İbrahim Özkurt/Adı Komünizm de Olsa Tekdüze Bir Dünya Sistemi İnsanlığı Kurtaramaz
İnsanlık sanırım hiçbir konuda “komünist bir sistemin” inşası arayışına yönelik yazılanlar kadar yazı yazmamış, düşünce üretmemiştir ve mücadele etmemiştir.
Komünist düşüncelerin çıktığı günlerde Marks, Bakunin ve Lassalle; Komünizmin nasıl inşa edilebileceği konusunda oldukça yoğun tartışmalar yaşamış olmasına karşın, Lenin sonrası Marksistler, Lenin’in düşüncelerinin Marks ile benzerliğini ya da benzersizliğini yeterince araştırmadan (Rusya’da Lenin’in partisinin devrim sonrası iktidar olması sanırım en büyük etkendi) Lenin’i referans alarak yollarına devam edegelmişlerdir.
Okuduklarımdan öğreniyorum ki, Marks önceleri en ileri ülke durumunda olan İngiltere’de bir devrim olabileceğini düşünmüş. Bu mümkün olmayınca, ya da gerçekleşmeyince yeni yöntem arayışlarına yönelmiş. Engels ise, Marks öldükten sonra Almanya’da Sosyal Demokrat Parti kayda değer adımlar attıkça klasik şiddet yoluyla devrim anlayışından vazgeçip parlamenter yollarla devrimin mümkün olabileceğine inanmaya başlamış. Marks esas itibariyle kapitalist ulus devleti aşmak için Kooperatifler birliği önermiş. “İşçilerin kendi kuracakları ve devletin yönlendireceği kooperatif hareketlerinin değil, kooperatifler birliğinin devletin yerine geçmesi gerektiğini (böylece sermaye ve devlet de sönecekti) vurgulamış ve bu türden bir ilke önermek dışında gelecekteki ihtimaller hakkında tek kelime etmemiş. Yani Marks, Lassalle ile Bakunin arasında bir çizgi belirlemiş. Kısacası tartışmalar ve yeni arayışlar komünist düşüncelerin ilk sahiplerince sürekli tartışılmış ve zaman içinde değişik yöntemler ileri sürülmüş. Bunları Kojin Karatani’nin Trans Kritik adlı Metis yayınlarından çıkan kitabından öğrendim. Yanlışsa düzeltilsin.
Arayışların ve yoğun tartışmaların sürdürüldüğü o günlerin Avrupasın da, insanlığın ürettiği şeylerin sayısı günümüze oranla oldukça az ve İki temel sınıf ve köylülük dışında teoriye (probleme) eklenecek veri yok gibiydi. Ayrıca her hangi bir çevre sorunu olmadığı gibi insanlar arsındaki cinsel ayrılıklar su yüzüne çıkmamış, endüstrinin gereği, ara sınıflar (katmanlar) günümüzdeki gibi çok değildi. Kısacası kapitalist/emperyalizmin ürettiği ve açığa çıkardığı günümüzün devasa sorunları yok gibiydi. Bu nedenle problemi çözmek daha kolay görünüyordu. Buna karşın arayışlar ve tartışmalar durmaksızın sürdürülüyordu. Kısacası, Avrupa’nın nesnelliği üzerinden çözüm üretiliyordu. Buna karşın, önermeler zamanla değişiklik arz edebiliyordu. Marks ve Engels, Komünist Manifesto’yu yayınlarken her ne kadar “Avrupa’nın üzerinde bir hayalet dolaşıyor” tespiti yapsalar da, 1871 Paris ayaklanması ve komün deneyi dışında alt üst oluş yaşanmadı. Ta ki 1917 Sovyet devrimine kadar…
Uzatmayalım, Sovyet devrimi, Marks’ın ‘nasıl bir parti’ konusunda düşünce üretmediği, sadece “iktisadi devlet oligarşik ve monarşik kaldığı süre dengede tutulamaz” tespiti yapmasına karşın, Lenin’in formüle ettiği parti iktidarı ile sonuçlandı. Lenin sadece nasıl bir parti değil, nasıl bir sosyalist devlet konusunda da belirleyici ve tayin edici kişilik olarak damgasını vurdu. Sovyet devriminden sonra referans olarak artık sadece Lenin vardı… Bana göre, Lenin’in, örgütlenme ve nasıl bir sosyalizm konusunda ne kadar Marksist olduğunu aşağıdaki sözleri ele veriyor.
