Suudi Arabistan, anayasası bile olmayan bir mutlak monarşidir ki, dünyada nesli tükenmekte olan dört mutlak monarşiden biridir. Diğer üçü: Brunei, Oman Sultanlığı ve Swaziland’dır. Velhasıl Orta-Çağ kalıntısı bir devlettir. Göstermelik de olsa bir parlamentosu bile yoktur. Suudi Arabistan bir ulus adı değil bir aile adıdır. Suud Ailesine ait olan anlamındadır. Ona o adı takan da, Kral Abdül-Aziz İbn-i Suud’dur… Velhasıl, “bundan sonra buranın adı böyle olacak” demiştir ve olmuştur… Aslında “Hasan’ın yeri” demek gibi bir şey… Özgürlük, sosyal eşitlik, laiklik, demokrasi, sekülarizm, sosyalizm, komünizm gibi kelimeler Suudlar ülkesinin sınırlarına bile yaklaşamaz. Aksi halde karanlıkçı-bağnaz krallığın”büyüsü bozulur”, varlık nedeni ortadan kalkardı…
Bu dünyada Suudi Arabistan, kadınlara zulmetme konusunda açık ara birincidir. Suudi Krallığında sadece çağdaş kavramların değil, kadınların da esamesi okunmaz. Orada kadının adı yoktur… Kadına yönelik ayrımcılık kurumsaldır ve kadınlar kendilerini koruma araçlarından mahrumdurl. Mesela bir kadın tek başına hastaneye kabul edilmez, kocasından habersiz bir yere gidemez, araba kullanması yasaktır. Bir yere ancak bir erkek eşliğinde gidebilir ki, o erkek ya kocası, ya babası, ya da erkek kardeşi olabilir… 2002 yılında Mekke’deki bir yatılı kız okulunda yangın çıkmıştı. İtfaiyeyle aynı anda yangın mahalline gelen krallığın din polisi Mutava, sabahın o saatinde kızların giyiminin “uygun olmadığı”, ve onlara eşlik edecek erkek de olmadığı gerekçesiyle kızların tahliyesine izin vermemiş, 15 kız öğrenci yanarak can vermiş, 50 kadarı da yaralanmıştı… Batı medyası bu utanç verici durumu, bu insanlık suçunu sorun etmedi… Neden mi? ABD’nin “ulusal çıkarının” ve bir bütün olarak emperyalizmin ‘yüksek menfaatlerinin’ bir gereği olarak…
Bir İslam Tarikatı olan Vahâbilik, XVII yüzyılın ortalarında Arap Yarımadasının merkezinde ortaya çıktı. Kurucusu Muhammed İbn-i Abdülvahap’dı. Kutsallık atfedilen Kitâb el Tewhit‘in yazarıydı. XX, yüzyılın son on yıllarında sahneye çıkan “Politik İslam’ın” kurucu babası sayılan İbn-i Taymmiya’nın da ateşli bir çırağı ve sürdürücüsüydü. İslam’ın sapkın, bağnaz, kaba bir yorumu olan Vahâbi tarikatı ve hareketi, İngilizler tarafından da desteklenmişti. İngilizler o dönemde Osmanlı İmparatorluğunun bölgede ilerlemesini ve yayılmasını engellemek amacıyla Vahabi hareketini desteklemişlerdi. Bidayetten itibaren dinci gericiliğin arkasında İngilizlervardı. İngiliz Oryantalistleri de Suudi-Selefi bir İslamî hareketin peydahlanmasında önemli bir işlev görmüşlerdi. Aslında bu din fanatiklerinin iki amacı var: 1. Dünyayı İslamlaştırmak, dar-ül harp dedikleri dünyanın geri kalanını dar-ül İslam yapmak. Bu niteliği itibariyle Vahabillik enternasyonalist bir akım ve politik bir harekettir; 2. Halen Müslüman olan ülkeleri de ‘yeniden İslamlaştırmak’! Zira mevcut İslam versiyonu muteber sayılmıyor… Şimdilerde ‘Cihatcı’ denilen tüm hareketler ve örgütler Vahabilikten besleniyor, ideolojik geri planı şu veya bu ölçüde Vahabiliğe dayanıyor.
