişi”den çok korkar, bu yüzden bir araya gelmelerini hoş görmezler, özellikle olağanüstü dönemlerde. Ama bu, onların her türlü topluluğu yasakladığı anlamına gelmez. Kendi denetimlerinde, kendilerini alkışlayacak toplulukları yine zorla bir araya getirmekten de geri kalmazlar. Öyleyse, bu “tehlikeli” üç kişidir korkulması gereken. Örgütler tarafından öldürülen Mehmet, öldürülmeden bir süre önce görüştüğü Aytekin Yılmaz’a, “her şeyimize karışıyorlar, üç kişi bir araya gelemiyoruz, örgütler bırakmıyorlar” (s. 37) demiş. Hayret! Bu örgütler değil miydi, her şeyin kollektifçe, bir arada yapılmasını savunan? Şimdi neden üç kişinin bir araya gelmesini önlemeye çalışıyorlar? Demek “kollektif” kollektifi öldürmeden, yok etmeden ayakta duramayacak hale gelmiş! Ve kollektifin öldüğü yerde birey diye de bir şey kalmamış. Ya da tersi.
Uyku sorumlusu!
“Kollektif” her şeyi denetimi altında tutabilmek, dolayısıyla gerçek kollektif yaşama son vermek ve insanları atomize etmek için, George Orwell’in 1984’üne rahmet okutacak uygulamalardan geri kalmıyor.
“50 kişilik yapıdan 25’i sorumlu kılınmış. Blok içerisindeki hiçbir şeye el atamıyoruz. Elimi neye uzatsam, ‘Heval, sorumlusundan izin alın’ deniyor. Bazen televizyonu açıp haber izlemek istiyorum sorumludan izin alınması lazım, mutfağa gidip bir parça ekmek alayım diyorum sorumlusu işaret ediliyor. Çay ocağına sorumlu olmadan yaklaşamıyoruz. Kitaplığımız var kitap sorumlusu olmadan kitap alamıyoruz. Şu karşıki bloka gidip arkadaşları göreyim diyorum kapı sorumlusundan izin alınması lazım. Şöyle 15-20 dakika uzanıp dinleneyim diyorum uyku sorumlusundan izin alınması lazım. Evet duyun da inanmayın! Hapiste uyku sorumlumuz bile var. Habersiz uyuyanları uyandıran sorumlu… Tabii bir de bu sorumluların bağlı oldukları üst komiteler var.” (s. 60-61) O üst komitedekilere de “uyutma sorumlusu” denmeliydi.
Keşke bir de acı sorumlusu, hüzün sorumlusu, gözyaşı sorumlusu olsaydı!
“Uygulamaya alınmak”
Buraya kadarı, belki biraz mizahla karışık da ele alınabilirdi. Zaten Aytekin Yılmaz’ın o güçlü kaleminden bu ironiyi algılamamak işten değil. Ama bir yerden sonra ironi de para etmiyor. Acılı sosun üzerindeki krema gibi anlamsız kalıyor. Çünkü “uygulama”ya geliyoruz artık. Nedir bu uygulama? Bu, örgütün, kuşkulandığı mahpusu tutuklayıp sorgulamasıdır. “O dikine yürüyen tıknaz insan gitmiş, içine büzülen sinik bir insan gelmişti. Zaman zaman konuşmalarımız oldu. ‘Uygulama’ya alınan devrimcinin bir daha iflah olmayacağını anlattı. ‘…Eğer bu ‘uygulama’ların önü alınmazs, örgüt devrim ne varsa tasfiye olacak’ diyordu. ‘Uygulama denilen şey vahşet diyebileceğimiz ilkel bir cezalandırma biçiminden başka bir şey değildi.” (s. 72)
Ve işte ‘”uygulama” istatistikleri:
“1990 sonrası hapishaneye düşen her 10 örgüt adamından 8’i ‘uygulama’ya alınmış. Bazılarından çok samimi şeyler dinledim. Bir çoğu polis sorgusunda değil örgütün ‘uygulama’ları sonucu kırıldığını söyledi… Bu yüzden poliste çözülmek veya direnmek sorun değil. Bayrampaşa’da ‘uygulama’ denilen şey paranoyak örgüt adamlarının kaybolan otoritelerini, iktidarlarını yaşatma operasyonudur.” (s.83)
