Türkiye Cumhuriyeti devleti 90 yıldır Kürtleri katlediyor, insanlık suçu işliyor. Her seferinde katliama bir gerekçe bulunuyor (eşkiya, terörle mücadele, vb). Aslında durumun nüanse edilmesi gerekiyor, zira kelimenin gerçek anlamında bir Cumhuriyet söz konusu değil ve hiç zaman da olmadı. (Tabii bu başka yerlerdekinin matah bir şey olduğu anlamına gelmez). Zaten öyle olmadığını memleketin sahipleri de itiraf ediyor: Devletin ülkesi ve milleti diyorlar. Yani bir devlet var, ve bir de onun ülkesi ve milleti var. Gel keyfim gel… Eğer gerçekten Cumhuriyetsöz konusu olsaydı, o zaman ilişkinin yönü halktan devlete doğru olurdu. Cumhuriyet,respublicaolsaydı, aracın direksiyonunda “memleketin sahipleri” değil halk otururdu… Respublicademek herkesin olan veya hiç birkimsenin olmayan demektir. Kadir Cangızbay’ın “hiç kimsenin cumhuriyeti”dediği şey… Dolayısıyla bir ilişki tersliği var. Eğer gerçekten cumhuriyet, respublicaolsaydı, o zaman halk kendi kendini yönetir, tabii katliam gibi aşırılıklara da yer olmazdı. Oysa TC’nin adından başka cumhuriyet rejimiyle bir ilgisi yok.
Elbette bu zaman zarfında, katliamlar, siyasi cinayetler, işkenceler, her türden siyasi baskı, sadece Kürtlere yönelmedi. Müslüman- Türk- olmayan, farklı düşünen, resmi “gerçeği” sorgulayan, gerçekten muhalif olan, özgürlük, sosyal eşitlik ve demokrasi talep eden herkesi kapsadı. Bu öyle bir devlettir ki, her hangi bir hak talebine olumlu cevap vermesi, asla mümkün değildir. Herhalde öyle bir şeyin “kutsal devletin” büyüsünü bozacağını düşünüyorlar ve her talebi şiddetle ezme yoluna gidiyorlar… Devletten bir hak talep edenherkes “iç düşmandır” iç düşman “dış düşmandan” daha tehlikelidir, dolayısıyla katli vaciptir…
TC Devleti 90 yıldır Kürdistan’da katliamlar yapıyor, zira Kürdistan’ın bu taraftaki parçası TC’nin bir kolonisidir (sömürgesidir). Sınır komşusu olma durumu kolonyalist statünün görünürlüğünü zaafa uğratıyor. Fakat gözden kaçırılmaması gereken önemli bir husus var: Kolonyalist statükonun devam edebilmesi, sürdürülebilmesi, her zaman işbirlikçi unsurları varsayar. Eğer bu zaman zarfında TC işbirlikçisi Kürt mülk sahibi sınıfların “katkısı” ve desteği olmasaydı, bu zulüm bu kadar uzun süreli, ödenen bedel de bu kadar ağır olmazdı… Bu yüzden Kürt sorunu nihai tahlilde ve aynı zamanda sınıfsal bir sorundur…
Bu gün itibariyle TBMM’de çok sayıda Kürt milletvekili var. Ana karnındaki ceninler de dahil, çocuklar, gençler, yetişkinler, yaşlılar, kadınlar, erkekler ve hayvanlar hunharca katledilirken, evleri tank-top ateşine tutulup, yakılıp-yıkılırken, mahalleler, şehirler harabeye çevrilirken, tarihi miras yok edilirken, insanlar sokağa çıkamazken, günlerce haftalarca evlerine hapsedilirken, şu kara kış günlerinde elektriksiz, susuz, yiyeceksiz, ilaçsız bırakılırken, hastaneler sağlık hizmeti veremezken, ölüler sokaklarda çürümeye terkedilirken, morglarda, soğuk hava depolarında bekletilip, defnedilmelerine bile izin verilmezken,acaba o sayın milletvekilleri gece başlarını yastığa koyduklarında mışıl mışıluyuyabiliyorlar mıdır? Sesleri hiç çıkmadığına göre, demek ki, uykuları kaçmamış… Elbette sözüm sadece Kürt milletvekillerine değil, hâlâ uykusu kaçmayan herkese…
Oradaki yıkımın, vahşetin, hoyratlığın nedeni öyle ileri sürüldüğü gibi, hendekler ve/veya özyönetim talebi değil. Bu onların en doğal talebiyken, öyle bir şey istiyorlar diye bir halka bu katliam reva görülür mü? Üstelik özyönetim sadece Kürtlerin değil, bir bütün olarak insanlığın da geleceği olduğuna göre… Katliamlar, Suudi vahabiliğinin büyüsüne kapılmış AKP’ye ve asıl onun şefine sorun çıkardıkları için, diktatörlüğün yerleşmesini zora soktukları için yapılıyor. Amaç dinci-faşist bir dikta rejimini kurumsallaştırmak, kalıcılaştırmak. Bu Suudi özentileri öyle bir rejim kurmak istiyorlar ki, öyle bir karanlık hedefleri var ki, hiç kimseye hesap vermeden bu ülkenin varını-yoğunu yağmalasınlar, talanetsinler… Zaten Türkiye’de siyaset, oldumolası iki amaç için yapılan bir şeydir: 1. Bütçeyi ve