Güneşin Doğduğu Yerden…

 İki gün önce bir Qijikareş (Kara Karga) dergisi aldım. Alt başlığında şöyle yazıyordu: “anarşist radikal politika dergisi kovara polîtîkaya radîkal a anarşîst”. “Kış zivistan 2012” dediğine göre üç aylık periyodlarla çıkıyor. Bu 5. Sayısı. 248 sayfa. Kürtçe ve Türkçe yazılar içeriyor. Dergiyi şu anda dikkatle inceliyorum. Daha etraflı yorum ve eleştirilerimi bu 248 sayfanın en azından Türkçe olanlarını bitirdikten sonra yazacağım ama şimdiden söylemek istediğim bir şeyler de var.

Türkiye’de anarşizm 1986 yılının sonlarına doğru çıkan Kara dergisiyle kendini ilk kez bir yayın organıyla duyurmuştu. Geçen 26 yıl içinde Türkiye’de anarşizm birçok aşamalardan geçti, çeşitli yayın organlarıyla temsil edildi. Bugün geldiği yer ise pek parlak değil. Hayır, anarşizmin prestiji ve gençlerin anarşizme duyduğu sempati açısından söylemiyorum bunu. İnsanlarda vücut bulan somut anarşist “hareketin” yönelimleri açısından durum pek parlak değil.

Bir kısım anarşist toplumsal devrim fikrinden uzaklaştı ve yaşamtarzı anarşizmine yöneldi. Elbette bu, örneğin Taraf gazetesinin peşine takılıp demokrasi getireceği inancıyla AKP’yi desteklemeyi de beraberinde getirdi.

Bir kısım anarşist de, daha önce kendilerine Anarşist Gençlik Federasyonu (AGF) adını takan grubun ilerlediği yoldan gidip solcuları taklit eden bir örgütlenme tarzını benimsedi. Yani “öncü örgüt” tarzını. Aslında bu tarz, bugünkü koşullarda o kadar da mantıksız değildi, çünkü anarşizme çok sayıda genç insan geliyordu ve bunlar, gençlik enerjilerini değerlendirecek bir örgütlenme talep ediyorlardı. Bazı anarşistler bu talebe cevap verdiler ama cevaplarında bir hata vardı. O da “öncü örgüt” tarzının aslında anarşizme yabancı olmasıydı. Böyle bir örgüt gençlik enerjisini seferber edebilir, hatta iyi şeyler de yapabilirdi ama hemen bir adım sonra bunun bir örgüt şovenizmine dönüşmesi, içine kapanık sekter bir yapıyı doğurması kaçınılmaz olurdu, nitekim öyle de olmakta.

Bir kısım anarşist ise, “mücadele etmek” ya da Kürt halkının mücadelesini desteklemek adına, aynı 1990’lı yıllarda bazı anarşistlerin ÖDP’ye katılmasına ve oy kullanmasına benzer bir şekilde, Kürt hareketine dahil oldular, seçimlerde BDP’ye oy verilmesini savundular ve sonrasında da Kongre örgütlenmesine katıldılar.

Bugün Türkiye’de anarşizmin bağımsız bir varlık olarak toplumsal devrim mücadelesinde neredeyse sıfır noktasına irca olduğu sonucuna varmak üzereydim ki, en doğudan, Van’dan, güneşin doğduğu yerden gür bir anarşist ses duydum: Qijikareş. Kara karga o alaycı gülüşüyle başını kaldırmış “daha ölmedik” diyordu. Kızıl-kara bayrağımız yere düşmeden kara kargamız tarafından yeniden yükseltilmişti.

 

Elbette “güneşin doğduğu yer” görecedir. Avrupa’da güneşin doğduğu yer de Yunanistan oluyor. Bu sabah, CNN Türk’ün gazete manşetlerini izlerken iyice bunalmıştım, şu MİT-Polis ya da Erdoğan-Gülen çekişmesi haberleriyle ve köşe yazarlarının kılı kırk yaran kurumsal ayarlamalara ilişkin akıldanelikleriyle ki, manşetlerin ardından gelen “Yunanistan yine karıştı” haberiyle kulaklarım dikildi. Atinalı gençler yine ortalığı birbirine katmıştı. CNN Türk, anarşistlerin polise şiddetle saldırdığı haberini veriyordu. Görüntüler de bunu anlatıyordu zaten. Atinalı gençler korku duvarını aşmışlardı. Ellerindeki molotofları yakın plandan fırlatıyorlardı polise. Polis şaşkınlık ve korku içinde geri çekiliyordu. Caddeler ve binalar yanıyordu. Ve bir anarşist, kızıl-kara bayrağını sallayarak bir molotof daha fırlatıyordu polise. İşte anarşizm budur. Düzen ve sistem içi dengelere yüz vermez, sahne ışıklarıyla gözleri kamaşmaz, tüm sistemin üstüne yürür hiçbir ayrım yapmadan ve hiçbir politik aldatmacaya başını döndürüp bakmadan.

