Artık günümüzde, faşistler bile bize karşı ‘demokrasi havarisi’ kesiliyorsa? Bu, ‘tekçi’, ‘kendinden olmayan her düşünceyi düşman görüp gösteren’ kültürün nereden geldiğine dönüp bakmanın ve bununla hesaplaşmanın zamanı gelmiştir…

‘Sol İçi Şiddet’ ve ‘Yoldaş Öldürmek’ Meşrudur;
‘Leninist Bir Gelenektir!’

29 Temmuz (2014) günü DHKP-C’nin HDP standına Nurtepe’de ‘yasak’ koyup engellemesi sonucu çıkan çatışmanın ardından devreye giren MLKP’ den arkadaşların da DHKP-C ile sözlü tartışmaları giderek silahlı çatışmaya dönüştü….

Ardından, diğer sol örgütler bu çatışmaya müdahale ederek kimi; ‘Sol içi çatışmanın Meşru olmadığını’ , Kimi DHKP-C’e ‘özeleştiri vermelidir’, kimi ise; DHKP-C ‘özür dilemelidir’ diyerek DHKP-C’nin ‘yasakçı’ mantığını ve ‘şiddetini’ kınamaya, eleştirmeye başladılar.

DHKP-C’yi kınayan, ‘özeleştiri’ isteyen bu örgütlerin hemen hemen hepsinin sicili birbirine benziyordu, yani DHKP-C’den farklı bir yanları yoktu. Bunların çoğunun ellerinde, ya kendi yoldaşlarının , veya bir başka devrimci örgütün üye yada taraftarının kanı vardı.

‘Yasakçılık’ konusunda ise;kendi örgütleri içinde eleştiri yönetenlere karşı; ‘proletarya diktatörlüğü ve proleter disiplin’ (?) diyerek her türlü eleştiriyi yasaklayanlar- bastıranlar, hatta çoğu zaman kendilerini sorgulayan kadrolarını, örgüt saflardan teşhir ederek fırlatıp atanlar veya ‘ayrı örgüt kuramazsın..’ diyerek fiziki olarak da tasfiyeye yönelenlerin ‘şimdilik’ başka örgütlere karşı DHKP-C gibi ‘yasaklar uygulayacak’ güçleri olmadığındandır. (az ileride buna kısaca değineceğiz)

Fakat, toplumun önünde yüzlerce defa sergiledikleri bu tutumlara (şiddet ve yasakçılık,tasfiye…) ve realiteye rağmen, toplumu hala kör ve sağır sanan bu arkadaşların hepsi; peygamber gülücükleri ile ‘demokrasi showu’ sergilemekten geri kalmadılar kamuoyu önünde.

İsa Mesih (gülmeyin) bu durumu görünce ‘recm edilmeye çalışılan bir kadının infazını durdurmak’ için söylediği gibi, ‘günahsız olan, bu günahkara (DHKP-C’ye) ilk taşı atsın’ feryatları , DHKP-C’ye bu takınılan tavırlar karşısında kulaklarımızda çınlarken, DHKP-C’ye fırlatılan taşlar çoktan Keops piramidi gibi gök kubbeye ulaşır hale gelmişti.

DİNOZOR BEYNİ; ÇİFTE STANDART

Birinci tuhaflık, DHKP-C, bu örgütlerden gelen böylesi ‘eleştirilere’ karşı ‘eleştirinin muhataplarını’ esas almak yerine, ‘yasakçılığının’ nedenlerini direk ‘kamuoyuna’ hitap ederek anlatmayı seçti. Bu açıklamalar da, tıpkı ‘demokrasi showmenlerinin’ eleştirileri gibi kamuoyunda ilgi görmedi. (toplum, bizden uzak dursunlar da, ne yaparlarsa yapsınlar, demiş olabilir, çünkü bunların hepsinin teröründen de, ‘özeleştirilerinden’ bıktılar- usandılar 50 yıldır çok haklı olarak)