Suudi Krallığı, I. Dünya Savaşı sonrasında, 1932 yılında İngiliz parası ve silahıyla kuruldu. İngilizler Vahabiliği, Orta-Doğu’da ve Batı sömürgesi olan diğer İslam ülkelerinde yükselen uluscu, seküler, ilerici, sosyalizan, sosyal eşitlik ve demokrasi talebiyle sahneye çıkan anti- kolonyalist ve anti-emperyalist hareketleri püskürtmek amacıyla desteklemişlerdi. Suudi hamiliği II. Dünya Savaşı sonrasında dönemin tartışmasız hegemonik gücü olan ABD tarafından devralınacaktı… Nitekim, 14 Şubat 1945 de Süveyş Kanalında demirlemiş ABD Savaş gemisi USS Quincyde, Başkan Franklin Roosevelt’le, İbn-i Suud adıyla maruf Kral Abdülaziz ibn-i Suud arasında bir “stratejik ittifak” imzalandı. Anlaşmaya göre petrolün yönetimi Amerikalılara bırakılacak, karşılığında da ABD Suudi Krallığının askeri korumasını, hamiliğini üstlenecekti. O anlaşma bugün de geçerli olmaya devam ediyor. O kadar ki, 11 Eylül 2001 faciasına rağmen! Amerikalılar, yükselen Arap milliyetçiliğini, özellikle de Cemal Abdül Nasır’ın cumhuriyetci, pan-Arap, anti-emperyalist, anti -kolonyalist çıkışını etkisizleştirmek amacıyla Vahabi gericiliğini ve selefiliği desteklediler. Nitekim Mısır Lideri Cemal Abdül Nasır: “Arapların Kudüs’ten önce Riyad’ı kurtarması gerekiyor” diyordu… Ve maalesef ilerici-seküler hareketleri ve rejimleri etkisizleştirmeyi başardılar…
Suudiler, ilerici, seküler, anti-kolonyalist, anti-emperyalist bir Arap Birliğinin oluşması ihtimalinden son derecede rahatsızdılar. Nitekim Mayıs 1962’de Kral Faysal Mekke’de bir İslam Zirvesi gerçekleştirdi. Dünyada Suudi etkisini artırmak ve Sünni -Selefi fanatizmini yaymak üzere bir irşad hareki başlattılar… Aynı yılın sonunda da Dünya İslam Birliği teşkilatını kurdular. [ El Rabıta el İslam el Alemî]. Daha sonra da onu tamamlayan “İslam Konferansı Örgütü” kuruldu. 1972 ‘de de Cidde’de Dünya Müslüman Gençlik Meclisi [ World Assembly of MuslimYouth, (WAMY) ] kuruldu. Amaç dünya gençliğine kendilerinin temsil ettiği “gerçek İslamı” öğretmekti! 1973’de İslam Konferansı Örgütü üyesi olan 7 ülke tarafından İslam Kalkınma Bankası kuruldu. Onu, “faizsiz bankacılık” da denilen finans kurumları izledi…
Özellikle petrol fiyatlarında peş peşe büyük artışların olduğu 1973 sonrasında, Suudi Krallığının eli iyice güçlenmişti. Artık yüz milyarca petro-doları dünyada Vahabiliği yaymak için harcayabilirlerdi. Sadece Avrupa’da Cami yapımını finanse etmek için 45 milyar dolar harcamışlardı. Dünyanın başka ülkelerinde 1500 cami inşa edilmiş ve 2000 kadar da İslam Merkezi kurulmuştu. Ülkelere nüfuz etmenin araçları, hayır kurumları, Kuran okulları ve/veya Kuran Kursları, kültür merkezleri, vb. idi. Aslında “hayır etkinliği” başlı başına bir amaç, masum bir şey değil, politik amaçlara ve hedeflere ulaşmanın bir aracıydı. Ne demek istediğimi görmek için Türkiye’de dinci çevrelerin hayır adı altında neler çevirdiklerini hatırlamak yeter… Orada hayır işleri politik İslam’ın, ülkelere ve kitlelere nüfuz etmenin, kitleleri aldatmanın, dinci gericiliği yaymanın, iktidarı ele geçirmenin etkin bir aracı olarak görülüyordu… Petro-dolarlar dünyanın her yerinde çaresiz yoksulları, politikacıları, bürokratları, generalleri, din “alimlerini”, gazetecileri, akademisyenleri, yayıncılık dünyasını, vb. satın almak, on binlerce cihatçı militan savaşçıyı eğitip, besleyip, silahlandırıp ülkeleri istikrarsızlaştırmak, rejimleri çökertmek, Vahabiliği yerleştirmek üzere her tarafa saçılıyordu. Geride kalan yaklaşık 30-40 yılda İslami yayınların bu ölçüde büyümesi cömertçe harcanan Suudi petro-dolarları sayesinde mümkün olmuştu… Suudi Arabistan, Vahabiliğin beşiğidir ve 40 yıldır ‘radikal İslam’ ihraç ederek dünyayı istikrarsızlaştırmaya devam ediyor. Ve bütün bunları da ‘uygar Batı’nın’ (emperyalizmin densin) açık desteğiyle yapıyor…
