Halil İbrahim Özkurt / Devrim Ama Nasıl?

Olduk olmadık değişimlere, iktidar değişikliklerine hatta burjuva reformlarına bile “DEVRİM” dendi.  Zorunlu giysi gibi tek adamların dayatmaları bile devrim olarak gösterilmeye çalışıldı. Bu konuyu biraz irdelemek, tartışmak istiyorum.

Yaklaşık 5 bin yıl önce bereketli topraklar üzerinde, sonraları tarıma elverişli olan Sarı Irmak bölgesi, İndus Vadisi ve Güney Amerika’da komünal yaşamdan karşı devrim diyebileceğimiz tarzda devletli yaşama zorlanan atalarımız, bir dizi gelgitler yaşatıldıktan sonra, aşamalardan geçerek Avrupa’da merkezileşir ve günümüzde tüm dünyayı sarıp sarmalarlar. İlk kurulan devletler kadın başta olmak üzere esirleri köleleştirirken, özgür yurttaşlarını vergilere tabi tutmuş, gençlerini askere almıştı. Bu nedenlerle, ilk devletlerin kurulmalarına “karşı devrim” denmeli.

Uzatmayayım, üretim teknikleri geliştikçe devletin sahipleri ve uygulamaları da değişir. Sonunda burjuvalar, bilimi ve bilimsel üretim tekniklerini sahiplenerek ulus devlet kurmaya başlar. İki Dünya Savaşı’nı da örgütleyen burjuvalar, Feodal imparatorlukları parçalayarak, ulus devletleri daha da yaygınlaştırırlar. Ekonomik ve sosyal yapılardaki değişiklikler başta olmak üzere bir dizi aşama geçiren kapitalist sistem, nihayet gezegenin her yanına kök salarak Neo liberal aşamayı uygulamaya koydu. Kısa süre içinde de (özellikle çevre ülkelerde) şirketler gibi yönetimler oluşmaya başladı.

Devlete boşuna “zor aygıtı” denmez. Zira, mülk sahipleri, devletin kurulduğu zamanlardan bu yana devlet gücü sayesinde kadınlar başta olmak üzere emekçi insanlığa yaşattıkları bir yana, günümüzde de kar ve büyüme adına gezegenimizin sınırlı kaynaklarını tüketmeye başladıkları yetmezmiş gibi, yaşam kaynaklarını da kirleterek gezegenimizi neredeyse “cehenneme” dönüştürmeyi başardılar.

Emekçi insanlık, başlangıçtan buyana zor aygıtı olan devleti, özel mülkiyeti ve Köleliği tasfiye ederek yeniden özgür-komünal yaşam adına durmaksızın başkaldırarak mücadele etmiş olmasına ve onca bedeller ödemesine karşın, yaşananların tümü ve adına “devrim” dediğimiz süreçler, devletin (Marksistlerin yönetim sürecinde bile) daha da güçlendirilerek günümüze gelindiği gerçeğini gizleyemiyor.

Şimdi sormak isterim: Yaklaşık 5 bin yıl önce karşı devrimle kurulan ve yaşatılan süreçte; özel mülkiyetle birlikte güçlendirilen ve günümüzde de şirketler gibi yönetilen devletler, özel mülkiyetle birlikte tüm kurumları ile sönümlendirilmeden, her tür kölelik, sömürü ve doğa talanı ortadan kaldırılmadan bir dizi devrim yaşandığını ileri sürmek ne kadar doğru?  Örneğin: “Burjuva demokratik devrimi” denen, devletin sahiplerinin değişimine, yine SSCB, Çin, Yugoslavya, Arnavutluk, vd. devletçi sosyalizm dönüşümlerine devrim demek doğru mu? Söz konusu “devrimler” devleti ortadan kaldırdı mı da “devrim” deniyor? Soruyorum, sosyalist devletlerde mülkiyetin özel ellerden devlete geçmesi çok şeyi değiştirmediği gibi, devleti daha da güçlendirdiği gerçek değil mi? Verilen yanıtların değişik olduğunu biliyorum ama, bana göre mülkiyetin devletin eline geçmesiyle özgür-komünal bir yaşamın yolunun açılamayacağı kanıtlandı.

Yaşatılan tüm kötülükler devlet gücü ile yapıldığı için, devletin ve devlet mülkiyeti dahil tüm mülkiyet biçimlerinin ortadan kaldırılarak, günümüz koşularının komünal yaşamı kurulmadan yaşanan iktidar değişikliklerine “devrim” demek doğru mu? diye sormak istiyorum.

