Fikret Başkaya/Resmi Tarihin Ağırlığı

 

Şalvarı şaltağ Osmanlı  

 Eğeri kaltağ Osmanlı

 Ekende yoğ, biçende yoğ

Yiyende ortağ Osmanlı

Halk deyişi

Türkiye’de 1946 da “çok partili sisteme” geçildi ve bir muvazaa partisi olan Demokrat Parti [DP] kuruldu. 1950 de “iktidar” oldu. 14 ay sonra da [31 Temmuz 1951] Atatürk’ü Koruma Kanunu olarak da bilinen, Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkında kanun kabul edildi. Kanun’un gerekçesinde: “Milli Mücadelenin kahramanı ve memleketin kurtarıcısı Atatürk, Cumhuriyetin ve inkılâplar rejiminin sembolü olması hasebiyle, hatırasına eserlerine ve onu ifade eden varlıklara vâki olacak tecavüzler, bilvasıta cumhuriyete ve inkılâplar rejimine tevcih edilmiş bir mahiyet ifade edeceğinden…” deniyor. Ölmüş bir şahsiyet için özel bir kanun çıkarmanın anlamsızlığı ve saçmalığı bir tarafa, o halde neden böyle bir kanuna gerek duyuldu sorusuyla devam edebiliriz. Aslında söz konusu kanun, Atatürk’ten başka şeyleri korumak için gündeme gelmişti. Amaç 1923-1950 dönemini tartışma konusu olmaktan çıkarmaktı. Bir bakıma Atatürk’ü koruma kanunu, 12 Eylül cunta anayasasının ünlü geçici 15 maddesinin öncülüydü. Nitekim kanun tasarısının tartışıldığı meclis oturumunda söz alan Ankara milletvekili Selâhattin Adil, asıl amacın ne olduğunun farkında görünüyor… Selâhattin Adil: “Tasarının esbabı mucibesinde şöyle bir cümle var: ‘Bu tasarı kanunlaştığı takdirde milletçe hissedilen büyük bir ihtiyaç tatmin edilmiş olacaktır’. Arkadaşlar 1946 yılından beri milletin köylüsü ile kasabalısı ile temas ettiniz, dileklerini dinlediniz, aman bize bir heykel dikin diyen tek bir vatandaşa rastladınız mı? [Soldan alkışlar]”.

“Bu meclis kürsüsünden acı acı şikâyet ettiğimiz 27 senelik şeflik idaresi mahsurlarını, memlekete yapılan fenalıkları, hakiki Cumhuriyetin, ancak milletin sağduyusuna dayanarak mevkii iktidara gelen bu günkü hukuki bir hükümetle vücut bulduğunu yüzlerce defa tekrar eden bizler değil miydik? Halk Partisi’nin bin bir yolsuzluğunu zikrederken, Meclise hâkim olan bu parti âzalarının ne surette intihâp olunduğunu bilmiyor muyduk? Şimdi bu geçmiş idareye şeflik veya diktatörlük demek tecavüz telâkki olunarak, söyleyen ve yazanı hapse mi mâhkum edeceğiz? [Öyle şey yok sesleri…]. Ankara milletvekili kanunun asıl amacının farkında ama DP’nin bir muvazaa partisi olduğunun, benim asıl devlet partisi dediğim gerçek iktidar odağının taşeronu olduğunun farkında değildi… Aksi halde böyle bir kanun tasarısı gündeme alınır ve kabul edilir miydi?