Eğer DHKP-C, kendi ‘yasakçılığını-tekçiliğini’ ve ‘sol içi şiddetini’ savunurken; ‘boşuna gargara yapmayın beyler, ben Leninistim, ‘yasak’ da uygularım, ‘şiddette’, çünkü; Lenin yoldaş iktidara geldikten hemen sonra bütün Rusya’da diğer ‘sol örgütlere’ ‘yasak’ koymadı mı? Bu yasaklara uymayanları da, ya tutuklatıp, veya üçer-beşer öldürtmedi mi? Dahası; Ekim devrimi döneminde kendine destek veren Kronstadtlıları bile ‘başka partilere de özgürlük’ istiyorlar, ‘muhalefet hakkı’ istiyorlar… diye 10.000 (Onbin) Kronstadtlı devrimciyi toplu olarak yok etmedi mi?, Siz eğer kendinize güveniyorsanız Lenin’i eleştirin o zaman!

Ben ise, iktidarımı şehirlerde parça-parça kuruyor ve ‘yasaklarımı’ bu kurtardığım alanlarda yavaş yavaş uyguluyor, hiç olmazsa şimdiden toplumu ‘yasaklara’ hazırlıyorum sonra ‘şok’ olmasınlar’,diyerek, bunu birde soru haline getirip (üniversite sınavları gibi) kendini eleştirenlere sorsaydı?..

Emin olun, DHKP-C’yi ‘yasakçılıkla’, ‘sol içi şiddetle’ suçlayan örgütlerin sesi zor çıkardı, demagojiye sarılırlardı muhtemelen.

Öyle ya,hepimiz Leninist değimliyiz? Ve ‘tarihten kendi değerimiz diyerek, neyi alır kabullenirsek? Yarınlara da onu taşıyıp, ve de onun aynısının tıpkısını yapmayacak mıyız?…’

Öyleyse (ki, böyle) Lenin’e niye, ‘işkence yapmak’, ‘yasakçılık’, kendi dışındaki ‘sol örgütlere karşı şiddet’ helal de, DHKP-C’ye niye haram? Diye sormazlar mı adama?…

Böylesi bir açık sözlülük karşısında diğer sol örgütlerin DHKP-C’ye yürüteceği sadece ‘küçük bir sitem’ kalırdı, o’da; ‘iyi de yoldaş, sen daha iktidara gelmeden Lenin’in yaptıklarını yaparsan toplum korkar, bize destek vermez, ve biz hiçbir zaman iktidara gelemeyiz…’ demekten daha ileri gidemezlerdi.

Yani, DHKP-C’yi biraz ‘erken yasakçılığa başladığından’ dolayı eleştirebilirlerdi.

Sanıyoruz ki, DHKP-C, Lenin’e ‘kıyamadığından’ bunları dile getirmedi ama DHKP-C’de şunu biliyor; Leninizm ‘iktidar ortaklığını’ ve ‘başka sol partilerin varlığına müsaade etmez’, ‘muhalefeti’ sevmez! ‘Tek Adam’, ’Tek Parti’ diktası ve her türlü ‘demokrasiden uzak’, ‘Parti Devleti!’nin adıdır Leninizm!’

Bu yüzden DHKP-C, şu anda kendini ‘eleştirir’ görünen örgütlerden hangisi iktidara gelirse gelsin (çünkü hepsi Leninist), diğerlerini bir kaşık suda boğacağını,yok edeceğini biliyor… Leninist gelenek böyle, ve Lenin’in kurduğu rejim bu ‘sosyalizm’ (!..) adına! (DHKP-C, idam mangasını sehpa kıyısında bekleme yerine, şimdiden tedbirini alıyor,’ önce ben iktidara geleyim’,diye. Bundan daha ‘normal’(?) ne olabilir?)

Ezop vari bir dille bir örnekleme yaparak vermek gerekirse ‘sol içi şiddeti’;

Demek ki, sürekli vücuda musallat olan ‘yüksek ateşi’, düşürmek için ardı ardına ‘ağrı dindirici tabletler’ kullanıp, bu ‘yüksek ateşin’ ağrısını geçici olarak düşürme yerine, ‘yüksek ateşe yol açan’ asıl kaynağını bulup yok etmek gerekir. Aksi taktirde, ‘ağrı dindirici tabletler’ sadece ve sadece bu yüksek ateşe neden olan Virusun vücutta daha sinsi ilerlemesine ve giderek bütün vücudu denetimine alıp kronikleşmesine ve bütün vücudu mahvetmesine yol açmış olur.

