Gün Zileli ile “Jan Valtin – Karanlığın Ötesinde”ye ve mevcut “karanlığa” dair söyleşi (Emre Özkapı, 28.01.2011)
Bir aydan daha fazladır; Wikileaks internet sitesinin ABD bürokratlarının gizli yazışmalarını, ABD Ordusu’nda Irak’ta görev yapmakta olan bir askerin (Bradley Manning) kendi devletinin yaptıklarını ve gizlediklerini -kısmen- teşhir etmesiyle ortaya çıkan haberlerin, her türlü haberleşme kanalından yayılmasına ve gündelik yaşamdaki ilişkilerde de en azından bir yer işgal etmesine, ve farklı perspektiflerle yorumlanmasına şahit olmaktayız.
“Kızıl”dan “Kara”ya, “Liberaller”den “Sosyalistlere” ve “Yeşillere”, “Sosyal Demokratlara” ve özellikle birçoğunun kendiliğinden kesiştiği nokta da olan “Ulusalcılık” savunucularına; farklı görüşlerden kısa ve/veya detaylı biçimlerdeki değerlendirmeler, gazeteler, TV’ler ve internet üzerinde dolaşıma girdi. Yıllardır ve hala, ırkçılığında içsel olarak dahil olduğu demokrasi olarak kamufle edilmiş diktatörlüğün “modern, uygar, kibar ve incelikli” uyumlulaştırma, kendisine benzetme pratiklerinin toplumun hemen herkesimine olduğu gibi, ve onun da ötesindeki en ağır, ölümcül biçimlerine de maruz kalmakta olanlardan, kendisini kürt olarak ta tanımlayan bireylerin birçoğuna, ve “kürt hareketine” yakınlığıyla da kendi varoluşunu somutlayan “kanaat önderi aydınlar”dan bazıları dahi, bu gelişmeleri, daha “demokratik, radikal demokratik” bir toplumun, güçlendirilmiş ve evrenselleştirilmiş teknolojiyle birlikte; özcesi daha iyi bir denetimle, yani “aletin kendisinin diktatörlüğü ile” kurulabileceğinin umut işareti olarak algılayarak, yorumlarında “zamanın ruhu”na uyumlu, “gerçekçi ütopyalarını” sundular.
“Deforme olmuş insan, hep kendini yakışıklı/güzel gösteren aynalar bulur.” – Marquis de Sade
Hatta, sonrasında dünyanın padişahı, kralı, efendisi, çarı, demokrasi havarisi olarak kendisini geliştiren, geliştirdiği ve geliştirmekte olduğu teknolojik saldırı sistemlerinin eşsiz yıkıcı gücünün sarhoşluğuna kapılan ABD, ideolojik propagandası ile kendi mevcut biçiminin yıkılabilirliği ve kurumsal yapısının ardında ve “dışında” yaşamaktaki insanların, şenlikli yıkımın ardından başka biçimlerde yeniden yaratabilirliğini, insanların yaratıcı gücünü görünmezleştirmeye/etkisizleştirmeye çalışarak, kendisine bağımlı kılma çabasını somut olarak sistematize ederek yürütmeye devam etti. ABD, Devlet Bakanı aracılığıyla, Wikileaks’in görünürdeki ismi Julian Paul Assange’i “anarşist” olmakla bile suçladı (Dipnot 0). Kendilerini anarşist olarak tanımlayan bazı bireyler de, trajikomik bir biçimde, bu suçlamaya dayanarak “Vay be Assange’ta anarşistmiş, helal olsun” gibi duygulanımlarla, anarşizm propagandası yapmaya bile kalkıştılar. Oysa, Assange’in uzaktan yakından anarşiyle bir alakası yoktu, (olsa olsa anarko-kapitalizm ile olabilir), kendisinin kapitalizm savunucusu, yalnızca daha iyi denetlenmesine kendisini adamış ve heves etmiş oluşu maalesef gözlerden kaçtı.
“Faşizm”in (Basitçe, Mussoli’nin devlet gücüyle şirket gücü ortaklığı ideolojisinin) tarihsel dostlarından biri olan NAZİ’lerin (Alman Ulusal Sosyalist İşçi Partisi), iktidara geldiği dönemi de, oldukça içerden yaşamış bir yazarın kitabına dair, samimi bir sohbet gerçekleştirdik. Dünyanın kendi varoluşuyla görmüş olduğu, insan eliyle gerçekleştirilen en acımasız katliamlarından birisinin uygulayıcısı olanların kurumsal gücünün “gökten zembille inmediğini” detaylandıran, deneyimlerinden de elde ettiği önemli tespitleri, somut ifadeleriyle dillendiren, NAZİ’lerin elinde işkence de görmüş, sevgilisi, arkadaşları ve yoldaşları da öldürülmüş olan Jan Valtin’in, 1940’larda “Bir Milyon” civarında okuyucusu olmuş “Karanlığın Ötesinde” kitabına dair, kitabı Türkçe dilini bilen insanlara ulaştırmak için emek vermiş çevirmeni ile sohbet ettik. Komünist yazarın kitabını çeviren, anarşist yazar ve çevirmen, yazdığı otobiyografik, detaylı anlatımlarıyla bütünleştirdiği kitaplarla, kendi yaşamsal yolundaki deneyimlerini, kendisinin de geçmişte kısmen pratik katkı sağladığı kurumsallaşma biçimlerine, ve kendisine yönelik de yıkıcı eleştirilerle paylaşmış Gün Zileliile, kitaba ve Türkçe’ye çevirme nedenlerine dair konuştuk.
Emre Özkapı
Jan Valtin’le tanışman nasıl oldu?