Hayata müdahale, ama nasıl
Devrimcilerin hayatın her alanına müdahale etmek gibi olumlu bir gelenekleri vardır. Bunun anlamı, halihazır düzen tarafından bize dayatılan alışkanlıklara teslim olmamak ve irademizle bazı şeyleri olumlu yönde dönüştürmektir. Evet ama unutmamak gerekir ki, reaksiyonun da hayata müdahaleleri vardır. Değişim yönündeki bazı gelişmeleri önlemek için elinden geleni yapar, bastırır, kırar, ezer. Kendi geleneksel yapısını tehdit eden gelişmeleri zor yoluyla önlemeye çalışır. İşte bunun hapishane içindeki hapishanedeki örnekleri:
“Giyim kuşam örgütün istediği gibi olmalıydı, saçları uzun olmamalı, keçi sakalı bırakılmamalıydı. İşte bu yüzden ilk önce Gündüz’e yöneldiler. Gündüz aykırı bir insandı, kendi olmaya çalışan, hapishanenin bir ötekisiydi. Beş kişiydiler. Önce yere yatırdılar, sonra da bir makasla saçını kestiler. Gitar çaldığı için tırnak bırakmıştı, tırnağını kırmak istediler. Gitar çalan elini kırmak istemişlerdi, epey çaba sarf etmişler ama o elini koruyabilmişti… Bir süredir ‘Bağımsızlar’a baskı yapılıyordu. Saçı uzun olanlardan kesmesi istenmişti. Anarşist tutsak istenmiyordu bu cezaevinde. Suçları: Örgüt yapılarına kötü örnek teşkil etmek!” (s. 46)
Ve dolayısıyla aşk da mercek altına alınmıştır reaksiyoner örgüt mensupları tarafından:
“Sevgiliden gelen mektup Haydar’ın durumunu iyice zorlaştırmıştır. Yazdığı raporlarında sevdiği kızla olan ilişkisini anlatmaya çalışır ama kimseler anlamaz. Örgüt anladığı gibi anlar. Haydar’ın içinde bulunduğu labirent iyice karmaşıklaşır. Örgüt sorumlusu tam o günlerde ‘bir kurşun sana bir kurşun da o kadına sıkmak lazım’ der.” (s.71)
Görüşmecim acı soğan getirmiş
Tabii ki sansürün en önemli unsurlarından biri de görüşlerdir. Eskiden idare bu görüşleri gizlice dinler, en azından dinlediği izlenimini yaratırdı ki, mahkum görüşlerde “münasebetsiz” şeyler söylemesin, söylemeye çekinsin. Örgütler ise, bu konudaki sansürlerini açıkça, fütursuzca uyguluyorlar. Aynı Moskova’nın “show triallerinde” sanıklara mahkemede ne söyleyeceklerinin ezberletilmesi gibi, mapusa görüşmede ne söyleyeceği belletiliyor. İşte “uygulama” kurbanlarından Osman’ın, Aytekin’e anlattıkları:
“Yukarda ranzada beklediğim bir sırada örgütten sorumlu kişi benimle konuştu, şartlı bir durumda ziyarete çıkarıldım. İki kişinin arasında koridor boyu yürüyerek görüş yerine getirildim. Etrafıma baktığımda idareye açılan tüm kapıların örgüt militanları tarafından tutulduğunu gördüm. Görüş kabinine girdiğimde benimle birlikte nöbetçim de girdi. Karşımda annemle ablamı görünce gözlerim doldu, hiçbir şey konuşamadım. Konuşacağım sözleri örgüt önceden belirlemişti. Hal hatır sormamın dışında bir şeyler sormam yasaklanmıştı. Konuşmamızın kısa sürmesi isteniyordu. Gerekçe hazırdı ‘idare böyle istiyor’ diyecektim. Annem ‘oğlum, yavrum’ dedikçe benim gözlerim iyice doldu.” (s.43-44)
“Sen hiç içerde tutuklandın mı?”