İşte bizde, ‘bizim kültür mirasımız’ diyerek, sorgusuz-sualsiz alıp-kabullendiğimiz ‘Yaşanmış Sosyalist Sistemler’ de neler oldu ve ‘biz neleri kabullendik bilmeden’ diye kendi geçmişimize dönüp bir sorgulu gözlerle bakarsak vede olumsuzlukların kaynağıyla hesaplaşma yaparsak , ikide bir sığıştıkça ama inanmadan da başvurduğumuz ‘geçici ağrı dindirici’; ‘özeleştiri’ tabletini, parlak ama içi de boş tutamayacağımız sözler ve vaadler vererek, ne kendimizi yalancı durumuna düşürürüz, nede toplumu kandırmak zorunda kalırız. (ayıptır, yaşlandık artık)

Bu yüzden, Özellikle iktidardaki Lenin’in kurduğu rejimin niteliğini, işleyişini, işlediği suçları; a)başkalarına hayat hakkı tanımama,b) ‘Tek Parti’, ‘Tek Adam’, ‘Parti devleti’ diktası, c)‘demokrasisiyle’ uzaktan yakından bir bağı bulunmayan ; ’işçi sınıfı adına iktidara gelmelerine rağmen’, işçilere bile ‘grev hakkı vermeyen’ bir sistem, d) ‘kendinden başka, hiçbir devrimci örgüt ve partiye hayat hakkı tanımayan, tuhaf bir sosyalizm?’…. Kısacası; bu kültürle hesaplaşıp bunları mahkum etmediğimiz müddetçe , ‘sol içi şiddet’, ‘sol içi işkence’, ‘sorgusuz-sualsiz yapılan infazlar’ ve de ‘farklılıklara düşmanlık’ olmanın vede ‘sol örgütler arası ve içi çatışmaların önüne geçeceğimizi sanmak’ veya, çatışmaların ardı arkasının kesilmesini beklemek ya fazla hayal dünyasında yüzmektir, yada cehaleti erdem diye yutmaktır, yada kişinin kendi kendini kandırması demektir.

Bu ‘nedenler’ ortadan kaldırılmadan, verilecek her özeleştiri de (tıpkı 50 yıldır olduğu gibi) sadece geçici olacak, ve toplumu uyutmaya- aldatmaya yaramaktan başka bir işlev görmeyecektir.

Artık günümüzde, faşistler bile bize karşı ‘demokrasi havarisi’ kesiliyorsa? Bu, ‘tekçi’, ‘kendinden olmayan her düşünceyi düşman görüp gösteren’ kültürün nereden geldiğine dönüp bakmanın ve bununla hesaplaşmanın zamanı gelmiştir, geçiyor da….

Aksi halde, daha çok kendi içimizdeki yoldaşlarımızı ve diğer devrimci grupları-partileri yok etmeye çalışacak ve de ‘devrimin çıkarı’ safsataları ile daha bir çok yoldaşımızı ve başka devrimciyi öldürmeye devam edeceğiz…

Bu konularda çok yazdım yayınladım ama toplam araştırma-incelemelerimin yarısını bile yayınlamadım kitap olarak çıkarmayı düşündüğüm için. Bu yüzden kısa kesip burayı geçiyorum müsadenizle.

Şimdi, ikinci bir ‘soruna’ bakacağız.

İKİNCİ ‘TUHAFLIK?

DHKP-C’yi ‘yasakçılıkla’, ‘sol içi şiddet Uygulamakla’ eleştirenler, bildiri üzerine bildiri çıkarırken (29 Temmuz sonrası) tam o sıralarda PKK, Güney Kürdistan’ın Zaxo (Zaho)Kentin’de 7 Ağustos (2014) günü akşamı, yıllarca kendi saflarında savaşmış ve sonra PKK’den ayrılıp ‘anılarını’ kaleme almaya başlamış olan Osman (Şoreş) BALİÇ ve ‘üç yaşındaki’ kızı Revşen’i (Güney Kürt yönetiminin bundan haberi var görünüyor, yani ‘ortak’ anlaşma) bizzat evlerini basarak, kurşuna dizip hunharca öldürdü.

