Gün Zileli, Berktay’la Nasıl Buluşur? (Hasan Dere)
GİZLİ ÖVGÜ
hey koca marx
severim felsefeni
fen’ini
edebiyatını izahatını
insanlık koyar önüne yalnızca
çözeceği sorunları demiştin
köle toplumu ileri
kominden de
üretim araçlarının
gelişimine göre
bre
kapitalizm -ya da tacir toplumu-
bu meretlerin
en geliştiği aşama
ama
bak şu delinmiş kubbe
zehirli havadan ölen bebe
birbirini boğazlayan kardeşler
bölgesel harpler
şu kavrulmuş toprak
bulanık sular
hormon
belki veriyor bire on
mezar oluyor insana
her yerde yükselen beton
hummalı üretim
ve gereksiz tüketim
şu köleleşmiş insan soyu
stres krebs eds
pes
hepsi
üretim araçlarının eseri
ah keşke
insan ile doğanın
gelişimini nispet alsaydın
ve şu cani sisteme
gizli övgü yerine
açık sövgü yapsaydın!
Hasan Dere, Kendini Yaşayamayanların Öyküsü şiir kitabinden,
Temmuz 1995
Gün zileli, ”En Büyük Tüketici Güç: Üretici Güçler Teorisi!” başlıklı yazısına ”Devrimi bırakan, üretici güçler teorisine sarılır. Bazıları ise, devrim diye başından beri bu teoriye sarılmıştır.” diye başlıyor. Yazının kalan bölümünü de bu düşüncesini temellendirmeye bina ediyor. Gün Zileli, En Büyük Tüketici Güç: Üretici Güçler Teorisi! http://www.gunzileli.com/2009/03/13/en-buyuk-tuketici-guc-uretici-gucler-teorisi/
Zileli, yirmilik delikanlılar gibi cepheden cepheye koşmamı beklerse haklıdır, artık bunu yapamam. İlkin bu işe göre sağlıklı ve genç yani, artık atik reflekslere sahip değilim. Ama devrim düşüncesinden cayacağımı kastediyorsa yanılıyor. Çünkü hala çalışan insandan yanayım ve sınıflı sistemlerin devrimlerle alaşağı edileceğine inanıyorum.
Üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin, devrimleri zorunlu hale getiren itici güç olduğu Marksist anlayışın da hala geçerli olduğunu savlıyorum.
Ne yazık ki aynı görmediğim sayın Gün Zileli, üretici güçler teorisinin reddi konusunda Prof. Berktay’le dirsek temasına geçiyor!
Yine de Gün Zileli ile anlaşabileceğimiz noktalar bulunduğunu sanıyorum.
Üretim araçlarının gelişimi bakımından kapitalizmi ileri gören Marx’ın görüşünü tenkit eder olsaydı mutabık kalırdık. Çünkü bu mantığı yukarıdaki şiirde görüldüğü gibi ben de tenkit etmekteyim.
Bu konuda sayın Zileli ile mutabıkız.
Ancak söz konusu yazısında Zileli’nin, ‘gerçekleşen devrimlerin üretim araçlarını geliştirmeye giriştiklerinden rotasından saptı’kları biçimindeki sunuşu tam bir doğru değildir.
Çeliştiğimiz konu, üretici güçler teorisinin devrimi tetikleyip tetiklemediğidir. Aslında Gün Zileli ‘‘…Çünkü, teoriyi, Marx ve Engels’in koyduğu şekliyle bırakmanın doğal sonucunun Bernstein’ın öngörüleri olduğunu görmüşlerdi ve teori böylece, dokunulmadan bırakılırsa, iktidarı sittin sene ele geçiremeyeceklerini anlamışlardı…’‘ diyerek bu teorinin iktidarı ele geçirme yöntemi olduğunu, Berktay gibi muğlak sayılacak bir ifadeyle teslim etmektedir.
İktidar olmuş sosyalizmin önderliğinde üretim araçlarının geliştirilmesine girişmek tabii ki onaylanacak şey değildir. Çünkü sosyalizm altında üretim araçlarını geliştirmeyi sürdürmek demek, sosyalizmi de alaşağı edecek yeni üretici güçler ve üretim ilişkileri tezatları yaratmak demektir.
