Site Logosu

Gün Zileli

Aşk ve Devrim

Hangi Stalin?.. Öteki Stalin…

Devrim ve Sosyalizm Sorunları, Kitap Tanıtım, Stalinizm

 

 

Yuriy Jukov, Öteki Stalin, Rusçadan çeviren: Orhan Uravelli, 2013, Lena Yayınları39bfe4a1a270fe85c1df6c297da36bd5eed59199

 

Türkiye solunda “Stalin tartışması” başlayalı, otuz yılı aşkın bir zaman oluyor. Bu tartışmaya bakışı iki ana kategoride toplayabiliriz:

Birinci tutum: “Stalin tartışması önemlidir ve üzerinden atlamak ya da görmezden gelmek doğru değildir. Dolayısıyla, o dönemde yaşananlar dikkatle incelenmeli ve gerekli sonuçlara varılmalıdır.”

İkinci tutum: “Bunlar yaşanmış ve tarihe mal olmuştur. Tarihte aynı şeyler yaşanmaz. Bu bakımdan böyle bir tartışmaya girmek ortaçağ dinbilimcilerinin ‘meleklerin kanatları’ tartışmasından farksızdır.”

İkinci tutumu sergileyenler, daha çok, bir kısım sol örgütler ve örgütlerinin ideolojik temellerinin böyle bir tartışmayla yıpranacağını düşünen örgüt liderleri olmuştur.

İkinci tutum, tartışmanın gelişmesini önemli ölçüde engellemiş olsa da, konu, duvarlardan sızıntı yapan sular gibi, şu veya bu şekilde kendini tekrar tekrar gündeme getirmiştir. Bir metafor yaparak söyleyecek olursam, kişi, geçmişte yaşadığı kötü bir olayı örtbas edip tamamen karanlıklara gömmekle, bu olayla açıkça yüzleşmek ve hesaplaşmak arasında gidip gelmektedir. Hesaplaşırsa, hayatını idame ettiremeyeceği endişesi içindedir ama öte yandan, vicdan sızısı ona rahat vermemektedir.

Bu yazıda, Stalin tartışmasında alınan tavırlara girmeyeceğim ama hazır konu açılmışken o konuda da özet bir kategorileştirme yapayım:

Birinci tutum: Stalin döneminin Büyük Temizliklerini ve uygulamalarını dikkatli bir şekilde tahlil edip bundan devrimci sonuçlar çıkaranlar (bir kısım anarşist, sol komünist, Troçkist ve devrimci Marksist).

İkinci tutum: Stalin döneminde yapılanları, toplumsal devrimin, sosyalizmin ve her türlü devrimci ve radikal toplumsal değişim eğiliminin çıkmazının kanıtı olarak görenler (sağcılar, liberaller, liberal solcular, Menşevik eğilimdeki bazı kişiler).

Üçüncü tutum: Stalin’i kökten reddediyormuş ya da Stalin tartışmasını gereksiz görüyormuş gibi yapıp bu konuyu tartışmaya yanaşmayanlar (bir kısım anarşist, bir kısım örtülü Stalinist, bir kısım ulusalcı veya milli solcu).

Dördüncü tutum: “Düello çağrısını” kabul edip Stalin’e karşı bütün argümanların CIA uydurmaları olduğunu kanıtlama çabasına giren bir kısım açık ya da örtülü Stalinist.

 

Türkiye, Stalin tartışmasına her ne kadar (her zaman olduğu gibi) batıdan en az 20-30 yıl sonra başlamış olsa da (batıda bu tartışma daha 1930’larda, Troçki-Stalin tartışmasıyla başlamıştı ama tarihi bir olgu olarak tartışma batının gündemine 1956 Macar devriminden sonra gelmiştir), otuz yıl içinde bu konuda yayınlanmış kitaplar bir kütüphane rafını dolduracak yoğunluğa ulaşmıştır. Rusçadan doğrudan çevrilen Yuri Jukov’un kitabı ise bu literatüre değerli bir katkıdır. Bu kitabın orijinalliği şuradan gelmektedir ki, halen yaşayan (1938 doğumlu) Rus bir tarihçi ve akademisyen olan Yuriy Jukov, bir Marksist değildir ve dolayısıyla bu konuda “dışarıdan” bir bakışa sahiptir. Kimi durumlarda dışarıdan bakışların gerçeğe daha yakın olduğu düşünülebilir.

 

Stalin Yanlısı Bir Öteki Tarihçi

 

Yuriy Jukov’un Stalin konusundaki tutumunu, romanın ya da filmin sonunu söyleyen beceriksiz anlatımcılar gibi, baştan açık etmek istemesem de, onun bakış açısı, kendisinden yapacağım özetlemelerle ve alıntılarla zaten ortaya çıkacağı için yeri geldikçe onun bu konuya nasıl yaklaştığına değinmek zorunda olduğumu hissediyorum. Bu girizgâhtan sonra şunu belirteyim: Benim edindiğim izlenime göre (kendisi hiçbir yerde böyle bir şey söylememektedir), Yuriy Jukov, merkezi-üniter devletten yana, liberal bir Rus milliyetçisidir ve işin daha da ilginç tarafı, olayları tahlil ederken, mümkün olduğunca objektifliğini korumaya çalışsa da, bu eğilimleri dolayısıyla, Stalin taraftarıdır.

Şöyle ki: Yuriy Jukov, üniter devlete ve merkeziyetçiliğe taraftar olan; 1917 devriminin getirdiği sınıfsal ölçütleri terk etmeye çalışan; Dünya Devrimi yerine Sovyetler Birliği’nin çıkarlarını koyan; zorla kolektifleştirme ve hızlı sanayileşme hamlesine girişen; “proletarya diktatörlüğü”nü tasfiye edip “eşit ve gizli oy” sistemini getirmeye çalışan; eski Bolşevik Partisi’ni şeklen ve fiziken ortadan kaldıran; Kızıl Ordu’yu 1917’nin sınıfsal ölçütlerinden tamamen arındırmak isteyen; bütün bunları yapabilmek için, eski Bolşeviklerle hesaplaşmakla yetinmeyip, kendi Ortodoks “partokrasi”si ile de hesaplaşmaya girişen Stalin’i onaylamakta; hatta Büyük Temizlik’lerdeki NKVD komplolarına ve sahte suçlamalarına karşı kuşkularını belirtmekle birlikte, Stalin’in bu konudaki sorumluluğunu minimize etmeye, sorumluluğu mümkün olduğunca başkalarının sırtına (örneğin Yezhov’un) yıkmaya çalışmaktadır. Yuriy Yakov’a göre, Stalin, devrimcilikten ve solculuktan uzak, “demokratik reformlar” yapmaya çalışan bir devlet adamıdır. İşte “Öteki Stalin” budur. Evet ama Rusya’daki muhalifler de zaten bu “Öteki Stalin”in sağcı, ulusalcı çizgisine karşı mücadele ettikleri için idam müfrezelerinin önüne sürülmemişler miydi? Bana kalırsa, burada “öteki” olan, Stalin değil de, Yuriy Jukov’un kendisi. Ya da belki “biricik” demek daha doğru olur. Stalin tartışmasına yıllar sonra “dışarıdan” dalıp, bir liberal ve milliyetçi olarak onu olumlu bulan bir tarihçi, bence, hem bu tutumuyla sola ışık tutması hem de burjuvaziye bir başka bakış açısı sunmasıyla gerçekten biriciktir.

 

Üniter Devlet Yanlısı Stalin

 

Doğal olarak Marksizmin teorik konularını irdelemeye o kadar da eğilimli olmayan Yuri Juvkov, kitabın başlarında yine de bazı teorik konulara girmekte, fakat bunu sadece, Stalin’in merkeziyetçi bir üniter devletçi olduğunu göstermek için yapmaktadır. Ona göre, Stalin’in ulusal soruna ilgisi başından beri “ülkenin siyasal bütünlüğünün sağlanması” inancından (s. 32) kaynaklanıyor. Stalin’e göre, “milli bir zeminde ortaya çıkan ve gelişen mücadele şekilleri, sonraki aşamalarda merkezkaç güçlere dönüşebilirdi. Böylece imparatorluk toprakları bölünebilir… ve bu, bolşeviklerin amaçladıkları yeni devrimin önceden kestirilemeyen sonuçlarından biri olabilirdi.” (s. 32) Dolayısıyla Stalin, “Ulusların kendi kaderlerini belirlemesine yönelik Marksist yorumu, ülkenin bütünlüğünü koruma koşuluyla örtüştürmeye çalıştı.” (s. 32) O, “halkların kendi kaderlerini belirleme haklarının mutlaklaştırılmasına izin verilemeyeceğini belirterek, bu hakkı önemli derecede sınırlamayı ve devletin genel çıkarlarına bağlı kılmayı öneriyordu.” (s. 33) Stalin, tamamen farklı bir bakış açısı getiriyordu: “devleti güçlendirmek ve onun kurumlarını pekiştirmek. Bunun için, bölücü hareketlerden daha yeni nasibini almış çokuluslu RSFSC içinde temel gövdeyi teşkil edecek yapı… üniter veya buna azami derecede yakın bir yapı olmalıydı.” (s. 35)

Keza uygulamalar da bu yöndeydi:

“Stalin ‘taşra bölgelerin ayrılma taleplerinin devrimin şimdiki aşamasında, devrim karşıtı dev bir adım’ olduğunu öne sürdü.” (s. 35) Stalin, “… bütün inşaatların ve tarımsal üretimin, doğrudan Moskova’dan sıkı bir şekilde yönetilmesine dayanan üniter bir sistem kurmuştu.” (s. 48)

“1935 yılının son günleri ve yeni 1936 yılının ilk günlerindeki gelişmeler, parti rotasının ideolojik olarak kesinlikle değiştiğini, eski savaşçı ‘sol’culuktan tamamen kopularak ilke açısından yeni bir rotaya girildiğini bir kez daha doğruluyordu. Ülkeyi bu rotada tutmak, bu rotayı gelecekte de sürdürmek için, parti, neredeyse yirmi yıllık idari yapıları dağıtmaya başladı. Birliğe üye cumhuriyetlere, kendi milli kültürlerini bağımsız bir şekilde geliştirmeleri için 1924 anayasasıyla verilmiş olan hak, tek kalemde iptal edildi.” (s. 200) “…okullarda çok önem verilen Rusça dersleri de zorunlu hâle getirilerek yoğunlaştırılmıştı ve bütün eğitim süresini kapsıyordu.” (s. 201) “Böylece SSCB üyesi cumhuriyetlerin daha düne kadar Moskova’dan bağımsız olan milli eğitim, kültür, bilim, basın ve yayınevi faaliyetleri dar yönetimin [kitapta sık sık geçen bu terim, Stalin ve dar çevresini anlatmaktadır. G.Z]kontrolüne geçiyordu. Bunun yanı sıra… federasyondan üniter devlete doğru, gözle görülür ilk somut adım atılıyordu.” (s. 184-185)

 

Dünya Devriminin Değil, SSCB’nin Çıkarı

 

Aslında Yuriy Jukov’un kitabı, sol içi bir tartışmaya göre, öyle bir bakış açısıyla hazırlanmamıştır. Öyle hazırlansa ya da Y. Jukov, sol içi klasik bir Stalinist olsa, özellikle aşağıda alıntılarla dikkat çekeceğim noktalardaki görüşlerini bu kadar açıkça ifade etmez, Stalin’in solcu eleştirmenlerine, kullanacakları bu kadar açık argümanlar vermezdi. Y. Jukov, tartışmayı, solcularla değil, Stalin’in sağcı eleştirmenleriyle, daha açıkçası Stalin’i “sol” olduğu gerekçesiyle eleştiren burjuvaziyle yürütmekte ve gerek kendisi gibi sağcıları, gerekse burjuvaziyi, Stalin’in hiç de sandıkları gibi solcu olmadığı, düpedüz düzenden, devletten ve burjuva demokrasisinden yana bir devlet adamı olduğu noktasında ikna etmeye çalışmaktadır.

Örneğin alalım, dünya devrimi, enternasyonalizm ve Sovyetler Birliği’nin çıkarları tartışmasını.

Y. Jukov, aynı Stalin’in solcu muhaliflerinin yıllardır ileri sürdükleri gibi, Stalin’in dünya devrimini ve enternasyonalizmi rafa kaldırdığı ve Sovyetler Birliği’nin çıkarlarını birinci plana koyduğu konusunda nettir ve üstelik bu tutumu desteklemektedir de: “VKP (b) için tek hedef, gittikçe hayali olan proleter devrimi ve buna bağlı olarak dünya devrimi fikrinin peşinden koşmak değil, ülkenin milli güvenliğini sağlamak ve ülkeyi savunmak olacaktı.” (s. 65) “Dünya devrimi rotasından kesinlikle vazgeçilmişti; SSCB’nin milli çıkarlarına öncelik verileceği ilan ediliyordu ve bütün bunların SSCB anayasasında kayıt altına alınması isteniyordu. Kısacası, hiçbir şekilde saklanmayan, apaçık bir devletçilik (etatizm) söz konusuydu.” (s. 125-126) “Daha 1934’de, ütopik sayılan dünya devrimi fikrinden tamamen vazgeçen Sovyet liderleri, ‘sol’ radikallerin hareketlerinden azami derecede uzak durmak için mümkün olan her şeyi yapıyorlardı.” (s. 371)

Yazara göre, Troçki ve Zinovyev taraftarlarının yargılanmasındaki amaçlardan biri de batıya, Sovyetler Birliği’nin dünya devriminden vazgeçtiğini göstermekti: “Stalin grubu, bu merkezin [“Birleşik Troçkici-Zinovyevci Merkez” G.Z.] ‘üyelerini’ yargılayarak… Batılı demokratik ülkelere yönelik bir propaganda kampanyası yürütmüş olacaktı. Bu, eski rotadan kesin ve kararlı bir şekilde vazgeçildiğini gösterecekti. Eski rota öncelikle dünya devrimini hedef alıyor, Londra ve Paris bu rotada ‘Moskova’nın parmağı’ olduğunu, yani bunun bir devrim ihracı çabası olduğunu düşünüyordu. Ve bu rota iki kişinin, Troçki ve Zinovyev’in adlarıyla özdeşleşmişti.” (s. 234) Keza Komintern önderlerinden Pyatnitsky’nin tasfiyesi de, yazar tarafından enikonu desteklenerek şöyle verilmektedir: “Eski politikalardan yana olan, çoktan vazgeçilmiş sert ve acımasız yöntemleri savunan [ilginçtir ki, yazar, onca tasfiyeyi gerçekleştiren Stalin hakkında bu tür terimleri kitabının hiçbir satırında asla kullanmamaktadır. G.Z.] İ.A. Pyatnitskiy’in 07.07. 1937’de görevden alınması çarpışmanın yakın olduğunu gösteriyordu. Pyatnitskiy, Komintern’de görev yaptığı on beş yıllık süre içinde ‘devrim ihracı’ için az çaba göstermemişti.” (s. 430)