Aradan 61 yıl geçmişken, bu sefer de AKP Padişahları koruma kanunu çıkarmaya hazırlanıyor… Aslında bu durum Türkiye’deki “modernleşme”, demokratikleşme yolunda katedilen mesafenin ve entellektüel düzeyin de bir göstergesi sayılabilir… O halde bu sefil durumu nasıl anlamak, açıklamak gerekiyor. Ölmüş şahsiyetler için özel kanunlar çıkarmanın mantığı nedir? Aslında bu tür garabetler ve zorlamalar rejimin niteliğini de ortaya koyuyor. Yakın zamanda Kütahya’da yaptığı bir konuşmada, Başbakan R. T. Erdoğan şunları söylüyor: “Bizim görevimiz nedir, bunu çok iyi biliriz. Ecdadımızın at sırtında gittiği her yere biz de gideriz; her yerle biz de ilgileniriz. Ama bunlar, televizyon ekranındaki ecdadımızı zannediyorum o Muhteşem Yüzyıl dizisindeki gibi tanıyor. Bizim öyle bir ecdadımız yok. Biz öyle bir Kanuni, öyle bir Sultan Süleyman tanımadık. Biz öyle bir Kanuni tanımadık, onun ömrünün 30 yılı at sırtında geçti. Sarayda o gördüğünüz dizilerdeki gibi geçmedi. Bunu çok iyi bilmeniz lazım. Bunu çok iyi anlamanız lazım. Ben o dizilerin yönetmenlerini de o televizyonun sahiplerini de milletimin huzurunda kınıyorum. Bu konuda da ilgilileri uyarmamıza rağmen yargının da gerekli kararı vermesini bekliyoruz.” 

 

Başbakan bunları söyler de adamları boş durur mu? Hemen bir kanun teklifi hazırlanmış… Kanun teklifini hazırlayan AKP İstanbul milletvekili OktaySaral: “Bundan sonra Türk aile yapısına uygun, çocuklarımızı rencide etmeyecek, bizim dilimizde zıvanadan çıkarmayacak dizi yapacaklar. Artık bu tarz dizileri bin düşünüp, bir yapacaklar. İnsanlar bize ‘Bu diziler yüzünden çocuklarımız tarihini, atasını tanımıyor’ diyorlardı, artık böyle söyleyemeyecekler!“ diyor.

 

Resmi tarihe dair kısa not

Türkiye’de yaşayan insanların zihni, biri Cumhuriyet dönemine, diğeri de Osmanlı İmparatorluğuna dair üretilmiş iki resmi tarih tarafından zehirlenmiş bulunuyor.  Mâlûm olduğu üzere resmi tarih, egemen sınıfların bilinmesini istediği tarihtir. Resmi tarih iki şey yapar: Bir şanlı geçmiş üretir yani parlatır ve bir de geçmişin kirlerini siler yani temizler. Öyle ki, geçmişte olan her şey mükemmeldir, güzeldir, tertemizdir, soyludur, şanlıdır, gururlandırıcıdır… Orada hoşa gitmeyecek hiç bir şey yoktur. Velhasıl resmi tarih yalana, tahrifata, yok saymaya, adıyla çağırmamaya dayanan ideolojik bir fabrikasyondur. Geriye dönük [retrospective] olarak uydurulmuş bir kurgudur. Eğer amaca uygun bir geçmiş yoksa her zaman için yeniden icat edilir. Zira “geçmiş, öğünülecek fazla bir şey olmayan şimdiki zamana daha şerefli bir arka plan sunar.”.[1] Egemen sınıf, kendi sınıfsal çıkarına uygun bir tarih versiyonu “imal etmeye” giriştiği anda, tarihin tahrifatı da başlıyor… Dolayısıyla öğrenilen, öğretilen, bilinen resmi tarih, bir yalanlar, tahrifatlar, yakıştırmalar manzumesinden başka bir şey değildir.