Oysa sosyalizm, bu tezatların son bulacağı komünist aşamaya geçişi sağlayacak düzenekleri hayata geçirmekle iştigal etmeliydi.
Sosyalist aşamadaki hatalı bir tutumdan hareketle, devrimlerin temel tetikçisi olan üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişme reddedilemez.
Ki bu noktada, tıpkı Prof. Halil Berktay’a sorduğumuz gibi kendisine de sormaya hakkımız doğar.
Diyelim ki bu teori yanlıştır, peki bu durumda toplumsal değişime sebep olan itenek nedir? Diğer bir söylemle, toplumsal değişimleri zorunlu kılan şey eğer ilahi güçlerin eseri değilse, hangi maddi sebepler üzerine toplumlar mevcut siteme baş kaldırmaktadırlar?
Sayın Zileli’nin ve eski yoldaşı H Berktay’ın bunun yanıtını doyurucu tarzda vermeleri gerekir.
Berktay ile buluşması sadece bununla da sınırlı değil. Berktay ‘Yanlış bilim’ başlıklı yazıda şöyle demişti, ”Bu sonuncular, topluma üstten ve işçilere dışarıdan bakan bazı aydınlardı; önce bunu doğru kavrayalım. Sonra, içinde yaşadıkları, etraflarını saran ve onları da etkileyen ortamı, fikir hayatını biraz olsun anlamaya çalışalım. Fransız Devriminin zihin ve ruhlardaki etkisi çok büyük, dolayısıyla da tekrarlanması özlemi çok güçlüydü; bu bir. Bilim ve bilimcilik çok etkiliydi, yani herkes her şeyde bilimsel kesinlik arıyor ve herhangi bir meseleyi halletmek, şu ya da bu tartışmayı kazanmak için “bilimsel” argümanlara başvurmak şart sayılıyordu; bu iki. Ve üç, kendi de, acıları da her an büyüyüp çoğalan işçi sınıfı, fiziksel yoğunluğu ve örgütlenme kolaylığıyla büyük bir “tehdit” arz ediyordu. ” H Berktay, Yanlış bilim, http://taraf.com.tr/makale/10230.htm
Zileli de şöyle yazıyor: ”…Çağları da zaten gelişmeci ve ilerlemeci, bilimi kutsayan bir çağdı. …” diyor. (Bakınız: adı geçen yazı)
Efendim, çağ matematikçi titizliğinde bir tür bilimcilik çağıydı bu nedenle hep ideal iddiacılık yapılmaktaydı, bu nedenle de Berktay’ın deyimiyle ‘devrimin tarihi kanuniyetleri’ icat edildi!
Bize göre, sosyalizmde rotadan sapmanın temel nedeni üretim araçlarının geliştirilmesine ağırlık verilmesi değildir. Üretim araçlarını geliştirme çabası, iktidardaki sınıfın bir fonksiyonudur, ancak bu sebep değil, aksine sonuçlardan da sadece biridir!
Sayın Zileli iyi bir şey yapmaya çalışırken karıştırmıştır. Biri üretici güçleri geliştirme uğruna sistem efendilerinin işlediği günahlar, ki elbette bunlar eleştirilmelidir. Ve bunların kimliği… Bunların tespiti, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişmenin, toplumsal dönüşümlerin treib (hareket ettiren) mekanizması olduğu gerçeğini dışlamaya değil, savunmaya götürür.
İkincisi ise devrimin çocuklarını yemesinin maddi nedenini ıska geçmesidir.
Aslında yaklaşmıştır ama temas etmeden ‘teğet’ geçmiştir.
Bence teğet geçilen konu ise, işçi sınıfı yerine topluma ‘önderlik’ eden kendi gibi aydınların ipleri ele geçirmeleridir. Yani sosyalizm adı altında iktidarın emekçilere değil, küçük burjuvalara devredilmiş olmasıdır.
Doğal olarak her sınıf, devlet aygıtını kendine hizmet eden bir baskı aracı olarak kullanır. Sosyalizmin totaliter sistemler haline dönmelerinin sırrı buradadır. Ve iktidardakilerin muhalif devrimcileri (işçi sınıfı yanlılarını) temizlemeye girişmelerine vardırdılar.