Marks’ın demokrasi konusundaki hassasiyetine karşın Lenin, “Sosyalizmin esas üretken kaynağı ve temeli olan büyük ölçekli makine sanayi, mutlak ve katı bir irade birliği ister.. Katı irade birliği nasıl sağlanabilir? Binlerce insanın kendi iradelerini tek bir iradeye bağımlı kılmalarıyla” der.
Lenin yine ‘üreticiler kongresi’ önerisi karşısında, “Bir üreticiler kongresi! Bu tam olarak ne demektir? Bu aptallığı tarif edecek sözcükleri bulmak zordur. Kendi kendime hep şaka yapıyor olabilirler mi, diye soruyorum. Gerçekten bu insanlar ciddi olabilirler mi? Üretim yapmak her zaman zorunludur, ama demokrasi zorunlu değildir. Üretimde demokrasi, vahim derecede yanlış düşünceler yol açar. “ der.
Lenin’den bir söz daha… “Tek bir iradeye kayıtsız şartsız boyun eğmek, büyük ölçekli makine sanayine dayalı çalışma süreçlerinin başarılı olması için mutlak bir zorunluluktur… Devrim, sosyalizmin çıkarları adına, kitlelerin, çalışma sürecini yönlendirenlerin, iradesine kayıtsız şartsız itaat etmelerini ister.” der.
Stalin’in yaşattıklarına bakınca Lenin’in bu sözü nasılda rehber edinmiş olduğunu görüyoruz. Lenin başta “tek irade”, sonra da “yönlendirenlerin” diye çoğul kullanmış sözcüğünü. Stalin ise, Lenin’in “tek bir irade” önerisini dikkate alarak tam bir diktatörlük kurmuştur.
Marksist/Leninistlerce pek referans gösterilmeyen Rosa Luxemburg bakın ne diyor. “ Lenin’in aklındaki disiplin, proletaryayı, her türden bürokrasiyle, kısacası merkezi burjuva devletinin bütün iktidar makinesiyle, yalnızca fabrikada değil, aynı zamanda kışlada da teslim almaktadır… Aynı ‘disiplin’ terimini, bin elli ve bin ayaklı bir bedenin gayri ihtiyari refleksleri ve bir grup insanın bilinçli politik eylemlerinin kendiliğinden koordinasyonu gibi ilgisiz konseptlere uygulamak sözcüklerin çarpıtılarak kullanılması anlamına gelir. İlkinin düzenli uysallığının, kurtuluşu uğruna mücadele eden bir sınıfın özlemleriyle ortak yanı ne olabilir?” der. Doğru olan Lenin mi? Rosa mı? Karar okuyucunun.
Reel sosyalizmin çöküşünün nedenleri tartışılırken çoğu arkadaş suçu Stalin’e yıkarak, Lenin’e toz kondurmazlar. Ve çöküşü Stalin’in kötü yönetimine havale ederler. Bu arkadaşlar bu nedenle Lenin’in parti, devlet ve sosyalizm anlayışını sorgusuz sualsiz benimser ve savunurlar. Bu arkadaşlara ‘her partiye bir Lenin’mi bulacağız’ diyesi geliyor insanın. Oysa bu arkadaşlar Lenin’in Marks’tan ne kadar uzaklaştığını görmezden gelirler. Marks’ın tavsiyesi gerçekleşmiş olsaydı diyorum, yani üretim aletlerini devletleştirerek demokratikleştiren Lenin’in partisi, siyaseti de demokratikleştirebilseydi ve giderek özgürlüklerin yolu açılabilseydi, daha sonraki sosyalist devletlere de örnek teşkil eder ve sanırım yıkılsa bile emperyalizm ile dövüşerek yıkılır mıydı diye düşünmeden edemiyorum.