ABD’nin, Sovyetler Birliğini Kuşatma (containment), Suudilerin ilerici hareketleri ve rejimleri çökertme ve Vahabiliği yayma hedefiyle, Türkiye mülk sahibi sınıflarının solun ve demokratik hareketin önünü kesme ve iktidarını koruma amacı çakışmıştı. Aslında ABD’nin komünizm düşmanlığı, onun Üçüncü Dünya Ülkeleri düşmanlığından bağımsız değildi. Eğer yeni bağımsızlığa kavuşmuş ülkeler kendi ayakları üstünde durmayı başarır, sahip oldukları kaynakları kendi refahları için kullanırlarsa, bu emperyalizmin ‘suyunun kesilmesi’ demeye gelirdi. Sermayenin değerlenme alanı dışına çıkmak anlamına gelirdi… Bu yüzden her türlü yolu (darbe, komplo, provokasyon, işgal, savaş, vb.) deneyerek, ilerici, sola açık Üçüncü Dünya Rejimleri çökertildi ve söz konusu ülkeler yeniden kompradorlaştırıldılar. Başka türlü söylersek, kolonyalizm yeni giysisiyle yeniden arz-ı endam etti… Ve bu süreçte şu veya bu ölçüde dinci gericiliğin de hep bir dahli vardı…
Türkiye’deki İslamcı Hareket, esas itibariyle Vahabi -Selefi etkisi altında peydahlandı. İdeolojik geri planında da Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin) üyesi de olan Seyyid Kutub, Pakistanlı El Mavdudi , bir de XIV’üncü yüzyılda yaşamış bir hukukçu olan İbn-i Taymiyya vardı. İlk ikisi Avrupa Modernitesi ve Aydınlanması tarafından “lekelenmemiş” saf İslamı temsil ettiklerini ileri sürüyorlardı… Bilindiği gibi Selefilik, yedinci yüzyıldaki İslamî toplumsal yaşam biçimini ihya itmeyi amaçlıyor. Çözümü 1400 yıl kadar geride arıyorlar. Tabii o amaçla da “geçmiş” yüceltiliyor. Oysa bugüne ait sorunları düne ait yöntem ve araçlarla çözmek mümkün değildir. Bu, bir şeyi olmadığı yerde aramaktır! Kırk yaşındaki adama sekiz yaşındaki çocuğun ceketini giydiremezsiniz. Kaldı ki, geçmişi ihya etmeye çalışmak beyhude bir çabadır ve üstelik arzulanır bir şey de olmamalıdır. Elbette bunu söylemek geride kalan her şey kötüydü demek değildir. Eğer iyi şeyler varsa, ki, mutlaka vardır onları çözüme dahil edersiniz ama geçmişi aynı tarzda ihya etme çabasının bir karşılığı olmaz. Bu yüzden de “Politik İslam’ın” bir toplum projesi yok…
Erdoğan ve AKP iktidarı Türkiye’yi Suudileştirmeye yeminli görünüyorlar. Laik-seküler olan her şeye savaş açmış durumdalar. Türkiye’yi bir İmamistan yapmak istiyorlar. Eğer bunu başarabilirlerse, ilelebet iktidar olmayı hayal ediyorlar… Aynı karanlıkçı Suudi Arabistan’daki gibi… “Aç tavuk kendini darı ambarında görürmüş” denmiştir… Fakat onların Suudi muhabbeti sadece ideolojik ortak paydaya dayanmıyor. Suudi parası da aşklarını büyütüyor… Lakin gözden kaçırdıkları bir şey var: Bu ülkenin ilericileri, cumhuriyetçileri, sosyalistleri, komünistleri, anarşistleri, demokratları, laikleri, ateistleri, çevrecileri, dinin bir zenginleşme aracı haline getirilmesini içine sindiremeyen Müslümanları, dini kullanarak, ülkenin varını yoğunu yağmalayan/yağmalatan bu Suudi severlere pabuç bırakmaya niyetli değiller… Günü geldiğinde lâyık oldukları yere yollanacaklardır… Fakat bu karanlıkçı din tacirlerinden kurtulmak yetmez. Artık farklı-yeni bir rotaya girme zamanı geldi. Zira burjuva uygarlığının iflası tescillenmiş bulunuyor…
“Fakat bu karanlıkçı din tacirlerinden kurtulmak yetmez. Artık farklı-yeni bir rotaya girme zamanı geldi. Zira burjuva uygarlığının iflası tescillenmiş bulunuyor…”
*
Burada bir “burjuva uygarlığı” oldu mu hiç? Aydınlanma, sekülarite, din ve vicdan özgürlüğü yaşandı mı? “Yarı-burjuva-yarı esnaf” uygarlık! “Esnaf tarafın”, diğer yarıyı yönettiği, kullandığı, içini boşalttığı bir süreç…
*
Ekonomide burjuva, kültürde sünni esnaf!
*
Sosyalist devrim şu anda teorik olarak bile mevcut değil!