Canlı örneği A Öcalan sistemidir! Ne kadar emek yanlısı(!) ve demokratik(!) değil mi?
Gün Zileli’ye Öcalan’ın Lenin, Mao ve Perinçek kadar ‘proleter’ olduğunu(!) kanıtlamama gerek var mı acaba?
Üretim aletlerinin geliştirilmesiyle sınırlı bir üretici güçler teorisi eleştirisine gerçekten gerek vardır. Materyalist felsefecilerin, üretici güçlerin merkezine üretim aletlerinin gelişimini koymaları ne yazık ki korkunç sonuçlara yol açmıştır. Bunda mutabıkız. Ama bu tek başına bütün kötü uygulamaların sorumlusu değildir.
Ve bundan hareketle, toplumsal değişimin motoru olan üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkiyi reddedemezsiniz. Ayrıca bu tezi eleştirenlerin yerine geçirdikleri daha sağlam savları mevcut değildir!
Ayrıca üretici güçler sadece aletlerden yani madenler, topraklar, gereç ve marinalardan ibaret değildirler.
Esas olan, bu aletleri kullanacak olan ve kendi de emeği aracılığıyla üretici güçlere iç olan insan ögesidir!
Üretici güçlerin üretim ilişkileri ile çelişkisinde temel hareket gücü, üretici güçler içindeki insan ögesinin karşılaştığı baskı ve sömürüdür. Literatürdeki adıyla sınıf mücadelesidir.
Üretici güçler teorisinin reddi, sunulduğu gibi makineleşmenin geliştirilmesi sonucu ekonominin yükseltilmesi çabalarının reddi değil, aynı zamanda sınıf mücadelesinin reddi demektir!
Çünkü ekonomi ve iktisattaki söylemiyle üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki, sosyolojide (toplum biliminde) sınıf mücadelesi söylemine karşılık gelir!
Asıl devrim kaçkınları, sınıf mücadelesini (üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkiyi) reddetmekle işe girişirler!
Düzenden aldığı Prof. Unvanı ve maaşıyla H Berktay’ın sınıf mücadeleleri teorilerini reddetmesi anlaşılırdır.
Biz işçiler gibi düzenin kurbanı durumundaki Gün Zileli, sınıf mücadelesini reddederek hangi devrimci çizgiyi korumaya çalışıyor acaba?
Bunu bize izah edebilir mi?
Hasan Dere
21/03/10 tarihinde http://www.nurhakdagi.net/modules.phpname=Kose_Yazilari&op=viewarticle&artid=995
yanınlandı.
07.10.10 Tarihinde gözden geçirildi.
Bence H. Dere yanlış bi noktadan hareket etmiş…
Sınıfı üretimciliğe mahkum etmesidir yanlış olan nokta.
Oysa işçi sınıfının kurtuluşu ancak üretim köleliğinden kurtulmasıyla mümkündür. Üretici güçlerei nsan unsurunu katsanız da katmasanız da sonuçta üretici güçleri geliştirmek her zaman kapitalizmin hizmetindedir. Bu yüzden de üretici güçler teorisi yanlıştır… Zileli’nin eleştirdiği de budur.
Halil Berktay’ın eleştirisi de bir bakıma üretici güçler teorisi eleştirisi ama bence Berktay vurguyu Gün Zileli’nin yaptığı yere yapmıyor, yapmaz. Onun sorunu daha çok tarihi ve toplumsal determinizmi eleştirmektir. Vurgusu hep bu sulardadır…
Zileli, üretici güçleri devrim açısından eleştirirken Berktay mekanik belirlenimcilik açısından eleştirir. Berktay’ın sorunu tarihin doğrusal ve belirlenmiş bir çizgi izlemediğini göstermektir. Bu benim de katıldığım bir şey ama Berktay’ın fikrinin geri planında toplumların artık bir devrime gebe olmadığı ve olmayacağını ispatlama çabasının olduğunu da görmek gerekir…
işçi sınıfının kurtuluşu işçi sınıfının ilgasıyla mümkündür. emek insanı aptallaştırır, robotlaştırır, makinaştırır.