Nitekim, SSCB yönetimi, devrimci hareketlere karşı olumsuz tavrını, Avrupa’daki devrimci girişimlerde açıkça ortaya koymaktaydı: “VKP (b) MK ve Komintern’in, Avrupa’da proletaryanın bir yıl içindeki bu ikinci silahlı hareketine tepkisi, Şubat’taki Avusturya olaylarına yönelik tepkisi gibi, açıkça kaçamaklı oldu. İspanya’ya ne para yardımı, ne silah, ne de profesyonel devrimci gönderildi.” (s. 95)

Yazar, İspanya’daki “devrimci başıbozukluğu” ortadan kaldırmak için yapılan Stalinist bastırma harekâtlarını, tamamen destekleyen bir tutumla vermektedir: “NKP, FAİ ve POUM gibi örgütlerin son derece aşırı tutumları öylesine açık ve ortadaydı ki, cumhuriyetçiler kampındaki iç çekişmeler kimse için bir sır değildi. Özellikle cumhuriyet ordusunun kurulması, eğitimi ve hazırlanması, ona gerekli disiplinin ve savaş kabiliyetinin kazandırılması çalışmalarına çok olumsuz biçimde yansıyan devrimci başıbozukluğu ne pahasına olursa olsun engellemek için Sovyet danışmanlarının gösterdiği çabalar bir sır değildir.” (s. 254-255)

İspanya’daki devrim, Sovyetler Birliği içindeki devrimci gelişmeleri körükleyebilir, dolayısıyla Stalin’i zor duruma sokabilirdi: “Öte yandan devrimci fikirlerin yoğun dürtüsü, İspanya devriminin şeklen kazandığı başarılar, SSCB içinde de kısa süre, sadece üç dört yıl önceki aşırı ‘sol’ eğilimi yeniden canlandırabilirdi. En tehlikelisi, gelişmeler, radikal görüşlü parti üyelerinin ve gençlerin başını döndürüp geniş yönetimin [Yazar bu deyimle, Stalinist dar grubun dışında kalan Stalinist diğer yönetici kadroyu –MK’yi-kastetmektedir ki, bu kadro daha sonra Stalin tarafından fiziki olarak –yani öldürülerek- ortadan kaldırılmıştır. G.Z.] eline Stalin grubuna karşı korkunç bir silah verebilirdi.” (s. 255) “…dar yönetim [yani Stalin’in çevresindeki esas dar grup G.Z.] için en ciddi tehlike İspanya’daki olayların gidişatıydı; zira iç savaş giderek devrimci bir hareket hâlini almaktaydı ve bu, Stalin’in değil, Trotskiy ile Zinovyev’in haklılığını gösteriyordu.” (s. 314)

Bütün bu alıntılardan sonra şu sözü hatırlamamak mümkün değil: “Şecaat arzederken merdi Kıpti sirkatin söyler.”

 

Sınıfsal Yaklaşıma ve Orduya İlişkin Başka Arz-ı Şecaatler

 

Yazar, bununla da kalmayıp, muhatap aldığı sağcıları ve burjuvaziyi, Stalin’in hiç de sandıkları gibi biri olmadığına ikna etmeye çalışırken 1917 Devrimi’nin kalıntılarının Stalin tarafından nasıl tasfiye edildiğine ilişkin başka örnekler de sunmakta, örneğin sınıfsal bakış açısının nasıl değiştirildiği üzerinde durmaktadır: “…eğitim-öğretimi, devrim döneminde benimsenmiş ‘sınıfsal yaklaşımdan’ kurtarmak lazımdı… devrimin ve Sovyet iktidarının kazanımlarından biri sayılan zorunlu sınıfsal yaklaşım ilkesi eğitim-öğretim alanından azami derecede dışlanmaya başladı.” (s. 84-85) “O dönemde vazgeçilmez olan ‘sınıf’ yerine, alışılmadık biçimde ‘halk’ kavramı kullanılmıştı.” (s. 89)

Artık “Emek Kahramanı” ünvanı da terk ediliyordu: “Emek Kahramanı ünvanının yerine, yeni bir en yüksek fahri unvan, Sovyetler Birliği Kahramanı ünvanı getirildi. Yeni unvan, sadece tanımlanmasıyla bile, artık, çalışan Yurttaşların ülkeye, vatana başlıca hizmeti olan emeği ikinci plana itiyordu… Nitekim ilk Sovyetler Birliği Kahramanları, işçiler, madenciler, traktör sürücüleri veya kolhoz çiftçileri değil, parti üyesi olmayan kutup pilotları oldular.” (s. 92)

Bu gelişmelerin sonucunda “proleter” adını taşıyan sanatsal birlikler de ortadan kaldırıldı: “Böylece son derece nahoş, güya salt sınıfsal, sadece sol değil, belirgin şekilde devrimci, üstelik proleter devrimci yazar, ressam ve besteci birliklerinin kapatılmasıyla, 1932’de başlayan bir süreç sona erdi. Rusya Proleter Yazarlar Birliği (RAPP), Devrimci Rusya Ressamlar Birliği (AKhRR), Birlik Geneli Proleter Mimarlar Birliği (VOPRA), Rusya Proleter Müzisyenler Birliği (RAPM) gibi birlikler ortadan kaldırıldı.” (s. 201)

1917 Devrimi’nden gelen, orduda rütbelerin olmaması uygulaması da Stalin tarafından kaldırılıyor ve ordu, klasik, bilinen orduların yapısına sokuluyordu: “Bu kararnameyle takım, bölük, tabur komutanı gibi daha önce var olan ve ‘küp’ veya ‘travers’ şeklindeki yaka işaretleriyle belirtilen görevler ortadan kalkıyordu. Şimdi teğmen, üsteğmen, yüzbaşı, binbaşı, albay gibi yeni personel rütbeleri, ayrıca sadece ad olarak kalan tugay komutanı (kombrig), tümen komutanı (komdiv), kolordu komutanı (komkor), 2. derece ve 1. derece ordu kumandanı (komandarm) daimi rütbeler olacak ve bu rütbeler görev temelinde değil şahıs temelinde verilecekti… İçeriği açısından devrimci, niteliği açısından sınıfsal İşçi Köylü Kızıl Ordusu’nun on yedi yıldır başlıca özelliği olan temel, bu şekilde ortadan kaldırıldı. Böylece geriye sadece ordunun artık hiçbir anlamı olmayan adı kalıyor, Kızıl Ordu kapitalist ülkelerden herhangi birinin ordusundan pek farkı olmayan bir görünüme bürünüyordu.” (s. 188)

Bundan sonra, eski Çarlık ordusunun geleneklerine de rahatlıkla dönülebilirdi: “Voroşilov’un getirdiği bir teklifle, eski geleneksel kıyafetleriyle – renkli (Don kazakları için kırmızı, Kuban Kazakları için mavi) kasket kuşakları ve pantolon şeritleri, külahlar, kubanka (Çerkes cübbesi) denilen üst giysi ve beşmet denilen giysi vb ile- Kazak kıtalarının yeniden kurulmasına karar verildi.” (s. 213)

Yazarın kitabının neredeyse ana eksenini oluşturan ve kendisinin çok önem verdiği “büyük” (gerçekten büyük mü?) bir değişiklik  daha söz konusu: Yazarın deyişiyle, 1917’de kurulduğu farz edilen “proletarya diktatörlüğü”nden, yine yazarın iddiasına göre, Stalin’in önerileriyle, burjuva parlamentarizmine geçiş yönündeki çabalar. Yani Stalin’in hazırlattığı yeni Sovyet Anayasa’sı. Şimdi bu konuda yazarın temel tezlerine yer verelim.

 

“Proletarya Diktatörlüğü”nden Burjuva Parlamentarizmine Geçiş (mi?)

 

Yazar, yeni Sovyet anayasasında öngörülen “gizli ve eşit oy” meselesine, anlaşılması güç bir biçimde olağanüstü ağırlık vermekte, bunu adeta bir rejim değişikliği olarak görüp kitabını ve Stalin dönemindeki olayları esasen buna dayandırmaktadır. Sanki tarihte görülmemiş ölçüde korkunç bir gizli polis (NKVD-OGPU) terörüne dayanarak herkesi sindirmiş o tek kişi diktatörlüğü ortamında oy verme biçiminin şöyle veya böyle olması herhangi bir değişikliğe yol açabilirmiş gibi, Stalinist bürokrasinin, Stalin’e ve dar grubuna karşı direnişini bu değişikliğe bağlamaktadır. Sanırım yazarın bu konuyu gerçeklikten tamamen uzak bir şekilde bu kadar abartmasının nedeni, sağcı ve burjuva muhataplarını, Stalin’in “proletarya diktatörlüğü” denen şeyi nasıl tasfiye ettiğine (gerçi bu, 1917 devriminden sonra kurulan Bolşevik parti diktatörlüğünün tasfiyesi anlamında doğrudur) ikna edebilmektir: “Stalin’in önerdiği bu tasarı, Yenukidze’nin üzerinde durduğu çerçeveden daha genişti ve her türlü seçimlerin yürürlüğe konması, ayrıca kent ve köy nüfusuna, yani işçilerle köylülere aynı hakların tanınması, dolayısıyla proletarya diktatörlüğünden vazgeçilmesi söz konusuydu.” (s. 130) “ ‘İşçi sınıfına proletarya diyebilir miyiz? Tabii ki hayır.’ (Stalin) Stalin böylece delegelere, kendi kendilerine mantık yürüterek şu sonuca varmaları için bir yol açıyordu: Madem ki proletarya yoktu, o hâlde artık onun diktatörlüğü de yoktu.” (s. 281) “… Molotov, Trotskiy ve yandaşlarını da bu düşmanların safına kattı. Halbuki onlar komunist ve devrimci pozisyonlarını koruyor, Stalin grubu ve SSCB yeni anayasasını revizyonizme yuvarlanmaktan dolayı eleştiriyor, Ekim Devrimi’nin başlıca kazanımı olan proletarya diktatörlüğünün tasfiye edildiği gerekçesiyle tepki gösteriyorlardı.” (s. 293)

1917’den sonra konan seçim sisteminde işçilerin bir oyu neredeyse köylülerin üç oyuna bedeldi, yani işçilere bu konuda bir ayrıcalık sağlanarak güya “proletarya diktatörlüğü” garanti altına alınmış oluyordu. Oysa bu tamamen göstermelik bir hüküm ve uygulamaydı. Çünkü gerçeklikte Sovyetler iktidardan tamamen arındırılmış ve çoktan Komünist Partisi diktatörlüğünün vitrini haline getirilmişti. Bu yüzden, hiçbir iktidara sahip olmayan bir organı ister tamamen işçiler seçiyor olsun, ister bir başkaları, pratikte bunun hiçbir hükmü yoktu. Bolşevikler bu hükmü, oraya, dünya devrimcilerine ve işçilerine, kendi iktidarlarının işçi iktidarı olduğunu göstermek amacıyla, propaganda olsun diye koymuşlardı. İşçilerin en ağır bir sömürü altına alındığı, hele hele köylü emeğinin büyük ölçüde köle emeği derekesine düşürüldüğü Stalin döneminde ise bu tür yasal değişiklikler ve oy eşitlemeleri sadece gülünüp geçilecek bir gösteriden fazla bir şey ifade etmezdi. Stalin’in böyle bir gösteriye girişmesinin başta gelen nedeni, batılı burjuva demokrasilerine kendilerinin de demokraside onlardan geri kalmadıklarını gösterme çabasından başka bir anlam ifade etmiyordu ki, yazar da bu gösteriyi yıllar sonra parlatarak burjuva muhataplarına aynı propagandayı yapmaya çalışmaktadır. İşte:

“Stalin, reformun daha ilk aşamasında, faziletleri on altı yıldır propaganda edilen Sovyet seçim sisteminden vazgeçmeye ve ilke olarak reddedilen ve aşağılayıcı bir tarzda burjuva demokratik sistemi denilen başka bir seçim düzenine geçmeye çalışıyordu.” (s. 130)

Bu düzenlemede gerçeğe tekabül eden bir tek nokta vardır, o da, Stalin’in, bu tür değişikliklerle, Stalin’e karşı üstü örtülü bir şekilde direnmeye çalışan Ortodoks komünist bürokrasinin yasal dayanaklarını ve “proletarya diktatörlüğü”ne ilişkin argümanlarını yok etme çabasıydı. Yazardan yapacağımız şu alıntı da bunu ortaya koymaktadır: “En bilinçli, inançlı ve aktif komünistlerin, özellikle de devrim ve iç savaşa katılmış olanlarının bir kısmı, Stalin’in yeni rotasını kabullenmiyor ve konformizmi açıkça reddediyorlardı. Bu unsurlar sadece dünya devrimini temel hedef olarak alıyor, Sovyetler Cumhuriyeti’nin, proletarya diktatörlüğünün sınıfsal temellerinin dokunulmazlığını savunuyor, yaşamlarının anlamını oluşturan yaklaşımdan vazgeçmek istemiyorlardı.” (s. 180) “Stalin’in, Sovyetler Birliği’ni ve Sovyet devlet düzenini, devletin sınıfsal niteliğini ifade eden her şeyi anayasadan atarak değiştirme isteği de, sabrı taşıran en son damla olmuş olabilirdi.” (s. 181) “Kısacası, 1935 sonbaharında, eski anayasayı değiştirme işinin sadece ön çalışma etabında bile, eskiden partinin ünlü liderleri olan ve eski ilkelerinden vazgeçmeyen Ortodokslar ile Stalin grubu arasında ilkesel ve ideolojik açılardan ciddi anlaşmazlıklar ortaya çıkmıştı.” (s. 195)

