Hayat üzerine bol bol felsefe yapar, en kıvrak ve zekice lafları ederiz de, yanıbaşımızda yok olup giden hayatlara dönüp bakmayız bile. Hayır, tanımayız demiyorum. Çok iyi tanırız, biliriz onları ama bakmayız. Baksak bile görmeyiz. Bilmek için görmek mi gerekir dediniz. Yok yok… bilip de görmediğimiz o kadar çok şey var ki.

Ev ve Yarılma kitaplarında çok kısa söz ettiğim bir “hala” vardı. İsmini hâlâ bilmediğim hala. Geçenlerde bir araya geldiğim anne tarafımdan akrabalarımla eski anıları o kadar konuştuğumuz halde adını sormayı bir kere daha unuttuğum hala. Şimdi o kadar pişmanım ki, ondan öyle kısaca söz ettiğime. Oysa hala, toplumumuzun bugün de yaşayan prototiplerinden biriydi.

Annemin babası, dedem Fuat Kızılkaya’nın kızkardeşiydi hala. Hiç evlenmemişti. Dedem, anneannem ve o sırada hâlâ bekar Semin dayımla birlikte yaşardı. Onu hep mutfakta, önünde önlükle hatırlarım. Uzun boylu, zayıf bir kadındı. Artık kırlaşmış saçlarını hep arkadan topuz yapardı. Onu tanıdığımda taş çatlasa elli yaşlarında olmalıydı. Ama o benim için hep yaşlı bir kadındı. Yaşlı ve kederli bir kadın. Çok az gülen, çok az konuşan. Her zaman işi olan…

Neden evlenmemişti? Bilmiyorum. Ona dair hiçbir şey konuşulmazdı ki evde. Ben on yaşlarımdayken öyle, yaşadığı gibi sessizce ölüverdi. Öldükten sonra da onun hakkında hiçbir şey konuşulmadı. O yaşlı bir halaydı ve ölmüştü işte. Hepsi bu. Çok üzülmüş müydük? Hatırlamıyorum. Büyük bir boşluk olmuş muydu evde? Ev işleri anlamında evet! Yemekleri yapan, yerleri silen, çamaşırları kemikli elleriyle sıkan, evdeki kedilere bakan, kısacası ve açıkçası, evin tüm aşçılık ve hizmetçilik işlerini yapan oydu. İsimsiz, cinsiyetsiz, talihsiz bir hizmetçi ölmüştü işte.

Şimdi bu talihsiz kadına çok içim yanıyor. Kaderini kendisi mi seçmişti? Küçücük evde yattığı yeri bile bilmememize yol açacak kadar bir gölge olmayı o mu istemişti? Belki öyle olduğu düşünülebilir. Ama bu doğru değil bence. Kimse kendini bile bile, isteyerek isimsiz bir gölge haline getirmez. Hayatını böylesine telafi edilmez bir şekilde harcamaz. Neydi peki? Neden ve nasıl kolayca sönüp gidebiliyordu halanınki gibi hayatlar?

Yoksa hala, evin içinde nerede olduğu bile belirsiz yatağına çekilip, gizli gizli Marksizm okumaları mı yapmıştı? Marksizmden, “tarihte bireyin rolünü mü” öğrenmişti. Çaktırmadan Plehanov’un çözümlemelerini hazmedip, bir Napolyon olamayacağını anlayarak, toplumsal gelişmelerin kendi kaderini belirlemesi gerektiğini mi kavramıştı? Ya da Lenin’i hatmedip, bireyci olmamak gerektiğini mi öğrenmişti? Bireycilik kötü bir şeydi. Toplumsal gelişmelerin, üretici güçlerin önünde engel olan bir burjuva ideolojisiydi. Bireyciliği reddedip, köleliği mi tercih etmişti? Ya da daha doğrusu, kendini toplumsal gelişmenin bir unsuru olan ev içi hizmetlere adayıp köleliğinin küllerinden yeni bir toplumun doğmasını mı amaçlamıştı? Her ne hal ise… Ama şurası kesin ki, kimse halanın bireyci olduğunu ileri süremezdi. Ona böyle bir ideolojik damga vuramazdı. Bırakın bireyci olmayı, hala birey bile değildi. Ortalıkta gölge gibi dolaşıp ağır ev işlerinin yükünü kaldırmak, evet bir varlık olmayı gerektirirdi. Ne var ki, modern mutfaklarda kullanılan robotlar da bir varlıktır ama birey değildir. Duyguları yoktur, düşünceleri yoktur. Halanın duygu ve düşünceleri yok muydu? Olduğuna eminim ama bunları kendisinden başka kimse bilmezdi ki. Bu anlamda kendi başına bir birey olduğu kabul edilse bile, toplumsal bazda birey değildi. Onun düşünce ve duygularından hiçbirimiz haberdar değildik çünkü.