Ben zaten bu literatürü Sovyetler Birliği, Doğu Avrupa ülkeleri, Almanya, Alman Devrimi ve daha sonraki Nazi Dönemiyle ilgili olarak, özellikle anı türü açısından yıllardır izlerim, bu aşağı yukarı 30 yıllık bir süreç. İlk çevirdiğim kitaplar, Eugenia Ginzburg’un “Anafora Doğru” ve “Anafor’un içinde” kitaplarıdır, Pencere yayınları’ndan çıkmıştı. Daha sonra, Paul Avrich “Kronstad 1921”, o anı değildir, yani Paul Avrich bildiğimiz gibi, tarihçidir, anarşist bir tarihçidir. Onun Kronstadt ile ilgili yaptığı incelemesini çevirdim, çok iyi bir anlatımdır, o da Versus Yayınları’ndan çıktı. Daha sonra, E.H. Carr’ın “Bakunin Biyografisi”ni (Versus Yayınları) çevirdim, buna benzer kitaplar, Yine sol komünistlerden Gorter’ın “Yoldaş Lenin’e mektup”ismindeki bir kitabı, yani Lenin’in “Sol Komünistlere Taarruzu” vardır, hemen 1920-21’lerde ona karşı verilmiş sol komünistlerin bir cevabıdır, onu çevirdim. Bu kitabı ise, bir arkadaş bana önerdi; “sen bu kitapla ilgilenirsin” dedi. Ben de aldım okudum, ondan sonra gerçekten ilgimi çekti ve çevirmeye karar verdim.
(Fotoğraflar, Yukarıdan aşağıya sırayla, 1: Hamburg ayaklanması sonrasında, ayaklanmanın başarısızlığını takiben isyankarların tutsak alıması, 2:1930’da Komünist mahallelerdeki NAZİ yürüyüşleri bu yürüyüşlerden bazılarında, Komünistler tarafından pusu kurularak çatıdan ateş açılıyor. Bazen kadınlar pencerelerden çöp ve taş atıyorlardı. 3: Karl Liebknect Evi, Berlin’de Alman-Komünistlerinin merkez ofisi önündeki NAZİ gösterisi. Hitler’in ve NAZİ’lerin iktidarı gelmesinden 8 gün önce, Karl Liebknecht Evi’nde hala Lenin, Liebknecht ve Rosa Luxemburg fotoğrafları asılıyken. Nazi’ler iktidara geldikten sonra Şubat’ta “ev” kapatılıyor ve ismi “Horst Wasel Evi” olarak değiştiriliyor ve Nazi’ler tarafından kullanılmaya başlanılıyor. Tüm fotoğrafların Kaynağı: ABD’de yayınlanan “Life”-Yaşam adlı derginin, 24 Şubat 1941 sayısından, internetten indirilmiştir, Google dergi önizleme arşivinden erişilebilir.)
Neden peki bu kitabı çevirmek istedin özel olarak?
Bu kitap doğrudan doğruya Sovyetler ile ilgili değildi, Jan Valtin’le ilgili, esas adı “Richard Julius Hermann Krebs”, bir Alman Komünisti ve esas olarak da Almanya’yı anlatıyordu ve ben mesela o zamana kadar, Almanya’da da Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi oldukça büyük bir devrimin yaşandığını bilmiyordum. Ve onun ardından güçlü bir Komünist Partisi’nin, bir sürü yerde, Bremen’den tutun Almanya’nın birçok yerinde Sovyetler(Konseyler, yerel meclisler) kurduğunu, Sovyetler Birliği’ni örnek alarak, doğrudan doğruya aşağıdan bir ayaklandıklarını bilmiyordum. İşçiler, köylüler, askerler, savaşı reddediyorlar ve savaşı reddettiklerinin simgesi olarak da silahlarını ters takıyorlar, yani, namluları yere gelecek şekilde, bu şekilde yığınsal gösteriler gerçekleştiriyorlar. Ve ondan sonra da, sovyetler kuruluyor birçok yerde. Ama daha sonra Sağ sosyal demokratların önderliğinde kurulan hükümet bunları teker teker bastırıyor, eziyor. Ve “Spartakist Ayaklanması” da buna dahil. Fakat bununla bitmiyor Almanya’daki devrimci durum. Bundan sonra da, direnişler var ve tabii biliyorsun çok büyük bir enflasyon var Almanya’da 1920’lerin başında, büyük bir kargaşalık var, açlık var hatta. Orada da mesela el arabasıyla paraları taşıyıp odun almak yerine, onları yakmak daha kârlı oluyor. Mesela bir kibrit 10 milyon mark falan, paranın değeri o kadar düşmüş. Tabii işsizlik var, Jan Valtin’in anlattığı işsizler, işsizlik bürosunun önünde toplanmış, Jan Valtin o zaman genç bir denizci, iş aramaya geliyor. İş yok, seni kabul edemeyiz diyorlar. İşçiler ona destek çıkıyor, olaylar çıkıyor, büroyu yakıp yıkıyorlar, böyle bir dayanışma hali var. Her an ayaklanmaya hazır bir durum var. Mesela başka bir sahne; enflasyon o kadar yüksek ki, işçiler, işten dönüyor vapurla, vapur kıyıya yaklaştığında karıları çocukları bekliyorlar kıyıda, hemen gidip alışveriş yapacaklar, çünkü birkaç saat geçtikten sonra paranın değeri kalmıyor. Bir başka olay, polisler veya o bölgenin muhafızları, işçilerin üzerinde arama yapıyorlar, neden? Çünkü açlık var, mesela, işçiler un çuvallarına kanca atıp bir avuç un dolduruyorlar ki evine götürebilsin. Üstü arandığı zaman, un çıkınca, onları tutuklamaya kalkıyorlar, bütün işçiler işin içine karışıyor ve tekrar büyük bir olay çıkıyor polisle. Ve Alman Komünist partisi örgütlenmiş durumda, yani Hitler iktidara gelinceye kadar ülkenin üçüncü partisi, hatta bazı seçimlerde, sosyal demokratları geçip ikinci duruma geliyorlar. 