Aslında içerik olarak hiçbir şey ifade etmeyen bu tür değişiklikler ağırlıklı olarak sembolik alandaki mücadele alanında bazı anlamlara sahipti. Stalin, Bolşevik partisini bütün temelleriyle ve hatıralarıyla birlikte mezara gömmek ve Bolşevik partisinde yetişmiş Stalinist bürokrasiyi tamamen kendi iradesine bağımlı kılabilmek için sembolik alandaki bu mücadeleye önem veriyordu elbette.  O, “eşit ve gizli oylama” derken, “proletarya diktatörlüğü” diye sunulan Bolşevik diktatörlük için tamamen soyut ve sembolik kavramlar dünyasından bir ölüm ilanı yazmış oluyor, aynı zamanda da kendi bürokrasisini, “istersem sizi, sadece sembolik ve formel bir değeri olan Sovyetlere bile seçtirmem” diyerek tehdit etmiş ve sindirmiş oluyordu: “Milyonlarca seçmen, adaylara işte bu kriterlerle yaklaşacak ve uygunsuzları saf dışı bırakacak, onları listelerden sileceklerdir.” (Stalin) (s. 205) “…bu sistemle, obkom ve kraykom 1. sekreterleri, geleneksel yetkilerinden, en üst Sovyet yönetim organının oluşumunu etkileme hakkından mahrum bırakılıyorlardı.” (s. 222)

Yıkmak istediği bir Stalinist bürokratı seçtirmemek için Stalin’in vereceği küçük bir işaret yeterdi. NKVD’nin gözetim ve tehdidi altındaki milyonlarca seçmen, verilen işareti hemen görür ve korkuyla titreyerek, o Stalinist bürokratın adını derhal listelerden silerdi. Gerçi, Stalin’in, istediği kişiyi NKVD aracılığıyla anında tutuklatıp, isterse ölüme yollayabildiği koşullarda buna ihtiyacı mı vardır diye sorulabilir. Evet ama bir diktatör, neden sadece ölüme dayansın ki. Ölümü tek yola getirme aracı olarak sürekli gündemde tutmak yorucu ve yıpratıcı bir şeydir de. Ayrıca fazla mal göz mü çıkarır? Diktatör, polis, ölüm, işkence, atama, görevden alma vb. gibi yolların yanı sıra, neden bir de böyle bir baskı aracını elinde tutmak istemesin ki. Hele bir de bu yol ona, fazladan “halk hamisi”, “demokrasi yanlısı”, “bürokrasiyle mücadele eden yüce lider” propagandası avantajı sağlıyorsa. Öte yandan, yazar, gerçekten Sovyetin “en üst yönetim organı” olduğuna inanacak kadar saf mı, yoksa saf numarası mı yapıyor, karar veremedim ama bunu sanki böyle bir yönetim organı varmışçasına ciddi ciddi ileri sürüyor olması gerçekten çocukçadır. Karar veremediğim bir diğer husus, yazarın “proletarya diktatörlüğü” diye bir şeyin varlığına gerçekten inandığı mı, yoksa sağcı ve burjuva muhataplarını, Stalin’in böylesi bir diktatörlüğü yıkmak isteyen iyi niyetli bir devlet adamı olduğuna ikna etmek için mi böyle bir şey varmış gibi abarttığıdır?

 

Bolşevikler, Stalinist Partokrasi ve Stalinist “Dar Yönetim”

 

Bütün bunlardan sonra, yazarın saptamalarıyla açıklık kazanan, çok önemli bir konuya geçebiliriz: Büyük Temizlik dönemindeki tarafların tahlili, aralarındaki ilişkiler, karşıtlıklar ve benzerlikler.

Yazarın tahlillerinden, bana da akla yatkın gelen üç kesim ortaya çıkmaktadır: 1. Eski Bolşevikler kesimi; 2. Yazarın yer yer “geniş yönetim” ve “partokrasi” diye tanımladığı Stalinist bürokrasi; 3. Yazarın “dar yönetim” dediği, benim Stalinist Konsül demeyi tercih ettiğim, ülkenin gerçek yöneticisi ve diktatörü Stalin ve beş-altı kişilik yakın çevresi. (Stalin, Molotov, Kaganoviç, Voroşilov, Jdanov ve NKVD şefleri olarak sırasıyla: Yagoda –öldürüldü- , Yezhov –öldürüldü-, Beria –Kruşçev döneminde öldürüldü-).

Yazar, Stalinist bürokrasinin iktidar gücünü epeyce abartarak bu kesimi şöyle tahlil etmektedir: “…plenumlarında Politbüro, Sekreterya, Organizasyon Bürosu gibi partinin en üst organlarını, yani sonuçta dar yönetimi seçen MK yapısının esasını da yine bu yirmi iki birinci sekreter oluşturmaktaydı. Bu nedenle onlar, Stalin grubu için tehlikeli ve ciddi rakiptiler. Bu durumu dramatikleştiren başka bir husus daha vardı: İstisnasız olarak bütün birinci sekreterler, hem ‘sol’cu ve ‘sağ’cı muhalefete karşı tavizsiz bir mücadele veriyor, hem kendi ‘solcu’ inançlarını muhafaza ediyorlardı.” (s. 83) “… alternatifli adaylık sistemi, cumhuriyetlerdeki milli komünist partilerinin MK’larının, kraykomların, obkomların, gorkomların birinci sekreterlerinin gerçek iktidarı ve pozisyonları için doğrudan bir tehditti.” (s. 208) “Bu kişiler Moskova, Kiev, Minsk, Tiflis, Smolensk, Odesa, Kursk, Simferepol, Kuybişev, Sverdlosk, İrkutsk ve Habarovsk’u kapsayan geniş bir coğrafyayı temsil ediyorlardı.” (s. 395)

Kanımca yazar, Stalinist Konsül ile Stalinist bürokrasi arasındaki çelişkiyi iyi tespit ediyor ama bu çelişkinin kaynaklarını iyi tahlil edemiyor. Öyle sanıyorum ki, bu tahlil yetersizliğini besleyen esas neden ise, yazarın şu seçim ve oylama sorununu abarttıkça abartmasıdır. Bu noktada ben bu çelişkinin gerçek kaynağı üzerine kendi görüşlerimi ortaya koymak istiyorum.

1917 Devrimi’nden sonra devrimin bütün düşmanlarını ve dostlarını (ve emekçileri) bastırarak bir tek parti diktatörlüğü kuran Bolşevik Parti’nin bu sefer kendi içinde çetin bir iktidar mücadelesi yaşaması kaçınılmazdı. Çünkü iktidar hangi organda yoğunlaşmışsa, iktidar mücadeleleri de o organda yoğunlaşır. 1920’lerde bu iktidar mücadelesi Stalin ve müttefikleri (Zinovyev, Buharin) ile “sol muhalefet” adı verilen Troçki ve taraftarları arasında yaşandı. Stalin’in önderliğindeki blok mücadeleyi kazandı ve Troçkistleri tasfiye etti. 1930’ların başında mücadele bu sefer “Bolşevik eski muhafız”larla (Zinovyev-Buharin) Stalinistler arasında cereyan etti ve Stalinistler bu mücadeleden de zaferle çıktılar.

Stalin, gerek Troçki’ye, gerekçe “Bolşevik eski muhafız”lara karşı mücadelesinde kendine bağlı bir bürokrasi yaratmak ve onlara dayanmak zorundaydı. Ne var ki, 1930’ların ortalarından itibaren, bu Stalinist bürokrasi de, yeni oluşmakta olan Stalinist Konsül’ün mutlak iktidarı için bir engel olmaya başlamıştı. Çünkü, Stalin kültünün oluşturulması sırasında, bu Stalinist bürokrasi, Stalin kültünü, neredeyse Stalin’i bile aşan noktalara vardırarak kendi küçük iktidar alanlarını oluşturmuştu. Bir derebeylik gibi her biri kendi iktidar alanında küçük bir Stalin haline gelmişti (Nikita Mikhalkov’un Güneş Yanığı filmi bunu çok güzel anlatır). Troçkist muhalefetin ve “Bolşevik eski muhafız”ların (yani aslında Bolşevik Partisi’nin kendisinin) tasfiyesinden sonra, bu bölgesel küçük Stalin’ler, merkezi Stalinist Konsül’ün mutlak iktidarının önünde bir engel haline gelmişti. Bunlar, muhalifleri ezme bahanesiyle ve Stalin kültünün arkasına saklanarak kendi yerel dükalıklarını güçlendirdikçe güçlendiriyorlardı. Sanki Stalinist Konsül’ün emir ve talimatlarını tam bir sadakatle uyguluyormuş gibi yaparak, bu emir ve talimatları kendi iktidarlarını daha da artıracak bir şekle getirmekten de geri kalmıyorlardı. Mutlak iktidar peşinde olan Stalinist Konsül’ün böyle bir duruma razı olması beklenemezdi. Onların muhaliflere aşırı düşmanlık perdesi altındaki uygulamalarının kendi mutlak iktidarını çarpıttığını ve hatta sınırladığını gören Stalinist Konsül, sonunda kendi Stalinist bürokrasisini temizlemek üzere harekete geçti ve Stalinist bürokrasiyi esasen fiziki olarak yok etti. İşte Büyük Temizliklerde öldürülen üst düzey yöneticilerin sayısının gerçek muhaliflerin sayısını bile kat be kat aşmasının nedeni budur.

Bir nokta daha var. Yazarın da belirttiği gibi bu Stalinist bürokrasinin “solcu” inançlarını muhafaza ettiği noktası. Aslında buna “solcu” inançları muhafaza demek pek doğru değil. Bu kesim, esasen, iç savaş sırasında ön plana çıkmış, Bolşevik Partisi’nin alt tabakasıydı (üst tabaka, sol muhalefeti ve “Bolşevik muhafız”ları oluşturan kesimdi). Dolayısıyla bu alt tabaka Bolşevik Parti diktatörlüğünün 1920’lerdeki argümanlarıyla yetişmişti ve bu diktatörlüğün alışkanlıklarını taşıyordu. Stalinist Konsül ise, artık Bolşevik Parti diktatörlüğünden, doğrudan Stalinist Konsül diktatörlüğüne geçmek istiyor ve Bolşevik diktatörlük döneminin argümanlarını da, alışkanlıklarını büyük ölçüde terk etmek istiyordu. İşte bu noktada Stalinist bürokrasi yeni yönelime ayak uyduramadı. Bolşevik Parti diktatörlüğünü bir kenara atan argüman ve uygulamalara uyum sağlamakta tutuculuk gösterdi, hatta bürokrasi bunu, kendi iktidar payına bir saldırı olarak gördü ve üstü kapalı bir direniş gösterdi. Üstelik bunu, Stalinist ilkelere bağlılık adına yapmaya kalkması, Stalinist Konsül’ün asla tahammül edemeyeceği bir şeydi. Bu direniş onların sonu oldu.

Tabii burada insanların anılarına bağlılıklarının ve duygusal durumlarının payını da dikkate almak gerekir ki, yazar da bu noktayı, gayet güzel yakalamıştır: “Çünkü sonuç itibariyle partokrasi [yani Stalinist bürokrasi G.Z.] köken olarak, parti deneyimi, devrim tecrübesi, iç savaştaki birikimiyle ‘sol’culara son derece yakındı; hatta on yıl öncesine bakıldığında, onunla bir bütün olduğu bile söylenebilirdi. Dolayısıyla, partokrasi, duygulardan hareketle, kendisi için bile sürpriz olacak şekilde eski Bolşevik arkadaşlarına destek verebilir ve onlarla birlikte reformcu Stalin grubuna karşı çıkabilirdi” (s. 267)

Stalinist bürokrasi, eski Bolşevikleri tasfiye etmek istiyordu ama bu, onlar açısından Bolşevik Partisi’nin tasfiyesi demek değildi. Üstelik, bu insanlar, yazarın da belirttiği gibi, her şeye rağmen, iç savaşta ve sonrasında, eski Bolşeviklerle omuz omuza dövüşmüş, omuz omuza mücadele etmişlerdi. Aynı mücadele içinden gelmekten doğan bağları, ortak anıları vardı. Eski Bolşeviklerin siyasi ve ideolojik çizgisinin ortadan kaldırılmasını fazlasıyla onaylıyorlardı ama bunun, eski mücadele arkadaşlarının fiziki olarak tamamen ortadan kaldırılması noktasına kadar uzanmasını onlar bile tahayyül edememişti. Buna ses çıkartmadılar, hatta bu konuda aşırı gayretkeş tutumlar bile sergilediler ama bunun, kendilerinin de dâhil olduğu eski savaş atlarının harcanması anlamına geldiğini içten içe hissettiler. Bu hissiyat aynı zamanda, sıranın bir gün kendilerine  de gelebileceği sezgisiyle birleşti ve sonuçta bu kesimde tasfiyelerin bir noktada durdurulması gerektiği düşüncesini doğurdu. Ama artık çok geçti. Nitekim sıra onlara da geldi.

“Geniş yönetim [yani Stalinist bürokrasi G.Z.], işte bu yaklaşımları, kendilerine yönelmiş açık bir tehdit ve Stalin grubunun [yani Stalinist Konsül’ün G.Z.] onların çoğunu iktidardan uzaklaştırmaya dönük niyeti olarak okumuş olsa gerekti.” (s. 292) “Geniş yönetim temsilcilerinden oluşan birinci grup, en önemli konunun, yeni seçim sisteminin tartışılmasından açıkça uzak duruyordu, buna karşın sınıf  düşmanlarına karşı aşırı nefret ve düşmanlık havası yaratmaya çalışıyor, sadece eski muhalifleri değil, kendi yerel milliyetçilerini de bu düşmanlar arasına katarak, bütün bu unsurlara ceza uygulanmasını istiyordu.” (s. 293)

Yazarın, burada durumu yeterince anlayamadığı kanısındayım. Aslında Stalinist bürokrasi, muhaliflere ve yerel düşmanlara karşı tasfiye hareketini yoğunlaştırarak, Stalinist Konsül’den kendi üzerine doğru yuvarlanan çığın yönünü değiştirmeye çalışıyordu. Yani şu: “Hırsız”, üzerine doğru gelen polisi savuşturmak için, bir başkasını göstererek şöyle diyordu: “Tutun, hırsız orada!” Bu, bir paragraf önce yazdıklarımla çelişmez. Özetle Stalinist bürokrasi kendi durumundan korkuyordu. Hem eski Bolşeviklerin acımasızca ortadan kaldırılmasına içten içe tepki duyuyor hem de böylesine korkunç bir tasfiye ortamında yaklaşan felaketi kendi üzerinden savuşturabilmek için, abartılı bir muhalif düşmanlığına sarılıyordu.

 

Çar Çok mu Uzaklarda?

 

Eugenia Ginzburg’un da sözünü ettiği (Anafora Doğru, çev: G.Zileli, 1996, Pencere, s. 27) Rusların ünlü bir sözü vardır: “Çar çok uzaklardadır.”