Neden böyle bir zorlamaya başvuruluyor? Çünkü ‘tarihsel bellek’ önemli bir ideolojik mücadele alanıdır. Eğer bir toplumun bu gününe egemen olmak istiyorsanız, onun dününe egemen olmanız gerekir. Bunun için de tarihi tahrif etmek esastır. Bu, geçmiş dönemin toplumuna bu günün egemenlerinin biçtiği elbiseyi giydirmektir. Netice itibariyle Osmanlı Hanedanı, kendi ihtiyacına uygun bir resmi tarih versiyonu oluşturdu. Daha sonra ‘Cumhuriyet’ yönetimi de aynı şeyi yaptı. Her ikisi de tarihsel belleğin önemli bir ‘ideolojik egemenlik alanı’ olduğunu çok iyi biliyorlardı. Bu durumu bireysel planda da geçerlidir. Avrupa’da yeni yetme burjuvaların, soylu ünvanlarını satın alması, 1980 [12 Eylül] sonrası Türkiye’sinde yeniden kompradorlaşma programının sağladığı ‘imkânlarla’ [devlet ihaleleri, hayali ihracat, devlet teşvikleri, vergi iadeleri, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı, bankerlik adı altında dolandırıcılık, ‘kara para aklama’, kumar, vb.] hızla zenginleşen “işbitiriciler taifesi”, müzayedelerden Osmanlı paşalarının yağlıboya portrelerini satın alıp, görgüsüzce döşenmiş salonlarına asıyorlardı… Böylelikle kendilerine “yeni bir geçmiş” vehmediyorlar, sahip olduklarının sadece maddi zenginlikten ibaret olmadığını dosta-düşmana kanıtlamak istiyorlardı…

Neden Osmanlılar, Türklerin ecdadı, atası değildir?

Bu günün Türk etnisitesinin Osmanlı’ının devamı olduğu tezi ve inancı, imparatorluk mantığından haberdar olmayanların bir kuruntusudur. Her ne kadar Osmanlı dinastisinin [hanedanının] bir Oğuz boyu olan Kayı’dan geldiği kabul ediliyorsa da, imparatorluk söz konusu olduğunda etnik kökenin hiç bir önemi yoktur. Bu yüzden de Beylikten imparatorluğa giden süreçte Kayı’dan geriye pek bir şey kalmadığını söylemek mümkündür. Dolayısıyla, ilk kurucuların etnik kökenine bakarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir Türk imparatorluğu olduğunu söylemek mümkün değildir. İbn-i Haldun, devlet “ancak kabile ve yakınlık bağının yardımıyla kurulur; ama belirli bir eşik aşıldıktan- iyice yerleştikten ve oturduktan sonra, devlet egemenliği için yakınlık bağına gerek kalmaz”[2] diyor. Kaldı ki, Osmanlı kelimesi etnik bir zatiyeti değil, politik ve sosyal içerikle yüklü bir tabirdi ve “devlet hizmetlerinde bulunan ve devlet bütçesinden geçinen hâkim ve müdir sınıf” anlamında kullanılıyordu. Yazının başındaki halk deyişinde de görüldüğü gibi, halk kitleleri de Osmanlıyı “yabancı bir unsur” olarak algılıyor, kendinden saymıyor ve öyle davranıyordu. Netice itibariyle Türk etnisitesi imparatorluğa dahil, onlarca etnik unsurdan, reayadan sadece biriydi. Osmanlı demek hanedan demekti ve hanedan da evlenmeler yoluyla başlangıçtaki etnik kökene bütünüyle yabancılaşmıştı [kaldı ki, bu durum tüm hanedanlıklar için geçerlidir]. O çağlarda bu günkü gibi ırka, kana, milliyete, etnik kökene, soya-sopa gönderme yapan bir anlayış mevcut değildi.

“Osmanlı hanedanı mensupları için önemli olan, padişahın genetik yapısı ve etnik orijini değil, kutsal gücün sahibi ve taşıyıcısı olmasıydı. Durum böyleyken, milliyetçi Türk tarihçilerinin ve bazı politikacıların Osmanlı padişahlarını birer Türk Başbuğu olarak görme çabaları, bu şahsiyetlerin milliyetçiliklerinin bile ne kadar tutarsız, sığ olduğunun bir göstergesidir… Osmanlılar kendileriyle şu veya bu etnik unsur arasında bağ kurma, özdeşleşme gibi kaygılara yabancıydılar. Eğer Osmanlı padişahları, illâ ki, ‘başbuğ’ sayılacaksa, Türklerin değil, kapıkullarının başbuğuydular ve kapıkulları Türk orijinli olmak zorunda değillerdi…”[3] Nitekim, “17. Yüzyılda imparatorluğu yönetmek üzere iktidara getirilen 62 vezir-i âzamdan, sadece 9’u Türk asıllı gözükmektedir.” [4] Aslında bu durum Osmanlı İmparatorluğuna özgü bir şey değildi. Bu tür haraca dayalı hanlıklarda, sultanlıklarda, imparatorluklarda kural, ilk gerçek kuruculara yabancılaşmaktır. Bu yüzden, kuruluş döneminde etkin tüm unsurlar: Savaşçı gaziler [Gaziyan-ı Rûm], Âhî örgütleri, ‘heterodoks’ dinî önderler ve örgütleri birer birer tasfiye edilecek veya örgütleri ‘yeni devletin’ ihtiyaçları doğrultusunda yeniden biçimlendirileceklerdi…