6 milyon seçmeni var, 1 milyonda üyesi var. Ne bileyim, mesela 100 tane günlük gazetesi çıkan bir örgütlenme, düşünebiliyor musun. Ondan sonra zaten bitmiyor, Hamburg Ayaklanması var 1923’te, tabii biraz Blanquist bir ayaklanma, çok güçlü bir temel var ama yine de iktidara hamle yapacak kadar değil. Sırf, Sovyetler Birliği’nden gelen talimatları yerine getirmek için yapılmış bir ayaklanma. Ama orada da örneğin işçileri görüyorsun, işçiler, birçok genç işçi, -genç veya yaşlı farketmez de-, ölümü göze alarak elde silah sokağa dökülebiliyorlar. 3-4 gün sürüyor çarpışmalar, sonunda yeniliyorlar. Buna benzer şeyler, yani 1920’lerdeki o büyük kitle hareketi, büyük devrimci durum, bunlar çok ilgi çekici şeylerdi. Bunlar çok fazla bilinen şeyler değil. Ben şahsen, bunların içerden anlatımını Jan Valtin’den öğrendim. İkincisi, en önemli noktalardan biri, 1921’lerin sonlarına doğru, Almanya’da Nazilerin yükselişi ve buna karşı Komünist Partisi’nin son derece yanlış bir politika izleyip Sosyal Demokrasi baş düşmandır diyerek, Nazi’leri gözardı etmesi, hatta yer yer, neredeyse şöyle bir şey, Nazi’ler iktidara gelsin de, o zaman işçiler daha çok koparlar Sosyal Demokrasi’den ve bizim saflarımıza geçerler, yani böyle bir dar kafalı bir taktiği var o zaman Stalinistlerin yönetimindeki Komintern’in, ne yapıp ne edip Sosyal Demokrasi’yi yıkmak. Neden? İşçilerin bir kısmı Komünist Partisi’nin saflarında, diğer bir kısmı Sosyal Demokrat Parti’yi destekliyor, bütün amaç o Sosyal Demokrat Parti’yi destekleyen işçileri kendi saflarına çekmek, bunun için de, Sosyal Demokrasi’yi hedef alıyor, ama o zaman Naziler denen başka bir güç yükseliyor.
(Fotoğraflar, Yukarıdan aşağı sırayla; 1: 1933’te Berlin’de Kızılların polis ve NAZİ’lere karşı barikatları. Fakat NAZİ’lere karşı savaş, Moskova’nın Sosyal Demokrat Parti’nin gerçek düşman olduğunda körce ısrar etmesiyle baltalandı. 2: NAZİ’ler iktidara geldikten sonra, fotoğraftaki gibi gizli baskınlarla Valtin’in bir çok arkadaşı toplama kamplarına kapatıldı ya da Almanya’dan kaçtı. Tüm fotoğrafların Kaynağı: ABD’de yayınlanan “Life”-Yaşam adlı derginin, 24 Şubat 1941 sayısından, internetten indirilmiştir, Google dergi önizleme arşivinden erişilebilir.)
Naziler’le birlikte eylemleri de var mı?
Tabii, iyi hatırlattın, ben bu kadarını bilmiyordum. Bırakalım sosyal demokratları hedef almayı, yer yer Sosyal Demokratların toplantılarını Nazilerle birlikte basmak gibi son derece körlemesine, son derece saçma sapan bir politika var, bu epeyce devam ediyor. Hatta Hitler’in iktidara gelmesine yakın, Liberaller son bir girişimde bulunuyorlar, “Demir Cephe” diye bir birlik kuruyorlar, Naziler’in iktidara gelmesini engellemeye yönelik, o demir cephenin toplantılarını da Naziler’le birlikte basıyorlar. Yani bu Hitler iktidara gelmeden bir yıl kadar önce olan bir olay, bu kadar körleme. Daha sonra biliyorsun 1934’te, yani Hitler iktidara geldikten bir yıl sonra, Komintern politikasını değiştirdi ve bizim(Türkiye solunun) genelde sahiplendiği, o meşhur, Dimitrov’un 1934’teki Komintern kongresinde okuduğu rapor kitap yapılmıştı, “Faşizme Karşı Birleşik Cephe” isminde, bu sefer de, o zaman çok sekter bir politikadan çok sağ bir politikaya gitti Komintern. “Faşizme Karşı Birleşik Cephe”den anladıkları, Batı Demokrasi’leriyle, Burjuvaziyle ittifak yapma politikası, güya faşizme karşı. Bu da başka bir yanlış politikaydı, bu yanlış politika, “Halk Cephesi” politikaları, diyelim ki İspanya’da, İspanya Devrimi’nin yenilmesinde çok tayin edici olmuştur. Sonuç olarak, Valtin’in önemi şurada, anılara dayanan sözlü tarih olarak iki savaş arası dönemdeki, yani 1918’le 1938 arasındaki dönemdeki Avrupa tarihi, özellikle Almanya merkezli olmak üzere, Komintern’in politikaları, bir de Sovyetler Birliği tarihi, -çünkü kendisi orada öğrenci olarak da bulunuyor-. Bir de, Komintern o sıra GPU ile birlikte çalışıyor, GPU; Sovyet Gizli Polisi ve tamamen Komintern’in içine yerleşmiş, Sovyet çıkarlarının anı anına takipçisi olması için, Komintern’i denetleyen bir örgüttür. Mesela, bir Komintern görevlisi otomatikman bir GPU ajanı gibi çalışıyor. Bütün bu serüvenleri, bu gelişmeleri Valtin’de çok canlı, içerden bir anlatımla izlemiş oluyoruz, bu bakımdan ben çok önemli gördüm kitabı.
Valtin’e yönelik farklı eleştiriler de var, anti-komünist olduğu yönünde; sonrasında ABD’ye gitmesi, orduya katılması ve ABD vatandaşlığına geçmesiyle birlikte, aslında pratikte liberal bir noktaya gittiğine ve 1940’lardaki Amerika Düzeni’ni savunmaya başladığına dair görüşler var, sen nasıl görüyorsun?
(Fotoğraf: Karanlığın Ötesinde’nin yazarı Jan Valtin, Sovyet Rusya(GPU) ve Almanya(GESTAPO) gizli polisinden saklandığından yüzünü kapatıyor, köpeğiyle oynamakta. Kaynak: ABD’de yayınlanan “Life”-Yaşam adlı derginin, 24 Şubat 1941 sayısından, internetten indirilmiştir, Google dergi önizleme arşivinden erişilebilir.)