Okuyucuyu meraktan kurtarmak için yukarıdaki alıntıları da MICHAEL ALBERT ve ROBIN HENNEL’in, GELECEĞE BAKMAK -21. Yüzyıl için Katılımcı Ekonomi – (Ayrıntı yayınları) adlı kitabından aktardım.
Yazımın başlığında “ Adı komünizm de olsa tekdüze hiçbir dünya sistemi insanlığı kurtaramaz” demiştim. O halde konumuza dönelim…
İnsanlık akıl almaz farklılıklar içinde yaşıyor gezegenimizde. Nedense biz bunun çok farkında değilmişiz gibime geliyor. Başka bir gezegenden dünyamıza bir ekip gelip, hiç kimsenin yönlendirmesi olmadan tamamıyla kendi iradeleri ile dolaşıp dünyamız hakkında bir rapor hazırlayıp kendi gezegenlerine raporu sunsalar, sanırım kimseleri raporlarının doğruluğu hakkında ikna edemezler. Tabi her şeyi filme alırlarsa o başka… Demem şu ki, zaten çok çeşitliliği barındıran dünyamız, Kapitalist modernitenin de yarattığı eşitsizlikler eklenince akıl almaz farklılıkların, çelişki ve çatışmaların bir arada yaşandığını biliyoruz. Tüm yaşanan farklılıklara karşın dünyamız için ortak bir SİSTEM kurgulayıp, insanlığın bu kurguya göre yaşamasını istemek kadar saçmalık olamaz diye düşünüyorum. Bir sürü din, mezhep, yüzlerce tarikat, 5-6 çeşit cinsel farklılık, bir sürü milliyet, yüzlerce dil, vs.vs. Bunca farklılıkların bir arada olduğu, yaşandığı bir gezegende ortak bir düzen/sistem kurgulayıp insanlığa dayatmanın doğruluğu ve geçekçiliği olabilir mi?. (Soruna sadece ekonomik olarak bakanlar için söyleyecek söz bulamıyorum tabi ki) Üstelik Marksist-Leninist kanat, Lenin’den bu yana Leninist bir öncü parti kanalı ile iktidarı ele geçirmek ve üretim aletlerini devletleştirmek (kamulaştırmak) dışında kayda değer bir öneri sunmamakta. Anarşist kanat ha keza yeni bir şey söylemiyor.
Amaç Savaşsız, sınırsız, sömürüsüz bir yaşam inşa etmekse; Başta insan olmak üzere doğadaki tüm canlıların özgürlüğü düşünülmeli. İnsanın özgürlüğü hiçbir yasa ve kural ile sınırlandırılmamalı, ekonomiye endekslenmemeli. Reel sosyalist ülkelerde yaşatıldığı gibi özgürlükleri sınırlandırmaya kalkarsanız özgürlüğe kelepçe takmış olursunuz ve karşılığı insani tepkidir ve çöküştür. Sadece insan değil doğadaki tüm canlı varlık tepki verir özgürlüklerin sınırlandırılmasına.
Özgürlüğün; Kimsenin kimseye müdahale etmeyeceği, kimsenin kimseye zarar ziyan veremeyeceği, herkesin bir diğerine gereksinmesi olduğu bilincinin içselleştiği, diğer canlı varlık ile de birlikte yaşanması gerektiği, her canlının bir diğerine muhtaç olduğunun bilince çıkarılması ile mümkün olabileceğinin kavranması olduğunu düşünüyorum.