Hala birey olamadı. Birey olamadığı için bireycilik de yapamadı. O, devrimizin en esaslı Marksistiydi. Bir emek kahramanıydı. Bu bile sol örgütlerimiz tarafından  takdir edilmedi, yazık!

Anneannem, bireyci değil ama bencildi. Şimdi anne tarafımdan sevgili akrabalarım, teyzemin kızı falan okusa bu satırları beni suçlayabilir. “İşin gücün yok mu, yakınlarını diline doluyorsun kitaplarında, yazılarında” diyebilir. Haklıdırlar da. Ama ben de haklıyım. Eleştiriye, öyle çok uzaktaki, hiçbir duygusal bağım olmayan Bush’lardan falan değil, en yakınımdakilerden başlamaktan yanayım. Bush’u eleştirmek kolaydır ama anneanneyi eleştirmek o kadar kolay değildir. Anneannem bireyci değil ama bencildi demiştim. Bireyci değildi, çünkü hayatın akışı, bireysel özelliklerini geliştirmesine fazla izin vermemişti, yani birey olma yönü eksik kalmıştı, dolayısıyla da onun “bireyciliği” sadece bencillik olarak tezahür etmişti. Hani, çekilip bir kenarda otururdu, sadece halanın iş yapmasını seyrederdi demek istemiyorum. O da yapardı bir şeyler. Özellikle Fuat beye talimatlar verip sabah sabah hale alışverişe göndermek, onu azarlamak önemli işlerinden biriydi. Ne var ki, halayı böylesine insafsızca işe koşması gerçekten bencillikti. Kadına (evet biyolojik olarak bir kadındı hala, yanılmıyorsam) gün yüzü göstermedi. Bir gün onu alıp birlikte çarşıya, gezmeye gitmedi. Halanın bir gölge gibi oradan oraya koşturmasından hiç rahatsızlık duymadı.

Bütün hayat deneyimim, Marksizmin “bireycilik” argümanını kullananların çoğunluğunun aslında kendilerinden başka kimseyi düşünmeyen benciller olduğunu ortaya koyuyor. Yine lafı oraya getirdin diyeceksiniz ama dünyaya Stalin’den daha bencil bir yaratık gelmiş midir acaba? Kendi bencil toplumsal arzuları için milyonlarca insanı ölüme gönderen birisi, kesinlikle bireyci değil ama bencilin tekidir.

Bireyci değildir, yukarda da belirttiğim gibi, bireyci olmak için birey olmak gereklidir. Birey olmak ise, düşünce ve duygunun yanında bir de sorumluluk bilincini ve vicdanı zorunlu kılar. Bencillerin düşünceleri olabilir, duyguları da olabilir fazladan ama kesinlikle sorumsuz ve vicdansızdırlar.

Hala, bugün de toplumumuzun bir prototipidir demiştim yazıya başlarken. Kendilerine işlenen aile ideolojisiyle hayatları harcanan ne kadar çok “hala” vardır kimbilir evlerin köşelerinde. Kendilerini annelerine adamışlardır örneğin. Toplum da hep bir ağızdan, koro halinde onaylar bu adama halini. “Kız hayırlı çıktı” korosu. Ne yazık ki, bunun karşısında bir başka koro yok, “kız aptal çıktı, kız beyinsiz çıktı” diyecek. Tüm toplum, düşüncesiz, duygusuz, sorumsuz ve vicdansızsa, o toplum kesinlikle bir benciller topluluğudur. Aptallıkla bencillik, genellikle aynı cephede yer alan müttefiklerdir.

Yukarda, eleştiriye en yakındakinden başlamaktan söz etmiştim. Evet böyledir. Sevgi, çok güzel bir şey olduğu gibi, istismara çok açık, tehlikeli bir şeydir de. Dikkat, en yakınınızdaki, sevginizi istismar edip sizi mutfağa sürebilir, yerleri silmeye çağırabilir. Bir süre sonra iyilik için yaptığınız bu işlevlerin bir zorunluluk, bir görev haline geldiğini, yapmadığınızda eleştiriye uğradığınızı göreceksiniz. Bu yüzden, bireysel planda “temel çelişki” herkesin yanıbaşındadır. Hemen yakınındadır. Başını kaldırsa görebilecek kadar yakınında. Gözleriniz yakını göremiyorsa, o başka tabii.

Gün Zileli
18 Şubat 2009