Gerçekler istemlerimizle örtüşmeyebilir!
Bence Zikrimce mahlaslı yanlış noktadan giriş yapmış. Mevcut durumu ele alırken kendi hayal ve tercihlerinizi reel gerçekler yerine koyamazsınız. Sınıflı toplamdan yani kapitalizmden söz ediyoruz. İsteseniz de istemeseniz de işçi sınıfı sistemin kölesi ve üreten aleti durumundadır. Bu durum sistemle çelişen (çıkar çelişkisi, statü çelişkisi, yaşama koşulları çelişkisi vb.) yaratır. Sisteme karşı direnişi tetikleşen bu çelişkiler yığınıdır. Ki iktisatta üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişme olarak adlandırılır ve bu durum irademiz dışında sürüp giden reel bir olgudur. Yani işçi sınıfı üretici bir alet seviyesinde bulunduğu için, böyle muameleye tabi tutulduğu için isyan edecektir. Benim ve Marksizmin iddiası, isyan hareketinin itici nedeni budur.
Biz devrimcilerin görevi, düşürüldüğü bu statüden kurtarma çabasında işçi sınıfına, el uzatmaktır. Zaten kurulması istenen sistemin sınıfsız olarak tahayyül edilmesi işçilik denen statünün son bulmasıdır.
Tüm mesele bu noktaya hangi yöntem ve itici güçle ulaşılacağı sorunudur.
15/10/10
…o zaman her sınıftan insan topluluğuna ihtiyaç ver demektir.
Eskiden k.burjuva’nın yerden yere vurulduğunu düşünürsek…
ayrıca “üretici güçler” teorisinin içeriğini iyi açmak gerekir.
Berktay ‘Yanlış bilim’ başlıklı yazıda şöyle demişti, ”Bu sonuncular, topluma üstten ve işçilere dışarıdan bakan bazı aydınlardı; önce bunu doğru kavrayalım. Sonra, içinde yaşadıkları, etraflarını saran ve onları da etkileyen ortamı, fikir hayatını biraz olsun anlamaya çalışalım. Fransız Devriminin zihin ve ruhlardaki etkisi çok büyük, dolayısıyla da tekrarlanması özlemi çok güçlüydü; bu bir. Bilim ve bilimcilik çok etkiliydi, yani herkes her şeyde bilimsel kesinlik arıyor ve herhangi bir meseleyi halletmek, şu ya da bu tartışmayı kazanmak için “bilimsel” argümanlara başvurmak şart sayılıyordu; bu iki. Ve üç, kendi de, acıları da her an büyüyüp çoğalan işçi sınıfı, fiziksel yoğunluğu ve örgütlenme kolaylığıyla büyük bir “tehdit” arz ediyordu. ” H Berktay, Yanlış bilim, http://taraf.com.tr/makale/10230.htm
Zileli de şöyle yazıyor: ”…Çağları da zaten gelişmeci ve ilerlemeci, bilimi kutsayan bir çağdı. …” diyor. (Bakınız: adı geçen yazı)
Efendim, çağ matematikçi titizliğinde bir tür bilimcilik çağıydı bu nedenle hep ideal iddiacılık yapılmaktaydı, bu nedenle de Berktay’ın deyimiyle ‘devrimin tarihi kanuniyetleri’ icat edildi!
Read more: http://www.gunzileli.com/2010/10/14/gun-zileli-berktayla-nasil-bulusur-hasan-dere/#ixzz3TF38jDDg
–
Burada pozitivizmin önemli bir hatasına dikkat çekilmektedir. Zira yalanlama ve inkâr etmenin başlıca iki kaynağı vardır:
Birisi: Sofestaîlik, safsatacılıktır ki, bunlar gördüklerini de yalanlarlar. Kendine de inanmaz, inatçıdırlar. Bunlara bir şey söylemenin hiçbir yararı olmaz, başlarını taşa çarpaçak bir iş gerektir bunlar için. Bununla beraber böylelerine de “sakın, başına taş düşecek” denilsin de, dinlemezlerse bırak bütün hasret başlarında kalsın.