*
1)O zaman önümüzdeki 20-30 yıl için
ekonomide Yarı-devletçi; yarı-üniversiter modeller… Sosyal Adalet ilkeleri içinde
2)ve Seküler, aydınlanmacı, din ve vicdan özgürlüğü içinde; devletin dinsel kurumlarının lağvı; tümüyle bilimsel eğitim…
3)Siyasal yönetim olarak özerk vilayetler sistemi; kendine yeten ekonomik bütün olarak “yarışmacı”, özerk il sistemleri.. Yerel Meclis..Vali, B. Başkan ve Savcı’ların seçilmesi.. vs…
—————–
Buna benzer “BÜTÜN” bir proje içinde ortaya çıkılması gerekiyor; toplumsal mühendislik değil; temel ilkelerin ortaya konduğu…
Kısa vadede olmayacak Sosyalizm lafları; bir anda kapitalizmden vazgeçilemeyeceği, uluslararası sistemden kolayca kopulamayacağı .. “Sol” “ideallerinin” süreçlerini ortaya koyamıyor… İnandırıcı da olamıyor…
“Burjuva uygarlığı” demişken, bu uygarlığa (yani “muasır medeniyet seviyesi”ne) geçmeyi hedefleyen “Atatürkçü Düşünce”nin temsilcilerinden, “irtica”ya karşı “laik cumhuriyet”in savunucusu (aynı zamanda Ergenekon tutuklamalarının “mağdurlarından”) İlker Başbuğ’un son açıklamalarını da okuyalım:
İlker Başbuğ: En büyük hayalim, Türkiye ile Azerbaycan’ın tek devlet olmasıydı
Genelkurmay eski Başkanlarından emekli Orgeneral İlker Başbuğ, Türkiye- Rusya arasında savaş çıkma olasılığının bir çılgınlık yapılmaması halinde ’sıfır’ olduğuna işaret etti, Türkiye ile Azerbaycan’ın tek devlet olmasını gönlünden geçen en büyük hayal olduğunu bildirdi. Terörün bitirilmesi için topyekun gücün ortaya koyulması gerektiğine dikkati çeken Başbuğ, “Terör milli sorunumuzdur. İç siyasete malzeme olmamalı. Üç oy mu önemli, üç evlat mı? Ne zaman Diyarbakır’da 3 milyon, İstanbul’da 10 milyon kişiyi toplar PKK’yı, terörü lanetlerse, bela asgari seviyeye iner” dedi.
Genelkurmay eski Başkanlarından emekli Orgeneral İlker Başbuğ, Atatürk Üniversitesi’nde, Atatürkçü Düşünce Derneği tarafından düzenlenen ’Milli siyaset, Orta Doğu ve Türkiye’ konulu konferansa katıldı. İlker Başbuğ’u dinlemek için özellikle gençler konferensa yoğun ilgi gösterdi.
Nene Hatun Kültür Merkezine 10’uncu yıl Marşı ve alkışlar arasında giren 26’ncı Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, Atatürk ile Erzurum’un özdeşleşen iki isim olduğunu bildirdi. Yer bulamayan üniversitelerin yollara ve merdivenlere oturduğu konferansta Başbuğ, Erzurum Kongresinde, vatanın bir bütün olduğu, manda ve himaye kabul edilemeyeceği kararlarının önemini anlattı. Aslında 23 Temmuz 1919’da alınan Erzurum Kongresi kararlarının bugüne de ışık tuttuğunu vurgulayan İlker Başbuğ, Mustafa Kemal’den söz ederken şunları söyledi:
“Atatürk için hayat mücadele etmektir. Karamsarlığa ve umutsuzluğa yer yoktur. 19 Mayıs’ta Samsun’a çıktığı dönemin şartları ile bugünkü şartlar aynı mı? Milli siyaseti, Atatürk Nutuk’ta anlatır. Milli siyaset, milli sınırlar içinde güvenliği, huzuru, refahı sağlamaktır. Ulus devlet, bu topraklar üzerinde yaşayanların çimentosudur. Milli siyaset için milli menfaatler önemlidir. Milli siyaset, milli güce dayanır. Dış siyasette başarılı olmamız için, içerde sorun olmaması gerekir. Niyetim tarih dersi vermek değil. Tarih, tarihten ders çıkaramayanlar için acımasızdır.”
ÜÇ OY MU ÖNEMLİ, ÜÇ EVLAT MI?
Terörün bitirilmesi için topyekun gücün ortaya koyulması gerektiğine dikkati çeken Başbuğ, “Terör milli sorunumuzdur. İç siyasete malzeme olmamalı. Üç oy mu önemli, üç evlat mı? Onların hesabı, planı halkı ayaklandırmaktı. Acılı günlerdeki tek tesellimiz, vatandaşların terör örgütünün yanında olmaması. O insanlar acıyı yüreklerinde hissediyorlar. Ne zaman Diyarbakır’da 3 milyon, İstanbul’da 10 milyon kişiyi toplar, PKK’yı, terörü lanetlerse, bela asgari seviyeye iner. Peki, Cizre’den bir aileyi, çocuklarını getirip bir yıl misafir eden oldu mu? Özeleştiri yapmalıyız. Toplumun büyük bir bölümü bu konuda sınıfta kaldı” diye konuştu.
Güneydoğu’da özel hareket birliklerinin askerin emrinde, askerle birlikte omuz omuza mücadele verdiklerini söyleyen İlker Başbuğ, ülkede 1984’ten beri terörle mücadeleyi 5442 sayılı il idaresi kanuna göre yapıldığını hatırlattı. Başbuğ, “Terörle mücadelenin dayandığı il idaresi yasası çok yetersizdir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin terörle mücadelenin dayandığı yasal zemini, bir yasa ile yasalaştırmasının zamanı geldi geçiyor” dedi.