Lenin’den bir alıntı daha yaparak sürdürelim yazımızı.(Yine aynı kitaptan)“Biz, insanın şimdiki doğasından, bağımlılıktan, denetimden ve yöneticilerden vazgeçmeyen bir sosyalist devrim istiyoruz.” der Lenin.
Lenin’in önerdiği devrim bence bin defa gerçekleşse yine çöker. Ben bin defa yazsam yine önereceğim, ÖZGÜRLÜĞE GİDEN YOL, klasik örgütlenmeleri devirerek ve içimizde devrim yaparak bu günden KOMÜN AL örgütlülüklerle (Marks’ın önerdiği kooperatifler dâhil) gezegenimizin her yanını ayrık otu gibi sardırarak döşenir ve yaşamın her yerinde özgür yaşamın filizlenmesi ile mümkün olabilir diye düşünüyorum. Daha önceki bir yazımda komünler, komünizmin alt yapısı olmalı demiştim. Dünyanın her tarafında filizlenen komünler, içinde yaşadığımız kapitalist/emperyalizmi işlevsiz kılarak, bir çırpıda hak ettiği mezarlığa gömerek dünya çapında geri dönüşümsüz devrimin yaşanabileceğini düşünüyorum. Ayrıca komünizmin tüm dünyada aynı ve tek düze olmayacağını, olmaması gerektiğini de iddia ediyorum. Yani herkes yaşadığı ve çalıştığı alanda her tür farklılıkları ile özgür bir yaşam inşa etmeli ama bu asla tek düze bir dünya sistemi olmamalı… Dayanışmak, yardımlaşmak, paylaşmak için aynı ve tek düze bir sistemin uygulanması şart değil. Her toplum komün yaşamını kendi özgün yapısına uygun şekilde kurgulamalı ve döşemeli diye düşünüyorum.
İçinde yaşadığımız Kapitalist/emperyalizmi tarih sahnesinden defetmek için; Dünya çapında başta tekellere ve devlet tekeline karşı emekçinin ortak mücadele hattı olmak üzere barış, çevre, kadın ve çocuk hakları, sağlık, göçmen sorunu v.b. gibi evrensel sorunlar için ortak mücadele hatları oluşturmak elbette ki zorundayız. Kısacası egemenlikçi toplumların ve en son kapitalist/emperyalizmin ürettiği gezegenimizin ortak sorunları devam ettiği müddetçe ortak mücadele hatları kaçınılmaz olarak kurulmalıdır. Ortak projeler/programlar ise ortaklaşa üretilmeli. Ulus devletlere yönelik ve iktidar odaklı klasik siyesi partilerle, yeni egemenlik düzeninden gayrı bir düzenin kurulamayacağını kavramanın zamanı geldi geçiyor diye düşünüyorum.
Öncesi bir yana, Sovyet sisteminin çöküşünden bu yana sol, ha bire klasik örgüt yapılarını değiştirmeksizin birlik peşinde koşuyor. 3o yıldır, birlik konusunda denenmedik strateji ve taktik bırakmadı sol. Alman solunun ürettiği birlik ise, tüm dünya solu için örnek gösteriliyordu. Ne var ki Alman sol partisinin son beş yıllık tarihinin en derin krizini yaşadığını öğreniyoruz Murat Çakır’ın “Krizde sol, solda kriz” başlıklı 26 mayıs Özgür Gündem de ki köşe yazısından. Yazarın tespitine göre, sol parti (Die Linke) içindeki akımların, birlikte-eleştirel bir ortaklıkla hareket etmek yerine, yan yana var olup, bir birlerinin kuyusunu kazmayı yeğlediklerini öğreniyoruz. Yazar ayrıca, “partinin asıl siyaset merkezi ve aracı olarak, hiyerarşileri yataylaştırıp, solun demokratikleşmesine ve geniş kesimlerin siyasete katılmasına katkı sunulması yerine, parlamento grupları ‘karar mercii’ haline geldi ve yerel parti örgütleri ‘seçim bürolarına’ indirgendiler” tespiti yapıyor yazısında ve parti başkanı kim olmalı tartışmalarının yaşandığını söylüyor zayıflamanın nedenleri olarak. Dünya solu son otuz yılından ders çıkaramıyorsa sanırım siyaset arenasını terk ederek genç kuşakları özgür bırakmalı ya da zihniyetlerini değiştirmeleri gerekir. Sanırım o zaman, genç kuşaklar özgürce yeniyi arayanlarla birlikte kendi yollarını döşemeyi başarabilirler diye de düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi.