Benim, bir yazarın Jan Valtin’in bütün hayatına kefil olmam söz konusu değil, Waldenvals ismindeki Alman bir yazar, Valtin’in peşine düşmüş, bütün hayatını, bu kitapta anlattıklarını izlemiş, incelemiş ve neler doğru neler yanlış kendince çıkartmış. Sonuç olarak ben bu kitabı, Emrah Cilasun’un aktardıklarından biliyorum, kendim okumadım ama orada yazarın vardığı sonuçlar, Valtin’in söylediklerini büyük ölçüde doğruluyor. Öte yandan mesela yorum farklılıkları var, efendim, Jan Valtin ailesini, mesela babası üst derecede bir kaptan olmasına rağmen, bir proleter aile gibi göstermiş gibi, tamam olabilir, fakat adam babasının kaptan olmadığını söylemiyor ki. Ama şu var, çok büyük bir düşüş var, gerçekten, savaş her şeyi altüst etmiş ve bu fakirleşmiş bir aile, dolayısıyla burada Waldenvels öyle bir yorum yapmış olsun, bunun bir önemi de yok zaten. Meselenin esasına ilişkin bir şey değil, ben kitabın kendisine kefilim. Anti-komünist deniliyor, ben de yazımda dedim ki (Dipnot, 1) bir tane anti-komünist, bir tane komünizmi kötüleyen bir cümle göstersin, ben yazarlığı da, çevirmenliği de bırakıcam dedim. Böyle bir şey yok.
Daha çok pratikte eleştiriliyor aslında…
Tabiiki, Stalinistler için o yazarın veya o kişinin komünizm için söyledikleri önemli değil pratikte Stalinizmi eleştirmesidir. Stalinizmi eleştirdiği için, bu adam anti-komünist sonucuna varıyorlar.
Stalinizmi eleştirmek anti-komünizmse doğru oluyor değil mi?
Evet, Stalinizmi eleştirmek anti-komünizmse doğru ama öyle değil, anti-komünizmin anlamı da sapmış oluyor. Ben mesela, anti-komünist birisi miyim? Ben hiçbir yerde komünizm kötü bir şeydir, berbat bir şeydir diye bir şey söylemem, ama komünizm adına yapılan pratikleri de amansızca eleştiririm. Bu anti-komünizm midir? Anti-komünizm şudur bence: Faşistler, anti-komünisttir, çok aşırı muhafazakarlar anti-komünisttir, hatta liberallere bile anti-komünist denemez, komünizmi eleştirdikleri halde. Anti-komünistler komünist olsun olmasın, her şeye bir komünizm damgası vururlar, işte komünizm zaten böyle bir şeydir gibi söylemlerle, faşizan bir komünist aleyhtarlığı yaratırlar, bununla, komünizmin ya da Stalinizmin veya Komünizm adına yapılan uygulamaların eleştirisinin hiçbir alakası yoktur. Troçkistler de eleştirir Stalin uygulamalarını veya birçok Konsey Komünisti vardır, anarşistleri bırakalım, birçok komünist vardır, liberter komünistler vardır, komünizm adına yapılan uygulamaları eleştiren, şimdi bunların hepsi anti-komünist midir? Böyle bir şey yok. Liberallere bile, ben tam anti-komünist diyemem, çünkü anti-komünizmde bir saldırganlık vardır ve birisi komünizmi eleştirse dahi otomatik olarak anti-komünist olmaz. Tamam, liberaller belki, Stalinizm ile Komünizmi özdeşleştiriyor olabilirler, onlar şöyle diyebilirler: “Evet zaten komünizm denilen şey işte budur” diyebilirler, hatta bir kısım anarşist de böyle diyebilir. Böyle bir eleştiri yapmak, otomatikman anti-komünistlik anlamına gelmez. Anarşizmden alalım, mesela anarşizmi eleştiren herkes anti-anarşist midir? Hayır, Bir şeye anti olabilmek için daha güçlü bazı şeyler olması gerekir. Mesela, kapitalizmi eleştiren herkes anti-kapitalist midir? Değildir, bence kapitalizmi eleştirebilir çeşitli açılardan, ama sorduğunda anti-kapitalist değilim diyebilir. Kapitalizme karşı olmadığı halde kapitalizmi eleştiren çok fazla insan var, antilik çok güçlü bir karşıtlığı içerir. Birisi anti-komünistse eğer, saldırgan bir komünizm karşıtlığını ifade eder bu.
Sanıyorum senin komünizm karşıtlığından algıladığın komünizme karşıtlık ile birlikte kendisini komünist olarak tanımlayan bireylerin varoluşlarına da doğrudan saldırgan bir karşıtlık içeriyor?