Ne gariptir ki, DHPK-C’yi ‘yasakçı’, ‘sol içi şiddeti meşrulaştırmakla’ günlerdir, haftalardır ‘eleştiren’ bu kendinden makul ‘sol’ un, PKK’nin bu cinayeti karşısında ‘kıllarını’ bile kıpırdatmadıkları gibi, ‘gıkları’ da çıkmadı, haber olarak bile bu cinayeti kamuya yansıtmadılar.

Sözüm bunlara;‘Bay yoldaşlar,sizin hiç üç yaşındaki çocuğunuz, kendi örgütünüz tarafından katledildi mi?’ diye sormayacağım korkmayın. Sorum şu; Bay yoldaşlar, siz bu kafayla, bu vicdanla, bu ‘çifte standartla’ mı (Türkçesi; yüzsüzlük!) topluma önderlik edip ‘demokratik bir rejim’ vaadinde bulunacaksınız ?..

DHKP-C karşısında ‘aslan’,PKK karşısında ise ‘kedi’ rolü oynayarak mı devrimcilik yapılacak?

Ve bu topluma, insanlarımıza böyle, bu halle mi güven verilecek?….

Bu tutarsızlıklarınızı, bu çifte standartınızı gördükçe, sizleri artık PKK’mı yönlendiriyor acaba? diye kuşkuya düşüyor insan. (çünkü size yakıştıramıyoruz bunları!)

Öyle görünüyor ki,‘solculuk’,’devrimcilik’ kavramları içeriğini-anlamını çoktan yitirmiş, dejenerasyona uğramış, en sıradan insani duygular-vicdanlar bile yerlerde sürükleniyor, iki yüzlülük hayatın her alanında bizi yerden yere vurur hale gelmiş…

Birde kendi kendimize utanmadan; ‘kitleler neden bizden kaçıyor, uzaklaşıyor, bu marjinal duruma nasıl geldik, neden düştük’ diye, aynalara bakmak yerine başkalarına soruyoruz.

Pes, ve el insaf doğrusu…

Sözün bittiği yerdir aslında burası ama şunu da söylemeden geçmeyeceğim; bu toplum karşısında suçlusunuz bay yoldaşlar! Suçlusunuz!…

‘YOLDAŞINI ÖLDÜRMEK’

‘Düşüncenin üstesinden gelemeyenler, düşünenin üstesinden gelmeye çalışır!’

–Paul Valery-

Yukarıdaki olaylar (29 Temmuz-Nurtepe olayları ve 7 Ağustos Zaxo’da Osman Baliç ve kızı Revşen katledilmesi) olurken, ortaya Aytekin YILMAZ’ın ‘Yoldaşını Öldürmek’ kitabı bomba gibi düştü.

Ortalık, zaten bu tür konulara kilitlenmeye ve tartışmaya hazırdı. Sözüm onlara, ‘sol içi şiddet ve cinayet’ tartışılıyordu, ve bu kitapta büyük bir gürültü kopacak, tartışmalar geçmişi yeniden gündeme sokacak, bir hesaplaşma olacak diye bekledim.

Çünkü, Aytekin YILMAZ kitabındasadece ‘sol içi işkence ve şiddeti’ sorgulamakla kalmamış, boğayı boynuzundan yakalayarak, bu şiddet ve cinayetlerin ana kaynağının ‘Leninizm’den, Leninist kültürden geldiğine parmak basarak; Bolşevik partinin 10.Kongresinde konuşan Lenin’in ağzından örnekler vererek (Kronstadt’ın imha ve ölüm kararını Lenin bu kongre’de verdi, parti içi tartışmaları da bu kongrede yasakladı Lenin. Çünkü; kendi partisi dışındaki ‘bütün muhalif grup ve partileri ’ tasfiye etmişti bu tarihe -Mart 1921- kadar ve susturulma sırası şimdi ‘partisinin içine’ gelmişti…kendisini eleştiren 300 bine yakın parti üyesini bu kongre sonrası partisinden atacaktı Lenin.Bunlar, devrimi yapan, devrime önderlik etmiş kadrolardı…) kalemini arı kovanının içine korkusuzca daldırmıştı.