Y. Jukov’un Büyük Temizliklerdeki sorumluluklara yaklaşımı bana yeniden bu sözü hatırlattı. Ne var ki bu sefer halkın naifçe bir inancı söz konusu değildir. Yazar, bilinçli ve kasıtlı bir şekilde Stalin’i büyük temizliklerin sorumluluğundan uzak tutmaya çalışmıştır. Bu konuda o kadar çok örnek var ki hangi birini ele alacağımı bilemiyorum.

Sırf, sonradan tasfiye edildiği için, aşağı yukarı bütün Stalinistlerin yaptığı gibi, suçu Yezhov’un üzerine yıkmak mı desem, köylülere ve yerel halklara girişilen kıyımla ilgili olarak, Stalin yerine Stalinist bürokrasiyi hedef göstermesini mi desem, Büyük Temizliklerin yüreksiz savcısı, kasap Vişinski’yi makul bir hukuk insanı gibi göstermesi mi desem, ölüm cezaları istedi diye Kruşçevi canavar olarak nitelendirirken, Stalin hakkında bu tür deyimler kullanmamaya büyük özen göstermesi mi desem, ad dizininde geçen isimlerin neredeyse üçte ikisinin (inanın, ben işaretlemekten yoruldum) ölüm ve intihar tarihlerinin 1936 ile 1939 yıllarını göstermesine mümkün olduğu kadar değinmemeye çalışması mı desem…

Hadi bunların hepsini sineye çekelim de, Stalin’in anayasal reformlarının aslında Yezhov ve partokrasinin hedefi olan köylü kitlesini kurtarmaya çalıştığını ifade eden satırlar yenir yutulur gibi değil: “Yejov ve 1. Sekreterlerin bu şekilde hedefe koydukları insanlar, aslında 7 Ağustos 1932 tarihli kararname uyarınca verilen cezalarını artık çekmiş veya Politbüro kararıyla erken tahliye edilmiş köylüler ya da zamanında kulak ilan edilerek Sibirya’nın uzak yerlerine sürülen kişilerdi. Yeni anayasa ve yeni seçim yasası bu insanların sivil, medeni haklarını onlara iade etmiş, onlara SSCB Yüksek Sovyeti seçimlerinde kendi adaylarını koyma, açıkça propaganda yapma ve oy kullanma hakkı vermişti.” (s. 419)

Artık bu satırları da okuduktan sonra, yazarın gerçekten çok saf mı olduğu, yoksa saf numarası mı yaptığı konusunda iyice tereddüde düştüm.

Bunlar bir yana, yazarın bizzat kendisi “etatist”, yani devletçi bir bakış açısına sahiptir. Bu kitapta yönetim kademelerine, devlet içindeki tayinlere, kadro hareketlerine dair çok yararlı bilgiler bulabilirsiniz ama Sovyetler Birliği halkının hayatına, onların neler çektiğine, o dönemi nasıl yaşadıklarına dair çok az şey bulabilirsiniz. Hele çoktan tarihin karanlıklarına gömülmüş 1917 devriminin gerçek kahramanlarına, Kronstadt bahriyelilerine, Mahnovistlere, anarşistlere ilişkin tek bir kelime bile…

 

Bütün bunlara rağmen kitaptan çok yararlandığımı söylemeliyim. Özellikle kitabı Rusçadan çok güzel bir şekilde çevirmiş olan Orhan Ulavelli’yi tebrik etmek isterim. Kendisi 1957-1990 arasında Sovyetler Birliği’nde yaşamış, kendi ailesi de Stalin’in sürgününe uğramış bir çevirmendir. Kendi anılarını okumayı ne kadar çok isterdim.

 

Gün Zileli

25 Kasım 2013

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

http://www.gunzileli.com/2009/10/16/1917-kucuk-balik-buyuk-baligi-yer/

 

http://www.gunzileli.com/2012/01/01/%E2%80%9Csosyalizmin-sorunlari%E2%80%9D-tartismasi-tarihinden-yapraklar%E2%80%A6/

 

 

 

 

36 Comments

  1. Güçlü

    Gün abi merhaba.

    Küçük bir soru: Türkçe’ye çevrilmiş Lenin biyografileri içinde önereceğin var mı? Çevrilmemişler arasında var mı?

    Selamlar.

  2. Gün Zileli

    İ. Deutscher’in Troçki’leri iyidir ama Lenin mirası (galiba adı buydu) kitabı var. Moshe Levin. Bulabilir misin bilmiyorum. 1980’lerde basılmıştı. Bir de Krupskaya’ın anıları vardır ama bana biraz güzelleme gibi gelir. üstelik partinin enetiminden geçtiğinden iyice güvenilmezdir.

  3. Güçlü

    Krupskaya’yı değil ama Levin’i okudum ama çok zaman geçmiş. Doğan Yayınları’ndan çıkan bir biyografiye başlayıp ikinci bölümde bırakmıştım. Çevirmen ve editörün sosyalizm hakkında bilgisinin olmadığını düşünmüştüm. “Ekonomizm” kavramını “İktisatçılık” diye çevirmişlerdi:)

  4. Anonim

    Grover Furr nasıldır Gün… Herkesin elinde dolaşıyor. Yazılama yayınlarından çıkıyor.

  5. Yusuf Cemal

    Cliff’in Z yayınlarından çıkan Lenin biyografisi vardı. 4 cilt. Kolay okunur, problemleri orta ölçekli iyi tartışır bir biyografidir.

    ———-Spoiler Alarmı———————-

    Biyografinin problemi, “Neden yenildiler?” sorusuna verilen yanıtlarla hemen görülebilir. “İyi iyi, anladık, Lenin insandı tabi ki, günahı da sevabı da var. Bir çok yerde mükemmel işler yapmış, bir kaç yerde de resmen çuvallamış. İyi de, tüm yenilginin kökeni, teorik yanılgılar ya da bürokrasinin yükselişi mi? Hangi mekanizma o teorik yanılgılara neden oldu? Hangi mekanizma bürokrasinin yükselişinin etkilerini mutlak kıldı? Yok mu bu soruların cevapları?” diye sorulursa, onca teorik inceliğine rağmen biyografinin tadı kaçıyor. Sonrasında “Onlar yaptı başardı, biz de aynısını yaparsak belki başarırız” diyen fikirsel yeni yetme troçkistler dışında pek de yeterli gelmiyor insana. Yalnızca bir giriş olarak düşünülürse, oradaki, o zamanki tartışmalara aşina olmak için iyi bir biyografi. Ardından kesinlikle, oturup direk kendi yazdıklarını ve o yazılanlara itirazları okuyup karşılaştırmak şart.

  6. Gün Zileli

    Bilmediğim bir yazar. nedir kitabının adı?

  7. Ahmet

    Gun Grover Furr sende allerji yapabilir:-) O yuzden sakinlestirici alarak okumanda fayda var. Ama adam bence bu alandaki en iyi arastirmacilardan birisi. Isini oldukca iyi yapan birisi, sen bosver Turkce cevirilerini Grover Furr ismini google da ara adamin arsivi cikiyor.

  8. Anonim

    gün abi, sen geldin dayandın 70 yaşına. sen de bu dünyadan göçtükten sonra bu memlekette stalinizm hakkında devrimci anarşist perspektiften yazıp çizecek adam kalmayacak. oysa rakiplerin nasıl da örgütlü çalışıyorlar bak. tkp’nin yayınevi yazılama yayınları çevirmiş grover furr’u. söyleşi de yapmışlar.

    http://www.yazilama.com/?q=yazilama-dunyasi/grover-furr-ile-stalin-ve-trostkiy-uzerine-sohbet-ettik

  9. Katkı

    Atlas Tarih Dergisi, Ekim Devrimi Çarpıtmaları ve Troçki’nin Şahsında Marksizme Dönük Saldırılar

    Burjuvazinin Marksistleri hedef alan saldırılarına alışkınız; ancak bu saldırıların “nitelikli” olanlarından daha çok, niteliksiz olanlarıyla, yani tarih çarpıtıcılığı ve yalanlar ile damgalanmış olanları ile daha sık karşılaşıyoruz. Erdal Güven’in Atlas Tarih Dergisi’nin Şubat-Mart sayısında “Düşman Yoldaşlar: Kostümsüz İmparator Stalin, Silahsız Peygamber Troçki’ye Karşı” [1] üst başlığı ile kaleme aldığı yazı, yukarda tarif ettiğimiz biçimde hazırlanmış olan yazılardan sadece biri; Ekim Devrimi’ni ve Troçki’nin şahsında Marksizm’i hedef tahtasına koyan bu yazı, burjuva ve küçük burjuva ideologları için -hakkında onca karalama ve ölüm ilanı yapılmış olmasına karşın- sosyalizm düşüncesinin ne kadar canlı ve korkutucu olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor.

    Son yıllarda Marksist pozisyonları hedef alan bu tür yazıların büyük bir artış göstermesi, elbette ki bir rastlantı değildir. Bütün bu saldırıların temelinde, kapitalist sistemin içine düşmüş olduğu derin siyasi ve ekonomik bunalım var. Burjuva düzenin krizi o derece derinleşmiş durumda ki burjuvazi ideolojik ve kültürel alandaki organik aydınları eliyle, periyodik aralıklarla, Marksizme, Lenin ve Troçki gibi devrimci önderlere dönük sistematik bir karalama faaliyeti yürütmeye devam ediyor.

    Erdal Güven’in yazısı, ilk bakışta popüler bir tarih dergisi için hazırlanmış -bilimsel yöntemden uzak- sıradan bir yazı gibi gözükse de, Güven’in dile getirdiği fikirler, gerçekte burjuvazinin uluslararası düzeyde içine düştüğü açmazın da bir dışavurumu olma özelliğine sahip. Özellikle de burjuva ideolojları tarafından Marksizm’in önde gelen temsilcilerin biri olan Troçki’ye yöneltilmiş olan saldırılar, beraberinde, bu tarih çarpıtıcılığının gerçek yüzünün teşhir edilmesini de zorunlu kılmaktadır. Ekim Devrimi’ne ve Troçki’ye ilişkin burjuva aydınları tarafından bilinçli olarak üretilen çarpıtmalar ve yalanlar, gerçekte, sosyalizm hedefi için mücadele eden Marksist hareketin üzerinde yükseldiği dünya devrimi programını hedef almaktadır.

    Bu yazının ana amaçlarından biri de, sadece Güven’in yazısına damga vuran çarpıtmaların ve yalanların teşhir edilmesi değil, bir bütün olarak, uluslararası işçi hareketini ve sosyalizm davasını hedef alan her türden gerici fikre karşı, Marksizm’in tarihsel ve uluslararası temellerinin ne kadar güncel olduğunu bir kez daha kanıtlamaktır.

    Güven’in yazısı bütünsel bir yapıya sahip olmadığı, idealist soyutlamalar ve abartılı retorikler yığını ile dolu olduğunu için, yazının eleştirel bir analizinin yapılması noktasında, yöntemsel olarak, yazıdan yapacağımız alıntıların yorumlanması ve bu yorumlamalara sadık kalınarak, Marksist hareketin temel siyasi ve ideolojik pozisyonlarını ortaya koyma yolunu seçeceğimizi baştan belirtmeyi gerekli bir hatırlatma olarak görüyoruz. Bu metod, bizim öznel ve keyfi tercihimizden değil, Güven’in bilimsellikten uzak ve popülist yazım tarzından kaynaklanan da bir zorunluluktur.

    Güven’in yazısına üst başlık olarak seçtiği ifadeler, onun ele aldığı konuya ne kadar yabancı olduğunun da bir kanıtı durumunda; zira her kavram, verili tarihsel ve toplumsal koşullardan mümkün olduğunca koparılmadan kullanılmalı ve doğru bir ideolojik-politik zemin üzerine oturtulmalıdır. Örneğin, Güven’in Stalin için kullandığı “imparator” ifadesi kategorik olarak ne derece anlamsız ise, Troçki için kullandığı “peygamber” ifadesi de bir o derece yanlış bir ifade biçimidir. Ünlü yazar Isaac Deutscher’in 3 Ciltlik meşhur kitabından sonra, yaygınlaşan ve popülerleşen “silahsız peygamber” kavramı da, ne yazık ki burjuva ve küçük burjuva aydınları elinde, Troçki’nin bir tür saf ütopyacı ya da kitleleri peşinden koşturan “dini bir lider” olarak gösterilmesi için kullanılmaktadır. Halbuki Troçki bu ikisi de değildir; gerçekte ise Troçki, Stalin’in öncülüğünü yaptığı Kremlin bürokrasisi karşısında, -tüm eksik ve yanlışlarına rağmen- Bolşevik-Leninist ilkeleri hayatının sonuna kadar savunmayı başarmış -bunun bedelini de canıyla ödemiş olan- Marksist bir önderdir. Troçki’ye yönelik “peygamber” benzetmesi, onun siyasi yaşamı ve uğruna mücadele verdiği devrimci değerler ile kesin bir çelişki halindedir.

    Güven yazısına Lenin’den bir alıntıyla başlıyor: “Merkez Komite’nin istikrarından kastım, bir bölünmeye karşı alınabilecek tüm önlemlerin alınmasıdır. Partimiz iki sınıfa dayanmaktadır. Bu sınıflar arasında mutakabat sağlanamazsa istikrarsızlık ve çöküş kaçınılmazdır. O yüzden Stalin ve Troçki başat konumdadır.” Güven’in bu alıntıdan çıkardığı sonuç gerçekten da dahice! Güven’in yazısının hemen başında paylaştığı alıntıdan tek bir satır bile anlamamış olduğu ortada. Neden mi? Lenin’in işçi ve köylü ittifakını korumak ve bürokrasinin yükselişini engellemek için ortaya koyduğu çaba, Güven’in “marifetli kaleminde”, Troçki ve Stalin’i “uzlaştırma girişiminin” bir parçası olarak sunuluyor. Güven böyle yaparak, Lenin’in öngörü yapmaktan uzak bir lider olduğu imajını okuyucuya vermek istiyor. Güven’in idealist mantığına göre, Stalin’in parti ve devlet aygıtını ele geçirmesi kaçınılmaz bir sonuçtu ki işte bu yüzden de Lenin’in bürokrasiyi alt etme planı bütünüyle anlamsız bir çabaydı.