“Uygulama” kurbanı, 22 yaşındaki Osman, Aytekin’e şöyle sorar: “Sen hiç içerde tutuklandın mı?” (s. 42) Ne kadar saçma ya da ironik olursa olsun gerçeğin çelik gibi soğukluğunu taşır bu soru. Sahi siz hiç tutuklandınız mı? Peki ya tutukluyken hiç tutuklandınız mı? Bu sorunun ne kadar acı verici olduğunu ancak yaşayanlar bileceklerdir. Tutuklanmak hiçbir şey değildir. Esas yürek sızlatan, esas yıkıcı olan tutukluyken tutuklanmaktır, kendi arkadaşlarınız tarafından tutuklanmaktır, “sizin kendi cezaevinizde”, “sizin kendi sorgucularınız” tarafından sorgulanmak, “sizin kendi işkencecileriniz” tarafından işkenceye uğramak ve aşağılanmak ve nihayet “sizin kendi cellatlarınız” tarafından katledilmektir.
“Kendi cellatları” tarafından tutuklanan ve ve katledilen Mehmet’in kaderini, Aytekin Yılmaz’ın kaleminden okuyalım :
“Tutuklandığı haberini duyduğumda çok öfkelendim. ‘Olamaz’ diyordum. Çılgınlık olarak değerlendirdiğim o günleri günlüğüme yazmışım: … Şimdi de Mehmet kurbanlık bir koyun gibi içerdeki hapishanede, o geçmişte üyesi olduğu örgütün blokunda bir ranzaya bağlandı. Örgüt temsilcileri diğer örgütlere bir açıklama yapmış, araştırılıp sorgulanacakmış… Onbeş gün önceydi, Mehmet’in tutulduğu bloka gittim, görmek istedim. Durumunun iyi olduğunu, sürekli hücresinde kitap okuduğunu söylediler. Tabii ben biliyorum bir hücrede ranzaya bağlandığını. Günde iki defa havalandırmaya çıkarıldığını, havalandırmada gözetim altında tutulduğunu biliyordum. O gün oturduğumuz hücreye geldi, kapıdan bir merhaba dedikten sonra arkasına bakmadan gitti hücresine. Çünkü kendisine öyle tembihlenmişti. Çok zayıflamıştı, zor günler yaşadığı her halinden belliydi.” (s.37-38, 40-41)
Örgütler arası “hukuk”
“Mehmet örgütten ayrılalı beş yıl oluyor, bu neyin araştırılması! Örgüt temsilcisiyle görüştüm, uyardım. Eğer ‘Ankara’daki gibi olursa yazık olur, siz kaybedersiniz. Eğer cezalandırma olursa kimse inanmaz, başta da ben gezdiğim her yerde teşhir ederim, bir devrimci vurdunuz derim’ dedim. Diğer gruptan insanlarla da konuştum. ‘Devrimciler kurbanlık koyun gibi koğuşlara kapatılıp bağlanmamalı’ dedimse de kimse pratik bir adım atmadı. Ortak söylenen şey şu oldu: ‘Örgütün iç zorunları o örgütü ilgilendirir’… Peki neden böylesi bir olay karşısında suskun kalınıyor? Çünkü benzer şeyleri bir çoğu da yapıyor. Yarın buna benzer bir tasfiyecilik, grupçuluk olayında benzer şeyleri kendileri yapacak. Bu yüzden tıpkı devletlerarası hukukta olduğu gibi, bir örgüt başka bir örgütün iç sorununa karışmıyor. Türk devleti insan haklarını ihlal ettiğinde Avrupalı devletler tarafından eleştirilir. Buna karşılık Türk devleti de bir açıklama yapar, ‘Bu bizim iç meselemizdir’ der ve çıkar işin içinden. Şu an buradaki örgütlerin durumu da buna benziyor.” (s.39)
Siyaseten katl