Hayalimde Atinalı gençle kara kargayı el ele, kanat kanata çizdim. Her türlü iktidarı yok edecek bir toplumsal devrim için ayağa kalkanlarla birlikte olduğumu hissettim. Ve kendi kendime, aldırış etmeyin üretici güçler düzeyini abartan Menşevik teorilere dedim.

Bakın, dünya yine güneşin doğduğu yerden başkaldırıyor.

 

Gün Zileli

13 Şubat 2012

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

 

27 comments

  1. yazılarınızı ilgiyle takip ediyorum gün abi,maalesef biraz geç tanıdım sizi yaklaşık 6 aydır kitaplarınızı ve sitedeki yazılarınızı okumaya çalışıyorum.Ben kendimi sosyalist olarak görüyorum fakat sizin yazılarınızdan ve hayat hikayenizden sonra anarşizmede merak saldım.Acaba başlangıç olarak tavsiye edebileceğiniz bir kitap var mı?

  2. Gün hocam, çok güzel bir yazı olmuş… Qijika Reş deneyimi bizim gibi batı illerinde yaşayan anarşistler için de gerçekten öğretici ve umut verici. Onların düzen-içi mecralara sapmamalarının belki de en önemli nedenleri, iyi düşünülmüş (ve Bookchin’in fikirleriyle de zenginleştirilmiş) bir ütopyaya sahip olmaları, bu ütopyayı milim milim dokuyarak her gün daha da zenginleştirmeye çalışmaları, bu ütopyayı salt sloganlaştırmak yerine ona gerçekten inanmaları ve son olarak “somut koşulların somut tahlili” ile günlük politikaya cevap üretmek yerine ezilenlerin asıl gündemi üzerinden kendi teorilerini kurmalarıdır.
    Ütopyası olmayan veya ütopyasını ezilenlerin öz-deneyimleri üzerine kuramamış olan anarşistlerin ise, “ehven-i şer” olarak gördükleri politik yapılara (Taraf, ÖDP, BDP, partimsi anarşist yapılar vb.) eklemlenmeleri gayet doğaldır. Kanımca, gelecek tahayyülü zayıf olan veya gelecek tahayyülünü kitlelerle interaktif olarak paylaş(a)mayan anarşist grupların pratiklerinde, yıkma/yapma diyalektiğinin “yapma” ayağı eksik kalacak; bu gruplar eklemlendikleri politik yapıların bir nevi vurucu gücü haline gelecektir. O yüzden Qijika Reş’i hazırlayanlara gerçekten imreniyorum…

  3. Başlangıç olarak George Woodcock’un Anarşizm kitabını (Kaos Yayınları) öneririm Hasar. sevgiler.

  4. Ben de aynen böyle düşünüyorum Çıracı. Bu yüzden de bu arkadaşlara çok önem veriyorum. Kürdistan’daki hakiki özerk komün örgütlenmeleri deneyimlerine belki de bu arkadaşlar önayak olacaklar. Onun içindir ki, onları eleştirmeye de çok önem veriyorum. Doğal olarak eleştirilecek pek çok yanları var. Bu yazıda onlara giremedim. Bir başka ve belki de daha uzunca yazıda ele alacağım bunları. Ama her şey bir yana gerçekten çok sevindirici.

  5. Sevgili Zileli, hiç Kara Kızıl Notlar dergisi elinize geçti mi? Veya yanlış hatırlamıyorsam 2005-2007 arasında faaliyet gösteren İstanbul merkezli (Okmeydanında bir büro – kültür merkezi vardı) Anarşist Komünist İnisiyatif grubundan haberdar mısınız? Sınıf mücadelesi anarşizmi çizgisinde bir teori ve çok başarılı olmasa da küçük, ve temiz bir pratik deneyim olarak bence Türkiyedeki küçük anarşist hareket içinde bahsedilmeye değer bir noktadır. Eğer haberdar olduysanız KKN dergisi ve AKİ hakkında görüş ve eleştirilerinizi dinlemek isterim.

  6. Haberdarım ama doğrusu söyleyeyim pek inceleme olanağım olmadı. ama genel olarak çizgisini biliyorum diyebilirim. bana veya buraya bağlantısını yollarsanız okumak ve görüşlerimi bildirmek isterim. sevgiler.

  7. merhaba gün hocam. bende bir anarşit arkadaş sayesininde sizin yazılarınızala tanışmıştım. ve vanlı olarak size bu dergiden bahsetmeyi planıyordum ama deprem sonrasa internete girme olanağım olmadığı için bu planı gerçekleştiremedim. ama bu yazınızı okuyunca çok sewindir. dergi hakkındaki yazınızı merakla bekliyorum. ayrıca anarşizmin kürdistandaki haline dair söyleyeceklerinizi gerçekten duymak isterim. çünkü burda anarşizm , sol, kürt meselesi içerisinde yeniden yorumlanmayı gerektiriyor bana göre.