Bence, kendi kendimizi avutmayı bırakıp, yaşananların iktidar değişikliklerinden ibaret olduğunu kabullenip ona göre tutum almanın yolunu bulmalıyız. Yani devleti ve özel mülkiyeti birlikte tasfiye etmenin yolunu. Zira emekçi halkın merkezi devleti tasfiye etmek amacıyla yaşam alanlarında doğrudan inşa edeceği özyönetimleri dışında, devlet iktidarını kim ele geçirirse geçirsin komünal, özgür, organik bir yaşam kuramaz. Kuramayacağı gibi ele geçirilen devleti sönümlendiremez de. 

Demem şu ki, geçmişte üretilen ideolojilerle yaşanan pratiklerin akılcı biçimde Sorgulanarak, günümüz devletlerinin iç içe geçmiş özel mülkiyetle birlikte komünal bir yapılanmayla ortadan kaldırılması, emekçi insanlığın ortak eseri olabileceğidir. Bunu başarabilmenin de var olan Marksist-Anarşist vd. komünistlerin, emekçi insanlığın politika yapabileceği tek gerçekçi yöntem olan doğrudan demokratik yöntemle örgütlenmesine yardımcı olmak, ön ayak olmaktan başka seçeneğinin olmadığının kabullenmesi gerekir. Zira devrim ve komünal yaşam emekçi büyük insanlığın kendi eseri olabilir. Devletçi-iktidarcı sol partilerle emekçiler adına, onları temsilen komünal yaşam kurulamaz. Kurulamadığını insanlık tarihi deneyimleyerek zaten gördü.

Emekçi insanlar tüm dinamikleriyle birlikte, komünistlerin de bilgi paylaşımı dahil her tür yardımıyla, yaşam alanlarında dayanışma ve yardımlaşma gibi komünal değerleri de doğrudan demokratik örgütlenmelerle yeniden yeşerterek; bir yandan aralarında komünal bir yaşam sürdürürlerken diğer yandan yerellerde kuracağı özyönetimleler devlet denen zor aygıtlarını komünler federasyonu şeklinde parçalayıp sönümlemeliler. 

Dediğim gibi; günümüze değin ulus devletleri yönetmeyen ideolojik ve siyasal akım kalmamasına karşın, hepsi devletleri daha da güçlendirdi. Anarşistler ise Katalanya’da burjuvaziye teslim etti. Devletleri yalnızca emekçi halk yönetmedi. Halk zaten yönetemezdi de. Zira, ulus devlet denen karmaşık aygıt burjuvaların bulup kurguladığı ve gerçek demokrasi ile ilgisi olmayan temsilciler (temsili demokrasi) kanalıyla yönetilebilir. Emekçiler dahil hiç kimse, hiçbir sınıf ulus devleti doğrudan yönetemez. Özyönetimler olmadan da komünizm kurulamaz. Devlet bazında da özyönetim kurulamayacağına göre, geriye emekçi halkın özyönetimleri yerellerde inşa ederek burjuvaların imparatorluklarını parçaladığı gibi devleti parçalamayı amaçlaması gerekir. Yani emekçi halk yaşam alanları olan köy, kasaba ve belediyeleri-kentlerini doğrudan yöneterek. Yönetirken; merkezi devleti zayıflatıp, zorunlu kalırsa devletle (Murray Bookchin’in dediği gibi) “güç çatışmasına” girerek, devletsiz komünal bir yaşamı devrimle taçlandırabilsin.

Emekçi halkın bunları başarabilmesi için kuşkusuz yaşam alanlarında, öz savunma dahil her tür öz örgütlenmelerini de süreç içerisinde kurması gerekir. İşçi sınıfı ise, çalışma alanlarında temsili demokrasiyle işleyen klasik sendikalar yerine Sovyet örgütlenmesi benzeri doğrudan demokratik meclislerle mülk sahibi sınıfa karşı ekonomik, demokratik mücadelesini doğrudan, aracısız ve temsilcisiz sürdürmeli. Sürdürürken iş yerlerini doğrudan yönetmeyi de öğrenmeliler.

İşçi sınıfının aynı zamanda yaşam alanlarındaki meclislerin de doğal üyeleri olup, mahalle meclisleri ile karşılıklı dayanışma, yardımlaşma ağları kurarak mücadeleleri ortaklaştırılmalı. Yetmez; gençler, kadınlar, Llgbtq+lar, emekliler, engelliler, esnaflar vd. emekçiler kendi meclislerini kurarak özgün projelerini de üreterek zaten üyesi oldukları mahalle meclislerinde, projeleri ile birlikte yerlerini almalılar. Böylelikle emekçi büyük insanlık doğrudan politika yaparak yeniden “politik insan” niteliğini elde etmiş olur.