“Yaklaşık iki ay sonra cinayet işlendi. Ölüsünü koridora atmışlardı. Eski bir idare battaniyesine sarılıydı. Ailesine haber verildi. Gelip aldılar. Ölüm nedeni soruldu; İdare ‘arkadaşları tarafından öldürüldü’ dedi. Cezalandırma yapan örgüt resmi açıklamasını yaptı ‘Ajan-işbirlikçi unsur partimiz tarafından cezalandırılmıştır’ dedi. Mehmet’i tanıyanlardan kimse inanmadı.” (s.39) “Sevilen bir insandı. Bir yıl örgütlerle kaldı daha sonra kendi isteğiyle ‘Bağımsızlar’a geçti. Üniversite mezunuydu, yazar çizerdi. Çok güzel karikatürler çizerdi, dergi, gazetelerde yayımlanırdı… Gelenekçi örgütlerin birinde olmak istemezdi ama devlete muhalifti. Tüm direnişlere katılırdı, hep solda kalmak isterdi. Hayatı çok severdi.” (s.36) “Mehmet’le ölen hepimizdik. Ölen geleceğimizdi. Yaralanan, ölen, örgütlerin adaletiydi. Adaletin bu mu örgüt! Nasıl bir mahkemede yargıladınız? Sanığı kim savundu? Ölüm kararı nasıl çıktı?” (s. 40) “Gittim gördüm. Ölüsünü sarıp koridor kapısının önüne bırakmışlardı. Açıp bakamadım. Gardiyanların söylediklerine göre vücudu demir şişlerle delik deşik edilmiş. O ölü bir süre kaldı orada. Örgütlerden insanlar gelip geçti oradan. Bakan gözler görmek istemedi, eğer baksa yerde yatan ölüde kendisini görecekti.” (s. 40)
Ve aklın yargısı tarihe kazınıyor Aytekin’in kaleminden: “Hızla bir karşıtına dönme var, karşıt olduğuna benzemek.” (s.38) “Eğer bu örgütsel yapılar bir gün iktidar olurlarsa benzer uygulamaları daha da geliştirerek egemen kılacaklardır.” (s. 47)
Ölümün hükmüne karşı yaşamın hükmüdür bu ve inanıyorum ki, çok daha kalıcıdır. Mehmet’in yüreğimizdeki acısını bir parçacık olsun yatıştırır mı bu, bilmiyorum!
Korkunun diktatörlüğü
Yanlılığın, gizliliğin, korkunun diktatörlüğü. İşte diktatörlüklerin en içselleşmişi, dolayısıyla en korkuncu budur.
Bugüne kadar sol, “karşı tarafa” açık vermemek için genellikle sessiz kaldı bu cinayetler karşısında. Buna yanlılığın diktatörlüğü diyorum. Bir taraftan olunca, içerde yapılan pislikleri gizleme tutumu. Ama bilinmelidir ki, bu tür bir yanlılık, düşmanın darbelerinden çok daha yıkıcı, çürütücüdür. Bu, örgütün, mafiyaya dönüştüğü eşiktir.
Örgütler, kendi suçlarını gizlemek için bugüne kadar hep gizliliğe sığındılar, hem kendi taraftarlarını, hem de sola meyilli insanları bu gizlilik perdesiyle susturmaya çalıştılar. Gizli eylemler, gizli işler soruşturulamazdı. Bunları soruşturmaya kalkmak, düşmana hizmet etmekti. Oysa bilinmelidir ki, “gizlilik”, mafiyaya dönüşmüş örgütlerin kendi pisliklerini gizlemelerinden başka bir şey değilidir. Bu örgütlerin devlete bakan yanı şeffaftır, gizli hiçbir şey kalmamıştır. Kalın gizlilik perdesi, yalnızca aşağıdaki örgüt üyelerinin ve kitlelerin gözünün önüne çekilmiştir.
Ve nihayet korku. Her diktatörlük korku üzerine atar temellerini. İnfaz kararı veren şefler bile belki de bu kararı, ilerde başlarına geleceklerden korktukları için vermişlerdir. Korkunun kol gezdiği yerde hiç kimse soluk alamaz, hiç kimse başını kaldırıp da haksızlığa karşı sesini yükseltemez. Sesini yükseltmeye cesaret edenlerin de başına neler gelir allah bilir. Öyleyse, bir an önce yıkılmalıdır korkunun diktatörlüğü. Nasıl mı? Aytekin Yılmaz gibi korkmadan sesini yükselterek. Bu korku sessizliğinin bir yerinden yarılması gerekiyordu. Aytekin Yılmaz’ın yaptığı budur. Kim yaparsa yapsın, kötülüğün üzerine giderek, “benim örgütümden değil” diyerek ayarımcılık yapmadan gerçeği ortaya koyarak hepimize örnek olmuştur.
Ve… ve korkmadan köklere inmek. Örgütlerin cinayetlerinin hangi tarihi köklerden beslendiğini araştırmak, gerilere, daha gerilere gitmek…
Birikim, sayı: 173, Eylül 2003