    Güven’in kendisi, bu yalana inanmakta elbette özgür ancak bürokrasiyi iktidardan uzaklaştırmakta başarısız olmuş olsa da, Lenin’in temellerini attığı anti-bürokratik program baştan itibaren doğruydu ve Troçki’nin de daha sonrasında Stalinist büroktasiye karşı yürütttüğü mücadelenin özünü oluşturan bu yöntemin çıkış noktası da, yine Lenin’in bu bakış açısını temel almaktaydı. Diğer bir deyişle, Lenin’in son yazılarında dile getirdiği perspektifler, daha sonrasında Troçki’nin de içinde yer aldığı Sol (Marksist) Muhalefet ve yine Troçki’nin önderliğinde kurulan Dördüncü Enternasyonal’in Geçiş Programı’nın temellerini oluşturmuştur.

    Liberal Rus tarihçisi Dimitri Volgolonof’un “Trotsky, The Eternal Revolutionary” (Troçki: Ölümsüz Devrimci) adlı kitabına gönderme yapan Güven, Volgolonof’un bilimsel olmayan bir yöntemle, Troçki ve Stalin arasında kurduğu anlamsız benzerliği eleştireceğine -bilimsel dürüstlük en azından bunun gerektirir-, o aksine, Volgolonof’un rasyonel olmayan ve gerçek dışı iddialarını, kendi yazısının odak noktasına yerleştirmekte herhangi bir sakınca görmüyor. Popüler tarih dergilerinde sık kullanılan bu yazım tekniği, gerçeğin tümüyle ters yüz edilmesinden başka bir sonuç doğurmamaktadır. Volgolonof’a ve Güven’e göre, Stalin’le Troçki’nin arasındaki tek ortak nokta ikisinin de “yüksek ego” sahibi olması; ek olarak bir de şu iddia var: (sakın buna gülmeyin!) “Gençliklerinde de ikisi de şairliğe soyunmuş ve kötü şiirler yazmışlardır!”.

    Sigmund Freud’un -Troçki’nin bir çok makalesinde belirttiği gibi- psikoloji bilimine yaptığı büyük katkılar olsa da, onun bilinçaltını ve cinselliği aşırı derecede ön plana çıkaran Psikanalitik Kuramı, bugün dahi çeşitli bilim çevreleri tarafından eleştirilmektedir. Onun, çoğu zaman bilimsel temeli olmayan ruhsal çözümlemeleri, genel manada, farklı insan davranışlarına ilişkin yapılan öznel yorumların ötesine geçemektedir. Troçki’nin Stalin’le benzer bir kişilik yapısına sahip olduğunu kanıtlamak pahasına, Freud’ın Psikanalitik Kuramı’na yaslanılmaya çalışılması ise, ancak küçük burjuva aydınlarının Marksizm karşısındaki teorik ve siyasi çaresizliğinin bir sonucu olarak görülebilir.

    Fiziksel olarak imha edilme tehlikesine karşın, tüm yaşamını sosyalizm davasına adamış olan Troçki’nin, her insanın sahip olması gerektiği kadar -pozitif anlamda- ego sahibi olduğu doğrudur; fakat Troçki’nin Stalin’le aynı kişilik yapısına sahip olduğunu kanıtlamak pahasına, arkasına gizlenilen “psikoloji bilimi” bile, Ekim Devrimi’nin yozlaştıran Stalin’le, Troçki’nin aynı tip egolara sahip olmadığını net bir biçimde ortaya koyacaktır. Troçki’nin gerçekte bir “Stalin” olduğu iddiası, sadece Troçki’ye yönelik bir karalama kampanyası değil, psikoloji bilimine de yapılmış ciddi bir hakarettir!

    Bugüne kadar Stalin ve Troçki üzerine belki de binlerce kitap, milyonlarca makale yazılmış olabilir -burada tam rakam önemli değil- ancak bu zamana kadar hiçbir tarihçi ne Stalin’in ne de Troçki’nin gerçekte “şair olmak” istediği tezini ortaya atmamıştı. Güven’in Volgolonof’un etkisiyle ortaya attığı bu absürt fikir, Troçki ve Stalin’in kişisel yaşamlarına ait gerçeklerle örtüşmemektedir. Gençlik yıllarında şiir yazmak -ya da şiirle uğraşmak- tüm dünyada yaygın olarak görülen bir davranıştır; bazen sevgiliye, bazen doğanın güzelliklerine yazılmış amatörce şiirler, -Marx’ın da bu türden pek çok şiir vardır- hiçbir zaman bizi kişilerin “şair olmak” istediği sonucuna götürmez. Böylesi bir bakış açısı kesinlikle çökmeye mahkumdur. En azından Troçki’nin “Hayatım” adlı biyografi kitabı, bu konuda bize daha kesin bilgiler verebilir. Troçki, kişisel yaşamını ve siyasi mücadelesini anlattığı bu kitapta, gençlik yıllarında şair olmak gibi bir isteğinin olduğuna hiç değinmez. Aynı şekilde, Stalin’in de bir zamanlar “berbat şiirler” yazdığı doğrudur ancak bu da tek başına bizi onun şair olmak istediği sonucuna götürmez.

    Güven’e göre, Stalin ve Troçki arasındaki mücadele devrim ve karşı devrim arasındaki bir mücadele değil, ona göre bu süreç bir tür “kısır çekişme”den ibaret ve Lenin daha hayattayken başlamış olan bu mücadele aslında klasik bir iktidar mücadelesinden de başka bir şey değildir. Tanıdık mı geldi? Yıllarca hem uluslararası burjuvazi de hep aynı propagandayı yapmadı mı? Onlara göre, Troçki’nin tek bir amacı vardı, o da Lenin’in halefi olarak onun yerini almaktı. Stalinistler tarafından da kullanılan bu sahte algı, ne yazık ki yıllarca işçi sınıfının ve devrimci gençliğin bilincine kazınmaya çalışıldı; şimdilerde ise, özellikle de küçük burjuva aydınları elinde bu iddia bir “temcit plavı” özelliği kazanmış durumdadır.

    Yazı yazmak bir tür “sanat”tır ve bu iş ciddiyet gerektirir; fakat ne yazık ki Güven’in üslubu gerçekten de popülizmin en üst boyutlarında geziniyor. Güven’e göre, “…Troçki, Lenin’in “prens”lerindendi.”. İnsanı gülme krizine sokan bu ifadeler, Güven’le, ne kadar farklı zihin dünyalarına sahip olduğumuzu da gösteriyor; zira “prensler” ancak monarşiler tarafından yönetilen çokuluslu imparatorluklarda olabilir. Güven örneğini, Roma ya da Osmanlı İmparatorluğu ile bağlantılı olarak kullansaydı belki sorun olmayacaktı ama Troçki gibi çoçukluğundan itibaren aristokrat bir ortamda büyümemiş, yine gençlik yılllarından itibaren “soyluluk” peşinde koşmak yerine, devrimci mücadeleye katılmayı tercih etmiş bir insanın, nasıl “Prens” olabileceğini, Sayın Güven bize açıklayabilirse gerçekten mutlu oluruz!

    Güven’in bu saçma iddialarının arkasında nasıl bir küçük burjuva düşünce yapısı olduğunu elbette biliyoruz; zira Soğuk Savaş dönemi boyunca, emperyalist ülkeler tarafından Sovyetler Birliği, bir “imparatorluk” olarak sunuldu ve bu imparatorluğun yöneticilerinin ise, “yeni Çarlar” olduğu fikri tüm dünyaya aşılanmaya çalışıldı. Bu imparatorluk düzeninde, Lenin bir “kral”, onun halefi olan Troçki ise bir “Prens”ti. Güven’in çok özgün sandığı bu fikirler, gerçekte burjuvazinin, özellikle üniversiteler (ideolojik merkezler) kanalıyla kendi organik aydınları tarafından üretilen anti-sovyet imgelerden sadece bir tanesidir.

    Güven’e göre, Troçki “…hep ön plandaydı ama… siyasi konum pek umurunda değildi.”. Güven’in siyasi kişilikler, olgular ve olaylar arasındaki diyalektik bağı kurmak konusunda ciddi sorunları olduğunu söylemek gerekiyor; fakat o, yazısında, Troçki’nin konumundaki bir devrimcinin, -Güven yazısından sık sık Troçki’nin Lenin’den sonra “devrimin ikinci adamı” olduğunu söylüyor- nasıl oluyor da, kendi siyasi konumunu neden umursamadığına açıklık getiremiyor. Ekim Devrimi’nden sonra, Kızılordu komutanlığından, Dış İlişkiler Komiserliği’ne kadar genç işçi devletinin farklı kademelerinde görev almış olan Troçki’nin, kendi siyasi konumunun -hatta tarihte oynayacağı rolün- bilincinde olmadığını söylemek için, ya karacahil ya da gerçekten de kötü niyetli olmak gerekir.

    Güven’in sandığının aksine, Troçki herkesten daha çok siyasi konumunun ve özellikle de bürokrasiye karşı yürüttüğü mücadelenin bilincindeydi. Öyle ki, onun ulusalcı ve reformist bir akım olan Stalinizme karşı yürüttüğü mücadele olmasaydı, bugün işçi sınıfının siyasi bağımsızlığı ve uluslararası sosyalizm için mücadele eden Marksist gelenek varlığını sürdüremezdi. Başka bir deyişle, Troçki’nin öznel konumu -yani onun şahsında cisimleşen Bolşevizm ve Leninizm- esas olarak sosyalist devrim mücadelesinin sürekliliğini sağlamıştır.

    Güven yazısında, Stalin “doğuştan Bolşevik”ti; o, “lidere, parti ideolojisine ve devrim ülküsüne mutlak bağlıydı.” diyor. Güven ve onun gibi düşünenler kesinlikle yanılıyor: Stalin ve temsil ettiği bürokratik tabaka Ekim Devrimi’nin ve Bolşevizm’in en büyük mezar kazıcısıdır. Stalin, iktidarda kaldığı süre boyunca, Bolşevik-Leninist pozisyonları Sovyetler Birliği’nin ve uluslararası işçi sınıfının zihninden silmek için elinde gelen her şeyi yapmıştır. Stalin bu uğurda, 1944 sonrası, ABD-Fransa-İngiltere gibi emperyalist müttefikleri ile yaptığı anlaşmalar gereğince, o güne kadar dünya devriminin sembolü olan Komünist Enternasyonal’in kapısına tek bir dünya kongresi bile toplamaya gerek duymadan kilit vurmaktan bile çekinmemiştir. Yine o, zorba iktidarını sağlamlaştırmak adına, hem Sovyetler Birliği’nden hem de Kremlin’in uydusu konumundaki “Komünist” (Stalinist) partilerden periyodik aralıklarla kendi sınıf işbirlikçi (halk cephesi) politikalarına muhalefet eden devrimci güçleri tasfiye etme yoluna gitmiştir.

    Stalin’in yöntemi asla -Lenin’in ve Bolşeviklerin yaptığı gibi- siyasi ve ideolojik mücadeleye dayalı sınıf perspektiflerini geliştirmek olmadı, onun gerçek yöntemi, nerden gelirse gelsin muhalif sesleri sonsuza kadar susturmak üzerine odaklanmıştır. Stalinist bir ajan tarafından 1940 yılında Meksika’da Troçki’ye karşı gerçekleştirilen suikast da, ancak bu bağlam içinde değerlendirildiğinde tam manasıyla anlaşılabilir. 1940 yılında, Troçki’nin şahsında saldırıya uğrayan şey, proleter devrimcilerin uzun yıllardır gözbebeği gibi koruyup geliştirmeye çalıştıkları Marksizm’den başka bir şey değildir. Troçki’nin ölümüne neden olan şey, Stalin’in ona duyduğu kişisel düşmanlık değildi, gerçekte onu ölüme götüren şey, ısrarla savunmaya devam ettiği devrimci Marksist fikirlerdir!

    Güven, Stalin’in ilk siyasi kariyerini esas olarak silahlı soygun eylemleri alanında yaptığını bilmiyor olsa gerek ki ona göre “sessiz ve derinden ilerleyen” Stalin, özellikle “…devrime hazırlıkla geçen yıllar boyunca vakit ve enerjisini Moskova’da Komünist Parti içinde yerini sağlamlaştırmaya, dost edinmeye harcadı.” Stalin, Güven’in iddia ettiği biçimiyle, 1917 öncesinde Moskova’daki parti örgütünde öne çıkan ve yerini sağlamlaştırmaya çalışan bir siyasi figür değildi, aksine o, Troçki’ninde anılarında belirttiği gibi, 1917’ye kadar “silik biri” olarak Bolşevik Partisi içinde yer almıştı. Stalin’in Moskova örgütünde etkili bir militan olduğu iddiası, tarihi gerçeklere uygun düşmemektedir. Stalin’in yükselişi ve “yıldızının parlayışı” 1917 sonrası, özelliklede 1920-30 arasında gerçekleşen bürokratik karşı devrim sürecinde gerçekleşmiştir.

    Yazının başka bir yerinde ise, Güven “…Troçki ancak 1917’de Menşevik kıyafetini çıkarıp Bolşevik kalpağını giydi.” diyor. Troçki’nin Ekim Devrimi’nin arifesinde Bolşeviklere katıldığı doğrudur ancak Troçki bu dönemde bir Menşevik değildi. O, 1917’nin çok öncesinde Menşeviklerle -yani burjuvazinin liberal kanadıyla ittifaktan yana olan reformistlerle- yolunu kesin bir biçimde ayırmıştı ve “Enternasyonalistler” adını taşıyan örgütüyle birlikte -Ekim Devrimi’nden kısa bir süre önce- Bolşeviklere katılmıştır. Troçki’nin aynı dönemde Bolşevik Parti’ye katılmasının nedenlerinden biri de Lenin’in Nisan Tezleri’dir. O, bu tezlerde, daha önce savunduğu “işçi sınıfı ve köylülüğün demokratik devrimci diktatörlüğü” tezini bir yana bırakarak, Troçki’nin 1905’den itibaren savunduğu Sürekli Devrim perspektifi ile aynı noktaya gelmiştir. Başka bir deyişle, nasıl Troçki 1917’de merkezi disipline sahip devrimci parti teorisinde Leninist posizyonları savunmaya başladıysa, aynı şekilde Lenin de, Rusya’da işçi sınıfının iktidara gelmesinin mümkün olduğunu görerek, 1917’de Sürekli Devrim konusunda Troçkist pozisyonları savunmaya başlamıştır. Bu durum, Lenin ve Troçki arasında Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesini sağlayan temel kesişme noktalarından yalnızca bir tanesidir.