BAŞBUĞ’UN EN BÜYÜK HAYALİ
Konuşmasında hep gerçekçilikten söz eden İlker Başbuğ, bu arada gönlünden geçen bir hayali olduğunu belirtti ve bu konuda, “Benim en büyük hayalim, Türkiye ile Azerbaycan’ın tek devlet olmasıydı. Zaten denilmiyor mu, tek millet, iki devlet. Tercüman olmadan birbirimizle konuşuyoruz. Ama mümkün değil, yaptırmazlar. Keşke şartlar uygun olsaydı” diye konuştu.
“Askerin siyasete karışmama gibi bir lüksü var mı?” sorusuna İlker Başbuğ “Silahlı kuvvetler, gerekli görülen durumlarda düşüncelerini kamuoyu ile paylaşması lazım. Bu komplo olayları ile ilgili ne yapıldı, ne yapılmak istendi derseniz, silahlı kuvvetlerinin sesi kesilmek istendi. Oldu mu, gerçekleşti mi, Evet oldu. Amaç oydu zaten, silahlı kuvvetlerin sesini kesmekti”dedi.
’AHLAK BİTMİŞSE O ÜLKE BATAR’
İttihat Terakkicilerin vatansever olduklarını söyleyen İlker Başbuğ, İttihat Terakki Cemiyeti’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıldığını gördüğünü, ana neden olarak da ülkedeki ahlaki çöküntüyü gösterdiklerini bildirdi. Başbuğ, “Bir ülkede ahlak çökmüşse o ülke batar. Ahlak deyince, bazıları sadece cinsel boyutu ile ahlakı anlıyor. Ahlak deyince o değildir. Bu Karaman’da olan olayı kim tasvip eder, rezillik, yakışmıyor. Ama ahlak deyince, sadece lütfen o ahlak konusunu o boyutta görmeyin. Ahlak deyince ticarette, siyasette, hukukta, her şeyde ahlak vardır” diye konuştu.
BÖLGESEL GÜÇ OLMAYA İZİN VERMEZLER İDDİASI
Türkiye’nin bölgesel güç olmasına büyük güçlerin izin vermeyeceğini, bu nedenle ’hayalci’ olmamak gerektiğini kaydeden İlker Başbuğ, bölgesel güç olmak için güçlü ekonomi, güçlü siyaset ve güçlü ordunun gerekli olduğunu bildirdi. Mülteci sorununun çok önemli olduğunu aktaran İlker Başbuğ, bu konuda şöyle konuştu:
“Eğer Suriye merkezi hükümeti ile diplomatik ilişkilerimiz normal düzende olsaydı, mültecileri belki Suriye’nin kuzeyinde beraber oluşturabileceğimiz bazı kamplarda barındırma olanağına da sahip olabilirdik. Suriye hükümeti ile de beraber işbirliği yaparak bir güvenli bölge oluşturabilirdi. Böylece o güvenli bölgede hem mültecileri barındırabilecek olanaklar yaratılırdı, hem de Suriye’nin kuzeyinde koridorun oluşmasını da doğal olarak engelleyebilirdi. Bugünkü durumdan daha iyi bir noktada olabilirdik diye düşünüyorum. Ama hala bu konuları düzeltme şansı var. Ümit ederim bu düzeltme fırsatı kullanılır.”
RUS PİLOTU VURANIN MAHKEME ÇIKARILMASINI ÖNERDİ
Esad’ın savunulacak yanı olmadığını, Suriye konusunda İran ve Rusya ile birlikte hareket etmenin yararlı olacağına değinen Başbuğ, bu konuda ABD ile de beraber olmak zorunluluğu bulunduğunu anlattı. Türkiye-Rusya arasındaki sorunun daha fazla tırmanmayacağını, savaş olasılığının bir çılgınlık yapılmaması halinde ’sıfır’ olduğunu ifade eden İlker Başbuğ, ilişkilerin kısa zamanda normale dönebileceğini ümit ettiğini bildirdi. Türkiye’nin düşürdüğü Rus savaş uçağından paraşütle atlayan pilotu öldürdüğü iddia edilen Alparslan Çelik’in gözaltına alınmasıyla ilgili Başbuğ, “Ben olsam onu mahkemeye de çıkarırım. Çünkü yaptığı iş esasında uluslararası hukuk açısından da suçtur. Yani Cenevre sözleşmesine de aykırı hareket etmiştir. Mahkemeye çıkarırsanız, belki bu Rusya-Türkiye ilişkilerini daha kısa zamanda düzelmesine olanak sağlayabilir” diye konuştu.