  8. Quijikareş hakkında etraflı bir değerlendirme yapacağım önümüzdeki günlerde Zagros arkadaşım. sevgiler.

  9. Güneş bu sefer dogayı katlettigimiz gercek ısısıyla dogacaktır.O Güneş hayatın gerçek anlamı ifadesi olan tüm insanlıgın hayatımzı kuracagımız ANARŞİ dünyasıdır.Bu fırtına dinmeyeck bu kasırga dünyamızı saracak önemli olan bu kasırganın arkasında olmak bu kasırgayı sonsuza kadar devam ettirmektir.Dünyamızdaki KATİL DEVLETLERİN menfaat ugrun a dünyada özgürlük çagırsından yararlanıp bu özgürlük ateşimizi kendi legimize dönüştürmemmiz lazım.AKP hükümetinin tüm tezlerinin kendi legine dönüştürdügü dönemde uyanık olup kendi sitemlerinin bu dünya için ızdırap oldugunu tüm bireylere ulaştırmalıyız.Önemli AKP HÜKÜMETİNİN BU SİSTEMİN KENDİ DOGRULARI İLE HALKLA BÜTÜNLEŞMESİNİ ÖNLEMEKTİR

  10. özgürlükçü

    güneşin bize göre doğduğu yer olabilir ama yinede bir adı var bu toprakların.üstünde yaşayan halkı kürdistan demesine rağmen türkleştirmek içinmi bilinmez olmadı reddetip inkar ve imha edilmeye çalışılmasına rağmen inatla kimliği ve onurunu savunup savundukça özgürleşip ağır bedellerle bu günlere gelenlerin özgürlükçü anarşizmden olumlu etkilendiğini inkar etmeden görebilmeliyiz.bu seviyedeki bir derginin asıl mücadele pratiğinin yaşandığı topraklardan çıkması şaşırtıcı değildir.bütün olup bitenden öğrenerek ne tanrı ne efendiden günümüze anarşizmin kendini yönetme kömün deneylerinin özgün pratiklerinin yaşanıp her türden devlet-iktidar-hegemonyaya karşı özgürlükçü pratiklerle kürt özgürlük hareketini dahada özgürleştirip kürtlerin özgürleşmesinin bütün ülkenin özgürleşerek insanlık ailesine katılması ile olabileceğini bize öğretip politik programlara bile iktidarın sorunlu olup özgürlük engeli olduğunun yazılmasını sağlayıp güç ve iktidarın asıl sahibi halka devredileceği kural,kurum ve işleyişleri gerçekleştirmek için politik iktidara talibim dedirten anarşizmin bizdeki geldiği yerden gururlanıp selam olsun özgürlükçü anarşizmi bu günlere taşıyanlara deyip kara karga dergisini kutluyorum

  11. gün madem öyle cihangir’de iki banka camı kırılınca niçin yaygara koparıyorsunuz?

  12. evet enteresan bir dergi. kürt hareketini değerlendirme biçimleri, ideolojik referansları ve anarşist tahayyülleri çok özgün..

  13. Hiç de öyle değil. Tam tersi. Buydun bakın:

    Dans ve Devrim!

    Emma Goldman’ın “eğer dans edemiyorsam, o benim devrimim değildir” (If I can not dance, it is not my revolution) sözleri, devrimi kavramada çığır açacak ölçüde derin anlamlara sahiptir. Muhtemelen Emma Goldman’ın kendisi bile bilmiyordu bu sözü ederken bu kadar derin bir anlam taşıyacağını. Ama zaten büyük ve derin sözler, genellikle böyle spontane çıkar ortaya.

    Ne anlamalıyız Emma Goldman’ın bu sözlerinden? Devrimin asık yüzlü ve gergin bir savaş ortamında gerçekleştirilemeyeceğini, gerçekleştirilmiş gibi görünse bile, yıktığını iddia ettiği eski düzen kadar gri, asık yüzlü ve katı bir başka düzene yol açacağını; devrimin bir şenlik, neşe olduğunu, ancak bunlarla gerçek bir değişimi gündeme getirebileceğini; dans, müzik, neşe ve şenlikten yoksun, bunları kenara itelemiş bir devrimin gerçek bir devrim olmayacağını anlamalıyız bence. Nitekim, Emma Goldman’ın bu öngörüsü geçmiş deneylerle kanıtlanmış, dans, aşk ve neşeden arınmış devrimlerin kısa sürede somurtkan yüzlü karşıdevrimlere, polis rejimlerine, soluk aldırmayan diktatörlüklere dönüştükleri görülmüştür.

    Emma Goldman’ın dans ve devrimi bütünleyen sözlerinin 1968 dünya devrimi sırasında parlaması sebepsiz değildir. Çünkü 1968, dansı, aşkı, şenliği ve neşeyi yeniden gündeme getirmiştir. Paris 1968 olayları sırasında arkadaşlarının omuzlarına çıkmış bir kızla sevgilisinin öpüşürken çekilmiş fotoğrafı, 68 devriminin sembolü olduğu gibi, bundan sonraki devrim mücadelelerine de ışık tutmuştur. Genç kız, sevgilisiyle öpüşürken elindeki devrim bayrağını daha bir şevkle yükseltmekteydi. Eğer aşk varsa, dans ve neşe varsa korkmayın, devrimci mücadele de olacak ve devrimin taze rüzgârı dünyanın kasvetini dağıtacaktır.

    1968’den bu yana bu anlayış, özellikle Avrupa’da gelenekselleşti. 1990’ların sonunda yükselen anti-globalleşme gösterilerinde kendini net bir şekilde ortaya koydu. Polisle en sert çatışmalara yol açan gösteriler bile bir karnaval görüntüsünü korumanın üstesinden geliyordu. Ellerindeki kalkan ve coplarla bir başka gezegenden gelmiş müstevlilerden farksız bir görünümdeki “riot” polislerinin karşısında dans eden melek kanatları takmış kız, saldırgan polisin moralini bozuyor ve düzenin kurumlarının yaratmaya çalıştığı, göstericilerin saldırgan olduğu imajını kırıyordu. Gerçeğin kendisi de buydu zaten. Saldırgan olan, düzenin muhafız güçlerinden başkası değildi. O melek kanatlarıyla dans eden kız gereğinde eline taş alıp polise fırlatıyorsa, bu, saldırganlara karşı bir özsavunmaydı. Saldırganların destekleyicisi bankalar da bu özsavunmadan nasibini alacaktı elbette. Melek, çaresiz bir aptal değildi. Şenlik ve dans mücadeleyle iç içeydi, onun bir parçasıydı.

    İstanbul’daki IMF karşıtı gösteriler sırasında bir ara Zürih’teki Radyo Lora’daydım. Ayşe Nesrin, benim çevirdiğim ve Temmuz ayında basılan Jan Valtin’in Karanlığın Ötesinde kitabıyla ilgili bir programda konuşma yapmam için çağırmıştı. Programın bir bölümü de İstanbul’daki IMF karşıtı gösterilere ayrılmıştı. Benim konuşmam bittikten sona, Ayşe Nesrin, İstanbul’daki gösterici gençlerden birini aradı cep telefonundan. Bir gün önce yüz arkadaşıyla birlikte gözaltına alınıp bırakılmış bu gencin anlattıkları, polisin yeni taktikleri hakkında oldukça ilginç bilgiler içeriyordu. Genç, gözaltına alınıp araçlara doluşturulanların, on beş dakikalık mesafedeki polis merkezine iki buçuk saatte götürüldüklerini ve bu süre içinde arabanın içinde insafsızca dövüldüklerini anlatıyordu. İki buçuk saat boyunca dövülen göstericilere polis merkezine getirildikleri andan itibaren fiske vurulmamış. Ha, evet anlaşıldı. Yeni taktik bu: Vurun ama göz önünde olmasın. Emniyet güçlerinin de “imajmaker”ları var.

    Direnİstanbul grubunun düzenlediği karnaval görüntülü gösteriler beni bu bakımdan derin derin düşündürdü. Acaba bir yerde polisle çetin çatışmalar yaşanırken bu tür karnavalları başka yerde düzenlemek doğru muydu? Karnavalın yerinin tam da çatışmaların göbeği olması gerekmez miydi? Şimdilik şu şerhi düşeyim:

    Eğer devrime omuz vermiyorsa, o benim dansım değildir.

    Gün Zileli

    14 Ekim 2009

  14. bir de şu var. Görüleceği gibi ben hiçbir zaman banka camlarının kırılmasına karşı çıkmadım hemşerim.
    http://www.gunzileli.com/2008/12/17/mutlu-konformist/

  15. Bir de şu yazıyı okursanız sizin açınızdan durum berraklaşır sanırım:

    Makul ve Makbul!
    Önce, 1 Mayıs 2009′un görgü tanıklarından genç bir arkadaşın gözlemlerini okuyalım:

    “1 Mayıs sabahı, Disk’in çağrısına kulak verip, Pangaltı’ya gitmek isteyenler için tek alternatif, Mecidiyeköy tarafından Halaskargazi caddesine (kapanına) girmekti.

    “Çünkü, Taksim’i Mecidiyeköy’e bağlayan oldukça geniş (çift yönlü ve iki-üç şeritli) bir ana cadde olan Halaskargazi’yi kesen tüm sokak başları… sistematik biçimde polis tarafından tutulmuştu. Oluşan bu 3-4 kilometrelik, çok uzun ve geniş koridorun tek ‘açık’ noktası, diğer uçtaki Mecidiyeköy’dü.

    “Sabahın ilk saatlerinde, herkes, “bir yerinden bir giriş vardır mıdır, yok mudur” diye düşünerek dolaşıyor, ancak ana caddeye çıkış hiçbir şekilde mümkün olamıyordu.

    “Zaman ilerledikçe, dolaşmalar kalabalıklaştıkça ve yoğunlaştıkça, örneğin gitmiş ama sokağın başının yine polis tarafından tutulmuş olduğunu görmüş, geri dönen bir grup, bu ‘denenmiş’ yola henüz girmekte olan karşıdan gelen diğer gruba, ‚gitmeyin, orası da tutulmuş’ diyordu…

    “Bu anlık bilgi alışverişi, birazdan anlatıyor olacağım ilk ve son genel toplanma sonrasında da işledi. Ama bu kez, çatışmalarla…

    “Pangaltı’ya gitmek isteyenler, yan sokaklardan ana caddeye çıkamayıp, Mecidiyeköy’e yönelmiş, ana caddeye buradan girebilmiş ve Şişli’ye kadar ilerlemişti (aslında bir kapana girmişlerdi ) ve 300-400 metre ilerideki Disklilerin attıkları sloganlar duyuluyordu, ancak bu nokta ile ‘Disk’ arasında aşılması neredeyse olanaksız bir polis barikatı (sıra-sıra panzerler, sıra-sıra polisler, tekrar sıra-sıra panzerler) vardı. ‘Disk’ duyuluyor, ama görülemiyordu.

    “Disk’in, 10:15′de yürüyüşe geçeceğinin anons edilmesi ile kalabalığın “yaşasın 1 Mayıs” sloganını atması bir oldu. Ancak, saat daha 10:15 olmamıştı ki, Polis’in müdahalesi başladı (10:14).

    “Disk, zaten polisten oluşmuş dev bir şeridi andıran ana caddenin içinde, yine güçlendirilmiş bir polis kalkanı ile birlikte Taksim’e doğru yürüyüşe geçerken, ‘şerit’ ortasındaki panzerler ve polisler, panzerlerin diğer tarafında kalmış, Pangaltı’ya ulaşmaları zaten olanaksızlaştırılmış kalabalıkları ters yöne, ‘kapan’ın diğer ucuna (Mecidiyeköy tarafına) sürüyordu (1 kilometre boyunca).

    “Direkt dağıttılar zaten. Ama yan sokaklar kapalı olduğu için.. belki 1 kilometre koşarak kaçmak zorunda kalındı ve çok güçlü gazbombası kullandılar… Ben Cevahir’in merdivenlerinden bir şekilde sağa doğru bir çıkış buldum, 2-3 metrelik bir yerden atlayarak.. Kalabalık, Mecidiyeköy’e ulaştığında bu kez o taraftan polis saldırdı…

    “Medyaya yansıyan çatışma görüntülerinin -Cihangir tarafı dışında- çok büyük bölümü, sabahın erken saatlerinde, Mecidiyeköy – Şişli arasında yaşandı. İlk ve son genel toplanma (aslında, kapana sıkışma) sonrası, -Panzer + Basınçlı-Su + Çok Sayıda ve Etkisi Çok Yoğun Gaz-bombaları ile Mecidiyeköy’e sürüklenen kitle, ‘kendine geldikten’ sonra, (ister-istemez ve kendiliğinden) gruplar halinde, Halasgargazi’yi kesen tüm sokaklarda (onlarca), polisle çatışmaya girdi…

    “Sonrası ufak-ufak, öncelikle kenar sokaklardan AKM’nin arka tarafından, İnonü stadyumunun oradan, Kabataş’tan ve arkalardan İstiklal’e çıkmaya çalışma şeklinde geçti…

    “Makul sayı falan filan, önceden anlaşma yapılmış sanırım. DİSK’te 3 bin kişi oradaymış zaten.. 3 bin DİSKli dışında da DİSKli filan yoktu… Olanlar da başından beri izole edilmis durumdaydı. DİSKliler de sabah, dışarıdan DİSK binasına gelmiş olamazlar… Çok tuhaf değil mi..

    “İzole edilmiş DİSKli 3000 kişilik (makûl kalabalık), nasıl olup da eylemcilerden ayrıştırılarak Taksim Meydanı’na çıkacak ‘parkurdan’ ‘içeri’ alınmıştı?

    “Süleyman Çelebi’nin, Pangaltı’da “buluşuyoruz çağrısı”nı sadece 3000 (makûl) Diskli mi duymuş ve gelmişti? Geldiyse, nasıl polisi aşmıştı?

    “3000 kişi dışındaki DİSKli İşçiler neredeydi?

    “Bu 3000 kişi önceden belirlenmiş ise Süleyman Çelebi çağrıyı kime yaptı?”

    Genç arkadaşın canlı tanıklığı olayı çok açık seçik ortaya koyuyor. DİSK yönetimi, hükümetle ve emniyet güçleriyle “makul” ve “makbul” bir sayıda anlaşmış ve polisin karanfilleriyle taltif edilmiştir. “Makbul olmayan” kalabalığın, işçilerin, gençlerin payına da, karanfil yerine, gaz, tazyikli ve boyalı su ve cop düşmüştür.

    AKP marka “1 Mayıs”, gerçekten çok “akıllı”ca. Hem görüntüyü kurtaracaksınız (ya da öyle sanacaksınız), hem de 1 Mayıs’ın gerçek sahiplerine her yılki “ödül”lerini vermekten geri durmayacaksınız. AKP “akıllı” da, basiret ve vicdandan yoksun DİSK yöneticileri ve onların kuyruğuna takılan bedava kahramanlar ne kadar akıllı, epeyce tartışma götürür.

    Bu arada basının tutumu da pek “hoş”tu. Birgün, bu”pirüs zaferi”ni göklere çıkartarak yapacağını yaptı yine. Sol basında, “makul sayı” rezaletinin içyüzünü açıklayarak ve şaibeli Taksim kalabalığına yüz vermeyerek doğruyu söyleyen bir tek Evrensel gazetesi oldu. İdeolojik planda ne kadar uzak olursam olayım, kutlarım Evrensel‘i.

    Bu arada tüm medya, kendisine biçilen göreve uygun olarak, yanlış yönlendirme fonksiyonunu yerine getirmek için kolları sıvamış bulunuyor. Internettten izlediğim kadarıyla, Taraf ve Radikal de dahil tüm medya, olayın çapını küçük göstermek, sokak aralarında coplanan emekçileri, gençleri göstermemek için elinden geleni yaptı. Gösterenler de polisin terörünü gizlemek ve göstericilerin “vandalizmi”ni kanıtlamak için en iç gıcıklayıcı, en aşırı davranışları ön plana çıkarttı. Cihangir’de bazı kendini bilmezler, polisle çatışmak yerine, zavallı sokak kedilerine sapanla taş atmayı tercih etmiş. Olabilir tabii. Her toplulukta, hele böyle sosyal çatışmalarda, ruhsal sıkıntılarını ortaya dökme fırsatını bulduğunu sanan birkaç münasebetsizin çıkması da kaçınılmaz. Yoksa kedilerle polisleri mi karıştırdılar! Ben bu güne kadar insanlara gaz bombası atan, miğfer takmış hiçbir kediyle karşılaşmadım!

    Bir arkadaşım da, yeşil-kara, kızıl-kara bayraklı, bankaları kırıp döken anarşist gençlerle, kedilere sapanla taş atanları karıştırmış sanırım. Ona izah ettim durumu, bu gençler, bırak kediye taş atmayı, kedilerin üzerinde deney yapılmasına karşı mücadelede canlarını verecek ölçüde hayvanlara karşı duyarlıdır, dedim. Sanırım ikna oldu. Kırıp dökmeye gelince. Orada olsaydım, ben de o gençlerle birlikte bankalara saldırırdım. Tam hedeften vurmak buna denirdi işte.

    Şimdi de medya bu gençlerin giyimlerine fiyat biçmeye girişmiş. Böyle “pahalı” eldivenler, spor ayakkabılar giyen, çantalar taşıyan gençlerin ne ilgisi varmış işçilerle! Sanki parası ceplerinden çıkıyor! Bakın, ben söyleyeyim ne ilgisi olduğunu size. Diyelim ki, bu gençlerden bazılarının anası babası zengin olmuş olsun, diyelim ki çocuklarına böyle pahalı şeyler satın almış olsunlar. Buna rağmen bu gençler o bankalara saldırmışsa, hiç değilse bu tür giyim malzemeleriyle satın alınamayacak bir ruha sahip olduklarını, zengin ebeveynleriyle değil, sömürülen işçi sınıfıyla omuz omuza olduklarını kanıtlamış olmuyorlar mı?

    Bu haberi yapan muhabirler gibi bir maaşa satılıp, ruhsuzluk ve müptezellik örnekleri olarak ortalıkta dolaşsalardı daha mı iyiydi sanki?

    Gün Zileli

    3 Mayıs 2009

  16. “anarşist radikal politika” ne demek? anarşist devrim gibi bir şey mi?

  17. Sen git eski efendilerin Veli Küçük ve diger vampirlere yataklik et, kanlarini silmeden hâlâ konusmaya devam etmektesin ama Gün Zileli’nin sitesine de iyi yakismaktasin.

  18. Zileli'nin patronu ne diyor? o ne diyorsa o.

    Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) Yönetim Kurulu Başkanı Ümit Boyner, “2000’li yılların başından itibaren Türkiye ciddi bir demokratikleşme atağına kalktı ama bugün geldiğimiz noktada demokratikleşme adına yaşadığımız bir takım krizlerde maalesef geldiğimiz yolun bir arpa boyu kadar olduğunu da itiraf etmek zorundayız” dedi.

    TÜSİAD’ın 2012 yılı programının açıklandığı toplantıda Boyner, Türk basını için kolay olmayan bir dönemden geçildiğini, kendileri için basının açıklığının çok önemli olduğunu kaydetti.

    Boyner, demokrasilerde meslek dışı baskılar altında kalmayan ifade özgürlüğü ortamında hareket edebilen araştırma yapabilen basının çok önemli olduğunu vurgulayarak, demokrasilerin en önemli gücün özgün ve tarafsız medya olduğunu, bunu çok önemsediklerini belirtti.

    “Ümit ediyoruz ki; Türkiye’de ifade ve basın özgürlüğü aslında ileri demokrasiye yakışacak şekilde ileri derecede gelişir” diyen Boyner, bu konuda zaman zaman da farklı açıklamalar yaptıklarını, kendilerinin de çeşitli kaygıları olduğunu söyledi.

    Boyner, TÜSİAD olarak ilkesel olarak hedeflerinin ve referans aldıkları değerlerin; açık toplum, müreffeh toplum ve demokrat toplum olduğunu dile getirerek, bu üçünün tamamıyla iç içe geçmiş durumda olduğunu, bir toplumda demokrasi olmazsa açık toplum olmasına imkan olmadığını, demokrasi olmazsa o toplumun müreffeh olmasına imkan bulunmadığını, müreffeh olmazsa demokratik olmasının güç olduğunu anlattı.

    Boyner, bu nedenle bu üçünün her birinin Türkiye içinde referans olması gerektiğini söyledi.

    10 yılda bir arpa boyu

    2012 yılı programının üç ana tema üzerinde şekillendiğini belirten Boyner, “Birincisi sürdürülebilir büyüme için üretkenliğin artırılması, ikinci hem teknik hem demokratik standartlar açısından Avrupa birliği uyumunun derinleşmesi… Biz esasında özünde AB uyumunun, AB hedefi ne kadar uzak görünürse, Türkiye’nin değişimini ve Türkiye’deki reform gücü için çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Üçüncüsü de demokratikleşme…” dedi.

    2000’li yılların başından itibaren Türkiye’nin ciddi bir demokratikleşme atağına kalktığını ama bugün gelinen noktada demokratikleşme adına yaşanan bir takım krizlerde “Maalesef gelinen yolun bir arpa boyu kadar olduğunu” ifade eden Boyner, sözlerini şöyle sürdürdü:

    “Üç konuyu toparlayan ve bugün özellikle üzerinde çok konuşmayı önemli gördüğümüz hukuk güvenliği konusu var. Hukuk güvenliği hayatımızın her veçhesini etkiliyor. Hukuk güvenliği, adalet, adalet duygusu ve yargı reformu Türkiye için çok önemli… Bu üç konuyu bu perspektiften ele alıyoruz. Sürdürülebilir büyüme için üretkenlik artışı…. Gelişmekte olan ülkelerdeki büyüme oranlarına onların çektiği yabancı yatırımlara baktığımız zaman Türkiye’nin rekabetçi gücü çok önemli hale geliyor.

    Biz sürdürülebilir büyüme ve verimlilik çalışmalarımızı artırdığımız sürece rekabet gücümüzü artırabiliriz diye düşünebiliriz. Birincisi de yapısal bir konuma gelmiş olan cari açık meselesi… Sürdürülebilir büyüme için iki tane ön koşul var. Biri makro ekonomik istikrar, bu da para ve maliye politikaları ile sağlanıyor. Para politikalarına baktığımız zaman fiyat istikrarını hedeflemiş bağımsız merkez bankacılığı anlayışı Türkiye için önemli… Geçtiğimiz dönemde özellikle 2001 krizinden sonra yaptığımız yapısal reformlarda bunun çok büyük faydasını gördük.”

    “Dalgalı kur rejimini önemsiyoruz”

    Boyner, dalgalı kur rejimini önemsediklerini ve Türkiye için doğru olduğunu düşündüklerini ifade ederek, “Sıfır bütçe açığını hedefleyen maliye politikaları Türkiye’nin gündeminde oldu. Burada bizim önemli gördüğümüz sürekli harcama reformu üzerinde çalışan, kamu harcamalarını artan ölçüde etkinlik ve üreten harcamalara yönlendirmek. Bunlar nedir? Altyapı harcamaları, teknoloji, eğitim ve sağlıkla ilgili harcamalarıdır” diye konuştu.

    Mali ve para politikalarının cari açık probleminin çözümü için yetersiz kaldığına işaret eden Boyner, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde cari açığın yüzde 3-4 oranını üzerine çıktığı zaman farklı bir risk eşiğine atlandığını, Türkiye’nin bugün yüzde 10’luk bir cari açık rakamının olduğunu söyledi.

    Boyner, Sanayi Strateji Belgesini önemsediklerini, yürürlüğe girmesi için bir takvimlendirmesi olduğunu ve bunu takip edeceklerini belirtti.

    Türk Ticaret Kanunu’nun ve Borçlar Kanunu’nun temmuz ayından itibaren yürürlüğe girmesini beklediklerini dile getiren Boyner, TTK’nın ve Borçlar Kanununu iş dünyasına yeni bir yaşam biçiminin hem şeffaflık açısından hem yönetişim kültürü açısından bir reform olduğunu düşündüklerini kaydetti.

    Yeni teşvik sistemi

    Ümit Boyner yeni teşvik programını da önemsediklerini belirterek, sözlerini şöyle sürdürdü:

    “Bizim teşvik olarak gördüğümüz sektörel teşviklerden veya sübjektif olarak belli sektörlere verilen teşviklerden çok, yatay anlamda tüm sektörlerimizde büyük yatırımları, alt yapıyı geliştirecek, hem maddi alt yapı, hem de beşeri alt yapılardan bahsediyorum. Büyük yatırımları inovasyon ve teknolojiyi, bölgesel kümelenmeleri destekleyecek bir teşvik programı beklentisi içindeyiz.

    Türkiye’de 2001 krizinden sonra yapısal reformlarda çok ciddi yer tutan bağımsız düzenleyici kurumlar bizim gündemimizde her zaman yer alıyor. Bu çalışmaları izlemeye devam edeceğiz. bu kurumlarla ilgili bu yıl çok temel bir rapor hazırlıklarımız arasında.”

    “Türkiye’nin etrafındaki coğrafya bir yangın yeri”

    Türkiye’nin etrafındaki coğrafyanın bir yangın yeri olduğunu anımsatan Boyner, Türkiye’nin yaslanacağı en önemli dayanağın 2000’li yılların başında Türkiye’yi şaha kaldırmış olan insan haklarına saygılı, demokratik, hukuk devletinin inşa edilmesine yönelik azmine tekrar kavuşmak olduğunu vurguladı.

    Demokrasinin hukuksuz olmayacağını, demokrasilerde en önemli referansın hukuk devleti ve adalete duyulan güven olduğunu belirten Ümit Boyner, halk iradesinin en sağlıklı biçimde yönetime yansımasının, azınlığın da temsil edilebilmesinin, özgür bir ifade ortamı için devletin görev sınırlarının belirlenmesinin şart olduğu kadar adaletin güvenceye alınması için de hukukun şart olduğunu söyledi.

    Türkiye’de demokrasi ve hukuk güvenliği için gerekli temel yasaların bugün yazılmamış olduğuna dikkati çeken Boyner, eşitlik ve özgürlüğün ileri demokrasi standartlarında olmadığı gibi devletin görev alanının da net olmadığını söyledi.

    TÜSİAD Başkanı Boyner, konuşmasını şöyle tamamladı:
    “Biz TÜSİAD olarak kayıtsız şartsız seçilmiş hükümetin ve parlamentonun siyaset üretme hakkından yanayız. Ancak mevcut sistemde hukuk devleti, hukukun üstünlüğü ve hukukun usulü konusunda geldiğimiz bu tıkanmış noktada MİT veya diğer devlet görevlileri için kanun çıkarmak maalesef durumsal bir yöntem ve hesap verme zorunluluğu şeffaflık açısından geliştirilerek bir hukuk normu haline getirilmesi gerekiyor.

    Yeterli değil. Sistemi bir demokratik hukuk devleti inşa etme üzerine dönüştürme amacına da yeteri kadar hizmet etmediğini, mutlaka geliştirilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

    Özel yetkili mahkemelerle ilgili kanun hükümlerinden terörle mücadele yasasına kadar topyekun bir hukukun üstünlüğü Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi çerçevesinde hukuk anlayışını yansıtacak kanun metinlerini yazma, özgürlük alanlarını da ‘ama’sız açma yönünde bir seferberlik başlatmak zorunda olduğumuzu düşünüyoruz. Reform dediğimiz şey zihniyetten başlayan bir bütündür.”

  19. akp’ci cemaatçi belaya…

    gün sizin gününüz ama gününüzü göstereceğiz. hala salyalarını ve yalanlarını akıtıyorsun buralarda. bir türlü içiniz rahat değil. işlediğiniz suçların farkındasınız çünkü.

  20. bir ara anlat bakalım MİT üzerinden kim kimle anlaşamadı, ne oluyor? Az natocu musun çok nato’cu mu? Çok israilci misin az israilci mi? suriye’de nato’yla, abd’yle israil’le beraber isyancıları az mı destekliyorsun çok mu? Hangi taraftasın söyle bakalım?

  21. bana veli küçük edebiyatı yapma bir daha, suratsız internet delikanlısı…

  22. derin devlet sizsiniz, veli küçük gibileri sizin karşınızda şapka çıkarır. veli küçükler kurşun sıkardı kürtlere siz füze gönderiyorsunuz…çıkmış bana veli küçük edebiyatı yapıyor, zeki çocuk seni..

  23. gülen’in sağ kolu nurettin veren itiraf ediyor!

    http://www.youtube.com/watch?v=2Lp80ivLh5g

  24. Aydinlik insanlar, Ertan'in ulu önderleri, büyük ögretmenleri

    Veli Küçük, Kemal Kerinçsiz, Hursit Tolon, Celal Temizöz, Sener Eruygur, Cetin Dogan, Ilker Basbug…Miloseviç, Saddam, Pol-Pot, Stalin, Beria, Jdanov, Kaganeviç, Frunze, Jersinski, Vichinski, Goebels, Goering, Adolph, Kim-il-Sung, Kim-Jong-il, Kim son-on, kim bu perin -çek, kim bu er-tan , adi hepsiyle anilan?

  25. bakıyorum nurettin veren’i görünce beynin alarm verdi, alfabeyi söktün.

  26. makul ve makbul’ü okuduğumu anımsıyorum. bazen seninle eö’yü birbirine karıştırıyorum. hiç öyle çamura yatmayacağım senden bu yazıyla ilgili yorumum nedeniyle özür dilerim gün.

  27. Beni hem şaşırttın hem de sevindirdin. anarşist olduğum 1992 yılından beri hata yaptığını kabul edip kendini eleştirme basireti gösteren bir anarşiste ilk kez rastlıyorum da… sağ ol.