Birisi de pozitivistlik, yani fazla müsbetçilik bağnazlığıdır ki bunlar da gördüklerine inanır, görmediklerini yalanlarlar. Gerçi hataya düşmemek için müsbet yürümek iyidir. Görünür görünmez tehlikelerden korunmak için gerekli olan son yol da budur. Fakat hayattan maksat gördüklerine saplanıp da durmak değil, yürümek, hatalardan tehlikelerden korunarak hak murada, esenliğe ermektir. Bu gaye ise görünen tarafta değil, görünmeyen taraftadır. Asıl tehlikeler görünen yönden değil, görünmeyen yönden gelecek olanlardır. Onun için hep kanıtlanmış ve kanıtlanacak başka gerçek yokmuş gibi hep görünene saplanıp da ondan ilersini büsbütün yok sayıp inkâr etmek müsbetçilik değil, aynı sofestaiyenin yani safsatacıların yaptığı gibi olumsuz bir körlük ve inatçılıktan ibaret büyük bir hatadır ki kendi bildiklerinden başka ilim yok sayan kuru akılcı rasyonalistlerle mahdut tecrübeci pozitivist (olgucu)ler hep böyle inkâr etmeyi, yok saymayı isbat zannederek akıl ve tecrübelerinin ötesindeki gerçeğin ateşine yanıp gitmişlerdir. Evet, bakıp görmek ve denemek insan için, ilim için en yakın yoldur. Fakat deney bize gösteriyor ki gerçek, bizim gördüklerimizden ve kavrayabildiklerimizden ibaret değildir. Gördüklerimizi, denediklerimizi ispat ederken, görmediklerimizi, kavrayamadıklarımızı, yetişemediklerimizi kabul etmeyip inkâra kalkışmak deneycilik değil, ne aklın ne de tecrübenin onayından geçmeyen bir olumsuzluktur. Hiçbir bakış, hiçbir gözlem, hiçbir duygu, hiçbir akıl, hiçbir tecrübe, “görülen, tekrar tekrar denenen sınırın ilerisi yoktur, burada dur, bekle” dememiştir. Aksine bütün denemelerin olumlu olarak verdiği kesin hüküm şudur: Duyup gördüklerinizin ilerisi var. Bu nedenle yürüyün. Fakat yolda giderken ilerisini hep gördüklerinizden ibaretmiş gibi kabul ederek kişisel kıyaslarla yürümeyin, görmediğiniz, bilmediğiniz gerçeklere, tehlikelere rastlıyacağınıza inanarak yürüyün. Hem denemenin bütün dönencesi ihtibar, yani nefsin vuku bulan olaylardan haber almasıdır. Hak, nefsin vuku bulan şeylere uyum sağlayabilmesindedir. Haber’i yok sayarak kendiliğinden yürüyen nefis, kişisel arzu ve hevesleriyle tehlikeye gider.
Olaylardan haberdar olmak ise basit ve değersiz olan dokunma, tatma, koklama duyularından ibaret olmadığı gibi görme duyusundan da ibaret değil, işitme ve iç duygu ile akılla da ilgisi vardır. Hatta haberin en geniş sınırları işitmededir. O, insana akıl ve görme yoluyla kavranamayacak haberler getirir. Haber almanın önemi büyüktür. Onun içindir ki devletler elçiliklere pek büyük önem verirler. Özellikle tehlike gelmesi ihtimali olan hususlarda en zayıf bir haberi dahi gözardı etmezler.
http://kuranikerim.com/telmalili/hakka.htm
Nitekim varlıkların sayımını ve istatistik dökümünü yapmadan soyut akılla ve kıyasla varlıkların sınıflandırmasını yapmaya kalkışmak bir cehalettir. Telgraf ve telefon keşfedilmeden evvel batıdaki bir adamın doğudaki biriyle bir iki saniye içinde haberleşebileceğini soyut akıl ve kıyas ile tayin etmek mümkün olmazdı. Fakat âdet olmayan böyle bir şeyin imkânına akıl ve fennin cevaz vermiyeceğini iddia etmek de akıl ve fen adına bir iftira olurdu. Çünkü bunun olabileceğini varsaymak ve mümkün görmek hiçbir çelişkiyi gerektirmez.
http://www.kuranikerim.com/telmalili/araf.htm