    Stalinistlerin ve merkezcilerin yıllar boyunca Troçki’nin gerçekte bir Menşevik olduğunu kanıtlamak için yapmadığı düzenbazlık kalmamıştır. Bizi bugün hiç de şaşırtmayan şey ise, karşı devrimci Stalinizmi ve onun -Maoculuk, Hocacılık, Titoculuk vb.- ulusalcı oportünist türevlerini yıllarca kendi müttefiki olarak gören uluslararası burjuvazinin ve onun küçük burjuva ajanlarının, bu Stalinist yalanları sürekli olarak gündemde tutmaya çalışmalarıdır. Troçki’yi suçlarken Stalinistlerin ve emperyalistlerin hem geçmişte hem de bugün benzer söylemler -örneğin “Nazi ajanı” suçlaması- kullanması elbette bir tesadüf değildir. Troçki’nin, 1907’deki Londra Kongresi’nden çok kısa bir süre sonra, Menşeviklerle bağını koparmış olmasına rağmen, onun hala bir Menşevik olduğunu ispat etmeye çalışan Stalinist ve merkezci akımların bu yalana ısrarla sarılmaya devam etmesi, ancak bu çevrelerin otantik Marksist geleneğin tek temsilcisi olan Troçkizm’in dünya çözümlemelerine ve perspektiflerine karşı besledikleri düşmanca duygular ile açıklanabilir.

    Güven yazısında, “Troçki… parti bürokrasisine alabildiğine yükleniyordu. Mevcut yapı ve zihniyetle, toplumsal ve ekonomik sorunların çözülemeyeceğini, parti rejiminin bir an önce demokratikleşmesi gerektiğini dile getiriyordu.” diyor. Troçki’nin bürokrasiye savaş açtığı günlerden, Sovyetler Birliği’nden sürgün edildiği 1928’e kadar olan zaman zarfında, Sovyet Devleti’nin “demokratikleşmesi” yönünde tespitlerde bulunduğu doğrudur; fakat bu demokratikleşme perspektifi, Ekim Devrimi’nin idealist-liberal bir okuması üzerinden hareket eden küçük burjuva aydınlarının düşündüğü gibi, saf bir demokratikleşme çağrısı, yani burjuva demokrasisine özgü kurumların, yani eski düzenin organlarının yeniden restore edilmesi anlamında bir demokratikleşme çağrısı değildir.

    Troçki’nin demokrasi meselesini ele alış biçimi, her meseleyi ele alış biçiminde olduğu gibi, sınıfsal ve devrimci bir karaktere sahipti; o, asla Rus işçi sınıfının Ekim Devrimi ile birlikte elde ettiği toplumsal ve ekonomik kazanımların (yozlaşmış işçi devletinin) tasfiyesi anlamına gelecek bir şekilde, soyut ve hayali bir demokratikleşme programı savunmamıştır. Onun, Sovyet düzeninin demokratikleşmesinden anladığı şey, esas olarak Bolşevizm’in özüne, yani proleter (Sovyetik) demokrasi prensiplerine geri dönülmesinden başka bir şey değildir; zira bunun önündeki en büyük engel de, Stalin’in kişiliğinde cisimleşen bürokratik diktatörlüktü; fakat Troçki’nin bu çabaları, Stalin’in emrindeki parti ve devlet aygıtı tarafından çarpıtılarak Troçki’ye karşı kullanıldı. Nasıl mı? Troçki’nin Stalin rejimine yönelik eleştirileri, onun Lenin’in yerine geçmek istediği türünden yalanları desteklemek için birer propaganda malzemesi olarak kullanılmıştır. Sürgün edildiği güne kadar parti yayınlarında pek çok kez sansürlenen yazıları, fikirleri, bürokrasinin elinde, onun, saf bir liberal demokrasi yanlısı –kapitalist restorasyonun zaferinden yana- olduğunu kanıtlamak için kullanılmıştır.

    Güven, Stalin’in yükseliş sürecinde, Zinovyev’in Troçki’ye yönelttiği bir eleştiriyi yazısına taşıma gereği duymuş: “Bir çembere alındığını görmüyor musun? Numaraların sökmüyor artık. Artık azınlıktasın. Tek kişilik bir azınlık.” Keşke bu alıntıya ek olarak, Güven, Zinovyev’e ilişkin şu gerçeklerin de altını çizme gereksinimi duysaymış; öyle ki, o gün Stalin’in arkasında hizaya geçen Zinovyev -ve tabii ki Kamenev-, Stalin ile daha sonrasında -1936’da Moskova Duruşmaları sırasında- hayatı için son bir pazarlık yapmak zorunda kalmıştır; fakat Stalin, onlarla işini bitirdikten sonra, bu iki Bolşevik lideri bilerek ve isteyerek ölüme yollamıştır. Belki o gün Troçki, Politbüro’da tek başınaydı ama Zinovyev ve Kamenev’in aksine, o, Stalin karşısında Marksist pozisyonları savunan tek Bolşevik lider olma özelliğini sürdürdü. Stalin’in öfkeden çıldırmasına neden olan şey de, aslında Troçki’nin bu tavrıdır. Halbuki Stalin’e devlet ve parti mekanizmasını ele geçirmesinde hem nesnel hem de ideolojik olarak destek çıkan Kamenev ve Zinovyev’den başkası da değildir; zira bu dönemde, partide bu “üçlünün” sözü geçiyordu. Önce Bolşevik Partisi’ne bağlı -işlevsiz hale getirilmiş- Askeri Devrim Komitesi’nde, daha sonra Politbüro’da Stalinci hizibin etkisini arttırmasında, -uzun yıllar Bolşevizme hizmet etmiş olsalar da- bürokrasinin yükselişi sırasında bu saldırıya sessiz kalan Zinovyev ve Kamenev gibi parti önderlerinin tavrı da belirleyici olmuştur. Ne yazık ki Güven, ayrıntılara ve bağlamından koparılmış alıntılara o kadar çok dalmış durumda ki, kaleme aldığı yazı, Sovyet Rusya’daki karşı devrim sürecinin okuyucu tarafından doğru bir biçimde anlaşılmasını imkansız hale getirmektedir.

    Güven’in, Volkogonof’dan aktardığı “…Troçki devrimci dalgayla birlikte yükseldi, dalga yatışında zayıflığı ortaya çıktı…” fikrine katılmak mümkün değil; zira mekanik bir tarih algısından kaynaklanan bu bakış açısı, Ekim Devrimi’ni ortaya çıkaran uluslararası ve tarihsel dinamikleri yok sayan, ilerleme kavramını salt yükseliş ve zayıflama gibi iki zıt kutup arasındaki bir mekanik hareket olarak algılayan anti-diyalektik bir bakış açısının ürünüdür. Tarihsel gelişmenin yasalarını karşılıklı etkileşim, çelişkiler ve çatışmalar üzerinden kuran diyalektik maddeci yöntemi reddeden analitik tarih okulu, insan türünün ilerleyişini yoğunlaştırılmış bir bireysel bencillik duygusu temelinden, yani salt siyasi liderlerin yükselişi ve çöküşü üzerinden açıklamaya çalışmaktadır. Daha “basitleştirerek” söylersek: Volkogonof’un mantığına göre, iç savaş Troçki’nin zaaflarının üstünü örterek, onun Lenin’den sonra “ikinci adam” konumuna yükselmesini kolaylaşırdı ancak iç savaşın bitişini takiben rejimin karşı karşıya kaldığı devasa sorunlar karşısında net bir program ve perspektif üretemeyen Troçki -Güven’in yazısında bol bol vurguladığı gibi- “kendini beğenmişliği”nin ve “yüksek egolarının” da etkisiyle-, Stalin’le girdiği iktidar mücadelesini kaybetmekten kurtulamadı. Tarihsel ilermeyi tek tek bireysel iradeler arasındaki -yani Troçki-Stalin arasındaki- öznel bir çatışma olarak gören bu analitik yaklaşımın, bürokratik karşı devrimin gerçek nedeninin, tarihte başarıya ulaşmış tek proleter devrimin, kapitalist-emperyalist sistemin “en zayıf halkasında” gerçekleşmiş olmasıyla, Rusya’nın iktisadi ve kültürel alanlardaki geriliğiyle, iç savaştan kaynaklı öncü işçi ve Bolşevik kuşağının tasfiyesiyle vb. nedenlerden ortaya çıkmış ekonomik, toplumsal ve sınıfsal dinamiklerden kaynaklandığını anlayabilmesini elbette beklememek gerekiyor.

    Volgokonof’la aynı fikirde olduğu anlaşılan Güven, yine aynı yazardan şu tespitleri aktarıyor: Troçki Bolşevik sistemin kurucularından biriydi ama sistemi reformdan geçirmeye yönelik hiçbir çabanın sonuç vermeyeceği anlamıyordu. Zira tek parti eğemenliğine dayalı Leninizm reforma temelde kapalıydı (…) Bürokratikleşme tehlikesinin farkındaydı ama tek parti sistemiyle hiçbir bağ kurmuyordu. Zihni, Parti’nin belirleyici rolüne ilişkin en vahim Marksist dogmaların kıskacındaydı çünkü (…) Parti’nin “demokratik bir merkeziyetçilik”le yönetilmesini sorgulamıyordu. Ona göre sorun, özellikle Stalin Genel Sekreter koltuğuna oturduğunda buna apparat’a, yani parti bürokrasisine haddinden fazla yetki tanınmasıydı.” Ekim Devrimi’ne ve Boşvevizm’e ilişkin gerçeklerin metafizik soyutlamalar yoluyla tarif edilmesi biçiminde karşımıza çıkan bu yöntem, temel olarak idealist bir düşünce yapısının ürünüdür. Tarihsel süreçleri kişilerin niyet ve düşünceleri ile açıklamaya çalışan bu eğilim, gelişmenin temelinde yatan sınıfsal, toplumsal ve ekonomik çelişkileri daima yok saymaktadır. Volgokonof da, benzer bir yöntem kullanmakta; onun çarpık fikirleri, aslında 20 yy. tarihi boyunca liberal aydınlar tarafından binlerce kez tekrarlanmıştır. Bu fikirlerin en bilindiklerinden biri, aslında “Stalinist totaliterizmin gerçek kaynağının Leninizm olduğu” argümanıdır. Bu bilim dışı söylem, Stalinizmin, Bolşevizm’in ve Leninizm’in karşı-devrimci inkârı olduğu gerçeğini yok sayma gayreti içinde olan liberal ideologlarının da son sığınak noktası olmuştur.

    Volgokonof’un vermek istediği mesajı, eğer “sadeleştirirsek”, öncelikli olarak şu sonuçlara ulaşırız: Aslında, Stalin’i eleştirir gibi yapmasına rağmen Troçki, SSCB’de hüküm süren bürokratik diktatörlüğün Lenin’le birlikte gerçek kurucusuydu ve bu yüzden o, tıpkı Lenin gibi bu bürokratik sistemin proleter demokrasi temelinde dönüştürülebileceği konusunda, baştan beri derin bir yanılgı içindeydi; zira bu rejimin varlığını sürdürmesinin esas nedeni Leninist örgüt teorisiydi ve Troçki baştan beri bu teoriyi desteklediği içindir ki, bürokratikleşme tehlikesinin gerçek kaynağını –“parti sorununu”- görememişti. Troçki’nin “zihni… en vahim Marksist doğmaların kıskacındaydı…” ve demokratik merkeziyetçiliği bir kez dahi sorgulamamış olan Troçki, sorunu salt “Stalin Genel Sekreter koltuğuna oturduğundan buna apparat’a, yani parti bürokrasisine haddinden fazla yetki…” verilmesine bağlama hatasına düşmüştü. Volgokonof’un argümanlarını sadeleştirmenin faydası şurada; bu yolla, onun kullandığı idealist analiz yöntemini daha fazla irdeleyebiliriz. Alıntıdan da anlaşılabileceği gibi, Volgokonof’a göre Stalinist bürokrasinin yükselişinin gerçek suçlusu -öznel etkenlere ve soyut fikirlere bağlı olarak- Lenin ve Troçki’den başkası değildi. O derece ki, Lenin’in geliştirdiği devrimci parti teorisi (Troçki de 1917 ile birlikte bu teorinin kararlı bir savunucusu haline gelmişti) Stalinizm’in iktidara gelişini hazırlayan temel çıkış noktasıydı. Demokratik merkeziyetçilik ve parti disiplini gibi Marksist bir partide olması gereken temel özellikler ise, bu bürokratik diktatörlüğün oluşmasına neden olan diğer faktörlerdi.

    Görülebileceği gibi, Volgokonof -ve onunla aynı fikirde olduğu anlaşılan Güven, Ekim Devrimi’nin bürokratik bir karşı devrim sonucunda yozlaşmasının ve 1991’de kesin olarak yenilgiye uğramasının (kapitalist restorasyonun tamamlanmasının)- faturasını tümden Lenin ve Troçki’ye çıkarma çabası içinde; bu idealist tarih anlayışı, dikkat ederseniz, toplumsal sınıflar, üretim ilişkileri, mülkiyet biçimi, üretici güçler, emperyalist müdahaleler ve uluslararası güç dengeleri gibi, bir devrimin kaderini belirleyecek olan temel faktörlere analizinin hiçbir yerinde yer vermemektedir. Aksine, Güven ve Volgokonof’a göre bürokratik diktatörlüğe giden süreç, tümüyle Lenin ve Troçki’nin devrimci mücadelenin sorunlarını çözmek üzere geliştirdiği fikirlerin -yani onların bürokrasiye karşı geliştirdiği Marksist programın- (ve elbette Leninist örgüt teorisinin) bütünüyle mahkûm edilmesi amacını gütmektedir. Kısacası, Volgokonof ve Güven “bir taşka iki kuş vurma” çabası içinde; onlar, bu yolla, gerçekte “Stalinizm’in, Leninizm’in kaçınılmaz bir sonucu” olduğu fikrini okuyucuya kabul ettirmek istiyorlar.

    Güven’e göre, Troçki ve Stalin arasında cisimleşen ideolojik mücadele, aslında “Bir liderlik kavgasıydı… Ya Stalin, Troçki’yi tasfiye edecekti ya da Troçki Stalin’i.” Meselenin bu şekilde basitleştirilmesi, Güven’in sınıflar mücadelesi tarihine ne kadar sığ ve birey odaklı baktığının bir başka kanıtıdır; zira bilimsel yöntem sadece yüzeyde görünene değil, gerçeğe, yani yüzeyin ardında saklı olan gerçeklere -özde olup bitene- bakmayı gerektirir. Troçki ve Stalin arasında kişisel bir “iktidar savaşımı” gibi görünen bu süreç, gerçekte hem uluslararası düzeyde hem de Sovyet Rusya’daki sınıflar mücadelesinin dinamiklerinden bağımsız gerçekleşen bir durum değildi; bir tarafta Troçki’de cisimleşen dünya sosyalist devrimi ve proleter demokrasi perspektifi; öte yanda Stalin’de cisimleşen ulusalcı “tek ülkede sosyalizm” teorisi ve bürokratik merkeziyetçilik.