Tarihi yazanlar kadınlar olsaydı…

Osman Gazive oğlu Orhan’dan sonra gelen padişahların ezici çoğunluğunun Türk kökenli olmayan anadan doğduğuna bakılırsa, Osmanlı padişahlarının Türklüğü tartışmalıdır ama velev ki Türk olsalardı da yöneten-yönetilen ilişkisinde ve Türk etnisitesinin durumunda kayda değer bir değişiklik olmazdı. Zira sorun doğrudan devlet, daha doğrusu imparatorluk mantığını angaje eden bir şeydir… Eğer ırka dayalı bir secere zinciri izlenecek olursa, Osmanlı Hanedanı’nı oluşturan unsurların en çok yabancılaştıkları ırkın Türk ırkı veya Türk etnisitesi olduğu sonucuna varılabilir… Bu konuyla ilgili olarak Osmanlı Hanedanının Yapısı adlı eserin yazarı A.D. Alderson, Profesör Lybyer’den şu alıntıyı yapıyor: “Orhan’ın saf Moğol soyundan geldiği, tüm tahta geçen sultan annelerinin Türk kanı taşımadığı ve yine her doğan çocukta annenin rolünün baba ile eşit olduğu iddiası doğru olarak kabul edilirse, Moğol kanı oranının yaklaşık milyonda bir olduğu kolayca hesaplanabilir.” Anderson yukarıdaki alıntıyı yaptıktan sonra şöyle devam ediyor: “Son dört sultan ve son halife, Orhan’ın ondokuzuncu kuşağı –yirminci değil- olduklarından hesap beş yüz binde bir olmalıdır. Her ne kadar Lybyer’in padişah annelerinin, genellikle Türk olmadıkları tezi doğru ise de, önemli ölçüde istisnalar da vardır. I. Mehmedin annesi Devletşah Germiyan oğullarından; II. Murad’ın annesi Emine Dulkadir oğullarından ; II. Beyazıd’ın annesi Gülbahar [muhtemelen Osmanlı]; I. Selim’in annesi Ayşe Dulkadir oğullarından ve I. Süleyman’ın annesi Hafize [muhtemelen Osmanlı idiler]. Bunlar oranı on altı bin de bire düşürür ve her ne kadar güçlü ihtimal değilse de diğer padişahların bir kısmının annelerinin Türk kanı taşıması da muhtemeldir”[5] diyor.  

Tarih, kapıkulu/erkek tarihçiler, vak’a nuvisler, “akademik statünün gardiyanları” tarafından değil de, kadınlar tarafından yazılmış olsaydı, bu gün Osmanlı İmparatorluğuna ve Türkiye Cumhuriyetine dair çok farklı bir bakış ve algı geçerli olurdu. Öylesine köklü bir erkek-egemen, erkek merkezli anlayış yerleşmiş durumda ki, sadece babanın, yani erkeğin belirleyiciliği esas alınıyor. Anne ile babanın eşit etkinliği yok sayılıyor… Erkek egemen tarih versiyonunda kadınlara yer yoktur… Bu yüzden resmi tarihle hesaplaşmak, kadınlara hak ettikleri yeri vermek, haksızlığı gidermek için de büyük önem taşıyor.