Tabii, militan bir komünizm karşıtlığıdır, hatta militandan da öte, benim kafamdaki anti-komünizm. Hatta 1960’larda MHP’den de önce bozkurt rozetliler vardı, nerede komünist ya da solcu bir eylem görseler, ona karşı fiilen ve militan bir şekilde karşı koyarlardı. Ama o dönem mesela benim dayım mali müsteşardı, bana derdi ki; “Komünizm çıkmaz bir şeydir…” Liberal bir adamdı, “komünizmle olmaz bu işler…” derdi. Şimdi, ben mesela o saldırgan anti-komünist tavırla, dayımı nasıl aynı kefeye koyabilirim ki? O, mesela Komünizmi onaylamıyordu, eleştiriyordu, ama onu hiçbir zaman bir anti-komünist olarak görmedim. Burada kavramlar karıştırılıyor, neden? Çünkü işlerine geliyor, bugün Stalinizm ile komünizmi bu kadar özdeşleştiren iki akım vardır, biri Stalinistler, öbürü de Faşistler. Liberaller bile Stalinizm ile Komünizmi bu kadar tam tamına eş tutmazlar, ama Stalinistler der ki, Stalinizm eşittir Komünizm, Faşistlerde aynısını söyler. Stalinistler bunu neden söyler, kendilerine iyi bir kalkan yapmak için, “aa bak sen Stalin’e saldırdın, anti-komünistsin” demek için. Faşistler neden yapar? Bilirler ki düşmanın en zayıf noktasıdır, düşmanına nereden saldırırsın? En zayıf noktasından saldırırsın, Stalinizmin en zayıf nokta olduğunu bilirler, bu yüzden oraya saldırırlar, sadece faşistler de değil, burjuvazi de böyle yapar, bunları iyi ayırt etmek gerekli. Ben, hiçbir zaman kendimi anti-komünist olarak görmem, bunu da doğru bulmuyorum, Jan Valtin’i de öyle görmüyorum. Jan Valtin eğer gerçekten bir anti-komünist olsaydı, ben onu çevirmezdim zaten, o tür şeyler var, Stalinizm ile komünizmi özdeşleştiren sağcıların bastığı kitaplar var, ama ben asla öyle bir kitabı çevirmeyi düşünmem. Öbür fasla gelince, Amerika ile ilgili ben öyle görmüyorum; Amerikan değerlerinin savunucusu deniyor, yani şu anlam çıkıyor, onlara satılmış gibi, öyle bir şey yok. Kitabını yazarken bir kuruluştan günde 10 dolar alıyormuş, şair ve yazar Slyvia Plath’ın kitabını açalım, Sırça Fanus romanını, İngiliz Kültür Kuruluşu’ndan yardım almış ve hatta onlara her gün rapor veriyor, bugün 5 sayfa yazdım, Şubat ayında bitecek gibi. Bunda ne var? Çeşitli yazarlar çeşitli kültür kuruluşları tarafından desteklenirler. Kaldı ki, Jan Valtin’in aldığı 10 dolar komik bir rakam, yani günde 1000 dolar ya da 500 dolar almış deseler biraz daha mantıklı olacak, 10 dolar onun karnını doyurmaya bile yetmez, o tarihte dahi. Bunu, sanki büyük bir satılmışlık gibi sunuyorlar… Sonra, Valtin 1939’da gidiyor Amerika’ya, ancak 1947’de vatandaşlık alıyor.
Ordu’ya katıldıktan sonra…
Evet, Amerikan Ordusu’na katılmaya gelelim. Amerikan Ordusu’na katılmak, bugünkü anlamı taşımıyor o zaman. Bence o gün de aynı anlamı taşımalıydı, benim bakış açıma göre, ama toplumsal olarak baktığımız zaman, değerler olarak baktığımız zaman o anlamı taşımıyor. Neden? Bir bir kere savaş var. İkincisi, bu günkü gibi paralı askerlik değil, zorunlu askerlik. Adamı almışlar askere, ya tamam kaçabilirdi falan ama sonuç olarak, yani burada bir Kürt genci veya herhangi bir genç askere alındığı zaman askere gitti diye onu ne kadar suçlayabilirsek, onu da o kadar suçlayabiliriz, almışlar kardeşim. Ama şunu da söyleyeyim, en tutarlı tavır gitmemekti, o ayrı mesele. Ama herkes her zaman çok mu tutarlı davranıyor? Orada bir eleştiri yapılabilir belki ama onun ötesinde, sanki Amerikan casusu olmuş demek olmaz, yok böyle bir şey. Herkesi aldıkları gibi, onu da almışlar. Adam, savaş sırasında Japonya tarafındaki ormanlarda kaptığı virüsten dolayı ölüyor. Birincisi Nazi’lerden gördüğü işkencenin etkisi var, bir de orada kaptığı virüsün etkisi var.
O zamanlarda Japonya’nın (Japon İmparatorluğu’nun) da büyük işgali var, Dünya’yı paylaşıyorlar Hitler ve Mussolini ile… Emin olamadığımdan ötürü bilmiyorum ama belki Stalin’in de bir başka etkisi olabilir… Hatta İspanya’daki iktidara karşı ayaklanmadaki ve kendi yaşamlarını da kurmaktaki direnişçiler, Stalin iktidarındaki Sovyetlere Silah almak için para veriyorlar ama Sovyetlerden gelen silahlar 1800’lerin sonundan kalma, işe yaramaz silahlar gönderiliyor. Valtin üzerine ise, daha detaylı araştırmak gerekir; kendisinin neden orduya katıldığına dair, daha kendine nedenine yakın yorum yapabilmek için. Fakat Japonya İmparatorluğu’nun (Japon Emperyalist Ordusu – JIA) işgal ettiği bölgelerde yüz binlerce çocuk ve kadını toplama kamplarında seks kölesi olarak kullanmasına karşı kendince bir tepki olarak da böyle bir eyleme girmek istemiş olabilir belki… (Kadınlar yaklaşık 50 yıl sonra, 1990’ların başında kamusal olarak bunu açıklamaya başladılar, “Comfort Woman, Seks Köleleri, Büyük Anneler” olarak; teşhir, yüzleşme ve özür için Asya’da yaşadıkları yerlerde bir örgütlenmeyle kendi seslerini duyurmaya çalışıyorlar, örgütleniyorlar…)
Belki, bir anti-faşist bir tutum olarak… Ben bir şey söylemeliyim, Mihri Belli, ondan sonra Şefik Hüsnü, yani o zamanki komünistler, Türk Ordusu’na katılma kararı alıyorlar biliyor musun, II. Dünya savaşı sırasında? Ve gidiyorlar, Reşat Fuat Baraner de yedek subay olarak, Nazi Almanya’sı Türkiye’ye saldıracak, bunlar da Türk Ordusu’yla birlikte ona karşı anti-faşist savaş verecekler. Şimdi bunlar söz konusu olmuyor da, zavallı Jan Valtin’in gittiği Amerika’da, yol bilmez, iz bilmez bir ülkede, zorunlu olarak askere alınmış birisi, birdenbire Amerikan ajanı oluyor. Bir kere sen, Türkiye’deki, o anti-faşizm adına Türk Ordusu’na gönüllü, üstelik bilinçli olarak katılanları eleştir bakalım. Demiyorum ki onlar da Ordu’ya katıldılar diye, Türkiye’nin ajanı oldular, böyle bir yorum saçma olur ama bu da bir başka bir yanlıştır. Bizim o zamanki komünistlerin, daha doğrusu Stalinistlerin diyelim, tamamen böyle safdilce, güya anti-faşist savaş adı altında, orduya katılmaları, mesela bence bir rezalettir, önce onun eleştirilmesi lazım. Ama Jan Valtin de bu şekilde, bir anti-faşizm adına bir yanılsamaya kapılıp katılmışsa eleştirilebilir. Ama ben sanmıyorum, zorunlu askerlik var o sırada, almışlar, o da herhalde çok fazla, gitmem dememiş. Ben mesela, öyle ordularla bir anti-faşist savaş yapılacağına inanmıyorum zaten; İkinci Dünya Savaşı’nın Demokrasilerle Faşizmler arasında bir savaş olduğuna da inanmıyorum, Birinci Dünya Savaşı gibi bir paylaşım savaşıdır. Orada Devrimcilerin görevi, her iki tarafın da dışında kalmaktır benim kanaatimce, bir tarafa katılmanın hiçbir anlamı yok.