    1917 sonrasında, özellikle de Alman Devrimi’nin -Bolşeviklerin beklentisinin aksine- yenilgiye uğraması sonucunda karşı devrim dalgasının yükselişe geçmeye başlaması, Rusya içinde Stalin’in temsil ettiği bürokratik kastın “gerçekçi politikalar” ve “ulusal çıkarlar” yalanının arkasına gizlenerek, ve iç savaş sürecinde yorgun düşmüş köylülüğünde desteğini alarak, ülke içindeki Sol (Marksist) muhalefeti ezmek için ihtiyaç duyduğu ortamı yaratmıştır. Eğer bu tarihsel koşullar olgunlaşmasaydı Stalin, işçi sınıfını siyasi bir karşı devrimle iktidardan uzaklaştıramaz ve Sovyet Rusya’yı dünya proleter devriminin bir parçası olmaya devam etmekten alıkoyamazdı. Güven ve onun gibi düşünen liberal yazarların meseleye bu çerçevede bakmaktan uzak oluşu, elbette biz Marksistler için şaşırtıcı değil, ancak Ekim Devrimi’ne ilişkin tartışmalarda Güven’in yazısı, -olumsuz anlamda- “öğretici bir örnek” olmaya adaydır.

    Güven, hem küçük burjuva aydınlarının hem Stalinistlerin, Troçki’ye ilişkin olarak sık sık propagandasını yaptığı bir başka iddiaya da sayfalarında yer vermiş. Öyle ki “Troçki entellektüel seviyesine, halkın zihnindeki yerine ve popülaritesine fazla…” güvendiği için parti bürokrasisi ve Stalin karşısında “iktidar mücadelesini” kaybetmekten kurtulamamıştır. Derinlemesine ele alındığında, içinde ciddi manada aydın düşmanlığını da barındıran bu tuhaf yaklaşım, Troçki nezdinde, entellektüel faaliyetlere karşı duyulan nefreti de yansıtmaktadır. Sanki “aydın niteliklere sahip olmak, devrimci bir lider için bir zaaftır” şeklinde ortaya konan bu komik fikir, bu görüşün bayraktarlığını yapan kişilerin sosyal ve siyasi mücadelelere nasıl baktığınında bir göstergesidir. İdeolojik ufku, burjuva siyasetinin ötesine geçemeyen bu kişiler, Troçki gibi aydın özelliklere sahip Marksistleri daima küçük görme eğilimi ve onların zayıf kişilik yapılarına sahip olduğunu kanıtlama çabası içinde olmuşlardır.

    Troçki’nin 1905’le 1917 arasında Rus işçi sınıfının “zihnindeki yeri” ve devrime verdiği hizmetlerden kaynaklı olarak kazandığı popülarite, onu hiç bir zaman Stalinist bürokrasiye karşı verdiği mücadelede zayıf düşürmedi, aksine -pek az devrimcide olan doğal yetenekler- Troçki’nin elinde, Marksist kuramın ve uluslararası sosyalizm mücadelesinin geliştirilmesi için muazzam bir teorik birikim yaratılmasının da önünü açmıştır. Troçki’nin edebiyattan, sanata, psikolojiden, kendi çağının bilimsel buluşlarına kadar yüzlerce farklı konuda yazdığı makaleler, Marksist hareketin ve tarihsel maddeciliğin kuramsal gelişimine büyük katkılar yapmıştır. Troçki’nin uluslararası Marksist hareket içinde oynadığı öncü rol ise, o kadar önemlidir ki, bu sayede Bolşevik gelenek ve Marksizm -sınıf ve kitle mücadeleleri içinde sürekli gelişerek- bugüne kadar varlığını sürdürebilmiştir.

    Güven kendi yaptığı alıntılardan bile doğru sonuçları çıkaramayacak kadar kötü bir “tarihçi”. Yazısının bir bölümüde, Stalin’in “parti birliğini bölme” suçlaması yoluyla Troçki’yi tasfiye etmeye çalıştığı vurgusunu yapıyor ve tezini sağlamlaştırmak için de, Lenin’den bir alıntı yapıyor: “Partimiz için bölücüler Beyaz generallerden daha tehlikelidir.” Lenin bu sözleri, emperyalist ülkeler tarafından silahlandırılan Beyazlara karşı savaşın en şidddetlendiği dönemde söylemişti ve onun buradaki temel meselesi, iç savaş koşullarında partinin ideolojik ve örgütsel birliğini, diğer bir deyişle askeri birliğini korumaktı. Stalin’in, Troçki’ye karşı tarihsel bağlamından kopararak kullanma yoluna gittiği bu söz, -Güven’in kavrayamadığı bir şekilde- Stalin’in nasıl kendine “gerçek bir Leninist” görüntüsü vermeye çalıştığının da iyi bir kanıtıdır. Stalin, önderliğini yaptığı bürokrasinin diktatörlüğünü kurmak için, Ekim Devrimi’nin ve Leninizm’in ilkelerinin arkasına gizlenme gereksinimi duymuştur. Onun, bu yolu seçmesi, elbette tarih boyunca pek çok despotun iktidarda kalmak için kullandığı bir yöntemdir; yani gerçeğin ters yüz edilmesi yoluyla kitlelerin bilincinin köreltilmesi yöntemidir. Güven’in “parti birliği” ve “bölücülük” ikilemi içine sıkıştırdığı şey, aslında devrim ile karşı devrim arasındaki uzlaşmaz antagonizmanın flulaştırılmasından -yok sayılmasından- başka bir anlama gelmemektedir. İşte bu sayede Stalin, Troçki ve takipçilerini -Sol (Marksist) Muhalefeti- “Partililer gözünde bozguncu, karşı devrimci, halk düşmanı…” olarak göstermeyi başarabilmiştir.

    Güven’in yazısı, Marx tarafından temelleri atılan ve Troçki tarafından bugünkü şekline getirilen Sürekli Devrim perspektifine ilişkin de ciddi yanılsamalar barındırmakta; zira Güven, Marksist teorinin temel saç ayaklarından biri olan dünya devrimine ilişkin hatalı bir sonuca ulaşıyor. Güven’e göre, sosyalist dünya devrimi bir tür “devrim ihracı” olma özelliğine sahiptir. Hâlbuki Marx’dan ve Engels’den itibaren tüm Marksistler şu gerçeği bilir ki uluslararası bir sistem olan kapitalizm yine ancak uluslararası temelde örgütlenmesi gereken işçi sınıfının öncülüğü (ideolojik-politik hegemonyası) altında ortadan kaldırılabilir. Aslında Güven’in devrim ihracı olarak gördüğü şey, gerçekte Sürekli Devrim Teorisi’nin özünü, yani kapitalizmin işçi devrimleri yoluyla tasfiye edilmesini ve sosyalizmin uluslararası ölçekte inşasını hedefleyen bir stratejiyi ve programatik yönelimi ifade etmektedir. Güven, keşke böylesi önemli bir konuda yazı yazmaya karar vermeden önce, bir parça olsun Troçki’nin -Marksizme yaptığı en büyük katkılardan biri olan- Sürekli Devrim kuramını inceleme zahmetine katlansaymış; ancak o, tam tersi istikamete giderek, Sürekli Devrim kavramına ilişkin kendi zihninde yarattığı küçük burjuva kategoriler ve idealist soyutlamalar ile -devrim ihracı kavramı üzerinden- durumu kurtarma, kendince “özgün” olma yoluna gitmiş. Ne kadar da derinlikli bir bakış açısı!

    Güven’in, Atlas Tarih Dergisi’nden yayınlanan yazısının traji-komik noktalarından biri de onun, Moskova Duruşmaları’nın gerçek tarihini bilmiyor oluşu. Gerçekte, 1936’da gerçekleşen Moskova Duruşmaları, Güven’in kaleminde 5 yıl geriye çekilerek 1934 olarak yazılmış. Bu durum bile Güven’in ele aldığı konunun öneminin farkında olmadığının bir kanıtı. Güven ve onun gibi Ekim Devrimi’ne ve Troçki’ye ilgi duyan -ve bu konularda yazı yazmak isteyen- liberal aydınlara tavsiyemiz derslerine daha iyi çalışmalarıdır. Güven’e bir başka tavsiyemiz ise, yazarının Troçki’nin öz oğlu olan Lev Sedov’un Kızıl Kitap’ı okumasıdır [2]. Bu kitabın önemi şu: Sedov’un kitabı, Marksist-Troçkist hareket içinde, 1936 Moskova Duruşmaları’na ilişkin gerçeklerin ortaya konulduğu bir başucu kitabı olma özelliğine sahiptir.*

    Serhat Nigiz

    20 Kasım 2013

    https://twitter.com/serhatngz

    Dipnot

    [1] Erdal Güven, Düşman Yoldaşlar: Kostümsüz İmparator Stalin, Silahsız Peygamber Troçki’ye Karşı, Atlas Tarih, Şubat-Mart 2013

    http://erdalguven.wordpress.com/2013/02/10/dusman-yoldaslar-kostumsuz-imparator-stalin-silahsiz-peygamber-trockiye-karsi/

    [2] Leon Sedov, Red Book, On the Moscow Trials

    http://www.marxists.org/history/etol/writers/sedov/works/red/

    *Bu yazı 2013 yılının Nisan-Mayıs aylarında yazıldı ama yayınlanmadı. Şimdi ise yeniden düzenlenerek yayınlanmasının iki temel nedeni var: Birincisi, kendi emeğime duyduğum öz saygı, bana bu yazıyı yayınlamam gerektiğini hatırlattı. İkincisi ise, bu yazı, sözde “emeğin kurtuluşu” için mücadele ettiğini iddia eden pek çok insanın, gerçekte birer emek hırsızı olduğu daha iyi kavramamı sağladığı için önemli ve değerli; zira Marx’ında belirttiği gibi, insan varoluşunun özünü oluşturan emeğe saygı duymayan bir siyaset anlayışı asla devrimci olarak nitelenemez.

    http://serhatnigiz.tumblr.com/post/67511991128/atlas-tarih-dergisi-ekim-devrimi-carp-tmalar-ve

  10. Gün Zileli

    merak etme sen, “Polonya ölmedi daha”. 🙂

  11. Barış

    Stalin konusunu gündemde tutmakla çok iyi ediyorsun Gün abi…
    Hannah Arendt’in Eichmann’ın yargılanmasını anlattığı “Kötülüğün Sıradanlığı”nda şu minvalde bir yorum var: “Hitler totalitarizmi, Mussoli faşizminden çok Stalin totalitarizmine yakındı…” Bunu yazdığında yıl 1963’tü… Tamam Arendt, Marksist veya anarşist değildi ama Stalin’in ne olduğu daha o tarihte gayet netti işte… Türkiye solunun Stalin meselesini 50 yıl sonra hala çözememiş olması, bir açıdan kesinlikle çok moral bozucu.

  12. Gün Zileli

    Çok doğru söylemiş Arendt. Zaten Gestapo da kendine model olarak NKVD-OGPU’yu alıyordu. Gestapo kendini, Rusların gizli polisinin çırağı olarak görüyordu ‘J. Valtin).

  13. Anonim 2

    Stalin ve Demokrasi Trotskiy ve Naziler – Grover Furr
    Yazılama Yayınevi . Hruşçov’un Yalanları – Grover Furr
    Yordam Kitap

  14. Yusuf Cemal

    Yıllar geçiyor. 1989 geçmişte kaldıkça Ahmetgiller, TKPgiller daha rahat söylüyorlar saçmalıklarını. Çünkü, 1989 öncesi SSCB’ye ve Stalin’e yöneltilmiş libidinal yatırımın fiyaskosu unutuluyor. Bu durumun avantajı, daha objektif olabilmemiz. Dezavantajı, bunu kullanarak 90larda söyleyemeyecekleri zevzeklikte fikirlerini şimdi söyleyebilecek insanların yeniden oraya çıkması.

    Grover Furr, Amerikan akademik yaşamında politik terör geçtikten sonra piyasaya çıkan “negatifçiler”den birisi. Ününü bu negatifçiliğine borçlu. “Tabu yıkıcı” olabilmek için sapkın söylemi bir ideolojiye dönüştürüyor. Bunların hepsi Karl Popper’ın çocukları. Yöntemsel olarak olguları çarpıtıyor. Arch Getty ile birlikte Amerikan şov kültürünün gereklerini yerine getiriyorlar. Elle tutulabilecek tek bir argümanları yok. Ama bizimkilere de illa mantıklı argüman gerekmiyor zaten.

    Bir zamanlar J.T. Murphy’nin zırvalıklarının devamı olarak okudum bu diğer ikisinin kitaplarını. TKP’liler saçmalamadan lafları ağızlarına tıkmak gerek. Yoksa ikinci kanala geçip, Ahmet’e bağlıyorlar muhabbeti.

  15. serkan

    gün abi bende geçenlerde şöyle bir yazı buldum stalin üzerine size de göndermek istedim.
    http://blog.radikal.com.tr/Sayfa/marksizmin-papazi-stalin-18590

  16. macar

    gün abi benyamin tayyip neden yahu ne zaman ?

  17. NehirAdnan

    Türkiye’de ki sol’un,(Marksistlerin)Stalin dönemi politikalarına girmeyip,o dönemi kendi çevrelerinde ki askerlerine aktarmamaları,kaynak kitaplara yönlendirmemeleri,deşifre etmemeleri ve dolayısı ile bi hesaplaşma içersine girmemeleri, kendi pozisyonlarının boşa düşmemesini garanti altına almaktan başka bi şey değildir…Ürkmelerinin nedeni kendinden menkul liderliklerinin sorgulanmasını da beraberinde getirir bu girişim…Tarihi bilmeyen,okumayan ve sonuçta yorumlayamayan askerler küçük grupçuklarının başında ki şef’e biat etmeye devam ederler…Troçki’den bir satır bile okumayan ama benimle üstünden de olsa,olup bitenleri tartışmayan,tartışmak istemeyen beni Troçkistlikle hatta anarşizan Troçkist olmakla (ne demekse artık)suçlayan dostlarım arkadaşlarım var benim…İnsana gerçekten garip geliyor…Altlarında ki olmayan zemin’in kaymasından korkuyorlar herhalde….Troçki’nin başına inen baltanın hesabı sorulmadığı müddetçe,hesaplaşma taleplerimizde ertelenmeyecek…

  18. Hasan

    Stalin deyipte Grover Furr bilmeyen tek kişi Gün Zilelidir

  19. Anonim 2

    Gün Bir de şu var ; Stalin – Söylence ve Gerçek
    William B. Bland. Su yayınevi

  20. Gün Zileli

    Bilinmeyecek kadar önemsiz bir adam da o yüzden kardeşim. Beynim seçicidir.