ELİMİZİ ÇABUK TUTMALIYIZ

Gezegenimizin var olan canlı yaşamı risk altında. Kapitalist-emperyalist barbarlık, havamız dışında her şeyi metalaştırdığı yetmiyormuş gibi tüm canlıların yaşam kaynaklarını da kirletti. Önlem alınmazsa her yıl, hatta her ay beklenmedik yıkımlarla yüz yüze gelinecek gibi görünüyor.

Ne var ki, komünal inşanın kurucu özneleri olan emekçi insanlık adeta zihin köleliğine tutulmuş gibi, ideolojileri inanç durumuna getiren partilerin peşi sıra ne geçmişi sorgulayabilmekte ne de geleceğe ilişkin düşünce üretemeden yalnızca takip etmekteler. Üstelik mevcut örgütlerin talep ve beklentileri emekçi insanlığı oyalamaktan ve boşuna zaman kaybından öteye geçmemekte.  

Zira devlet, mevcut klasik örgütlerin protesto siyasetleri ve adalet arayışlarına karşı sürekli kendisini tahkim etmeyi başarmakta, parlamentolarında ve saraylarında yasal önlemler alarak ilerlemekte, baskılarını ise artırmaktalar. Kısacası sistem karşıtı sol partileri kendi sahasında, kendi koyduğu ve istediği zaman değiştirebildiği kurallarla, kendi hakemleri ile top koşturtarak oyalamakta.

Özetle, iktidar değişikliği ile komünizmi kuracağını sanan sol, emekçi halkın devleti yerellerden parçalayarak özyönetimlere dayalı toplumsal-ekolojik komünler federasyonu ve konfederasyonları kurmasına yardım etmek üzere yeniden organize olmazsa, Dünya emekçi insanlığı topyekûn başkaldırsa bile, yeniden iktidar değişiklikleri yaşanır ama asla komünizm kurulamaz ve gezegenimiz canlılarının yaşayabileceği koşullar gerçekleşemez diye düşünüyorum. Zira yukarıda da değindiğim gibi; komünizmi doğrudan demokratik meclislerde politik insan mertebesine yeniden ulaşarak komünist olan insanlarla ancak kurulabilir. Kısacası devrim denen yapısal değişiklikleri ani bir eylemden ziyade yerellerdeki özyönetimler süreci ile mümkün olabileceğinin düşünülmesi gerekir.

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

2 Comments

  1. Hadi inşallah bu defa ulaşır. Belki de nedeni iklim değişmesi, kim bilir?

    Genellikle bu site ileriye dönük, ilerici, bilimsel bir site. “Devrim Ama Nasıl” yazısı bana eskimiş George Orwell’in “Hayvanlar Çiftliği”ni anımsattı.

    Bazı ilk sözler:

    Tarihin tamamıyla silikleştiği, en son en iyi olan devirde ki bu yazı buna şahitlik etmekte, mesela Marksizm ile anarşizm evlendirilmiş, “… Yetmez; gençler, kadınlar, Llgbtq+lar, emekliler, engelliler, esnaflar vd. emekçiler…”, süper rasyonel ve “şimdi en iyi ama daha da iyi olabilir” çığırtkanı Bookchin’e gönderme yapılmış — bilirsiniz Batı, becerileri aynasına baktığında Hoca’nın hindisi gibi derin düşüncelere dalıp sarışın mavi gözlü süper ırk olmalarının nedenini Bookchin’in göz bebeği Antik Yunan’dan sonra batan güneşi füzyon ile tekrar ateşlendirdiklerindenmiş. Öyle olsun!

    Çok küçük harflerle bir not: Çok büyük beyinli süper Batı ırkına göre Uzak Doğulular ve özellikle Komünist ayıp donu giymiş Konfüçyüs’çü Çin zenginleştikçe süper beyinlilikte süper ırk Batılıları bile aşmaktalar. Haydi, darısı Türkiyelilerin başına! Darısı bu site büyük beyinlilerinin başına!

    Bu yazının kahramanı, yine ve her zaman, Boksör.
    Bir güncelleme: Boksör aynı zamanda bilim adam-kadınlarını da temsil eder. Boksör’ün sloganı: “Daha çok çalışacağım”.
    Bünyamin Boksör’ü uyandırmaya çalışır, heyhat imkansız.
    Bilim adam-kadınlar ve Boksör aslında yaralı salaklar.