Ondan sonrasında, Cezayir işgali devam ediyor, nerdeyse sayısal açıdan Almanya’da öldürülen Yahudiler kadar insan Cezayir’de toplama kamplarında işkencelerle öldürülüyor…
Evet 1950’lerde Cezayir’lilere karşı Fransızların yaptığı katliam ve ilk elektrik işkencesini uygulayan Fransa’dır Cezayir’de, elektrik işkencesi ilk oradan çıkma.
Türkiye’de kendisini devrimci olarak tanımlayan birçok insan ve bir araya geldikleri örgütsel platformlarda da Stalinizm eleştirisi popüler olarak gerçekleştiriliyor ama Stalinist diktatörlüğün nedenleri neler (Stalin’i şeytani, özcü bir varoluşla tanımlamadan ve tüm sorumluluğu ona yüklemeden)? Leninizm ile ya da merkeziyetçilik ile hiçbir bağı yok mu?
Şimdi, Valtin’de böyle bir tespit yok, zaten Valtin bir teorisyen değil, meselenin teorik köklerini veya başka nedenlerini araştırmış birisi değil, o sadece olguları ortaya koyuyor. Dediğin gibi meseleyi, Stalinizm zaten böyledir deyip geçmek işin çok kolayı olur, kökenlerine inmek gerekir, bir kere kökenleri Lenin’de var; örneğin tek parti diktatörlüğü, “proleterya diktatörlüğü yasa tanımaz bir diktatörlüktür” tanımı var ve kurulan ÇEKA var GPU’nun öncesi, muhaliflere giriştiği eylemler var. Lenin döneminde tasfiye yok, Komünist Parti içinde bir tasfiye yok henüz ama Komünist Parti dışında bir tasfiye var, anarşistler, sosyalist devrimciler, bütün muhalifler susturulmuş ve tek parti diktatörlüğü ilan edilmiş, hatta bence Lenin’le de kısıtlamamak lazım Marx’a kadar gitmek lazım. Yapılan işin temelinde Marks’ın “üretici güçler teorisi” var, nedir o? Sosyalizm ancak ileri bir sanayi, veya ileri üretici güçler temelinde kurulabilir diye bir teori var. Bu teoriyi pratiğe geçirmeye kalktığın zaman, ne oluyor? Bunu nasıl yapacağız? Sovyetler Birliği veya Rusya üretici güçleri gelişmemiş bir ülke, dolayısıyla bunu yapabilmek için tek parti yönetimi kurmak lazım, zaten bu partide, Lenin’in Leninist Parti anlayışında; her şeyi parti bilir anlayışı var. Dolayısıyla, bu partinin yönetimi altında bir sanayileşme, -tamam esas Sanayileşme Stalin döneminde yapılıyor ama- hep amaç bu şekilde konuluyor. Mesela Lenin’in meşhur bir sözü; “Elektrifikasyon eşittir Sosyalizm” (“Elektirifikasyon artı sovyetler, eşittir Sosyalizm”) sözü vardır, bu tipiktir. Bu ne demek, elektrifikasyonu sağlarsak, Sosyalizmi de kurmuş olacağız. Bunu nasıl sağlarsın? Herkesi susturursun, parti her şeyi emreder, ondan sonra ve dolayısıyla üretici güçler bu şekilde partinin önderliğinde geliştirilir. Yani gördüğümüz gibi iş, daha Marx’tan başlıyor ama gittikçe koyulaşarak devam eden bir hata, en sonunda da Stalinizme, Stalin’in uygulamalarına geliyor. Hatta şunu söylemeliyim, Stalin döneminin bile iki aşaması vardır, 1920’lerdeki Stalinizm ile 1930’lardaki Stalinizm de tam aynı şey değildir. Stalin’in bizzat kendisinin, “Sağ ve Sol muhalefete karşı mücadele” isminde bir kitabı vardır. O kitabı, kendisi 1930’larda yasakladı, neden? Stalin’in o zaman şu biçimde konuşmaları var, 1927-28’lerde şöyle laflar ediyor; “Biz evet muhalefetle mücadele ediyoruz, muhalefet yanlıştır diyoruz ama onların söz hakkını asla ortadan kaldırmıyoruz” diyor, sonrasında 1930’lara gelindiği zaman bırak o muhaliflerin söz hakkını ortadan kaldırmayı, herkesin, bizzat Stalinistlerin bile söz hakkı ortadan kaldırılmış, herkes birbirinden korkuyor, birbirinden korkar hale gelmiş. Zaten, 1930’lardaki büyük temizliklerde en büyük darbeyi yemiş olanların, tutuklananların bir çoğu da Stalinistlerdir, “Muzafferler Kongresi” 1933 sanırım yılı, yani işte orada, sağ ve sol muhalefete karşı tam zaferi kazanmıştır, bunu o kongrede seçilen 154 kişilik merkez komitesinin, 135’inin öldürülmesi izlemiştir. Bu insanların bütün hepsi Stalinist, ne Troçkist, ne de muhalif. O bakımdan da, Marxist arkadaşların Marksizmde bir yenilenme olacaksa, öyle kenarından köşesinden, veya belli bir dönemden itibaren değil, çok esaslı devrimci bir tavırla köklere kadar inerek işi irdelemeleri lazım.
Bunun dışında, kendisini Marxist, anarşist olarak tanımlayanlarda ya da başka bir biçimde, kimlik; aidiyetle tanımlayanlarda (hepsinde değil) genel olarak radikal oluş denildiğinde esasında sadece“şiddet kullanmaya” yönelik bir algılama da var, ama sadece “şiddetli oluş” cesareti olarak değil aynı şekilde düşüncede de, put kırıcı bir cesaret gerekli değil mi?
Kesinlikle, Evet…
Stalin’in mevcut pratiklerini besleyici diğer etkenler sence neler, örneğin ilerleme düşüncesinin ya da Mayakovski’nin füturizminin ya da Nazım Hikmet’in füturist ifadelerinin [Makinalaşmak istiyorum şiiri gibi] etkisi var mıdır, ne ölçüdedir sence?
O zamanlar şöyle naifçe bir şey var, bu Nazım’da da görülür, “trim trak makinalaşmak istiyorum” gibi, Maykovski’de de görülür. O zamanın komünistlerinde eskilerin diliyle Cihanşümul muazzam ilerleme, aydınlanmanın falan da ilerleme mantığını çok geride bırakan, her şeyi makinalara bağlayan, işçi sınıfının zaferini de makinaya bağlayan anlayışlar. Geçen gün Dersim yürüyüşü vardı, hâlâ bu etki devam ediyor. Orada gördüm yürüyüşte, örgütlerin yüzde doksanında çark var, o çark ne? Makine, işçi sınıfı ile o çark özdeşleştiriliyor ve dolayısıyla makineleşme, sanayileşme kutsanıyor. Oysa bugün geldiğimiz noktada görüyoruz ki, bu makineleşmeler, bu çark, sanayileşme vb. toptan insanlığın felaketi, yani ben ilkelci anarşist değilim ama sonuç olarak şunu da görüyoruz, Kopenhag’ta yürüyüşler oluyor, küreselleşmeye karşı. Bu globalleşme nereden çıktı? İşte 200 yıllık ilerleme mantığının vardığı noktadır bu, ama bizim sol hâlâ çark peşinde…
Bazı anarşistler de aslında o bağlamın içinde değil mi?
Ayrıca anarşizmin de eleştirilmesi gerekiyor. Anarşist arkadaşlarda da şöyle bir şey var: Komünizm çuvalladı, çöktü falan ama biz anarşistler çok muazzamız, böyle bir şey de yok. Anarşizm’deki ilerlemeci kökleri de tahlil etmek lazım. Komünistler de mesela anarşizmin pratiği yok ki derler, öyle bir şey yok, pratiği var ama pratiklerde de çok hata var, “İspanya Devrimi”ndeki hatalar var, Meksika’da anarko-sendikalistlerin işçilere karşı hükümetle işbirliği yapması var. Çin’deki, Paris Anarşistleri olarak bilinirler, Arif Dirlik’in “Çin’de Anarşizm” isminde çok güzel bir kitabı var, oradan özetleme yaptım, orada Paris Anarşistleri yani Reglus’tan etkilenen Çinli anarşistler vardır, Guomintang işbirlikçisi olmuşlar, onlarda da ilerleme mantığı olduğu için, çok rahatlıkla; “işte burjuvazi ilerletiyor, biz de onları destekleyelim” gibi sonuçlara varıyorlar. Anarşizm de bundan tamamen azade değil. Anarşizmin Marksizme bir tek üstün yanı, önemli bir tespit yapmış olmasıdır, Devrim, devlet iktidarıyla falan olmaz, anarşist düşüncenin, akidenin temelinde bu var, 150 yıl sonra bunun haklı olduğu ortaya çıktı. Bu tamam, eyvallah ama öte yandan kendi pratiğini de gözden geçir bakalım, kibirlenmeye gerek yok. Efendisizler dergisi, şu sloganı atmıştı; “Biz bu topraklarda hiç yenilmedik”, bu topraklarda ne yaptın ki yenileceksin, anarşizmin bu topraklardaki tarihi daha 20-25 yıl. Güya Marksistlere karşı üstünlük sağlamak için kısa vadeli faydacı şeyler. Bir laf vardır, çuvaldızı önce kendine batıracaksın.
(Fotoğraf/Resim: Illness and Capital-Hastalık ve Sermaye, Alfredo Maria Bonanno,http://bristol.indymedia.org)
“Bugünkü insanın yaşam biçimi. Yani tüketim alışkanlığı, teknolojiye bağımlılığı ve kendi bencilliğinin nelere yol açtığını düşünmemesi. Artık bilerek ve düşünerek karar vermiyor insanlar. Sanki başka bir dünyada yaşayan birileri bu dünya için kararları veriyor gibi. Bu yaşadıklarımız insanlık dışı bir şey çünkü.” Göçebe “Sarıkeçeliler”in kadın lideri – Pervin Savran, HES’lere karşı direnişte neden birlikte hareket ediyoruz, Röportaj, Radikal.com.tr
Aydınlanma kavramları ile bir mücadeleye girmenin, sendeki karşılığı nedir? Eşitlik, özgürlük, barış, kardeşlik, bağımsızlık gibi; şimdiki hayatta insanları makinanın bir çarkı gibi birbirine bağımlı kılan, yaşamın karmaşıklığını tanımlamada bu kavramlar yeterli mi? Örneğin, İşgalci ve pislik olan Bush’un, bu hayat içinde “bizim örgütlemeye çalıştığımız karşılıklı bağımlılık, bunu örgütlemeye çalışıyoruz beraberindeki kavramlarımızla”, Ulusüstücülük gibi söylemleri, iktidar sahipleri tarafından şimdiki gerçekliği daha iyi tanımlayan (iyi ve kötünün ötesinde), bir ideolojik hegemonya savaşı da veriliyor, bununla birlikte, sistemin yıkıcılığına karşı olduğunu ifade edenler, Örneğin Murray Bookchin, tanımladığı Ekolojik Toplum Tahayyülü’nde kullandığı kavramlar; yine Aydınlanma’nın kavramlarını kullanarak kendisini yeniden üretiyor, karşılıklı bağımlılığı örgütlemek gibi. Bu kavramsal cephaneyle bir mücadele vermek, özgürleşmenin önünde bir engel ve manipülasyon işlevi görmez mi?
Yani, şimdi, Aydınlanma’nın kavramlarının içeriği burada önemli, “Kardeşlik,Eşitlik, Özgürlük” dediğimiz zaman burada bir şey yok, kötü bir şey değil ama sonradan bunların içeriği nasıl dolmuş? Örneğin üç tane küp var üzerine yazılmış, Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik bunlar güzel ama o küplerin içine ne dolduruluyor onun adına, iş burada değişiyor. Onların içine, ne yazık ki, ilerleme, burjuva özgürlüğü gerçek özgürlük değil, eşitlik hiç yok adeta veya George Orwell’in dediği gibi, bütün hayvanlar eşittir ama bazıları daha çok eşittir gibi anlaşılacak şekilde, eşitliğin gerçekten gerçekleşmediği bir sorun söz konusu. O bakımdan bizim o küpleri yok etmek ya da onları kırmak değil, o kavramları ortadan kaldırmak değil, o kavramların gerçek içeriğini vermek gerekir veya bu sınıfsal bir şey, bir başka sınıf onu bir başka şekilde dolduruyor, biz nasıl doldurucağız, bütün mesele bu. Burada da eşitlik, özgürlük, kardeşlik güzel ama bence kendi içeriğiyle olmalı, nedir? Özgürlük, mesela Devlet’in olmadığı bir mutlak özgürlük olursa ancak özgürlük olur yoksa gerisi palavra olur, hatta bugün Özgürlük, piyasa ekonomisi için bile kullanılan bir kavram haline gelmiş, işte ilanlarda bile görürsün, bir araba mesela, araba markalarından anlamam ama “Chevrolet ile gitmek bir özgürlüktür” gibi, tabii gerçekten işi iyice yozlaştıran, gerçek içeriklerinden uzaklaştıran, bu da nasıl olacak, bir ideolojik mücadele meselesi, örneğin Fikret Başkaya’nın da bu kavramlar üzerine eleştirileri mevcut; “Sürdürülebilir Kalkınma”, aslında hiç olmayacak bir şey, gerçekten de kalkınma diye bir şey olmaz, bu dünyada öyle bir hiyerarşi kurulmuş ki, o hiyerarşiyi kırmadan olmaz. Kalkınma gibi görünen şey, örneğin sen kalkındığını düşünüyorsun ama öbürü daha fazla kalkınıp gidiyor. O bakımdan gerçek içeriklerine kazandırmaya özen göstermek lazım bence. Yoksa şu da değil bence, Aydınlanma’yı, Aydınlanma Düşüncesi diye gelen şeyi, ansiklopedistler, düşünürler o tarihte öyle bir şey getirmişler, burada bizim sahip çıkmamız gereken bazı şeyler var. Zaten sahip çıkıyoruz, özgürlük mesela bizim en çok sahip çıktığımız kavram ama o muhtevada değil, o zaman onların muhtevasının ne kadar sahte olduğunu göstermek lazım, zaten pratikte de, 200 yıldır bu gözüktü, özgürlük, özgürlük, özgürlük diye, katledilen özgürlük oldu. Mesela eşitlik, kapitalizmde eşitlik olmaz, kapitalizm koşullarında eşitlik diye bir şey olmaz, kardeşlik olmaz. Örneğin demokrasi, benim anlayışıma göre bir tane demokrasi vardır; doğrudan demokrasidir, bildiğimiz temsili demokrasisinin reddidir o, devrimlerde ortaya çıkan, aşağıdan halkın inisiyatifiyle ortaya çıkan organları yaşatmak, onların gerçekten hayata geçmesi için mücadele etmek gereklidir. Yani yeni kavramlar yaratmayacağız ama onlara gerçek anlamlarını vereceğiz, benim anlayışım böyle.
“Hapishanelerin, fabrikalara, okullara, kışlalara, hastanelere ve bütün bunların da hapishanelere benzemesi şaşırtıcı değil mi?”— Michel Foucault
Bu da biraz aynı ikili paradigma içerisinde değil mi, gerçek ve gerçek olmayan gibi bir ayrım, yine modernist düşüncenin sınırları içinde değil mi acaba?
Valla, bilmiyorum belki ben de biraz modernist olabilirim, bilmiyorum.
Belki daha sonra konuşmak bunun üzerine, tartışmak…
Evet senin şerhin önemli onun üzerine düşünmek gerekli.
Teşekkürler.
Dipnotlar:
Dipnot 0: kaynak, ABD, Devlet Bakanlığı İnternet Sitesi, video ve ingilizce metin olarak;
“…Well, his – I mean he could be considered a political actor. I think he’s an anarchist, but he’s not a journalist…”
“…Pekala, onun – yani bence politik bir aktör olarak değerlendirilmeliydi. Bence o bir anarşist, ama bir gazeteci değil… ”
http://www.state.gov/r/pa/prs/dpb/2010/12/152291.htm
Dipnot 1: www.gunzileli.com –> Jan Valtin Karanlığın Ötesinde -> Karanlığın Ötesi 70 yıl sonra da Saldırı Altında Çalakalem Bir Karalama Yazısı Üzerine Notlar!
Emre Özkapı
kaynak: http://www.izinsizgosteri.net
Çok güzel bir söyleşi olmuş abi ilginç bir kitap. Batman’da her istediğim kitabı bulamıyorum ama yarın bir bakayım okumayı çok isterim