Padişahları korumak üzere bir kanun çıkarmaya hazırlanan AKP’nin asıl amacı televizyon dizilerini engellemek değil. Asıl amaç yalana ve tahrifata dayalı resmi tarihin tartışma konusu yapılmasının önüne geçmektir. Zira, sahte efsanelerin çökmesinden korkuyorlar… Aslında asıl hedefte olan, eleştiri özgürlüğü, fikir özgürlüğü, bilimsel üretim özgürlüğüdür… Eleştirel düşünceye tahammülsüzlüğün, bağnazlığın, yasakçılığın bir tezahürüdür… Dolayısıyla sorun, “çocukları televizyon dizilerinin tahribatından kurtarmak” değil, uyduruk resmi tarihi ve resmi ideolojiyi eleştiriden muaf tutmakla ilgilidir… Bu yüzden de neyin söz konusu olduğunu bilmek önemlidir… [6]

—————————————————————————————–

1.         Eric Hobsbawn, Tarih Üzerine, Bilim ve Sanat Yay. 1999. s. 9.

2.         İbn’i Haldun, Mukaddime, s. 360-361.

3.         Niyazi Berkes, 100 Soruda Türkiye İktisat Tarihi II, Gerçek Yay. s.213

4.         İsmet Parmaksızoğlu, Türklerde Devlet Anlayışı, İmparatorluklar Devri [1299-1789], Başbakanlık Basımevi, 1982, s. 92.

5.         A.D. Alderson, Osmanlı Hanedanının Yapısı, İz Yay. 1998, s. 148

6.         Osmanlı İmparatorluğu ve imparatorluk mantığına dair daha fazla bilgi için bkz: Fikret Başkaya, Yediyüz- Bir Devlet Geleneğinin Anatomisi, Özgür Üniversite Kitaplığı, Ankara 4. Baskı…

 

www.ozguruniversite.org

 

 

 

 

 

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

2 Comments

  1. Bir Kitap Bir Özet: Arı Kovanına Çomak Sokmak

    Taşra kökenli tarihçi Ahmet Yaşar Ocak’ın hayatını anlattığı Arı Kovanına Çomak Sokmak adlı kitap raflardaki yerini aldı.

    Haşim Şahin’in tarihçi Ahmet Yaşar Ocak’la yaptığı nehir söyleşi Arı Kovanına Çomak Sokmak adıyla Timaş Yayınları arasından çıktı. “Taşra kökenli bir tarihçinin sıradan meslek hayatı” alt başlığıyla okura sunulan kitapta Ocak, kendisine yöneltilen tüm soruları net bir şekilde yanıtlıyor.

    EZBERLERİ BOZDU

    Yozgat’ın küçük bir kasabasında doğup adını yaptığı çalışmalarla dünyaya tanıtan Ocak, yetiştiği kültür ortamını; hocaları Abdülbaki Gölpınarlı, Ömer Nasuhi Bilmen, Nihat Sami Banarlı, Ali Nihat Tarlan, Mahir İz, Nejat Göyünç, Ercüment Kuran, Claude Cohen ve İrene Mélikoff’u ve üzerinde yıllarca büyük bir titizlikle çalıştığı konuları bu kitapta anlatıyor. Tarih yazıcılığı alanında Türkiye’de ezber bozan isimlerden olan Ocak’ın hayat hikâyesi tarihle ilgilenenlerin hemen her okurun ilgiyle okuyacağı bir çalışma. Biz de bu çalışmadan bazı bölümleri sizler için derledik.

    Yayına hazırlayan: Haşim Şahin
    Türü: Söyleşi
    Sayfa: 526
    Basım: 2014
    Yayınevi: Timaş Yayınları

    SE­ÇİL­MİŞ BÖ­LÜM­LER…

    Pusula hep Batı’yı gösteriyor

    Eğer bir şey yazılmışsa, ancak ondan sonra biz de o çalışmaya lütfen bir değer atfediyoruz. Yazılmamışsa o çalışmayı ya görmezden geliyoruz yahut saldırgan bir üslupla yerin dibine batırmaya çalışıyoruz.