Bu yazımı ‘dünya solunun BİRLİK diye bir sorununun olmadığını, sorunun doğru tarz bir örgütlenme modelinin yaratılması olduğunu ve bunun çabasının verilmesi gerektiğini ifade ederek bitirmek istiyorum. İşe, yeni oluşturulmaya çalışılan, içinde Michel ALBERT, Noam CHOMSKY, John PİLGER gibi isimlerin de yer aldığı, Uluslar arası Katılımcı Toplum Organizasyonu’nun (IOPS) Türkiye ayağını oluşturmak için araştırma yaparak başlayabiliriz. Bunun için söz konusu organizasyon hakkında yeterli bilgilerin edinilmesi gerektiğini düşünüyorum. Linki aşağıda. Yabancı dil bilenler takip ederek, yabancı dil bilmeyen bizleri de bilgilendirirlerse seviniriz. Michel ALBERT’in söz konusu örgütlenmeye ilişkin yazılarına aşağıdaki siteden (Soldiyalog) ulaşabilirsiniz.
Herseyi ögrendim, dünyaya nizamat verebilirim.
Son bir ay içinde okuduğum kitaplardan alıntı yapmıştım. Ayrıca, yaşım 68 ve özgürlük mücadelesinin yaklaşık 50 yıldır içindeyim. Bir iki kitap okuyup dünyası değişenlerden değilim. Ben Marks’ın adını duymadan köyümde adım komünist İbrahim’e çıkmıştı.
Eleştiri yapacaksan düşüncelerini yaz. Sağa sola çamur atma.
Şabloncu grupları bir kenara bırakırsak Marksistler için kutsal hiç bir şey yoktur. Leninin parti-örgütlenme konuları tüm sol çevrlerde zaten tartışma konusudur.
klasik leninst parti de merkeziyetçi bir anlayış nasıl demokratik bir anlayış olabilir. İnsanların Merkezin direktif ve disiplinine girmesi demokrasiyle açıklanabilirmi bence insanlar dış disiplin yerine iç disipline sahip olmalı. İç disipline sahip olmayan bireylerin oluşturduğu bir parti de buğünkü çarpık yapıları görebiliriz
Sivil toplum deyince,akla ilk gelen işçi sınıfı oluyor;sizin çarpıcı bir yazınızı okudum “elveda işçi sınıfı” diye..İşçi sınıfı artık yok mu?
-İşçi sınıfı sanayi toplumunun içinden burjuvazinin fabrikalarından çıkmadı mı? Çıktı.
Kol gücünün yerini robotlar almadı mı? Aldı.
Sanayi toplumunun üretim biçimiyle bilgi toplumunun üretim biçimi aynı mı?
Sanayi toplumunun makinesi mekanikti ve bu makineyi kullanmak için bir işçinin okur-yazar olmasına gerek yoktu; çünkü makineleri, işçi, renk ve ok işaretleriyle kullanabiliyordu ama adına kapitalist ötesi toplum dediğimiz çağın üretim makineleri dijital ve üretimin içinde bilginin payı yüzde 75…
Geri kalan yüzde 25 ise, enerji, insan faktörü ve teknoloji oluşturuyor.
Bu çağın mesleği fark yaratmak.