’MİLLET ÜZÜLÜYOR AMA TEPKİ VERMİYOR’
Bir katılımcının, “Türkiye’de ilk defa bir ülkenin Genelkurmay Başkanı hapse atıldı, bu konuda ne düşünüyorsunuz?” şeklindeki sorusunu İlker Başbuğ şöyle yanıtladı:
“Bu konuda benim düşündüğüm önemli değil, sizin düşündüğünüz önemli. Bana dediler ki; biz Beşiktaş’ta ifade vermeye gittiğimiz zaman 2012 Ocak ayı yanılmıyorsam. Evet Türkiye’de ilk defa bir Genelkurmay Başkanı suçlandı ve ifade vermeye çağırıldı. Yazar arkadaşım dedi ve bunu yazdı: O gün Beşiktaş’ta yüz bin kişi toplansaydı ne olurdu? Bunu siz kendinize sorun. Kaç kişi vardı? 100-150 kişi vardı. Benim için bu sürpriz miydi, hayır değildi. Çünkü tarihi bilmeniz lazım. Tarihi bilirseniz sürprizlerle karşılaşmazsanız. Bakın Namık Kemal, tevkif oluyor. Sultan Ahmet tarafındaki cezaevinde, ’Vatan ya da Silistre’yi yazmış .Türk milletinin gözünde en tepe noktalarda hep. Arkadaşlarına diyor ki; Abdulhamit dönemi ’tutamazlar beni cezaevinde, bırakırlar.’ Götürmeye gelenlere ’tamam eve mi gidiyoruz?’ diyor ’hayır’ diyorlar ’eve değil, Malta’ya sürgün ediliyorsunuz.’ Hatıratında yazıyor. Şimdi orada o ümidi taşıyor diyor ki; orada 100-200 binler toplanır böyle bağırır, çağırırlar, o zaman saray bunu duyar, beni süremezler. Namık Kemal yanılmıyorsam Sirkeci’den trene bindiriyorlar, istasyonda 100 kişi ya var ya yok. Namık Kemal’in sürgün emrini imzalayan dönemin Adalet Bakanı Mithat Paşa. Birkaç sene geçecek bu kez Mithat Paşa sürgüne Karaköy’den bir gemi ile gönderilecek. Aynı şey Mithat Paşanın hatıratında da var. Diyor ki; bu ülkeye meşrutiyeti getirmiş, mülkiyeyi getirmiş bir Mithat Paşadan bahsediyoruz, ’halk orada toplanır, yığılır bana hiçbir şey yapamaz’ diyor. O da yine bakıyor ki 100-150 kişi var. Biz de Beşiktaş’ta pek fazla kalabalık beklemedik. Düşünmeye değer bir soru ama bizim milletin yapısında da bu yok. Yani ne yapalım işte bizim milletimiz de bu. Milletimizin tepki verme konusundaki yetersizliği de bir gerçek. Üzülüyor ama tepki vermiyor.”
http://www.hurriyet.com.tr/ilker-basbug-en-buyuk-hayalim-turkiye-ile-azerbaycanin-tek-devlet-olmasiydi-40088603
İlahi Fikret Başkaya. Bu ülkedeki ilericileri, cumhuriyetçileri, sosyalistleri, komünistleri, anarşistleri, demokratları, laikleri, ateistleri, çevrecileri toplasanız nüfusun yüzde beşi bile etmez. Gün Bey de dahil solcu aydınlar neden sürekli coşku ve umut verme misyonuyla gerçekleri görmezden geliyorlar? Bilinmez. Sizin kuşak fazla romantik galiba.
– Mevcut anayasanın herhangi yerinde Allah lafzı yok ama 1982 ve 1961 anayasaları dindar anayasalardandır. Neden? Diyanet İşleri Başkanı idare içinde vardır. Dini bayram, resmi bayramdır. Din dersi zorunludur ve inanca dayalı bir yapısı vardır. Yani seküler değildir, dindar bir anayasadır.
– Dünyada laiklik tarifinin olduğu anayasalar Fransa, İrlanda ve Türkiye’de var. Tarifi de yoktur. İsteyen bunu istediği gibi yorumluyor. Böyle bir şey olmamalı.
–
Cumhurbaşkanı Vekili ve TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın açıklamalarından;
http://www.hurriyet.com.tr/tbmm-baskani-ismail-kahraman-laiklik-yeni-anayasada-olmamali-40094558
http://marksist.net/aylin-dinc/marasta-multeciler-uzerinden-oynanan-oyunlar.htm
“yasadışı Kuran kursları, Suudi sermayesi desteğindeki İslamcı enstitüler, devlet kapılarında iş takipçiliği yapan Nakşi şeyhleri, Arap sermayesiyle sarmaş dolaş il ve belediye başkanları, milyarlık şirketler, dinsel gericiliğin sakalını sıvazlayarak bugünkü lükslerini sürdüren, ağızları Davidof marka purolu, bilekleri Roleks marka saatli sözde liberaller, liberalizme yardakçılık yapmayı hüner sayan dönek Marksistler, rüzgar gülleri gibi her gün yön değiştiren tatlı su ilericileri, gölgelerinden korkan aydınlar, salon sosyalistleri, gericinin yoksuluna karşı aslan kesilip aynı gericinin iç ve dış sermaye çevreleriyle sarmaş dolaş olanına karşı süt dökmüş kedilere dönen sahte Atatürkçüler, tirajlarını biraz daha artırmak için kadın göğsü ve bacak fotograflarının yanında Kuran ciltleri veren gazete patronları.”