    Kısacası pusulamız hiç şaşmamacasına hep Batı’yı gösteriyor. Hep almaya hazır ama bizzat ortaya koymaktan kaçınan böyle bir tarihçiliğin, böyle bir tarih yazıcılığının rüşdünü ispat etmesi çok zordur. Hele gençlerimizde bu hastalık oldukça fazla görünüyor. Onlar tezlerine Batı’daki teorik tarih yaklaşımlarının gölgesinde, Anglosakson tarzı çalışmaları taklit etmeye bayılıyorlar. Türk tarihçiliğinin bu psikolojiden acilen kurtulması gerektiğini düşünüyorum. (s. 207)

    “Neden zor olanı seçtim?”

    Benim böyle zor bir alanda çalışmayı seçmemin en önemli sebebi, İslamiyet’i kabul ettikleri tarihten itibaren Türklerin İslam algısının tarihî macerasını takip edebilmektir. Bu büyük ve çok önemli problematik, her vesileyle hep tekrar edegeldiğim gibi, Türk tarihçiliğinin en zayıf alanlarından biridir. Benim amacım, İslamiyet’in devlet politikasına, toplum-devlet ilişkilerine, toplumsal ve kültürel hayata nasıl yansıdığını, toplumu nasıl dönüştürdüğünü anlayabilmektir. Bunun için ulemânın, medresenin İslam anlayışı, tasavvuf erbabının, tasavvuf çevrelerinin İslam algı ve pratiği, halk üzerindeki etkileri, saydığım bu iki çevrenin halk tarafından nasıl algılandığı gibi konular iyi bilinmelidir ve bunlar zikrettiğim bu büyük problematiğin birer parçasıdır. (s. 253)

    Dersimi protesto edip çıktılar

    Özellikle 1970’li yılların üniversiteleri kâbus gibi saran o koyu ideolojik kavga ortamında dersleri ilginç bulanlar olduğu gibi bazen de ben sınıfa girince sınıfı terk edenler, dersi bırakıp hiçbir şey söylemeden çıkanlar yahut derste anlattıklarımı kendi bildiklerine aykırı bulup kabul edemeyen, itirazlarda bulunanlar da oluyordu. Mesela Klasik Osmanlı Tarihi dersinde, Osmanlı Beyliği’nin kuruluşunu anlatırken, meşhur göbekten çıkan ağaç menkabesinin Tevrat’ta dayanan, imparatorlukların kökenini kutsamak için kullanılan bir motif olduğunu söyleyince, muhafazakâr öğrenciler, “Ne münasebet hocam, böyle şey mi olur?” diye tepki vermişlerdi. Şimdi kahkahayla gülerek anlatıyorlar bunu. Klasik İslam Tarihi dersini anlatırken, o yıllardaki sol akımlara veya mutaassıp İslamcı kesimlere mensup bazı öğrenciler dersimi protesto ederek çıkmışlardır. (s. 235)

    Tarihiyle yüzleşmekten korkan akademisyenler

    Bizim ülkemizde problemlerin üstüne giden, özellikle de kültür, düşünce ve inanç tarihindeki problemleri anlamaya çalışan bir tarihçilik, pek tutulan, tasvip edilen bir tarihçilik değildir. Bu genel çizgileri itibarıyla hem Kemalist, hem muhafazakâr kesim için böyledir. Son zamanlarda sık duyduğumuz “tarihle yüzleşmek” adına yalan yanlış bilgileri gerçekmiş gibi ortalığa döken basit ve ideolojik yaklaşımlar bir tarafa, gerçek anlamda tarihiyle yüzleşmekten pek hoşlanmayan, oradaki bazı karanlık noktaları aydınlığa çıkarmaktan ve onları çıkaranlardan pek hoşlanmayan bir muhafazakâr akademyamız var. (s. 242)