Unutmayın ki ,İnternetin ansiklopedisi olarak bilinen “Google” nin piyasa değeri 125 milyar dolar,sanayi toplumunun böyle bir kurumu var mı?Bu konuyu daha detaylı anlatırım ben iktisat prof… Son kitabım “Küresel vicdan” da bunları çok detaylı ele almaya çalıştım..
http://www.duzceyerelhaber.com/haber-detay.asp?id=11068
Elveda işçi sınıfı
Üretimini Çin’den ABD’ye kaydırmaya hazırlanan Apple, 100 milyon dolarlık yatırımla ağırlıklı olarak robotların çalışacağı yeni bir fabrika kuracakmış…
2013 yılında MacBook bilgisayarların üretimine başlayacak olan Apple, üretim bandına diğer modellerini de ekleyecekmiş…
“Zamanın ruhunu, tarihin temposunu” izleyenler açısından söz konusu gelişme çağın nasıl derinden değiştiğinin çok çarpıcı bir fotoğrafı gibiydi…
Bir yandan Sanayi Devrimi…
Diğer yandan onun önemli bir unsuru işçi sınıfı artık tarih sahnesinden çıkıyor, yeni bir çağ her geçen gün hükmünü daha fazla icra etmeye koyuluyordu…
Düşünün ki Apple mağaza çalışanının ortalama geliri 12 dolarken, ABD’li şirket için üretim yapan Foxconn çalışanı ise saatte ancak 2,5 dolar kazanıyor…***
Steve Jobs’un ölümünün ardından Apple’ın kan kaybedeceği iddiası ortaya atılmıştı. Steve jobs’un koltuğuna oturan Tim Cook, dünyanın en değerli markası ve şirketini, daha da ileri noktaya taşımayı başardı. Jobs’un ölümünden bu yana Apple’ın piyasa değerini yaklaşık yüzde 43 oranında artıran Cook, Apple’ın sıra dışı bir şirket olmasını, çalışan herkesin farklı karakter yapısına sahip olmasına bağlıyor.
Ve adeta yeni çağı çarpıcı bir saptamayla tanımlıyor:
“Çiklet şirketi değiliz. Her bir çalışanımız farklı bir karaktere sahip. Bu sayede sıra dışı ürünler geliştiriyoruz”…
Kısacası artık iPhone 4S, IPhone 5, iPad 3 ve 4, iPad mini, iMac, MacBook Retina, iPod Touch, iPod nano ürünlerinin dünyasındayız…
xxx
Apple, 90’lı yılların başına kadar üretimini ABD’de gerçekleştirmişti. Ancak birçok dev marka gibi maliyetlerini düşürmek için daha sonra Çin’e taşındı.
Apple’ın yeni yol arkadaşları artık robotlar olacak. Üstelik Apple, robotların yoğun bir şekilde üretimde kullanılması ile işgücü maliyetlerini daha da aşağıya çekmeyi planlamakta…
Apple böylelikle kârlılığını düşürmeden anavatanına dönmüş olacak.
xxx
Ayrıca, emeğin neredeyse “sıfır” maliyet değerinde olduğu Çin’de de fabrikalarda kullanılan mekanize robot sayısı büyük bir hızla artıyor.
Düşünün ki son verilere göre fabrikalarda kullanılan mekanize robot sayısı bu yıl 2011’e göre yüzde 51 oranında artarak 22 bin 577 adede ulaştı.
Örneğin, Çinli otomobil üreticisi Great Wall, 161 milyon dolarlık yatırımla fabrikaya bin 200 adet mekanize robot yerleştirirken, çalışan kaynakçı sayısını da bin 300’den 400’e düşürdü.