  21. Gün Zileli

    başlığından bana öyle geldi ki bu da Stalinist savunma ekibinden, yanlış bir kanıysa düzeltirim.

  22. Nick

    Yusuf Cemal’in yorumu “Stalinizm düşmanları”nın (böyle bir ‘-izm’ olmayıp, kendi yarattıkları bir heyuladır) üslup fakirliğini ele veriyor. Stalin’i sahiplenenleri at gözlüklü, kaba ve saldırgan göstermeye çalışırken, kendileri bu duruma düşüyorlar. Temel kaynakları arasında Arendt olan adam Grover Furr’a burun kıvırıyor… Gel de gülme buna.

  23. Yusuf Cemal

    “Temel kaynaklar”imin arasinda -herhalde daha fazla referans vermek demek bu- Arendt hanim yer almiyor Nicholas. Dunyayi cagdas kapitalist ideolojilerin resmettigi gibi “firsatlar ve secimler” olarak goren sizlerin iki renkli ve sinirlari keskin evreninizde, size cok daha seytani gelecek Heidegger daha “temel bir kaynak” benim icin. Ahmet’in bir ara taktik dehasini kullanip alakasiz bir yerlerde Heidegger’i lafin icine sokmasinin nedeni de buydu. Sanirim bu ikisini pop-felsefe duzeyinde ayni sey olarak gordugunuzden karisip duruyor kafanizda. Onemli degil. Furr’un tatli melteminin ne kadar surecegini, digerlerinin firtinasinin daha ne kadar surecegini gorecegiz zaten.

    Stalinizme gelince, burokrasinin -aydinlardan devsirilmis ya da isci sinifinin icsavas gibi olaganustu donemlerden dolayi donusmus bir parcasi olarak- kendi cikarlarini ve psikolojisini ifade etmesi gereken isci sinifi karsiti bir ideoloji olmasi disinda tek problemi, sizin “babanin adi” probleminizden guc istencine kadar dogru durust dusunmenizi imkansiz kilan tum psikolojik duvarlara, cocukluk duslerinize denk dusmesi.

    Dolayisiyla kibritci kiz gibi kibrit yakip hayaller goren sizleri tipide donmak uzereyken, bize kufretseniz de uyumak icin yalvarsaniz da, olmemeniz, o sogukta donmamaniz icin tokatlayip duracagiz. Hic bosuna uyuyacagiz diye kasmayin.

  24. Nick

    Cemal kusura bakma da boş konuşuyorsun gene… “Stalinizm” adı sadece senin birilerine küfür etmeni ve kendini temize çıkmanı kolaylaştırıyor. Bunun bir tanımı, bir içeriği yok. Stalinizmi mesela “partide diktatörlük taslayıp karşıtlarını tasfiye etmek” , “liderlik sultası” vb.olarak tanımlarsan, Tayyip’ten tut dünyanın her yerine parlamenter sisteme dahil birçok partiden, devrimci demokrat, hatta Troçkist örgüte kadar hepsi “Stalinist” olur. Sen istersen yine öyle diyebilirsin ama, bunun bir anlamı yok. Biraz baharat da katabilirsin içine, ama kokteylin esas malzemesi bu gibi.

    Benim kim olduğumu, neyle uğraştığımı bilmeden, bir çeşit ukalalık taslamaya çalışıyorsun. Dediğim gibi, sizin gibilerin tutumu bu. “Di(/a)zayn”ınız böyle… Psikolojizm yapmaya çalışmışsın, bunların da bir argümantatif temeli yok. Yazdığın şeyi al, Stalinizm vb.kelimelerin yerine “Zortkizm” vb.uyduruk bir şey yaz ve yeniden tarafsız bir gözle oku, belki saçmalığını anlarsın. Benden bu kadar. Ha bu arada Arendt derken, kastettiğim sen değildin… Ama sen de olabilirsin, önemli değil. Son olarak, edebi gayretini yararlı işlerde kullan.

  25. Anonim

    Buradaki yorumlarda bir Grover Furr tartışmasına rastladım. Şunu diyeyim; Stalin’i savunmak için Stalinistlerin sarıldığı bu Amerikalı Ortaçağ tarihçisi, kendi metinlerinde bile iç tutarlılıktan yoksun, kitaplarında dürüstlükten yoksun, yani alıntı yaptığı kaynakları çarpıtan berbat bir demagog. Krushchev Lied adlı kitabı bunun en açık örnekleriyle dolu. Kruşçev’in yalanlarını sergilemek için resmi raporların güvenilmezliğini ortaya koyarken, Stalin’i tamamen resmi raporlara dayalı savunuyor. Yani Yezhov’un sorgu tutanaklarına dayanarak. Ama sonra da Stalin’in tasfiye ettiği aynı Yezhov’un ne kadar güvenilmez ve bir ajan olduğunu iknaya çalışıyor. Kruşçev’in Stalin’in geçmişte suç ortağı olmasını ortaya koymanın, suçları işlenmemiş kıldığını ve Stalin’i de akladığını sanıyor. El netice çok berbat bir demagog ve güvenilmez bir kaynak. Ve hiçbir anlam taşımayan belge yığınlarıyla metinlerine ciddiyet süsü vermeye çalışan bir üçkağıtçı. Furr’u okuyup da onu ciddiye alanlar, Arapça anlamadan Kuran dinleyip duygulananlar gibidir ancak.

  26. Gün Zileli

    Bizim Ahmet de yöntemi ondan öğrenmiş demek:)

  27. Ahmet

    19 numarali Anonim Grover Furr ciddi bir tarihcidir ve kitaplarini surekli olarak birinci derece kaynaklarla delillendirir. Kruscev’in yalanlari kitabi bir cok dile cevrilmistir ve su an Kruscev’in yalanci olduguna inanmayan arastirmaci yok gibidir. Hatta burada Kruschev’in yalanlarini tekrarlayan GUn bile ( en son cevirdigi Kirov cinayeti hakkindaki kitap temel olarak Kruschev’in yalanlarina dayalidir) Kruschev”in yalanci olmadigini soyleyemez.

    Furr genellikle SSCB ve Stalin hakkindaki desenformasyonlar hakkinda yazar. Ben kisisel olarak Furr”un eserlerinden ve kaynaklarindan oldukca faydalandim. Cok iyi Rusca bildigi icin bir cok kaynagi dogrudan cevirir. Furr’un sadece resmi raporlara dayandigi dogru degildir. Furr konu ile ilgili ulasilabilen tum kaynaklari kullanir. Bu noktada konu ile ilgili calisan tarihciler arasinda en zengin kaynakcalara sahiptir.

    Anladigim kadari ile yazar ya Furr”u okumamis ya da anlamamis, adi uzerinde Kruschev”in yalanlari. Adam Resmi tarihe iliskin teler ileri suruyor, Furr ise bu konuda Kruschev”in bir suru yalanini ortaya cikariyor. Elbette bu konuda Sovyet arsivlerini ve belgelerini kullanacak, ABD belgelerini kullanacak hali yok. Turkce cevirisi berbatti ilgilenenler icin burada ingilizcesi https://ia802707.us.archive.org/5/items/pdfy-nmIGAXUrq0OJ87zK/Khrushchev%20Lied.pdf

  28. Gün Zileli

    Yoğurtçunun şahidi bozacıdır 🙂

  29. Anonim

    Grover Furr neler yazdığına baktım. Tümüyle zaman kaybı.

    Stalin’in yaptıklarını Sovyet arşivlerine dayanarak kendinizi haklı çıkartabilirsiniz. Hatta başka arşivlere de başvurarak sadece görmek istediğinizi görüp yine Stalin’in masum olduğunu savunabilirsiniz. Ben bunun aynı zamanda Marksizm’i kurtarmak ve yüceltmek, onu doğru olarak göstermek için yapıldığını düşünüyorum. Başka amaçlar da olabilir. Bu işe dört elle sarılmış görünüyorlar. Ellerinde Stalin vb. kullandıkları yalana dayalı bir sürü kanıt var. Stalin devletinin zaten baştan sona propaganda ve yalana dayalı olduğu düşünülürse bu tür kanıtları tonlarca bulmak sorun değil. Onları büyük bir başarı abidesi gibi gerçek diye yutturmaya çalışıyorlar. O yüzden her durumda, ne gösterirseniz gösterin, Stalin’e çok büyük haksızlık yapıldığını, onun Batı propagandası yüzünden haksızlığa uğradığını söyleyip duracaklardır. Aslında kendi aralarında propagandanın ve yalanları sürdürmenin alasını yapıyorlar. İşin tuhaf tarafı kendileri de bu yalana epey inanmış görünüyor.

    Aslında bu evrim karşıtlarının yöntemine benziyor. Sürekli evrimin yalan olduğunu ispatladıklarını filan sanıyorlar. Hangi delili getirseniz getirin, kolay kolay düşünceleri değişmeyecektir. Stalin’i savunanlar da böyle, kutsal kitabı savunanlardan farkları yok, inanmışlar Marksizme, Stalinizm’e bir kere…Kanıt diye ortaya konulan şeyler yalanlardan ibaret, arşivde olmaları bunu değiştirmiyor.

  30. Stendhal

    İngiltere’de hangi çevreyi kendine yakın buluyorsun Ahmet, takıldığın birileri var mı? David Yaffecilerle aran nasıl? Onlardan başka stalinci grup, parti var mı oralarda? Gün abi İngiltere’de Stalin’i, Mao’yu savunan solculara müzelik muamelesi yapıldığını yazmıştı bir ara.

  31. Ahmet

    David Jaffe de kim birader?

  32. 18 No'lu Anonim

    Furr’e ciddi tarihçi demek için hiç ciddi tarihçi okumamış olmak gerekir.
    Bir daha tekrar edeyim Ahmet, Kruşçev yalancıdır ama kendi suç ortaklığını örtmek için. Kaldı ki anti-Stalinist yazını Kruşçevci ilan etmeye kalkmak da acınası bir Stalinci çaba. Çünkü Kruşçev Stalinist’tir. 20. Kongrede Stalin’e suçu yıkan bir revizyon başlatmasa, Kruşçev Stalinistlerin taptığı bir figür olurdu. Anti Stalinistler yine bunları söyler, yazardı da ya siz? Muhtemelen Furr o zaman Kruschev Told Truth diye kitap yazardi sen de onu savunurdun.
    Furr senin çok beğendiğin Kruschev Lied kitabında sayısız alıntıyı çarpıtmış, bir üçkâğıtçıdır. Üstelik aptal da bir adam. Ciddiye alınacak hiçbir yanı yok. Aciz durumdaki Stalinistler dışında ciddiye alan da yok.

  33. Gün Zileli

    Hay yaşayasın. Tam da budur. İnsan onu okurken bir yandan da eğleniyor ama biraz yorucu bir komedyen. 🙂
    Şu yazıda bunu anlatmaya çalışmıştım: http://www.gunzileli.com/2013/12/04/buyuk-temizlik-buyuk-kirlilik/

  34. Ahmet

    18 numarali anonim,

    Konusuyorsun spekulasyon yapiyorsun kendince Furr’e bir sürü hakarette bulunuyorsun ama tek bir kanit gostermiyorsun. Bir yandan Furr”un üçkağıtçı olduğunu söylüyor, diğer yandan Kruşçev’in yalancı olduğunu kabul ederek Furr’e katılıyorsun. Furr hangi knuda yanlış yapmıştır söylersen ben de, bu yazıları okuyanlar da hep beraber daha iyi aydınlanırız. Bildiğin bir şey varsa tabii.

    Bu arada, bu gerçek seni rahatsız ediyor olabilir ama sonuçta gerçektir. Kruşchev Troçkisttir. 1924 de Troçkisttir. 1956 da da Troçkisttir. Kruşçev’in 20 Kongre tezinde Stalin hakkında ileri sürdüğü iddiaların bir çoğu zamanında Troçki tarafından ileri sürülmüştü. Sen Kruşçhev’in yalan söylediğini kabul ediyorsun, peki hangi tezlerine dayanarak onun yalancı olduğunu kabul ediyorsun? Senin gibileri bilirim, yukarıdan beri lafı dolandırmandan belli, konu hakkında bir şey bilmiyorsun, ama imanını da sağlam tutmak istiyorsun, o yüzden somut bir şey yazmadan sadece laf ediyorsun.

  35. Anonim

    sovyetler birliğinin çıkarlarını düşünmeyecekti de kimin çıkarlarını düşünecekti?

    parti merkeziyetçiliğinin ve bürokrasinin lenin zamanında olmadığını bana ispat edin! parti merkeziyetçiliği lenin’in vurguladığı en temel ilkelerinden birisiydi. stalin politbüroda lenin’in her şartta yanında olan tek isimdi. diğer üyeler lenin’e muhalefet etmek konusunda yarışıyorlardı. belkide değindiğiniz ve altını çizdiğiniz çoğu vurgu doğru ancak şu temel nokta yanlış, stalin lenin’in yolundan ayrılıp devrimcilik yerine ulusalcılığı tercih etti falan fişman. veya liberal yuriy’i tüm eksiklerine rağmen bunu söylerken olumlamanız. bu sığ eleştiriye sadece gülünür. utanmasanız bugün yaşasaydı chp’ye oy verirdi bu kerata tü kaka diyeceksiniz. tarih böyle yorumlanamaz! savaş halinde her gün milyonlarca insanını kaybeden bir ülkede anarşistlik yaparak savaşı kazanamazsınız. stalin sinir bozucu biçimde gerçekçi bir adamdı. kininizi ve öfkenizi anlayabiliyorum. ancak şunu bilin, o yaşamı boyunca lenin’in yolundan gitmeye çalıştı ve buna daim kaldı. tavsiyem ise şudur; stalin’in arasına saklanarak sosyalist devleti eleştirme kolaycılığından vazgeçin. bizzat baş düşmanlarınız olan marksizme ve leninizme saldırın.

  36. Gün Zileli

    olur.

© 2025 Gün Zileli

Theme by Anders NorenUp ↑