    Resmî tarihin bakış açısı

    Cumhuriyet döneminde yayımlanan –bazı gerçekleri de ister istemez saklayarak veya tahrif ederek anlatan- bazı hatıratları saymazsak Türkiye, Millî Mücadele tarihini sadece Nutuk’tan ve onu temel alan araştırmalardan öğreniyor yıllardır. Halkın gözünden bir Millî Mücadele tarihi Türkiye’de henüz yazılmadı ve yazılması da bundan sonra imkânsıza yakın gibi geliyor bana. Çünkü bu dönem halkın tarihi ancak sözlü tarih yöntemiyle yazılabilirdi, onun da kaynakları artık yok. Gelecek nesillerin Millî Mücadele ve erken dönem Cumhuriyet tarihini resmî tarihin bakış açısıyla öğrenmekten başka imkânı kalmamıştır. Bu korkunç bir şeydir. (s. 47)

    Temel sorun kalite meselesi

    Türkiye’de hemen her alanda olduğu gibi, akademik camianın da temel problemi kalite meselesi bence. Üniversite sayısının inanılmaz derecede artması, öğretim elemanı sıkıntısını doğurunca, kalite konusu da sizlere ömür oldu ne yazık ki. Görünürde yüksek öğretimde bir gelişme gibi algılansa da, esasında Türkiye’nin uluslararası platformda giderek fazla ciddiye alınmamasına yol açıyor izlenimine sahibim. (s. 264)

    Hegemonyanın dışına çıkarsanız dışlanırsınız

    Türkiye’de tarih eğitimi alan -bazı ölü sima ve konular hariç- geneli itibarıyla resmî tarihin hâkimiyeti altındadır. Çok uzaklara gitmeye gerek yok, yakın tarihte yaşadığımız Ermeni meselesine, Kürt meselesine, Alevîlik meselesine bakışımız, hâlâ bu resmî tarihin hegemonyasındadır ve bunun dışına çıkmak kolay değildir; çıkmak isteyenler bir sürü ithama ve dışlanmaya maruz kalır. (s. 279)

    Gerçek anlamda millet olamadık

    Hangi alan olursa olsun, İslam tarihi, Osmanlı tarihi, Millî Mücadele ve Cumhuriyet tarihi ve Atatürk, kutsallıktan, eleştirilemezlikten, bir tür iman konusu olmaktan, bir tür antropomorfizmden çıkarılmalıdır. İşte ancak o zaman bizim toplumumuz sözünü ettiğim kültür ve tarih yarılmasından kurtulup gerçekten bir millet olma aşamasına gelebilir. Biz henüz gerçek anlamda bir millet olabilmiş değiliz. (s. 281)

    ERDAL DOĞAN- BUGÜN GAZETESİ

  2. Bilimsel tarihçilik
    Ahmet Yaşar Ocak yeni kitabında Anadolu’da payen inançlarla Hıristiyan ve İslam inançları arasındaki geçişkenliği gözler önüne seriyor.
    TAHA AKYOL

    Ahmet Yaşar Ocak’ın “Ortaçağlar Anadolu’sunda İslam’ın Ayak İzleri” adlı akademik eserinin ilk cildi yayımlandı. Bu cilt, Selçuklular dönemini kapsıyor. İkinci cilt ise Osmanlılar dönemiyle ilgili olacak.
    Bu eserinde Ocak, Anadolu’daki kadim inançlarla İslamiyet arasındaki etkileşimi anlatarak, Anadolu’da payen inançlarla Hıristiyan ve İslam inançları arasındaki geçişkenliği, dolayısıyla bizim tarihimizin hayranlık verici renkliliğini gözler önüne seriyor ve bu alandaki ‘modern’ ideolojik tarihçilik kalıplarını yıkıyor.

    Prof. Ocak’ın bütün eserleri, hem birincil kaynaklara ve ilmi literatüre dayalı içeriğiyle, hem ‘sosyal tarih’ metoduyla Türk tarihçiliğinin en değerli verimleri arasında yer almaktadır.