Uğur Mumcu
Cumhuriyet, 12.3.1989
http://hurriyet.com.tr/iste-ingilterenin-konustugu-suudi-milyarder-40098098
Suudi İttifakı ve AKP’nin Hayalleri
Utku Kızılok
Üç yıl önce, henüz o zaman Dışişleri Bakanı olan Ahmet Davutoğlu, yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: “…küresel güçler de biliyor ki tarih artık Ankara’dan akıyor. Ankara’yı göz ardı eden tarihi anlayamaz. Ankara ile ilişkilerini riske sokacak olan, bütün bölgesel politikalarda da riski üstlenmiş olur.” Bu sözler, dünyada ve Ortadoğu’da verili siyasal güç ilişkilerini kavramayıp hayal âleminde dolaşmanın veya gerçekliği efsaneler üzerinden algılamanın nasıl berbat bir duruma yol açabileceğinin ibretlik ifadesidir. Son üç yıl içerisinde tarihin Ankara’dan akmasına değil ama AKP’nin ayakları yere basmayan maceracı emperyalist politikalarının bir sonucu olarak uluslararası arenada alabildiğine sıkışmasına ve yalnız kalışına şahit olduk. Meselâ uçağını düşürdüğü için Türkiye’ye pek çok noktada ceza kesen küresel güçlerden Rusya, Ankara ile ilişkilerini riske sokmasından ötürü uluslararası alanda hiç de sıkışmazken, tarihi Ankara’dan akıtmaktan söz edenler Suriye sınırında uçak bile uçuramaz oldular.
Eğer hevesler kişileri gerçeklerden kopartır ve ayaklarını yerden keserse, bir noktadan sonra hayaller kişileri esir alır ve kişilerin tüm hareket çizgisini belirlemeye başlar. İşte AKP politik kurmayının durumu büyük ölçüde böyledir. Osmanlı mirasına yaslanarak İslamın lideri olma ve aslında emperyalist emellerini bu yolla hayata geçirme arzusuyla yanıp tutuşan, son derece hırslı bir emperyal siyaset izleyen AKP, geldiğimiz noktada Suud krallığının eteğine tutunmuş bulunuyor. Türkiye’yi küresel bir güç konumuna yükselteyim derken uluslararası siyasette yalnızlaşan AKP liderliği, Suudi Arabistan’la ittifakını güçlendirerek sıkışıklığını bir ölçüde gidermeye dönük manevralar yapmaya çalışıyor. Tam da bu yüzden Erdoğan, İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) 14-15 Nisan tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleştirilen 13. zirvesi için Türkiye’ye gelen Suudi kralını memnun etmek amacıyla olağanüstü bir çaba gösterdi. Bizzat Suudi kralının uçağının kapısına kadar gitmeyi ihmal etmeyen “ümmetin lideri”, son derece şaşaalı bir törenle kralı Saray’da ağırladı ve devlet nişanı verdi.
Bunun bir devamı olarak AKP hükümeti, İİT toplantısının sonuç bildirgesine Suudi Arabistan’ın siyasal taleplerinin damga basmasına itiraz etmemiş ve desteklemiştir. Türkiye dâhil İİT üyesi ülkeler, Şii İran’ın uluslararası hukuku ihlâl ettiğini; Bahreyn, Yemen, Suriye ve Somali gibi ülkelerin içişlerine müdahale ederek teröre destek verdiğini ileri sürüp kınamışlardır. Bununla da kalınmamış, “terörizme karşı mücadele” eden ülkeler sıralaması yapılırken, yalnızca Suudi Arabistan’ın adı anılmıştır. Yani neresinden bakarsak bakalım, İstanbul’da Türkiye’nin liderliğinde gerçekleştirilen İİT zirvesinin tüm kararlarına hâkim olan Suudi Arabistan olmuştur.
Elbette İran’a dönük bu hamle, her iki ülkede egemen burjuva siyasetin çıkarlarıyla da örtüşüyor. Zira Ortadoğu’da bölgesel bir güç konumunda olan İran, hem Türkiye’nin hem de Suudi Arabistan’ın rakibi pozisyonunda. İran’ın Ortadoğu’daki Şii nüfus üzerinden kendisine alan açmasını en büyük tehdit olarak algılayan Suudi Arabistan, tüm gücünü İran karşısında bir Sünni cephe yaratmaya hasretmektedir. Türkiye egemenleri de kendi çıkarları açısından İran’ı ana tehditlerden biri olarak algılamaktadırlar. Türkiye’nin emperyalist siyasetini meşrulaştırmaya çalışan AKP ideologlarının, sanki Türkiye Sünni eksen üzerinden bir mezhepçi siyaset izlemiyormuş gibi, Şiilik vurgusuyla İran’ı hedefe oturtmaları boşuna değildir. Aslında İran ile Türkiye ve Suudi Arabistan, Suriye’de dolaylı olarak savaş halindedir. İran, bölgedeki emperyal hedeflerine ulaşmak için Esad rejimini ayakta tutmaya çalışırken, Türkiye ve Suudi Arabistan da emperyal hedefleri doğrultusunda Esad rejimini yıkmak için her yola başvurmaktadırlar. İran, kontrolü altındaki Lübnan Hizbullah’ını ve kendi askerlerini Suriye’de savaşmaya gönderirken, Suudiler ve AKP iktidarı da radikal İslamcı grupları silahlandırıp yönlendirmektedir. Bundan ötürü Şii İran karşısında Türkiye ile Suudi egemenlerinin Sünni cephe politikası örtüşmektedir.