Great Wall Genel Müdürü Hao Jianjun, her bir robotun fiyatının yaklaşık 50 bin dolar olduğunu, ancak işçilere ödenen maaş miktarı azaldığı için bu maliyetin üç yıl içinde çıkarılabildiğini söylemekte…
Sadece ABD değil, devasa boyutlarda işçi nüfusa dayalı Çin de robotlaşmakta…
xxx
Toprakta yerleşik yaşam “Barbar Akınları”yla başladı… Bu “Tarım Devrimi”ydi…
Tarım Devrimi ardından Feodalite’yi, merkezi imparatorlukları, aristokrasi ve kiliseyi sürükledi…
Epeyce sonra Sanayi Devrimi avdet etti… Burjuvalar, buhar makinesi, proleterya… Ve ulus devletler…
Şimdi başka bir çağ…
Bilgi çağı ve ulus üstü örgütlenme… Hacimleri küçülen fabrikalar ve kaybolmaya başlayan işçi sınıfı…
xxx
Üretimini Çin’den ABD’ye kaydırmaya hazırlanan Apple, 100 milyon dolarlık yatırımla ağırlıklı olarak robotların çalışacağı yeni bir fabrika kuracakmış…
“Zamanın ruhu, tarihin temposunu” izleyenler açısından söz konusu gelişme çağın nasıl derinden değiştiğinin çok çarpıcı bir fotoğrafı gibi…
Bir yandan Sanayi Devrimi…
Diğer yandan işçi sınıfı artık tarih sahnesinden çekiliyor, yeni bir çağ her geçen gün hükmünü daha fazla icra etmeye koyuluyor…
Ya da kısaca “elveda işçi sınıfı”…
16.12.2012
http://www.mehmetaltan.com/index.asp?sayfa=sureliyayin&icerik=2372
Mehmet Altan da digerleri gibi postmodernizmin sampiyonlugunu yapiyordu gecmiste. AKPye karsi gosterilen kemalist reaksiyon, bunlari bir anda modernizme geri itivermisti. Bir anda elveda proleterya kafasindan askeri vesayet ve demokrasi analizlerine gecmislerdi. Son derece normal cunku surdurulebilir bir fikir degildi onlarinki.
Ne demeli simdi? Enternasyonalist takilip, uretimin batidan doguya goc etmesinin isci sinifini daha da buyuttugu mu soylenir? Yoksa isci sinifinin degisiminden dem vurulup kol iscisi-kafa iscisi vs. mi anlatilir? Daha da ileri gidip, artik proleteryanin inanilmaz buyudugu, mucadelenin bu geri safhasinda sinifsal olanin degil yasam seklinin one ciktigi, bu sebeple sinifi taniyamadiklari, filin kulagindaki karinca misali fili kulaktan ibaret sandiklari mi anlatilir? Ya da belki de sinif denen hadisenin uretimdeki roller yaninda bir de bilincle alakali oldugu, nasil uluslar “hayal edilen cemaatler”se, isci sinifinin da bu sekilde sinif olarak yeniden var olacagi mi anlatilir?
Ya da belki Andrei Gorz denen arkadasin Hegel’in Tini’ni Marx’in Proleterya’siyla birlestiren modelleme mantigini asagilariz. “Gercekler acidir; biber de acidir; o halde hayat bir biberdir.” Simdilerde yine piyasada, Maddesiz adli kitabiyla. Daha okumadim ama yorumlarindaki alintilardan bile arkadasin ruh hali anlasiliyor. Ah su Toffler’ler ve illa herseyi ayni kaliba sokmaya calisan herkes. Emin olun buradan cocuk gibi gorunuyorsunuz. Kaliplara yildiz, daire, kareleri yerlestiriyorsunuz tek tek: Once Tarim, sonra Sanayi, evet simdi de Bilgi! Sonrasinda genetik, nano mano… Hegel’ in dedigini degil, yaptigini yapin dedik degil mi size kac kere? 🙂
Ya da en iyisi, sormam lazim. Sabah servisinde yaninda horuldayan kisilere ragmen su satirlari yazmaya calisan ben, ne sayiliyorum? Iyi pisir de yalanini yiyeyim Tim Cook…
İdealize ettiğimiz işçi sınıfının -veya emekçilerin- yaşadığı hayatı kendilerinin hak ettiğini söyleyemez miyiz? Kapitalist devleti için çocuğunu seve seve feda edip vatan sağolsun diyen, ezici çoğunlukla kendilerini sömüren egemen sınıf partilerine oy veren, yoksul olmalarına rağmen besleyemeyecekleri kadar çok çocuk yapan bu insanlar, “herkes hak ettiği gibi yönetilir” sözünü doğrulamıyor mu? “Kemâ tekûnû yüvellâ aleyküm./ Nasılsanız öyle yönetilirsiniz.”