    Tarihin saptırılması
    Köprülü, Gölpınarlı ve Osman Turan gibi üstad tarihçileri şükranla zikreden Ocak, onların da “kendi konjonktürel şartlarının etkisi altında yazdıklarını” belirterek günümüzdeki tabloyu şöyle resmediyor:
    “Türk toplumu siyasetçisiyle, medyasıyla, eğitim sektörüyle, halkıyla reddedici ve muhafazakâr olmak üzere iki kesime ayrılmıştır. Bu Türk tarihçiliğinde Türk-merkezci, Batı-merkezci, İslam-merkezci vesaire gibi birtakım ideolojik eğilimler yansıtan bir tarih anlayışı doğurmuştur. Bu anlayışın çok tabii bir neticesi olarak tarih, ya bir sövgü veya kutsal bir iman alanı haline dönüştürülmüş, yapılan araştırmalar genellikle ya en çirkinin veya en kötünün yahut en ideal, en iyi ve en güzelin tarihini yansıtır olmuştur.”
    Kemalist, Marksist, Türk-İslam sentezcisi, muhafazakâr-ilahiyatçı tarihçileri ve Alevi ideologların tarih yazımını eleştiren Ocak’a göre, bu ‘saptırılmış tarih şuuru’ tarihimizin çok-renkli vasfını unutturmuş, “hızla geriye doğru giderek kendi içindeki etnik, kültürel ve dini farklılıkları dışlama” yönüne gitmiştir. Türkiye’nin “tekrar birlikte yaşama şuuruna ermesi, değişik kesimleriyle, birbiriyle uzlaşmış bir toplum olarak geleceğe yönelmesi” için “gerçek bir bilimsel tarih perspektifine” yönelmek gerekmektedir.
    Ocak, belgelerin pek az olduğu muğlak ve sisli Anadolu Selçuklu tarihini idealize etmiyor, kötülemiyor; ortaya çıkarmak için bazı kavramları anahtar olarak kullanıyor: Göçebe, köylü, şehirli, heterodoks, payen, Şaman, halk Hıristiyanlığı, halk İslamı, yüksek İslam, medrese, cami, tekke ve zaviye, manastır gibi…
    Bu kavramlar, Türk İslamının nasıl zengin kaynaklardan beslenerek oluştuğunu ortaya koyuyor. Orta Asya’dan gelirken Türkler bu kavramların altındaki zengin kültürlerle tanışmışlardı. Anadolu’daki yerli Hıristiyanlara hoşgörülü davranmalarında bunun büyük rolü vardır. Böylece iki kültür arasında ‘yumuşak ve verimli bir ilişki ortamı’ oluşmuş, iki dinin âlim ve mistikleri arasında iletişim yaşanmıştır. Bin yıl birlikte yaşamanın sırrı buydu.

    Geriye mi gittik?
    Mevlana’yı da etkileyen Endülüslü büyük mutasavvıf Muhyiddin Arabi’nin farklı inançlara teolojik planda nasıl hoşgörülü baktığı malumdur. Fakat Endülüs’te Hıristiyan İspanyolların ‘Reconquista’ zulmünü gören Arabi, Hırıstiyan tebaaya hoşgörülü davranan Selçuklu sultanlarını eleştirmiştir!
    Mevlana ise, Hıristiyan bir tüccarı aşağılayan bir Müslümanı “Git özür dile ve duasını al!” diye uyarıyordu. Ocak’ın gösterdiği gibi, Mevlana Sünni bir mutasavvıftı.
    İşte Mevlana, Yunus, Hacı Bektaş ve Ocak’ta okuduğumuz çok sayıdaki mutasavvıf, sufi ve mütefekkir, yine Ocak’ın deyişiyle, “böyle bir zeminin insanları”ydı.
    Tarihimizin Jakoben dönemlerini hatırlayalım; Ocak ‘geriye gittiğimizi’ söylerken haksız mı? Onun için, Ocak’ı okumamak bir eksikliktir; bilgi eksikliği olduğu gibi, daha vahimi, metot ve anlayış eksikliğidir.

    http://www.milliyet.com.tr/bilimsel-tarihcilik-kitap-1389457/

Comments are closed.