Lakin bu meselenin bir yönüdür. Meselenin bir başka yönünü ise, dünya kapitalizminin derin kriz koşullarında Suudilerin ve Körfez Arap ülkelerinin petro-dolarlarına AKP iktidarının duyduğu mutlak ihtiyaçtır. Erdoğan açısından ekonomi, ne pahasına olursa olsun büyümelidir. Çünkü toplumun zapturapt altına alınarak Erdoğan’ın mutlak iktidarına ikna edilmesi ve emperyal siyasetin sürdürülebilmesi için bu zorunludur. Ekonomik krizin toplumu sarstığı koşullarda huzursuz kitlelerin ne yapacağı belli olmayacağı gibi, zayıflayan ve küçülen bir ekonomiyle emperyal heveslerin hayata geçirilemeyeceği de açıktır. Dolayısıyla nereden bakarsak bakalım, Osmanlı’yı canlandırma, tüm İslam âleminin sözcüsü olma hülyalarına dalan AKP iktidarının Suudilerin eteğine yapışmaya mecbur kaldığını görmekteyiz.
Bununla birlikte, Suudi Arabistan ile Türkiye arasında birçok noktada çelişki bulunmaktadır. Meselâ AKP’nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Müslüman Kardeşler (İhvan) ile birlikte ve aslında onun örgütlenmesi üzerinden yaratmaya çalıştığı Sünni eksen, Suudi Arabistan’ın desteklediği Sisi darbesiyle çökmüştür. Mısır’da General Sisi’nin askeri darbesini destekleyen Suudi Arabistan, darbeci yönetime 8 milyar dolar hibe etmekten ve İhvan’ı terör örgütü ilan etmekten geri durmamıştır. Böylece Vahabi-Selefi İslam anlayışı üzerinde yükselen ve kendi çıkarları temelinde bunu kullanan Suudi Arabistan; kapitalizme derinden entegre olmaya açık İhvan öncülüğünde bir başka İslamcı akımın yükselmesini, Müslüman ülkeleri etkileyerek Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da siyasal dengeleri değiştirmesini engellemiştir. İhvan’ın Mısır’da iktidardan düşürülmesi, AKP’nin özellikle 2011’den sonra yeni bir yönelim vermeye çalıştığı emperyalist siyasetinin de belinin kırılması anlamına gelmiştir.
Bundan ötürü Suudi monarşisine mesafeli duran AKP iktidarı, Türkiye uluslararası alanda sıkıştıkça söz konusu mesafeyi kapatmaya başlamıştır. İran’ın Batılı emperyalist güçlerle nükleer anlaşmaya varmasıyla Ortadoğu’daki siyasal pozisyonunu güçlendirmesi, Türkiye’nin Rus uçağını düşürdükten sonra alabildiğine yalnızlaşması, Suudilerle olan ihtilafın sümen altına itilmesini zorunlu hale getirmiştir. Esasında aynı politik geri adım ve değişiklik İsrail ile ilişkilerde de geçerlidir. Ortadoğu’da emperyal arzularına bir meşruluk yaratmak amacıyla Filistin davasını sahiplenir gözüken ve İsrail ile karşı karşıya gelen AKP liderliğindeki Türkiye, geldiğimiz aşamada, bizzat Erdoğan’ın ifadesiyle “Türkiye ile İsrail birbirine muhtaçtır” deme noktasına varmıştır. Keza AKP liderliği, Suudilerin arabuluculuğunda Mısır ile ilişkileri de düzeltme gayesindedir. Sonuç itibariyle uluslararası alanda sıkışıp yalnızlaşan Türkiye, Suudi Arabistan ile Sünni İslam bloku etrafında yeni bir ittifak geliştirmeye, buradan yürüyerek kendisine alan açmaya çalışmaktadır.
Ne var ki bu noktada AKP’nin ciddi açmazları mevcuttur. Her ne kadar AKP liderliği vehme kapılıp kendini Osmanlı’nın mirasçısı ve İslam âleminin lideri olarak sunsa da, politik güç ilişkileri bambaşka bir tablo sunmaktadır. Meselâ Suudi Arabistan, hiç kuşkusuz petro-dolarların gücünü de kullanarak İslam ülkeleri üzerinde son derece etkili olmaktadır. Sünni İslam ittifakının ve ordusunun kurulmasına öncülük eden Suudilerdir. Keza İslam Ülkeleri İşbirliği Teşkilatı, Arap Birliği, Körfez Ülkeleri İşbirliği’ni kontrol eden, bu birlikleri kendi çıkarları temelinde kullanan da Suudi Arabistan’dır. Anlaşılacağı üzere, dış politika da dâhil, hayat teorik varsayımlar üzerinden değil katı gerçekler üzerinden akmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin Suudi Arabistan ile bir Sünni İslam ittifakı yaratarak, onu ve diğer İslam ülkelerini nüfuzu altına alması hayalden başka bir şey değildir.
http://marksist.net/utku-kizilok/suudi-ittifaki-ve-akpnin-hayalleri.htm