Eskiden buna “Ussal olan gerçektir, gerçek olan ussaldır” derlerdi. O zamanlar bile bu mantık tamamen geçerli olsaydı, dünyada hiç bir değişiklik olmazdı diye düşünülürdü.
Bilinçle sosyal şartlar birebir değil. Aslında aralarında doğrudan bir ilişki bile yok. Tabi eğer sosyal şartları, bir insanın ne kadar ezildiğine indirgersek. Ama organize olma isteğini, toplumsal organizasyondan beklentilerini ve o organizasyonun ona verdiklerini de dikkate alırsak, böyle bir ilişki kurabiliriz. O zaman da problem, ne kadar ezildiği değil, toplumsal yapıda işgal ettiği yere ve toplumla kurduğu ilişkiye dönüşür. Bu yolla, idealize etmeye gerek kalmadan, çalışan insanlara dert anlatma, onları farklı bir yola doğru sürüklemeye gücümüz ve cesaretimiz olur.
Ama, özel durumlar dışında, bir çalışana, bir ezilene en iyi dert anlatacak kişi yine kendisi gibi olandır. Elin entellektüelini neden dinlesin? Dinler de, o an işine yaradığı için dinler. Sonra da pek oralı olmaz.
İşte size “İşçi Sınıfı”;
https://www.facebook.com/permalink.php?id=296398886800&story_fbid=10151578454156801
https://www.facebook.com/pages/Karab%C3%BCk-%C3%9Clk%C3%BCc%C3%BC-i%C5%9F%C3%A7iler/296398886800?id=296398886800&sk=info
Türkiye işçi sınıfının (ezilen halklar hariç) ezici çoğunluğunun böyle devletçi ve şoven olduğu ortadayken hala aynı ezberleri tutturmak niye.
Türkiye’de Kürt ve Alevi hareketi dışında tek ilerici kesim “Küçük burjuva” diye küçümsenen orta sınıf Türk aydın kesimidir.
Karl Marks işçi sınfı ideolojisinin fomülatörü olarak bir küçük burjuvaydı.
Friedrich Engels bir fabrikatör çocuğuydu, küçük burjuva kategorisini aşkın zengin sınıfa mensuptu.
Lenin de işçi değildi, bir küçük burjuvaydı.
Stalin’den Castro’ya, Che’den Enver Hoca’ya, Amilcar Cabral’dan Nelson Mandela’ya, Mao’dan Ho Chi Minh’e kadar hepsi küçük burjuvadırlar. Hiç kimse bunların proleter olduklarını söyleyemez, sınıfsal aidiyetleri buna engeldir. Hiçbiri yaşamı boyunca fabrika işçiliği yapmamıştır.
Tukkanci tayfa, minibusculer, taksiciler ilerici, isciler mi gerici? Aptallik bile degil bu soylenen. Kendini sinifsal olarak zenginlerle karsi karsiya koymayan isci sinifi, zaten en gerici tabakadir. Birileri egemenlere karsi savastiginda, egemen fikirlerle bagini keser. Savasmiyorsa tabi soven de olur, fasist de olur. Uyduruk kaydirik sagdan soldan duyma “isci sinifi ilericidir.” vs. ezberi yerine kafayi kullanin artik. Reddettiginiz fikrin nereden geldigini bile anlamadan yalnizca kufretmek tam kucuk burjuvazinin ozelligi. Aydinmis bunlar bi de. He canim, oldu. Gorursem selam soylerim.