hazineyi yağmalamak, küçük bir azınlığı zengin etmek, ve 2. hak, özgürlük, eşitlik, adalet ve demokrasi taleplerini etkisizleştirmek, demokratikleşmesinin önünü kesmek. Maalesef bu işi 90 yıldır başarıyla yaptılar ve yapıyorlar… 13 yıllık AKPiktidarındakimlerin nasıl zengin edildiği, bu ülkenin varı-yoğu mafyalaşmış bir soyguncu çetesi tarafından nasıl yağmalandığı, talan edildiği ortada değil mi? Lâkin, toplum çoğunluğunu yoksullaştırmadan birilerini, küçük bir vurguncu çetesini zengin etmek mümkün değildir. Zira, kapitalizm, hele, hele onunneoliberal versiyonu geçerliyken, başka türlüsü mümkün değildir. İşte onca zamandır, milliyetçilik, “ulusalcılık”, vatan-millet-Sakarya nutuklarının gizlediği gerçek bu…
Aslında bir kaç günlük bir genel grev bu savaşı, bu yıkımı, bu katliamı durdurabilir. Lâkin şimdilerde sayıları 17 milyona yaklaşan işçi sınıfı, örgütsüz ve bilinçsiz. Oysa işçi sınıfı mücadele ettiği zaman işçi sınıfıdır. Aksi halde cansız, ruhsuz, “amorf” bir yığındır. Zaten örgütlü, “sendikalı” kesim, toplamın %6’sı kadar, yani devede kulak… O %6’nın yarısıda (%3) toplu sözleşme hakkına bile sahip değil. KESK, DİSK ve bir kaç küçük sendika dışındakilerin tamamı AK sendika… Tayyip Erdoğan’ın sendikası… AK Sendikalar şimdilerde sınırlı hak kırıntılarına da savaş ilan etmiş durumdalar ve bunlara hâlâ sendika deniyor… Netice itibariyle en azından şu aşamada bir genel grev pek mümkün görünmüyor.
Başka durumlarda, başka konjonktürlerde etkili olsa da, bildiri, basın toplantısı, imza kampanyası, açlık grevleri, protesto yürüyüşleri, vb. bu savaşı durdurmak için yeterli değil. Elbette bunu söylemek, onlar yapılmasın demek değil, onun ötesinde de bir şeyler yapma gereğini imâ ediyor. Dolayısıyla bu yeni durumda etkin, sonuç alıcı mücadele yöntemleri keşfetmek, hayata geçirmek gerekiyor ve bu mümkün. Mesela Kürt illerinde ve Batı’da kapsayıcılığı yüksek bir sivil itaatsizlik eylemi örgütlenebilir. Savaşın durdurulması, mücadelenin başarılı olabilmesi için, safların netleşmesi gerekiyor. Geride kalan 13-14 yılda Parlamentoda muhalefet hiç bir varlık gösteremedi. Şeylerin seyri üzerinde etkili olamadı. Bir etkisi olmadı ama AKP iktidarını “meşrulaştırdı”. Eğer o Meclis’te artık hiç bir şey yapmak mümkün değilse, dinci-faşist iktidarı zora sokacak sayıda, bu gidişattan samimiyetle rahatsızlık duyan, olup-biteni içine sindiremeyen milletvekilinin Meclisten çekilmesi, şeyleri netleştirmeyisağlayabilir ve iktidarı zora sokabilir. Eğer orada seslerini duyuramıyorlarsa, o zaman seslerini duyurabilecekleri yerde olmaları gerekmez mi? Bir sivil itaatsizliğin örgütlenmesi böylece daha da kolaylaşabilir! Eğer siyaset yapma etkinliği sadece Meclis’e bırakılırsa, bu ülke hiç bir zaman demokrasinin yüzünü göremeyecektir… Onun için, politika yapma etkinliği, kaşarlanmış, profesyonel burjuva politikacılarına bırakılabilir bir şey olmamalıdır… Onu asıl bulunması gereken yerlere, sokağa, mahalleye, fabrikaya, her sosyal yaşam mekanına taşımak gerekiyor… Egemenlerin sokaktan neden bu kadar çok korktuğunu hiç düşündünüz mü?
Artık bu iktidara yalvarma-yakarma aymazlığından kurtulmak gerekiyor. Zira bu dünyada yalvarıp-yakarmakla bir şeyler kazanıldığı görülmemiştir… Dolayısıyla mesele yalvarıp-yakarmak, insaf dilenmek değil, yaptıklarınızla, etkili eyleminizle karşı tarafı başka türlü yapmaya zorlamaktır.
Böyle durumlarda herkesin mutlaka yapabileceği şeyler vardır. Herkes bulunduğu yerden itibaren isterse mutlaka bir şeyler yapabilir ve kendince süreci etkileyebilir. Bunun için de öncelikle ataletten kurtulmak gerekir. Malûm, yurttaş, (citoyen), sitenin (devletin) sorunlarıyla, politikayla ilgilenen anlamındadır. Bir kimlik kartına, şimdilerde bir kimlik numarasına sahip olmak, göstermelik seçimlerde oy kullanmak, yurttaş olmak için yeterli değildir. Aksi halde istemeyerek de olsa, olup-bitenlerin suç ortağı olmak kaçınılmazdır. Zira, bu dünyada “tarafsızlık mümkün değildir. Zalimle mazluma, ezenle ezilene eşit mesafede durmak mümkün değildir…