Fakat,bu kitap bırakınız tartışılmayı, sessizliğin girdabına sokularak ‘ölüme mahkum’ edildi adeta.

Kitabın tartışılmasından beklentim şuydu;eğer kitap tartışılırsa daha geniş bir kamuoyunun dikkatini ‘sol içi şiddet ve cinayetler’ üzerinde toplar vede duyarlı kesimler buna el atar, en azından ‘sol içi bu cüretkar ve karşı-devrimci şiddet’ biraz geriler,diye düşünüyordum. Yanılmışım.

Bu yanılgı hafızamı yoklamama yol açarken,‘Schindlerin listesi’ diye bir film gözlerimin önüne geldi takıldı.

Bu filmde,Nazi Almanya’sı döneminde bir sanayici olan Oskar Schindler,Yahudileri Nazilerden kurtarmak için bütün hünerlerini ortaya döker ve servetini bu uğurda harcar. Filmin sonunda, elinde kalan son parasını da, fabrikasından zorla alıp götürülen Yahudileri yeniden kurtarmak için Nazi toplama kampına gider. (Savaş bitmek üzeredir o sıra, Naziler yenilmişlerdir, teslim olmalarına az bir zaman kalmıştır ama, Yahudi katliamına hala devam etmektedirler)

Paranın miktarına göre sayarak belirli vede az bir Yahudi tutukluyu teslim ederler o’na.

Üzgündür, tutuklu Yahudilerin hepsini kurtaramadığı, parası yetmediği için.

Kendi fabrikasına, kurtardığı Yahudilerle geri döndüğü zaman, fabrikasındaki diğer Yahudi işçiler, dişlerinde altın kaplama bulunanlar, bu altınları söküp fırında eriterek (bir minnet borcu olarak) Oskar Schindler’e ‘yüzük’ yapıp verirler.

Schindleryüzüğü alır nezaketen ama sevinmez.

Tam eşiyle birlikte arabasına binmeye doğru ilerlerken, aniden gözü arabasına, sonra da ceketinin yakasındaki ‘altın kaplamalı Nazi rozetine’ takılır, ‘eyvah’ der ‘ben ne yaptım?’ ve gözlerinden yaşlar boşalmaya başlar; ‘ben’, der, ‘bunları nasıl göremedim, neden bunları da satıp biraz daha fazla insanın hayatını kurtarmadım…. ‘

Bu durum karşısında afalayan Yahudi işçiler, önlerine bakarlar utanç içinde; eğer,bizde dişlerimizdeki altın kaplamaları çıkarıp, eritip, toplama kamplarına giden Schindler’in parasının üstüne ekleseydik, birkaç soydaşımız daha kurtulacaktı…. diye, hüzün içinde kalırlar…

İşte,eğer Aytekin YILMAZ’ın ‘Yoldaşını Öldürmek’ kitabı tartışılsaydı, belki bizde sol içi terör ve cinayete mazur kalacak bir-kaç yoldaşımızı, arkadaşımızı kurtarabilecektik, her ne kadar Oskar Schindler’in asil davranışı ve duyarlılığı kadar olmasa da bu küçücük hizmetimiz.

Bu tartışmayı bende başlatmadım ne yazıktır ki, ‘başkaları artık tartışsın’ dedim kendi kendime.

Yalnız bıraktım Aytekin Yılmaz ve Hazal Özvarış’ın bu duyarlı, hümanist ve devrimci çıkışlarını.

Oskar Schindlerin o son görüntüleri düştü gözlerimin önüne,sonra utancından yüzünü yere çeviren Yahudi işçiler…

Birden bire kendimi, dişimdeki altın kaplamayı söküp Oskar Schindler’e ‘yüzük’ yapan işçilere benzettim.

İçimde sanki yemyeşil bir fidan kırıldı o an,üzüldüm, mahcup oldum dahası…

Özürümün kabulü, ve bir daha hiçbir devrimcinin-demokratın, bir başka düşüncede olan devrimcinin kurşunlarıyla ölmemesi umudu ile sonlandırıyorum.

Bu yazım, Osman Baliç ve güzeller güzeli üç yaşındaki kızı REVŞEN içindi

31 Ağustos 014

Halim Kar (Oturan Adam)