    İki not daha:
    1. Uzay turistliği vaat edenler bile eninde sonunda yiyecek derdine çare ararlar ama bizim hızlı devrimciler hala medyanın pompaladığı kavramları artık pörsükleşmiş ve tamamıyla iflas etmiş Kapital’e ibadet etme masallarına ekleyip diriltmeye çalışmaktalar.

    2. Yapay Zeka peşinde koşan Çin buna çare bulmak üzere: İnsanlar ağızlarına takacakları motorlu jeneratör sayesinde tüm partikülleri moleküllere ve molekülleri de istediğin yiyeceğe çevirecekler. Benzeri zımbırtılarla da çocuk yapma sağlanacak. Bence Batı geride kalmakta ve hala saplandıkları özel dinler yüzünden ayıp mayıp uzun havaları çekmekte.

  2. Ivan Illich Japonya’da bir konferans vermeye davet edilir. Konferanstan sonra bir dinleyici sorar:
    – Gelecek hakkında ne düşünüyorsunuz?
    Illich cevap verir:
    – Geleceğin canı cehenneme! Sadece makinelerin geleceği var, insanların ümidi var!

    Ivan Illich de anarşist ama medyanın pohpohladığı Bookchin ve Chomsky gibi “Batı en iyi ama daha da iyi olabilir!” anarşistlerinden, yani bu siteye pek yakışır bir Marksist-Anarşist, değil. Daha da doğrusu, Darwin’i sosyal dünyaya uygulayan Marks gibi kurtuluşu sarışın mavi gözlü Batılı olmakta görmez.

    Uyarıcı iki örnek:

    Birincisi sonsuz katı Marksist “Monthly Review” dergisinden.

    Tanıtım: The Monthly Review, New York’ta aylık olarak yayınlanan bağımsız bir sosyalist dergidir. 1949 yılında kurulan dergi, ABD’nde kesintisiz olarak yayınlanan en uzun süreli sosyalist dergidir.

    Makale: Endüstriyel Tarım: Kuzey Kore’den Dersler, kaydeden Zhun Xu

    ” Kuzey Kore, Küba ve diğer tarım modellerinden alınan derslerin, endüstriyel tarımın -görünüşte üretken ve hatta “bilimsel” olmasına rağmen- güvenilmez ve sürdürülemez olduğunu güçlü bir şekilde ortaya koyduğu sonucuna varmak doğru olur. Yirminci yüzyıl sosyalistlerinin genellikle endüstriyel tarım modelini olduğu gibi kabul ettiğini kabul etmeliyiz.”
    Kaynak: https://monthlyreview.org/2024/03/01/industrial-agriculture-lessons-from-north-korea/

    Özet: Bu yazar da, Rusya ve Çin vb örneklere rağmen, Marksizm’in fakir ülkelerin Batı gibi zengin olma yolunu tutma olduğunu bir türlü görmek istemiyor. (Zaten başka seçenek de kalmamıştı, ama o ayrı bir konu.) Daha çok kısa bir süre önce Batı zenginliğinin sarışın mavi gözlü olmaları değil köle çalıştırmaları ve köle ticareti olduğu bir defa daha açığa çıktı.

    Bakın: “Cotton Capital: Special series, How slavery changed the Guardian, Britain and the world”
    https://www.theguardian.com/news/series/cotton-capital

    İkincisi gelmiş geçmiş en faydalı salaklar ve her efendiye hizmete hazır dalkavuklardan oluşan bilim adam-kadınları ve metodun bilim (bilimsellik) ambalajına sarma ile yapılan göz boyamaları.

    “Bilimin artık ekonomik karlılığın zorunluluklarına tabi olduğu söylenir; bu her zaman doğruydu. Yeni olan, ekonominin insanlara açıkça savaş açmaya başlamasıdır; sadece yaşama kabiliyetlerine değil, hayatta kalma kabiliyetlerine de. İşte o zaman bilimsel düşünce, kendi kölelik karşıtı geçmişinin büyük bir kısmına rağmen, muhteşem bir tahakküme hizmet etmeyi seçti.”
    ” Bilimden artık dünyayı anlaması ya da iyileştirmesi istenmiyor. Yapılan her şeyin anında gerekçelendirilmesi istenmektedir.”

    Kaynak: Commentaires sur la Société du Spectacle: Guy Debord

    Kısacası, “Devrim ama Nasıl?” gibi güncelleştirilmiş ama yine de eski tas eski hamam on dokuzuncu yüzyıl devrimcilik masalları çok sıkıcı ve zararlı da.

Yorumlarınız:

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir